27 Aralık 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (34)

     PAUL KLEE (1879 - 1940) - WINTERBILD

    Yılın son birkaç günü ortama rehavet hakim olur. Belki de bu, ufuktaki yeni yılı yüksek enerjiyle karşılamak için gereklidir. O yüzden bugün bu seri için de tatil günü. Bugün ders yok:) Minik bir seyahat için hazırlık yapıyorum. Fakat bir resim paylaşmadan geçmeyeceğim. "Önce yaşama sanatı..." diyen Paul Klee'den bir kış manzarasıyla yeni yılınızı kutlarım. 
Dilerim 2022 böyle farklı, renkli, hayallerimizin gerçek olduğu, mutlu sürprizlerle dolu bir yıl olsun. 
    Sevgilerimle...



24 Aralık 2021 Cuma

BEN, SEN, ONLAR...

    Geçtiğimiz hafta yolumun Beyoğlu'na düştüğünden ve işimden arta kalan zamanda şahane bir sergiyi ziyaret ettiğimden bahsetmiştim. Mehşer'in güncel sergisi "Ben, Sen, Onlar" söz konusu olan... 

    1850-1950 yılları arasında Türkiye'de yaşamış ve yaratmış 117 kadın sanatçının 232 eseri var bu sergide. Serginin tanıtımındaki ifadeyle "Çoğunluğu 'ben'leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından kaydedilememiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir 'biz'in oluşabilme koşullarını da araştıran" bir düzenleme bu. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinde zaman zaman bahsettiğim ve yorumlarda tartıştığımız, kadın sanatçının arka planda kalışı sorununun görselleşmiş hali gibi. Avni Lifij'in eşi Harika Lifij'in, Eren Eyüboğlu'nun, Jackson Pollock ile evli olan Lee Krasner'in, eşlerinin gölgesinde kalışlarına dair düşüncelerim yer almıştı bu yazılarda. Edebiyatta, resimde, heykelde, sanat dünyasının genelinde defalarca karşılaşılan bir durum. İşte "Ben, Sen, Onlar" sergisi bu konuya ışık tutuyor ve kadın sanatçıları görünür kılıyor. Bu sanatçı kadınlara kendilerinin kahraman oldukları bir "yüzyıl" armağan ediyor.*

     Sergiyi gezen birçok kişi Nasip İyem'i tanımaz örneğin. Onun heykellerini görüp sanatçısının Nasip İyem olduğunu öğrenince akıllara ilk anda Nuri İyem ve onun köylü kadınları gelir. Bu böyledir.  Erkek daha görünür ve bilinir olmuştur. Oysa ki Nasip İyem'in seramikleri de şahanedir.

    Üniversite son sınıfta Proje dersi için "Kadın Ressamlar ve Oto-Portreleri" konusunu çalışmıştım. Zorunlu olmayan tez gibi bir dersti. Dolayısıyla o sırada tam da sergide yer alan sanatçılar hakkında, dönemin şartları hakkında çok fazla okuma yapmıştım. Sergi bana eski tanıdıklarımla karşılaştığım duygusunu yaşattı. Zaten tek başıma gezmeyi severim, sakin galeride her eserin önünde uzun uzun vakit geçirerek onlarla sessiz bir sohbet gerçekleştirdim. Mihri Müşfik Hanım'ın resimlerine bir kez daha hayran oldum.**

    Söz konusu sadece resim sanatı değildi. Yıldız Moran'ın fotoğrafları, Halet Çambel'in not defterleri derken ilgiyle ve saygıyla andım her birini.

    Fotoğrafım az. Tabii ki kendime birkaç anı fotoğrafı çekiyorum ancak son yıllarda görüntüleri hafızama kaydetmek, o anı yaşamak artık benim için daha çok önem kazandı. Hem buraya fazla görsel eklersem, gidip görecekler için işin sürprizini kaçırmış olurum. 

    Sergi 22 Mart 2022'ye kadar sürecek. Pazartesi hariç her gün ücretsiz gezilebilir. Bana kalırsa soğuk bir havada sıcacık bir müzede yahut sanat galerisinde olmak gibisi yoktur. 

    Son olarak Meşher'den bahsetmek isterim. İstiklal Caddesi'nde 2019'a kadar Arter'in bulunduğu Meymenet Han binası, şu an Vehbi Koç Vakfı'na bağlı bir kültür ve sanat merkezi. Atölyelerin ve konferansların da gerçekleştirildiği bir kurum. "Meşher" kelimesi Osmanlı Türkçesi'nde "Sergi Mekânı" anlamına gelmekteymiş. Velhasılıkelam İstanbul'un güzelliklerinden biri. Gitmeli, görmeli, takip etmeli... 

    


      *Bu cümle serginin tanıtım broşüründen alınmıştır.
    ** Mihri Müşfik Hanım hakkında daha önce yazmış olduğum bir yazı: Cesur Kadınların Anısına Saygıyla...
    
    

    

17 Aralık 2021 Cuma

BUGÜNLERDE...

     Yeni bir yılı karşılıyor olmanın coşkusu eksik bu sene, farkında mısınız? Kimsede heyecan göremiyorum. 
Geçen sene covid korkusu baskınken bile böyle değildik. Daha umutluyduk. Nedenlerine girmeyeceğim şimdi. Zaten herkes yeterince bunalmış hâlde. En son yayınladığım "Bir Ressam, Bir Resim (33)" yazısı sanırım tam da bu nedenlerle ilgi görmedi. Bence yine de okuyun arkadaşlar, ilk cümlelerden sonra güzel bilgiler var:) Keyifler kaçık diye daha da canınızı sıkacak şeylerden uzak durmak istiyor olabilirsiniz fakat takdir edersiniz ki gerçeklerden kaçılmıyor. Hem kaça kaça bu hallere düştüğümüzü düşünüyorum bazen. Neyse... Bugün yine kaçacağım. 
Biraz havadan sudan bahsedeceğim. 
    Eskiden yılbaşı ağacı süslerdim. Sonra bir tembellik geldi, kaldır topla işlerinden kurtulmak için ağaçtan vazgeçtim. Yine de sağı solu süslerim ama. Birkaç hafta önce yine bir ağaç hevesine kapıldım. Gel gör ki tembellik dorukta. Ben de şöyle bir şey yaptım. Farklı, sevimli ve daha pratik oldu. 

    Sevimli ve pratik demişken... Orhun Aralık doğumlu. Doğum gününde ona şöyle bir pasta yaptım. 

    Bayılır böyle işlere. Nitekim çok sevindi. İş açısından öyle yoğun bir dönemdeydi ki bir önceki gece geç geldiği için geç uyandı, pastasının mumlarını üfledi, alelacele bir dilim yedi ve yine işe gitti. Günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapmadan bırakamazdım onu. Konuyu "Bu pasta, içindeki çocuğu ihmâl etmediğin bir olgunlukla yoluna devam etmen için" diye bağladım:) Yakın aile çevresiyle kutlamayı bu hafta sonu yapacağız. Diğer özel günleri sevmem ama doğum günlerine bayılıyorum.
    Çocuğunun doğum gününde ister istemez duygusallaşıyorsun. Tam da o sıralar internette şu resme rastlamıştım.

    Hemen Orhun'a yolladım çünkü acayip bize benziyordu. O küçükken aynı bu şekilde kolumun altına alır ve kitap okurdum. O da tıpkı bu yavru tavşan gibi hem dinlerdi hem de ilgiyle kitabın resimlerine bakardı. Bir gün kitabın birini aldı eline ve kendisi okumaya başladı. İlk şaşkınlıkla okuyor zannettim. Çok sevdiği ve ara ara özellikle istediği bir kitaptı. Meğer noktasına virgülüne kadar aynen ezberlemiş:) 
    Tam bu satırları yazarken diğer dairelerin birinden doğum günü şarkısının farklı bir dilde söylendiğini duyuyorum. "Mutlu yıllar sana" değil, "Happy birthday to you" değil. Ya Arapça ya Farsça. Bu katta Afrikalı yok, onların dilinde olamaz. Evet, böyle karma bir sitede yaşıyoruz. Çevremiz değişiyordu ancak yakın zamana kadar bizimki böyle değildi. Daireler giderek el değiştirdi. Bunun nedenini tam anlamıyla açıklayamam ama bizim de kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir semte geçişimiz yakındır. Bu evi aldığımızda bambaşka bir ortam vardı. Yanlış anlaşılmasın, kimseye laf etmeye niyetim yok. Herkes daha iyi şartlarda yaşamak için yer değiştiriyor. Ortadoğulu daha iyi yaşamak için buraya geliyor, biz daha iyi yaşamak için Batı'yı hayal ediyoruz. Böylesi bir kayma. İş nerelere varacak bilemiyorum. 
    Bugünlerde okuduğum kitap tam da az önce bahsetmeye çalıştığım gibi dünyanın olası gidişatıyla ilgili. 
Hakan Günday'ın yeni romanı Zamir... Yazarın hep yaptığı şekilde dünyada siyasal açıdan olan bitene bir gönderme özelliği taşıyor. Daha neler olabileceğinin okuyana absürt gelen ancak hiç de gözardı edilmemesi gereken olasılıklarını sunuyor. Yine ağır gelen, yine düşündüren bir roman. Bu ara canı sıkkın olan, ben etkilenirim diyen kaçınsın. Ben okurum. Ben izlerim. Sanat eserleri benim canımı sıkmıyor. Zira onların bazı şeylere dikkat çekmesi gerekiyor. Araya eğlencelik olanlarından karıştırırım, ruh durumumu dengelemeye çalışırım, kendime düşünmek için zaman ayırırım ve devam ederim. Örneğin en son Blu TV'de "Estonia" belgeselini bitirdim. Tarihin en büyük deniz kazalarından birine ait can sıkıcı bir belgeseldi ama gerçekti. Beni uzun süredir tanıyan dostlarım bilirler, kuzey ülkelerini severim. Estonya'ya da özel bir sevgim vardır. Üzüle üzüle izledim ama birçok şey öğrenmiş oldum. Olaya karışmış devletlerin bir şeyler sakladığını düşünüyorum. Zaten hep böyle olmaz mı? Kendimi bazen verdiği oyun bile önemi olmayan bir piyon gibi hissediyorum. 
    Öf! Yine iyi başlamışken karamsarlığa döndüm. Kendime işkence eder gibi okuduğum kitapların, izlediğim suç dizilerinin ve tarihi belgesellerin arasına "Modern Family" gibi eğlenceli bir diziyi kattığımı itiraf edeyim. Tam canım sıkılmışken açıyorum bir bölüm. Ve bana müthiş iyi geliyor. 10 sezonluk upuzun diziyi bitireceğim diye ödüm kopuyor. 8.sezonun sonlarındayım. 
    Geçtiğimiz günlerde Taksim'de bir işim vardı. Gittim ve onu hallettim. İşim erken bitince güzel bir sergiyi gezdim. Ondan ayrıca bahsederim. Yoğun yağmurun olduğu bir gündü. Dolayısıyla dışarısı çok kalabalık değildi. Yağışa aldırmadım, İstiklal'de rahat rahat yürüdüm. Sergi çıkışında Viyana Kahvesi'ne uğradım, yanında koyu bir kahvenin eşlik ettiği enfes bir balkabaklı cheesecake yedim. Yağmuru izledim. Yakınlığından dolayı yan masada oturan liseli gençlerin konuşmalarını duyuyordum. O kadar tatlılar ki... Onlara bir gençlik borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu sinir harbinin içinde yaşamayı hak etmiyorlar. 

    Tamam... Sakin... Yazıyı güzel bir şekilde bitireyim. İtalyanca çalışmaya başladığımı söylemiştim ya hani? Vallahi devam ediyorum! Hevesle devam ediyorum hem de. Kelimelerin dişi ve erkek olarak ayrılması işin zor yanı fakat pratik yaparak çözüleceğini düşünüyorum. Fena değilim o konuda. Her yeni dili öğrenirken olduğu gibi bol bol kelime ezberlemek önemli. Özellikle yemek yaparken İtalyanca şarkılar dinliyorum:) Spotify'daki şu liste favorim. 

    Çocukluktan aşina olduğumuz şarkılar var. Meğer eskiden ne kadar farklı dillerde şarkılar dinlemişiz biz. Yukarıdaki fotoğrafı almak için Spotify'a girdim. Ve bana Gülçin'in albümünün önerilmiş olduğunu gördüm. Şimdiye kadar bir kere bile kendi isteğimle Gülçin şarkısı dinlemiş değilim. Yani belli bir algoritma sonucu değil bu. Önerinin sebebini anlıyorsunuz değil mi arkadaşlar? Çünkü kadın ne yazık ki büyük bir kaza geçirdi ve olumsuz anlamda izlenirliği arttı. Müzik platformu da hop öneriyi yapıştırdı. Reklama, satışa yönelik bu dünya hiç benlik değil. Gel de olumlu düşün. Olumlu düşüneyim dedikçe üstüme üstüme geliyorlar sanki.
    Tamam.. Sakin... 
    Bir süredir güncele dair yazılarımı "CoronaGünleri" olarak etiketlemediğimi fark ettim. Aklımızdan çıkmış gibi... Fakat aslında çıkmadı. Hattâ bu ara yine coştu. Kış mevsiminde olduğumuz için normaldir. Bu sıra tanıdıklardan bolca covid pozitif haberler alıyoruz. 3.aşı için randevumu aldım. Bari sağlığımızdan olmayalım. Ve aslında en önemlisi o. Her şey gelir, geçer. Düzenler değişir. İyisiyle kötüsüyle bu dünyayı özümseyebilmek için sağlıklı olmak gerekir. 
    Karmakarışık bir yazı oldu bu. Bu günlerde böyle işte...
   




14 Aralık 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (33)

     PIETER CLAESZ (1597 - 1661) - VANITAS 

    Bir süredir aklımda resim sanatındaki Vanitas sembollerinden bahsetme fikri vardı. Güne doların tekrar yükseldiği haberleriyle merhaba deyince semboller gözümün önünde uçuşmaya başladı. Kendi sınırlarımız içinde sıkıntımız büyük malûm; dünya genelinde de ekonomi, salgın, iklim krizi, güç savaşları vs. derken nasıl ilerleyeceği belirsiz bir dönemdeyiz. Kaosta payı olan idarecilere haykırmak istiyorum! Memento Mori! 
Yani, "Ölümü hatırla!" 17.yy.'a ışınlansaydık ve ben Hollandalı bir ressam olsaydım bu uyarıyı, bu öğüdü resimlerimle yapardım. Şimdi, 21.yy.'da, bu resimlerden birini paylaşıyorum ve dünyadaki her bireyi birbirine bağlama gücüne sahip internet üzerinden sesleniyorum: Ölümü hatırla! Kalıcı değilsiniz. Bu hırs neden? Nasıl oluyor da sizin hırslarınıza çok uzak iyi niyetli insanları zora sokma hakkını kendinizde buluyorsunuz? 
Bugün huzursuzum dostlar. Vanitas sembolü kuru kafalar, erimiş mumlar, kullanılmış eşyalar ruh halime bir hayli uygun düşecek. En iyisi ben bir an önce konuya gireyim.
    17.yy.'da Hollanda'dayız. Hatta daha da özelleştirelim Kuzey Hollanda'dayız. 1609'da ülke kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmış. Güney Hollanda İspanya'ya bağlılığı sürdürürken Kuzey Hollanda cumhuriyete yönelmiş ve Protestanlığın önemli ülkelerinden biri durumuna gelmiş. Ticaret gelişmiş, bilhassa deniz ticaretinde İngiltere'ye rakip olunmuş. Dolayısıyla ülke refah içinde. Ticaret yapan orta sınıf, her alanda olduğu gibi sanatın da şekillenmesinde etkili. Zenginlerin ulaşabildiği her türlü eşya artık resimlere girmeye başlamış. Kimi zaman uzak ülkelerden gelen egzotik mallar; kimi zaman müzik aletleri, mücevherler, çiçekler, silahlar ve daha birçoğu... Natürmort resmin, yani ölü doğa resminin zirve zamanları. Ancak parayla satın alınabilen her tür eşyanın arasında göze çarpan bazı nesneler var ki görünen anlamıyla değil, sembolik anlamlarıyla dikkat çekmekteler. Kum saati gibi, kelebek gibi, mum gibi... İşi biraz daha enteresan kılalım, kuru kafa gibi... İşte bunlar Latince bir deyiş olan "Memento Mori" düşüncesinde şekillenen, Eski Ahit'teki bir bölüme göre "Vanitas" olarak adlandırılan nesneler. Onca zenginliğin içinde ölümü hatırlatmak, her şeyin geçici olduğuna dikkat çekmek gibi bir görevleri var. Protestanlığın bir kolu olan Kalvinizm inancına uygun olarak ortaya çıkmışlar. Kalvinistler'e göre çalışmak en büyük erdem ve insanlar maddi başarılarına göre olumlu ve olumsuz anlamda ikiye ayrılırlar. Para kazanmak Tanrı'ya ulaşmanın yollarından biri olsa da israf ve gösteriş asla kabul edilemez. O halde yeni nesil zenginler ikilemdeler. En güzel eşyalara sahip olma isteği insanın doğasında var fakat bunlar aslında geçici. Ölüm kaçınılmaz, tek gerçek Tanrı. Bunu onlara hatırlatan bir şey olmalı. İşin sanat kısmında söz konusu görevi üstlenen işte bu Vanitas sembolleri... Kısa ömrüyle bilinen bir gül, kelebek, sönmüş ya da sönmekte olan bir mum, solan çiçekler, geçiciliği simgeleyen sabun köpükleri, kullanılmış eşyalar, devrilmiş kadehler, çürümüş meyveler, ömrün kısalığını anlatan saatler... Bunlar tablolarda kimi zaman değerli eşyalara tezat oluşturacak şekilde, onlarla birlikte yer alıyorlar. Kimi zaman sadece vanitas sembollerinden oluşan resimler yapılıyor. Bu yazıya konu olan natürmorttaki gibi... 
    Pieter Claesz natürmort çalışmalarıyla tanınan bir ressam. Cansız nesnelerin temsiliyle oluşturulan natürmort, akademik hiyerarşide resim konuları açısından alt sıralarda yer alsa da 17.yy. Hollandası'nda zengin kesim tarafından en çok sipariş edilenlerden. Çünkü, önceki satırlarda da belirttiğim gibi sahip olmayla ilişkili. Benim seçtiğim resim, sanatçının daha fazla nesneden oluşan kalabalık kompozisyonlarından biraz farklı. Daha sade ancak etkisi kuvvetli. Bir masanın üzerine yerleştirilmiş nesneler arasında, belli belirsiz tüten ince bir duman nedeniyle henüz sönmüş olduğunu anladığımız mum, ters dönmüş boş bir bardak, cep saati ve kuru kafa yer almakta. Bunlar hayatın sonlu oluşunu, zamanın geçiciliğini anlatan vanitas sembolleri. En büyük nesne olan kuru kafa her birinden daha yükseğe, daha dikkat çekici şekilde yerleştirilmiş. Kuru kafanın kime ait olduğunun bir önemi yok. Bu fakir bir insanın da, bir kralın ya da kraliçenin de olabilir. Artık önemsiz. Önemli olan Tanrı'nın sonsuz bilgeliği ki resimde bunu hatırlatan nesne kuru kafanın altında yer alan kitap. Cep saatinin altındaki anahtar ise diğer dünyaya, sonsuzluğa açılan kapının anahtarı. Anahtarın kurdelesinin mavi rengi, tüy kalemin beyazlığını saymazsak, resimdeki tek farklı renk. Kompozisyona kasvetli toprak tonları hakim. Nesneler sol üstten gelen ışığın doğrultusunda aydınlanmış. Sanatçı dokuyu göstermede başarılı. Camın, kemiğin, kumaşın, seramiğin, metalin dokusu ayrı ayrı hissedilmekte. Ölüm ve yaşam ikilemini başarıyla yansıtan bir kompozisyon. 
    Biliyorum ressamların hayatı çok ilgi çekiyor ancak bu kez elimde, hafızamda ve genel olarak sanat tarihi alanında Pieter Claesz'a ait pek fazla bilgi yok. Belçika'da doğmuş, hayatına Hollanda'da Haarlem'de devam etmiş. Birkaç loncaya kayıtlı olduğu biliniyor. İki kere evlenmiş. İlk evliliğinden olan oğlu Nicolaes Pietersoon Berchem de ünlü bir manzara ressamı. Oğlu dahil olmak üzere pek çok öğrenci yetiştirmiş. Claesz'ın eğitimci yanı da olan çalışkan bir ressam olduğunu söyleyebiliriz. Hakkında bilgi az ancak natürmortları bugün en büyük müzelerde yer almakta. 
    Vanitas sembolleri her zaman bu resimdeki gibi keskin şekilde yer almazlar. Örneğin bir resimde bir çocuğu sabun köpüğü şişirirken görürsünüz ve bunu oyun oynayan bir çocuk olarak düşünüp geçebilirsiniz. Ancak sanatçı muhtemelen genç bir figürle birleştirdiği sabun köpüklerini, o yılların çabuk geçtiğine gönderme olarak resimlemiş olacaktır. Bir güzel sanatlar müzesinde vakit geçirmek, eserleri etraflıca incelemek, fikir yürütmek tam da bu yüzden keyiflidir, ufuk açıcıdır. Keyifsiz başladığım yazıyı yine sanatın güzelliğine bağlayarak bitiriyorum. 
Demek ki güncel hakikâtler arasında nefes alabilmek için biz yine kişisel gayretlere devam arkadaşlar!
    



  Not : Vanitas konusunu tekrar düşününce, 31 numaralı Bir Ressam, Bir Resim yazısının konusu olan Avni Lifij portresindeki yırtık çorabın vanitas sembolü olduğu fikrini benimsedim. Lifij, elinde içki kadehiyle hoşça vakit geçiren figürün omuzuna kullanılmış, yırtık çorabı yerleştirerek hoş zamanların geçiciliğine gönderme yapmış olmalı. Neden daha önce aklıma gelmedi bu? 
   

     

30 Kasım 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (32)

 JOHN DOS PASSOS (1896 - 1970) - MAĞARA 


    Bu yazının konuğunu bu kez farklı bir yolla belirledim. Geçtiğimiz günlerde, bu mecrada en sevdiğim blog dostlarımdan, daha doğrusu büyüklerimden biri olan Nurşen öğretmenim ( Leylak Dalı ), doğum günüm için bana iki güzel kitap gönderme inceliğinde bulundu. O kadar tatlı bir şekilde "Lütfen itiraz etme" diyerek aklımdaki kitaplardan seçmemi istedi ki bana yalnızca gönülden gelen bu hediyeyi kabul etme ve keyifle okuma işi kalmıştı. Kütüphanemde özel bir yeri olacak bu kitaplardan biri John Dos Passos'a ait olan Doğu Ekspresi. Bir süredir listemde beklemekteydi. Daha önce Passos'un hiçbir kitabını okumamıştım. Bir başka kitap referans olmuştu ve Doğu Ekspresi'ni aklıma yazmıştım. Yazarın Doğu'ya yaptığı seyahatin rotasında İstanbul da vardı. Kitabın ön sözünü okuduğumda yazarın hayatı ilgimi çekti. Aynı zamanda ressam olduğunu da öğrendim. Evet bilmiyordum. Zaten bu şekilde ün kazanmamıştı. Manhattan Transfer ve A.B.D Üçlemesi adlı kitaplarıyla biliniyordu. Bu eserler Amerikan hayatının başarılı bir panaroması sayılmıştı, çok seviliyorlardı. Ancak Passos'un yazarlık kariyeri de tıpkı resim kariyeri gibi -bu konudaki önemli isimlere göre- çağdaşlarının gerisinde kalmıştı. T.S Eliot, Steinbeck, Joyce gibi çağdaşı yazarlar edebiyat dünyasında ön plana çıkarken, Passos daha çok siyasi fikirleriyle tanınır olmuştu ve bu konuda görüşlerine değer verilen bir isimdi. Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılmış ve İtalya'da ambulans şoförlüğü yapmıştı. Bu sırada savaşa karşı tüm tavrı değişti, savaşın yıkıcılığına yoğunlaştı ve düşüncelerini romanlaştırdı. Sol görüşün ateşli destekleyicisiydi. Erken yaşta tanıdığı İspanya'ya bağlılığı, İspanya iç savaşındaki gayretleri hayatının önemli bir kısmını kapladı. Ancak onu bir noktada sol görüşten uzaklaştıran İspanya'da yaşadıkları oldu. Hemingway'le iç savaş hakkında bir belgesel çekimi için İspanya'da bulundukları sırada, yakın arkadaşı solcu aktivist yazar Jose Robles Pazos'un Rus gizli servisi tarafından öldürülmesi farklı düşünmesine yol açtı. Hemingway'le dostluğu da bu sırada bitti. Zamanla sağ görüşe yakınlaştı. 
    20.yüzyıl gibi aslında beklentinin fazla olduğu, yaklaşırken zihinlerde bambaşka bir dünyayı vaat eden bir zaman diliminde iki büyük savaşı yaşamış faal insanların hayatları ve görüşleri inanılmaz ilgimi çekiyor. Bana kalırsa biz bu yüzyılda fazla ah vah edip dram yaratıyoruz. Bir önceki yüzyıl çok daha kaotik. Modernizm heveslerinin yanı sıra ilerleyen savaşlar ve savaşlardan sonra hep bir toparlanma gayreti. Bu yazıyı bir kadeh şarabın eşliğinde, dışarıda deli bir fırtına varken sığındığım konforlu evimde yazıyorum; küresel salgına rağmen bana sunulanlarla korumaya çalıştığım zihnimle okuyup inceleyerek ve damıtarak yazdıklarımı internet aracılığıyla geniş bir evrene sunuyorum. Bugün olumsuzlukların yanında olumlu durumlar da var. Kısacası iki dünya savaşını yaşamak istemezdim. O zamanın insanının arayış içinde olması, bir ruh halinden diğerine sürüklenmesi günümüz insanına kıyasla bana daha makûl geliyor. Gerçi yüzyılın devamında ne olur bilemem. Ben şu 21 yıl için tespitte bulundum. Dilerim yöneticiler uslu durur. 
    Şimdi gelelim John Dos Passos'un hayatında en çok ilgilendiğim kısıma... Çok seyahat etmiş. Hem de çocukluğundan itibaren. Portekiz asıllı, Amerika Chicago doğumlu sanatçının babası varlıklı bir avukatmış. Bir başkasıyla evli olduğu için, Virginia'lı soylu annesiyle evlenmeleri ancak John 16 yaşındayken gerçekleşmiş. John çocukluğunda annesiyle birlikte ülke ülke gezmiş. Üniversite seçimi yapmak için bile tüm Avrupa'yı dolaşan şanslı çocuklardan biri o. Hayatının devamında da Meksika'dan Orta Doğu'ya görmediği yer kalmamış. Harvard Üniversitesi'nde okurken sanata eğilimi nedeniyle özel bir öğretmen eşliğinde bu konuda deneyim kazanmak için yine 6 aylık bir Avrupa seyahati ayarlanmış. Daha sonra sanat ve mimarlık okumak için İspanya'ya gitmiş. İspanya sevgisi böylece başlamış. Ambulans şoförlüğü yaptığı ilk dünya savaşı sırasında ve tüm seyahatlerinde devamlı yazmış ve resim yapmış. Sulu boya hızlı kuruduğu için, hızlı çalışmaya elverdiği için çalışmalarını bu teknikle oluşturmuş. Gözlemlerini aktardığı resimleri bir anlamda belgesel nitelik kazanmış. Gezi resimleri dışındakileri de dikkate alırsak, Matisse ve Picasso gibi sanatçılardan etkilendiğini, izlenimci, dışavurumcu, sürreal ve kübist eserler çalıştığını söyleyebiliriz. Önceki yazılarda zaman zaman bahsetmiş olduğum 20.yüzyılın ilk yarısındaki gelenekten kopuş ve yeni ifade arayışlarının oluşturduğu zengin ortamın sanatçısı olarak farklı üretimlerde bulunmuş. 
    Yazının görseli olan resim, sanatçının meşhur seyahatlerinden birinde gördüğü bir mağaraya ait. Passos, Bahamalar'daki bu ışıl ışıl deniz mağarasından çok etkilenmiş. Ve duygularının yoğunluğuyla oldukça renkli bir resim meydana getirmiş. Mağaranın içindeki kayığı ve iki yolcuyu resmin ortasına, ancak oldukça aşağı kısma yerleştirerek geri kalan alanı geniş tutmuş. Böylece renklerle rahatça oynamanın ve duygularını serbestçe yansıtmanın yöntemini bulmuş. Nesneden bağımsızlaştırılan renklerle, mağaranın sanatçıda yarattığı hislerin dinamik ve renkli dışa vurumuyla bunun ekpresyonist bir resim olduğunu söyleyebiliriz. Mağaranın tepesindeki açıklıktan yansıyan güneş ışığı, turkuaz rengi deniz, beyaz kayık, kayığın motoru, yazlık giysileriyle iki figür bize konu hakkında oldukça yeterli bilgi vermektedir ancak tüm bunların ifade tarzı tamamen sanatçıya özgüdür. Onun dünyası içinde yer almaktayızdır. Passos'un o gün o mağarada hissetmiş olduğu coşkuyu bu resimle anlamış olduğumu düşünüyorum. Ancak Passos mağaranın büyüsünü tam olarak yakalamadığı için hayalkırıklığı duyduğunu söylemiş. Belli ki tutkulu bir karakter. İçinde yaşadığı dünyada hakim kaosa kayıtsız kalamayacak kadar gözlemci ve katılımcı olup, aynı dünyanın insandan bağımsız doğal güzelliklerinin bilincinde ve etkisinde bir insan. Ve yolu İstanbul'dan da geçmiş. Hattâ Trabzon'da da bulunmuş. Doğu Ekspresi'nde İstanbul'u öyle canlı betimlemiş ki kendimi tarihi bir resmin içinde hissettim. Yıl 1921. Anadolu'da kurtuluş mücadelesi verilirken İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerin cirit attığı İstanbul sokakları... Kafası karışık bir seyyah... Bu vesileyle kitabı da tavsiye etmiş olayım. Yeni baskıları olmasa da Manhattan Transfer ve A.B.D Üçlemesi'ni de edinip okumak istiyorum. Passos'un tarzını sevdim. Hayranı olduğum, huyum olmamasına rağmen iki kere izlediğim "Mad Men"deki canım Don Draper karakterinin A.B.D Üçlemesi'ndeki bir karakterden esinlenerek yazıldığı söyleniyor. Biraz inceleyeyim dedim, bu konuda pek bilgi bulamadım ancak dizinin bir sahnesinde üçlemenin bir kitabının yer aldığını öğrendim. Fotoğrafı gördüğümde sahne hemen aklıma geldi. Bir buhran sonucu yollara düşen Don'un rastgele girdiği boş restoranda kadın garson bir kitap okumaktaydı. Don'u görünce kitabı önlüğünün ön cebine yerleştirdi. Sonrasında gelişen olaylar dizide:) Yani dizinin yazarlarının Don Draper'ı yaratırken Passos'tan etkilenmeleri olası görünüyor. İş Bankası tekrar basımını yapsa da A.B.D Üçlemesi'ni okusak.
    Daldan dala konduğum bir yazı oldu bu. Konumuz sadece resim değil, aynı zamanda ressamdı. Bir parça dünya halleri, biraz kitaplar, biraz dizi, çokça sanat. Ve en güzeli, dostluk! Doğum günüm için yapılan bir jestin güzel sonucudur bu yazı. Belli ki yeni yaşım çok iyi geçecek!



21 Kasım 2021 Pazar

BUGÜNLERDE...

     Güneşli pazar günü herkes dışarıdayken ben oturdum bloga yazı giriyorum. Şikayetçi miyim? Hayır! Çünkü bence İstanbul'da pazar günü dışarı çıkılmaz. Hele hava güzelse hiç olmaz. Öğlene kadar, herkes uyurken çıkıp dönersen ne alâ! Aksi halde dehşet kalabalığa kalırsın, trafikten çıldırırsın, bir yerde kahve içmeye masa bulamazsın. Zaten evin erkekleri bu ara pek yoğun. Biri sabah 9'da geldi, diğeri öğleden sonra 3'te. Haliyle uyuyorlar. Ben de sessiz sakin kitabımı okudum, şimdi buradayım. Birazdan akşam yemeği hazırlığına geçerim, derbi günü malûm, güzel bir masa hazırlarım. Eşim Galatasaraylı, ben Fenerbahçeli'yim. O yıllarca kendi sahalarındaki her maçı tribünde izledi. Son birkaç senedir, artık bu işler için yaşlandığını söyleyerek, ara ara gidiyor. Sıkı taraftardır. Ama ben de fena değilim:) Çocukluğumdan beri izlerim maçları. 80'leri, 90'ları sorun, takır takır anlatayım. Özellikle metrobüsten sonra bazen kardeşimle, bazen Orhun'la bazen de kendi başıma dahi olsa maçlara gitmişliğim çok. Bizim stadyum merkezi yerde olduğu için işler kolay yürüyor. Kadıköy'den metrobüse biniyorum, durağa yakınız, neredeyse evimin önünde iniyorum. Stadyumda ise kadın seyirci çok fazla. Bir kere bile sıkıntı yaşamadık. Velhasılıkelam bizim için derbi günleri önemli:) Orhun güya Fenarbahçeli bu arada. Ama sorsan bir tane futbolcu sayamaz. Küçüklüğünden birkaç isim kalmış aklında o kadar. Böylesi daha iyi. Lise yıllarında babası gibi evden kaçıp gece stadın önünde uyuyan bir genç olmasını istemezdik. Orhun maçlardaki coşkuyu, milletin tepkisini izlemeyi seviyor:) Bakalım bu akşam ne olacak? İki takımın da galibiyete ihtiyacı var:) 
    Geçen hafta okullar ara tatildeydi. Yeğenim Nisan lisede olduğu için hâlâ haberdarım okul işlerinden. Bir gün bizde kaldı. Teyze-yeğen sohbet etmeye bayılırız. Hamilton Müzikali'ni bilir misiniz? Onun hayranı kendisi. Döndüre döndüre şarkılarını dinletti. Müzikalden bir kadın karakteri bana çok benzetiyormuş. "Senin gibi eşitlikçi, akıllı ve dominant bir kadın" dedi. Bir liseliden bunları duymak önemli değildir de nedir dostlar? :) En yakınındaki büyüklerini küçümsemeye meyilli olunan yaşlarda yeğeninden bunları duymak çok güzel. Gerçi bu konuda mütevazı olamayacağım, gençlerle aram hep iyi olmuştur. Çocuklarla da öyle. Eski dostlarım bilirler, bir ara ortaokulda ücretli öğretmenlik yaptım. Resim derslerine girerdim. Okul çok kalabalıktı, yorucuydu ama keyifliydi. Orhun'un üniversite dönemi, sağlık sorunları derken tekrar öğretmenliğe başvurmadım. Açıkçası yaşla birlikte kafa gürültüyü de kaldırmamaya başlıyor. Çalıştığım okulda sabahçı yaklaşık 2000, öğlenci 2000 öğrenci vardı. Karmaşayı siz düşünün:) Fakat aklım devamlı surette çocuklarda ve gençlerde. Düşünüyorum, hayatımda ileriye dönük bir takım şeyleri düzene koymaya çalışıyorum, aslında ailecek bazı planlamalar yapmaya çalışıyoruz ve bunların içinde gençler için anlamlı ne yapabilirim sorusu da yer alıyor. 15 yıl kadar önce Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı'nda gönüllü çalışmıştım. Sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı ortaokul öğrencilerine İstanbul gezisi düzenleniyordu. Tarihi yerler tanıtılıyordu. O zaman her hafta sonu şehir içine gidip gelmek zorlamıyordu beni. Evim biraz şehir dışında kalıyor. Ve gittikçe kalabalıklaşan İstanbul'da yolculuk etmek, kendimi ne kadar genç hissetsem de biyolojik gerçekler diye bir şey var ki eskisi kadar kolay değil artık. Kendini bilmek, yeteneklerini, becerilerini, sınırlarını tanımak ve ona göre davranmak önemli. Başladığın işi yarım bırakmamak da önemli. Kendimi hırpalamadan, hangi alanda neler yapabileceğimi düşünüyorum. Bakacağız. 
    Yaş demişken... Doğum günüm yaklaşıyor. Kardeşime kitap aldırdım hediye olarak. Ekonomi berbat dostlar! Kitap almak bile lüks hale gelmeye başladı. Benim için bundan güzel hediye mi olur dedim, verdim listeyi. 
Her telden çalan, rengârenk bir liste! Okumak için sabırsızlanıyorum.

    Bu aralar İtalyanca çalışıyorum. İtalyanca'ya hep ilgi duydum. "Bir Ressam, Bir Resim" serisi için özellikle son zamanlarda yine sıkça İtalyanca'yla haşır neşir olunca, kelimeleri keyifle uzata uzata, ahenkli şekilde okumaya başlayınca "Neden öğrenmeye çalışmıyorum ki?" dedim. Şimdilik Duolingo'yla başladım. Vallahi iyi gidiyor. Euro'nun gidişatına bakmadan bir sonraki İtalya seyahatinde çat pat da olsa İtalyanca konuşacağımın hayalini kuruyorum. Hayalde kalmasa bari! Yani şu sıra hayal kurmak bile zorken hâlâ nasıl olup da bunları düşünebildiğime şaştım dostlar. Tam şu an idrak ettim. Eşref saatimdeyim sanırım. Enerjimi düşürmeden mutfağa geçeyim ben. Maç saatine az kaldı.
Herkese şahane bir hafta diliyorum. 





15 Kasım 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (31)

 HÜSEYİN AVNİ LİFİJ (1886-1927) - PİPOLU ADAM 
    Bu aralar şu resimdeki gibi gamsız olmak istiyorum. Özelde daima şükür modunda gezen ben, genelde memleket ahvaline kayıtsız kalamıyorum. Her birimizi sarıp sarmalayan sıkıntıdan, gerginlikten biraz olsun uzaklaşmak için Avni Lifij gibi alsam elime bardağı, fonda o muhteşem sesiyle Tanju Okan çalsa... "Öyle sarhoş olsam ki..." diye başlasa, ben devam etsem... 
    "Pipolu Adam" ismiyle anılan, hislerime tercüman bu resim aslında oto-portre. 1900'lerin başında yapıldığına, Hüseyin Avni'yi son halife Abdülmecid Efendi'yle tanıştırdığına, ömür boyu dostluklarının temelini atan resim olduğuna inanmak güç değil mi? Ancak o da öyle bir zaman. Osmanlı'nın Batılılaşma yolunda son sürat yol aldığı bir dönem. Tuvaldeki Hüseyin Avni genç bir delikanlı. Resim sonraki yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi kurucusu ve yöneticisi Osman Hamdi Bey'e ulaşıyor. Hüseyin Avni, resmi yaptığı sırada henüz çok genç olduğunu düşündüğünden olsa gerek, aslında birkaç yıl önce yapmış olmasına rağmen, eseri 1908-1909'a denk gelen hicri tarihle imzalıyor. Osman Hamdi Bey'e Akademi'ye girme istediğini de iletiyor. Osman Hamdi, onun yeteneğinin akademide sınırlanabileceğini belirterek, kendisinden haber beklemesini istiyor. Kendisi de ressam olan Abdülmecid Efendi o sırada biri sanatçı olmak üzere iki genci eğitim için Avrupa'ya gönderme planı yapmakta. Osman Hamdi Bey, Hüseyin Avni'nin bu tablosunu ona sunuyor ve karar alınıyor. Genelde Akademi'deki en başarılı öğrencilerin burslu olarak gönderildiği Paris'in yolu, kendi gayreti dışında bir eğitimden geçmeyen Hüseyin Avni'ye de açılmış oluyor. Ressam, Pipolu Adam'ı Abdülmecid Efendi'ye hediye ediyor. Böylece başlayan dostluk, halifeliğin kaldırılmasıyla yurt dışına çıkmış olan Aldülmecid'i yıllar sonra Fransa'nın Nice kentinde ziyaret edecek kadar muhabbetle sürüyor. İlahi gücün esiniyle mimlenmiş gerçek sanatçılar, onlara kimi zaman gönülden ya da mecburen hizmet etmek durumunda kalsalar da aslında tüm ideolojilerin üzerindedirler. Yöneticiler bunun bilincinde olmalıdır. Nitekim son halife ile dost Avni Lifij, Atatürk'ün davetiyle onun çevresinde de bulunmuş ve 1922'de dört ay boyunca Ankara'da kalmıştır. Amaç Cumhuriyet Türkiyesi'nde sanata ilgiyi arttırmak, daha geniş kitlelere ulaştırmaktır. Bunu daha çok sanat eleştirileriyle yapması gerektiğini söyler Atatürk'e. Aynı zamanda eleştiri yazıları yazmaktadır. Denen o ki yazılarında en yakın arkadaşlarını dahi kayırmaz. Verimli, faydalı bir eleştirmendir. 
    Yukarıdaki satırlarda sanatçının akademik eğitim almamış olduğunu belirttim. O, yeteneğiyle doğmuş insanlardan biriydi. Ve bunun da farkındaydı. Babası memurdu. Yani kıt kanaat geçinen bir aileye mensuptu. Ailesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etmişti. Hüseyin Avni, Samsun'un Ladik ilçesinde doğdu. O henüz bebekken İstanbul'a geldiler. Verem hastası olduğu için okul hayatı kesintili devam etti. 15 yaşında Nafia Nezareti'nde (Bayındırlık Bakanlığı) çalışmaya başladı ancak onun aklı sanattaydı. Dediğim gibi ne olduğunun farkındaydı. Hüseyin Avni, kendini geliştirme yolunda gayretli insanların en güzel örneklerinden biridir. Kendi kısıtlı parasıyla Fransızca dersleri almış ve onunla aynı zamanda Paris'te olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi mezunu ressam arkadaşlarından bile iyi konuşur hale gelmiştir. Resim çalışmalarında anatomik açıdan ve boyalar konusunda yardımcı olması için tıp ve eczacılık okullarında derslere katılmıştır. Bu derslerde akademi mensubu olmadan misafir öğrenci olarak yer alması onun ne kadar becerikli bir insan olduğunu gösterir. Tüm gayretlerinin karşılığını alması da güzeldir. Doğru kişilerle buluşmuş ve ilerlemiştir. İlerleyen yıllarda birçok okulda resim öğretmenliği de yaparak ülkenin gençlerine yol göstermiştir. Hayatındaki doğru insanlardan biri de karısı Harika Lifij'dir. O da ressam. Öğretmen okulunda okudu, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'nde (Kadınlar için güzel sanatlar akademisi) misafir öğrenci olarak yer aldı, resim öğretmenliği yaptı. Hüseyin Avni'yi ressam olarak tanırdı, sergilerini kaçırmazdı, bir sergiden resmini satın almışlığı dahi vardı. Daha önce farklı ressamları anlatırken bahsi geçtiği üzere, yine bir kadın ressam olarak kendini geri plana atarak yalnızca eşine destek olanlardandı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bu bizde de böyle, diğer ülkelerde de böyle. Kimi zaman erkek baskısından kaynaklansa da kadının kendi yeteneğini göz ardı etmesi bazen bizzat kadının kendisinden kaynaklanıyor. Bir anne kuş gibi sarıp sarmalıyoruz hayatımızdaki erkekleri, her şeyimiz haline getiriyoruz. Yalnız Harika Hanım'ın Hüseyin Avni'nin eserlerine gözü gibi bakmasının Türk Resim Sanatı açısından önemi büyük. Öyle ki 41 yaşında kalp krizi sonucu hayata veda eden ressamın tabloları zarar görmesin diye evindeki perdeleri yıllarca kapalı tutmuş Harika Hanım. Onlarca çizimi, yazıyı muhafaza etmesi de cabası. Ve en güzeli "Pipolu Adam"ı Uffizi Galerisi'nin istemesine rağmen vermemiş olması. Bencilce düşünüyorum ve Uffizi'ye belki hayatımda bir kere gidebileceğimi hesaba katıyorum, İstanbul Resim Heykel Müzesi koleksiyonunda olması bir izleyici olarak işime geliyor. Hüseyin Avni Lifij aynı zamanda fotoğrafla da uğraşmış. Fotoğraflar dahil ardında bıraktığı her eser, çiftin çocukları olmadığı için, Harika Hanım'ın yeğenlerine miras kalmış ve onlar da aynı şekilde korumaktalar. Tam küresel salgın başlamadan ve her yer kapanmadan önce Sakıp Sabancı Müzesi'nde bu mirası ilgililere sunmuşlardı. 
    Hüseyin Avni Lifij'den yadigâr eserlerin en tanınanı işte bu oto-portre. "Pipolu Adam". Öyle ki bu resmi tanıyıp kime ait olduğunu bilmeyen çoktur. Resmi yaptığında henüz yolun başında Hüseyin Avni. Lifij soyadını almamış daha. Bu soyadını ileride öğretmenlik yaptığı yıllarda aynı isimli bir başka arkadaşıyla karışmamak için kullanmaya başlamış. Kafkasya'dan gelen bir kelime. Genç Hüseyin Avni, Pipolu Adam için kendince bir mizansen oluşturmuş. Ağzında dumanı tüten bir pipo, elinde içki olduğunu düşündüren bir bardak, kafada yan yatmış bir şapka, yakada kravat, omuzda yırtık bir çorap... Geçmiş aynanın karşısına. Gözler kısık, izleyiciye bakmakta. Acaba içkinin esrikliğine mi kapılmış? Ortalığı da biraz dağıtmış sanırım, o çorabın orada işi ne? Dışarıdan yeni mi gelmiş ki şapkası başında? O tarihte sadece gayrimüslimler şapka takardı demeyin. Hüseyin Avni farklı bir karakter. O dışarıda da şapka takarmış. Sağ alt köşeye dikkat ediniz. Resmi bitirmemiş. Sebebini bilmiyorum. Bu konuda fikir yürütebiliriz. Belki de hiçbir sebebi yoktur. Resimde Barok havası var. Karanlık fon, sağ alt köşeye yakın bir yerden gelen ışıkla aydınlanmış figür ve böylece güçlenen ifade. Tiyatral bir duruş. Hülyalı bakışlar, piponun dumanı, içkinin şeffaflığı, bardağın avuca düşen gölgesi... Güçlü renkler, mavi gömlekle zıtlık yaratarak dengeyi sağlayan kırmızı kravat ve omuzundaki parça... Kendini geliştirmeye çalışan eğitimsiz genç bir ressam adayı açısından ifade ve teknik anlamda güçlü bir resim. 
    Avni Lifij çokça kendine özgü. 1914 Kuşağı ressamları arasında yer aldığı için adı empresyonistler arasında geçiyor ancak onun her resmi farklı bir üslupta. Empresyonist resimleri de var, sembolik olanlar da... Alegorik figürleri de var, gerçekçi olanlar da... Bezen renkçi, bazen romantik... Kişiliği gibi zengin resimler... 
    Hüseyin Avni Lifij, döneminin her sanatçısı gibi İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecini deneyimlemiş bir isim. Savaşlarla yoğrulmuş bir yüzyılda, değişmeye çalışan bir dünyanın insanı. 20.yüzyılın geleneklere karşı çıkarak kendini bulmaya çalışan Batılı ressamlarının paralelinde bizim sanatçılarımız daha temkinli gitmekte. Kişisel olarak sanatsal duruşlarını kazanma isteğinin yanında çağdaş kalkınma yolunda halk için üstlendikleri görevleri de var. İşleri kolay değil. Bu yüzden kıymetliler. Meşrutiyet Dönemi Ressamları, 1914 Kuşağı gibi isimler almışlar, Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği adı altında birleşmişler, Cumhuriyet Türkiyesi'nde Yurt Gezileri'ne çıkmışlar, öğretmenlik yapmışlar, sergiler açmışlar, D Grubu, 10'lar Grubu gibi oluşumlarda bulunmuşlar. Rejimler değişse de sanatın çekiciliğinin değişmediği böylesi enteresan bir dönemde çok daha fazla işler başaracak olan Hüseyin Avni Lifij ne yazık ki bu dünyaya erken veda etmiş. Sanatsal başarısı ve kendini var etme gayretiyle saygı duyuşum bir yana, kısacık bir yaşamın sahibi olacağını bilmeden "Her şey geçici, sen anın tadını çıkar" dercesine gülümseten bu oto-portresi nedeniyle de seviyorum onu.




6 Kasım 2021 Cumartesi

BEYOĞLU'NDA DOĞUM GÜNÜ...

     Dün, artık ailem olmuş çocukluk arkadaşımın doğum günü şerefine Beyoğlu'na uzandık. Öncelikli amacımız İstanbul Sinema Müzesi'ni gezmekti. Ne de olsa bunca yıl birçok Türk filmini beraber izlemiştik. Aynı apartmanda altı üstlü dairelerde yaşardık, her gün ya ben onlardaydım, ya da o bizdeydi. Sonra Fındıkzade'de Nilgün Sineması vardı konu komşu beraber gidilen. Gençliğimizde ise başka semtlerde daha popüler sinemalara yine birlikte giderdik. Kendimizce en güzel anılar bizdeydi, o müzenin tadını en iyi biz çıkaracaktık. 
    Müzeye girmeden önce güneşli günden faydalanmak için Narmanlı Han'a, Viyana Kahvesi'ne uğradık. 
San Sebastian kekleri bahane edip bir kez daha doğum günü dileğinde bulunmasını istedim arkadaşımdan. Umarım gerçekleşsin.

   Epeyi bir tartışmadan sonra restore edilen Narmanlı Han'ın, Narmanlı Yurdu'nun eskiden olduğu gibi şairlere, yazarlara, ressamlara yuva olmasını, bir kültür-sanat merkezi haline getirilmesini isterdim. Olmadı. Her Beyoğlu'na gittiğimde uğrarım, bir kahve içerim. Ancak avludaki masa, sandalye kalabalığının mekânın tüm havasını aldığını, izlemeyi zorlaştırdığını düşünmeden edemem.
    Beyoğlu tarihinin bir başka önemli noktası Atlas Pasajı'dır. İstanbul Sinema Müzesi de burada yer almakta. 
Atlas Sineması faal, müze etkileyici. 19.yy.'da bir konut olarak hayata geçip, arkasındaki binalarla birleşerek genişleyen pasaj yapısı, zaman içinde farklı kullanımlara açılsa da asıl işlevini, asıl tanınırlığını eğlence ve sanat merkezi olarak kazanmıştır. Bugün de sinema ve müze olarak yerinde durduğunu bilmek güzel.

    İstanbul Sinema Müzesi'nde tarih ve teknoloji bir arada. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta yer alan düzenek İstanbul Kapalı Çarşı'nın 3 boyutlu planı. Elindeki tableti plana yaklaştırdığında çarşıdan çeşitli noktalar öne çıkıyor, onlara tıkladığında Kapalı Çarşı'nın o kısmında çekilmiş filmleri öğreniyorsun ve o sahneleri izliyorsun. 

    Bunun gibi birkaç digital sergileme daha var ki müzede eğlenceli vakit geçirmeni sağlıyor. Artık hayatımızdan çıkmış olan eski model telefonlar mesela... Elin uzanıp da ahizeyi kaldırdığında filmlerdeki telefonlu sahnelere ulaşıyorsun.

    Bu çağdaş izlemelere ara verip başını yukarı kaldırdığında ise bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsun. Binanın konak olarak kullanıldığı zamanlardan kalma tavan süslemelerinden ve resimlerinden gözünü alamıyorsun. 

    Ermeni sarraf Agop Köçeyan'ın inşa ettirdiği evin tavan resimleri Fransız ressam Hippolyte Dominique Berteaux'ya ait. Özellikle büyük salonun dört köşesindeki dört figür bir Avrupa sarayında olduğun izlenimini yaratıyor. Bu dört figür su, hava, toprak ve ateşi, yani dört elementi simgeliyor. Söylenen o ki Sultan Abdülaziz Köçeyan'ın arkadaşı olduğu için bazen bu konağın misafiri olurmuş ve süslemelere bu yüzden önem verilmiş. 

    Ve gözler şimdi bambaşka bir yerde... Buyurunuz Gulyabani! "Eski bir  tanıdık gibi" dersem, bilmem abartmış olur muyum? :) Öyle bir his yarattı bende. Süt kardeşler'i izlediğimde çok küçüktüm. Gulyabani'den korkmakla korkmamak arasında kararsız kaldığımı hatırlarım:)

    

    Genel sinema tarihi, Yeşilçam, ödüllü filmlerimiz, afişler, filmlerde kullanılmış kostümler, teknik ekipman vs. Her biri incelemeye değer. En özel parçalardan biri ise Atatürk'ü Nutuk okurken çeken kamera.

    Dün İstiklal Caddesi çok kalabalıktı. Koca Sinema Müzesi'nde ise 4 ziyaretçiydik. İnanın dışarıda covid pozitif olma ihtimali daha fazlaydı. Bunu bir sonraki sergi ziyaretinde daha iyi anladık çünkü orada da sadece 3 kişiydik. Şu sıra müze, sergi mekânları en güvenli yerler olsa gerek. Sergi ve müzelerin boş olup AVM'lerde iğnenin düşecek yer bulamaması ise ayrı konu.

    Yapı Kredi Kültür Sanat'ın düzenlediği güzel bir sergi var. İsmi "Burası". Burası ile kastedilen İstanbul. Sadece coğrafi bir parça olarak İstanbul'u değil her anlamda bulunduğun yeri temsil eden bir isim. Füsun Onur'un bir eserinden esinlenilmiş ve içerikle örtüşmüş. Dün bu sergiyi de ziyaret ettik. Şansımıza küratör Kevser Güler de oradaydı ve bize tüm sergiyi gezdirdi, ayrıntılı bilgiler verdi. 

    Sergi İstanbul Büyükşehir Belediyesi koleksiyonunda bulunan parçalar ile çağdaş sanatçıların eserlerini bir arada bulunduran bir İstanbul yorumu. Daha çok çevrecilik üzerinden değerlendirildiğini söylemek mümkün. Eski haritalardan tutun yeni tablolara kadar ve birçok farklı çalışmanın yer almasıyla oluşmuş.

    Yerleşik düzene geçen ilk insanların görüldüğü Yarımburgaz Mağarası fotoğrafları ve tarihi, Haliç çamuruyla yapılmış günlük kullanım eşyası, İstanbul görünümlerinin resimlendiği yağlı boya tablolar, 3 boyutlu haritalar, eski park planları, videolar, kartpostallar vs. Bir bütünü oluşturan çok farklı çalışmalar. İstanbul gibi renkli bir sergi. 

    Sohbet ederek sergiyi gezerken fotoğraf çekmeyi unuttum. Elimde pek fotoğraf yok. Beyoğlu'na yolu düşenler, ilgilenenler için ziyaret edilmeyi bekliyor. Şubat ayına kadar sürecek. Rehberli turlara katılabilir, şahane bir sergi kataloguna sahip olabilirsiniz. Ayrıca İstanbul'un nesli tükenmekte olan endemik bitkilerini baskı üzerine geçirmiş Özlem Günyol ve Mustafa Kunt çalışmalarının kağıt üzerine basılmasını izlemeyi ve bunlardan seçtiğiniz herhangi birini hatıra olarak almayı unutmayın. Ben Boğaziçi Keteni'ni seçtim. Sergiyi gezmeden önce böyle bir bitkinin varlığından haberdar değildim. 
    Sergi çıkışı Yapı Kredi Yayıncılık'a uğramadan geçmedik tabii. Orhan Pamuk kitaplarında ekstra indirim vardı. Sessiz Ev'i okumadığım için onu aldım, yanına bir de Benguigui'den "Alman Koleksiyoncu"yu ekledim. 
    Arkasından güzel bir akşam yemeği.
    Arkadaşım, çocukluğumdan yadigâr dostum yeni yaşına böyle merhaba dedi. 
    
 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (30)

     ARTEMISIA GENTILESCHI (1593-1653) - JUDITH HOLOFERNES'İN BAŞINI KESERKEN

    Serinin bir önceki yazısında Caravaggio'yu anlatınca ve ondan etkilenen çok sayıda ressamın bulunduğunu söyleyince, bir de üzerine sinemada henüz "Last Duel"i izlemiş olduğumdan, bugün Artemisia Gentileschi'den bahsetmek kaçınılmaz oldu. Bir kadın olarak kariyerinde isim yapmanın erkeklere oranla çok daha zor olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bir de bunun yaklaşık 400 yıl öncesini düşünün. 1593 doğumlu Artemisia için erkek egemen sanat dünyasında tutunmak çok çok daha zordu. Fakat başardı. Genç yaşında karşılaştığı olumsuzluklara rağmen... Onun hayatının bir döneminde yaşadıkları, geçen hafta Last Duel'i izlerken birer birer aklıma üşüştü. Matt Damon ve Adam Driver beğenisiyle, konusu hakkında ön araştırma yapmadan gittiğim film tam bir kadın filmi çıkmıştı. Ortaçağ'ın karanlık ortamında bol savaş ve dövüş sahnesi göreceğimi zannederken tipik eril davranışlar ve kadınların bitmez mücadelesi üzerine düşündüren bir film izlemiştim. Gerçek bir olaya dayanan Last Duel'de asla yaşamak istemeyeceği nedenlerle düelloya özne edilen Marguerite gibi Artemisia da tecavüze uğramış ve aylar süren bir mahkeme süreci yaşamıştı. Her ikisi de olayı örtbas etmemişti. Marguerite için işin ucunda ölüm olabilecekken, Artemisia doğruyu söyleyip söylemediğinin anlaşılması için "kelebek vida" denen aletle işkence testinden geçirilmişti. Bu durumda, tabiidir ki ışık-gölge ve şiddetin ressamı Caravaggio, Artemisa'nın yaşadıklarının tuvale aktarımı konusunda örnek alabileceği ilk sanatçıydı. Üstelik dönem Barok dönemdi, dramatik etkisi yüksek eserler oluşturmak ön plandaydı ve bu da Artemisia'nın içini dökebileceği bir alan yaratıyordu. Artemisia hem güçlü karakterinin etkisi, hem de yaşadıklarının birikimiyle resimlerinin % 94'ünde (Roberto Longhi'nin araştırmasına göre) mitolojiden ve dini hikâyelerden aldığı kadınları kahraman olarak ya da erkeklerle eşit pozisyonda betimlemişti. 
    Roma doğumlu Artemisia Gentileschi, teknik anlamda -tıpkı onun ve birçoğunun gibi- Caravaggio'dan etkilenen ressam Orazio Gentileschi'nin kızıydı. Dolayısıyla babası sayesinde resimle ilgilendi. Erkek kardeşleri de ressamdı ancak kardeşler içinde en yeteneklisi oydu. Artemisia 18 yaşına geldiğinde babası, ressam Agostino Tassi'den resim dersleri almasını istedi. Ne yazık ki Artemisia Tassi tarafından tecavüze uğradı. Üstelik Tassi bu eylemde yalnız değildi. Evlenme sözü verdiği için Artemisia onunla ilişkisini bir süre devam ettirdi. Ancak adam sözünden cayınca, Orazio Gentileschi tarafından dava edildi. Uygulanıp uygulanmadığı net bilinmese de dava süreci sonunda Tassi'nin beş seneliğine Roma'dan uzaklaşmasına karar verilmişti. Artemisia yeni bir sayfa açarak ressam Pierantonio Stiattesi ile evlendi ve Floransa'ya geçti. Açıkçası bunda da babasının etkisi vardı. Floransa'da 6 yıl kaldılar. Bu sırada ünlü banker ve sanat hamisi Medici Ailesi'nin himayesine giren sanatçı, saray ortamında bulunmasının etkisiyle hem entelektüel anlamda gelişti, hem üretti. Üstelik Floransa Accademia di Arte del Disegno'ya kabul edilen ilk kadın ressamdı. Aranan bir isim oldu. Floransa'da 5 doğum yaptı. Sadece biri, kızı Prudentia yetişkin yaşlara erişebildi. O da bir ressamdı, eğitimini Artemisia vermişti. 
    Az önce de bahsettiğim gibi Artemisa mitolojiden ve kutsal hikâyelerden aldığı kadın karakterleri oldukça güçlü resmetti. Kadınlara atfedilen yumuşak özelliklerden kaçındı. Caravaggio etkisinin en çok görüldüğü resimlerinden biri, yazının da görseli olan "Judith Holofernes'in Başını Keserken"dir. Yüzyıllardır sanat tarihine konu olmuş bu olaya göre Asur komutanı Holofernes, Judith'in kenti Bethulia'yı kuşatır. Kent halkı teslim olsa da Judith bunu kabul etmez ve incelikli planı sayesinde Holofernes'in gönlüne girer. Bir gece bir ziyafet sırasında sarhoş olan adamın başını, yardımcısının da yardımıyla keser ve bir sepete koyar. Resimler genelde ya olayın gerçekleştiği anı gösterir ya da sonrasında yardımcı sepeti taşımaktadır. Artemisia bu olayı birçok kez resimlemiştir. Yazının görseli olan ve bugün Uffizi Galerisi'nde sergilenen çalışmasında olayın en şiddetli anını görmekteyiz. Judith, Holofernes'in başını komutana ait kılıçla kesmekteyken yardımcısı adamı tutmaktadır. Her ikisi de oldukça kararlıdır. Üzerine sıçrayan kan dahi Judith'i etkilememiştir. Güçlü ışık-gölge karşıtlığı Caravaggio etkisini gösterirken olayın dramatik yönünü arttırmaktadır. Sol alt köşeden gelen ışık karakterlerin yüzünü aydınlatırken ifadeyi güçlendirir. Figürlerin kıyafetleri üç ana rengin baskın tonlarıyla boyanmıştır. Kumaş kıvrımları barok resimlerde görüldüğü üzere yoğundur. Olayın iç mekânda gerçekleştiği anlaşılsa da mobilya, dekorasyon vs.adına dikkatimizi asıl konudan uzaklaştıracak hiçbir ayrıntıya yer verilmemiştir.
    Kimine göre Artemisia genç yaşta başına gelen tecavüz olayını sanatında kullanmış, bir nevi kaymağını yemiştir. Çoğunluğa göreyse güçlü kadınları resmetmesinin, şiddeti kullanmasının, Holofernes'in başını defalarca kesmesinin altında bu tecavüzün travması yatmaktadır. Ben ikinci seçeneğin doğru olduğunu düşünüyorum. Resimleriyle de olsa susmamış. Last Duel'de beni etkileyen bir sahne vardı. Tecavüz davası sürerken Marguerite anne olmuştu. Kadına söz hakkı bırakmayan iki ahmak erkeğin sürüklediği düello sonunda hem kendisinin hem kocasının ölme ihtimali olduğu için çocuğunun geleceği adına endişelendiğinde bir an süngüsünü düşürmüş ve "Çocuğum olacağını bilseydim susardım. Tıpkı benden önceki anneler gibi" demişti. Kadınları devamlı ikilemde bırakan doğal ve sosyal düzeni sevmiyorum. Bunu kırabilen kadınları seviyorum. Ve resimlerinde kadınları yalnızca naif hâllere hapsetmediği için Artemisia'yı da seviyorum. 



    * Tekrara düşmek istemedim. Artemisia Gentileschi'nin resimlerini Barok üslup ve Caravaggio üzerinden değerlendirmek için bkz. bir önceki yazı: Caravaggio / Kart Oynayanlar





   

28 Ekim 2021 Perşembe

OH BE! MAMUT ART PROJECT 2021...

     Önceki gün Yapı Kredi bomontiada'daydım. Acaba kültür sanat ortamlarına geri dönmüş olabilir miyim dostlar? Ne yazık ki buna kocaman bir "Evet!" cevabı veremiyorum. Soğuk deniz suyuna alışır gibi, henüz tam anlamıyla bitmemiş salgının gölgesinde ufak adımlarla ilerliyorum. Ama çok bunaldım. Halihazırda arkadaşım Pınar Bora'nın projesinin de yer alacağını bildiğim Mamut Art Project sergisi zamanıyken, dayanamadım, bomontiada'ya uzandım.  

    Mamut Art Project yıllardır genç sanatçıların çalışmalarını koleksiyonerler, galeriler, sanatseverlerle buluşturan bir kuruluş. Bu anlamda her yıl ilham ve fikir veren önemli sergiler düzenliyorlar. Güncel sanatın genç yeteneklerinin işleri bu sene Yapı Kredi bomontiada'da. Görmek isteyenler Ekim ayı bitmeden harekete geçmeli. Zira 19 Ekim'de başlayan sergi 31 Ekim'de sona erecek. Etkinlik ücretsiz. Önümüzde Cumhuriyet Bayramı tatiliyle birleşen uzun bir hafta sonu varken değerlendirmeye sunmak istedim. Henüz ziyaret etmemiş olanlar için şunu söyleyebilirim ki bomontiada'nın tarihle harmanlanmış modern ortamı, ilgilenenler için İstanbul'un keyifli köşelerinden biridir. Ve iki yazıdır bu tip mekânlara dikkat çektiğimin farkındayım.

    Efendim, gençlik iyidir, gençliğin yaratıcılığı gereklidir. Mamut Art Project 2021 sergisini bu duyguyla gezdim. Resimler, fotoğraf ve videolar, farklı yerleştirmeler... Her biri sınırsız okumaya açık, gelecek vadeden çalışmalar.

    

    Bakınız Ayris Alptekin "92'den beri hayatımı kurguluyorum" çalışmasında nasıl bir yol izlemiş. Ailesinin onun doğumundan ergenliğine kadar çektiği videoların kasetlerine yerleştirdiği QR kodları sayesinde, izleyicinin o yıllara erişmesini sağlamış. Şöyle diyor sanatçı: "Kamera karşısında görülme arzusu ile görülmeme isteği arasında, sosyal medyadan öncesi ama onun arketipi gibi duran 92'den beri Hayatımı Kurguluyorum". 
    
    Ve Sevgili Pınar'ın, Pınar Bora'nın çalışması "Bir Hayalim Var". İnce ince işlenmiş müthiş bir emeğin ürünü. 
   
     Sanatçı plastik ve metal alaşım yüzeyler üzerine mürekkep ve kuru boya ile çizdiği, boyadığı, fırınladığı çalışmalarla 20.yy.'ın dönüm noktalarında yaşanmış ikonik sahneleri, fotoğrafları üzerinden yeniden yorumlamış. Onun belleğinde yer etmiş bu sahneler aslında hepimizin belleğinde olanlar. Belgesel özelliğinin yanı sıra izleyiciyi kendi özelinde de bambaşka hayallere sürükleyen, izleyicinin kendine ait geçmişinin tozlu çekmecelerini karıştırmasını sağlayan bir çalışma bu. Önünden ayrılması zor. Her birini teker teker inceledim, hatırladım, sorguladım, hüzünlendim, keyiflendim, zamanda yolculuk yaptım.


    Her bir çalışmayı anlatmam mümkün değil. En beğendiklerim üzerinden küçük bir okuma bu. 31 Ekim'e kadar oradalar. Ve daha sonra kim bilir hangi çalışmalarıyla karşılaşacağız onlarla. Dilerim artık tam anlamıyla korkmadan, özgürce üretilen, izlenen zamanlar yakındır. Politika, sağlık, ekonomi, toplumsal yaşam vs.  Maddi ve manevi her anlamda zorlanmadan...
    Günümü güzelleştiren, gündemin ağırlığından uzaklaşmak için bana bir yol açan, ışık tutan sanatçılara ve onları ulaşılır kılanlara sevgilerimle...