27 Mayıs 2019 Pazartesi

BİR MÜNASİP ZAMANDA İZMİR...

    Geçtiğimiz Nisan ayının bize armağanlarından biri küçük bir İzmir seyahati oldu. Fırsatı ganimet bildik ve resmi bir işimizi hâlletmek bahanesiyle gittiğimiz bu güzel kentte şahane birkaç gün geçirdik. Alsancak'ı merkez aldığımız seyahatimizde plansız davranıp gönlümüze göre gezdik. Kordon boyunda defalarca gidip geldik. Ayın güneşli fakat en rüzgârlı günlerine denk gelmemiş olsaydık çok daha iyi olacaktı ama bu bile keyfimizi bozamadı.
    Ege'nin güzel şehri, ülkenin modern yüzü İzmir'e bu ilk gelişimiz değildi elbet. Yaz tatili için farklı ilçelerinde konaklamıştık. Çeşitli sebeplerle kısa süreli de olsa merkezde bulunmuştuk 
ya da başka bir yere giderken uğradığımız olmuştu. Ancak eşimle beraber dolu dolu bir Kordon keyfimiz olmamıştı. Bu yüzden kalacağımız oteli Alsancak'tan seçtik ve ilk gün işimizi hallettikten sonra kendimizi körfezden esen rüzgâra bıraktık.

    Anlatmakla, gezmekle bitmeyecek bir şehir burası. 8500 yıllık tarihi, geçmişinde barındırdığı 
32 uygarlığın izleri, Efes'i, Bergama'sı; denizin ve güneşin nimetlerinden sonuna kadar yararlandığımız tatil beldeleri, Çeşme'si, Sığacık'ı ve diğerleri şimdilik bir kenarda dursun. 
Ben bu yazıda bir parça kent merkezinden bahsedeceğim; döneceğimiz gün İzmir'de yaşayan arkadaşlarımızla gittiğimiz Urla'dan ve İnciraltı'ndan birkaç fotoğraf ekleyeceğim. Ve tabii tüm bunları yaparken şehre dair gözlemlerim, seyahatimize ait hislerim yine kelimelerin arasına süzülecek.

    Öğle saatlerinde ulaştığımız şehirde öncelikle Narlıdere'deki işimizi hallettik. Alsancak'tan bir parça uzak olsa da sahilden yapılan önce tramvay, ardından otobüs yolculuğu gözümüze hoş gelen manzaralar sunduğu için keyifliydi. Dönüşte kendimizi İzmir'in meşhur kumrusunu bulmaya adadık. Gelmeden önce fazla araştırma yapmamıştık. Hemen internete girdik, "O mu? Bu mu?" derken Kemeraltı'nda Kumrucu Apo'ya doğru yola koyulmuştuk bile. Yerli halka "En iyi kumru nerede yenir?" diye sorduğunuzda alacağınız cevap genelde "Kumrucu Apo" oluyor. Biz sormadık ama çokca sorulduğunu duyduğum için dolaylı yoldan cevabımızı almış olduk. İstanbul'dan giden yerli turist epeyi boldu İzmir'de. Kumrucu Apo'nun yeri Kemeraltı Çarşısı'nda küçücük, salaş bir büfe. Çarşının labirent gibi sokaklarında kaybolmadan bulması kolay değil. Geleni gideni bol. Salaşlığı herkese hitap eder mi bilemem ama kumrular gerçekten lezzetli ve o bildiğimiz halinden daha farklı. Aslında anladığım kadarıyla İzmir'de kumru her yerde birbirinden farklı. Sabah yenen ayrı, akşam yenen ayrı. Ortak olan tek şey kumrunun ekmeğiymiş. Öyle söylüyorlar.

    Karnımızı doyurduktan sonra Kemeraltı Çarşısı'nda bir parça vakit geçirmeden olmazdı. Fakat çocukluktan beri ara ara tarihi çarşılarında vakit geçirdiğim bir İstanbullu olarak burası bende farklı bir ilgi yaratmadı. Kızlarağası Han'a yöneldik ve meşhur kahvecilerinden birine girdik. Daha doğrusu zorla sokulduk. Belli ki turist olduğun anlaşılınca ısrar kıyamet bitmiyor burada. "Girin kurtulun" gibi espriler hoş mu, değil mi karar veremedim:) Neyse ki yorgunduk, kahveye ihtiyacımız vardı ve bir zamanlar şehrin ekonomisinde önemli yer tutmuş, 18.yy.da en görkemli zamanını yaşamış özel bir yapı olan Kızlarağası Han'da bulunuyorduk. Kemeraltı civarından fotoğrafım yok ne yazık ki. Zira kalabalık ortamda çektiğim fotoğraflar gözüme hitap etmedi. 

    Yorgunluk kahvemizi içtikten sonra Konak meydanına çıktık. İzmir'in sembolü Saat Kulesi restorasyondaydı, sarılıp sarmalanmıştı ve yenilenmiş haliyle gözler önüne çıkacağı günü bekliyordu. Kendisine bir selam çaktıktan sonra deniz tarafına geçtik. Konak Pier dikkatimizi çekmişti.

    Konak Pier bugün içerisinde restoran ve kafelerin, sinemanın, sanat galerisinin yer aldığı bir alışveriş merkezi olarak kullanılıyor. Fakat bildiğimiz alışveriş merkezlerinden farklı bir yer burası. 19.yy'ın ikinci yarısında Fransızlar tarafından gümrük binası olarak inşa edilmiş. Neden Fransızlar? Çünkü devir kapitülasyonlar devri. İlk kez Kanuni Sultan Süleyman tarafından Fransızlar'a tanınan ekonomik haklar zamanla artarak 1700'lerde en yüksek noktasına ulaştı. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşması ile kaldırıldı. Görünen o ki Konak Pier o günlerin bir simgesi gibi bugünlere ulaşmış. Yüzyıllarca uluslararası ticaret yapılan İzmir limanında Fransızlar'dan bir hatıra. Mimarının Paris'in simgesi meşhur Eiffel Kulesi'nin mimarı Gustav Eiffel olduğu söyleniyor ama bu bir tevatür. Ben gerçek olmadığını düşünüyorum.



    Konak Pier'e veda ettikten sonra gittikçe alçalan güneşle birlikte Konak'tan Alsancak'a kordon boyunca aheste aheste yürümeyi tercih ettik. Kâh denize çevirdik yüzümüzü, kâh ara sıra eskinin çok sesliliğini hatırlatan Rum evlerini seçtiğimiz kordon boyu binalarına...

    Geceyi Kordon boyunca dizilmiş balıkçılardan birinde tamamladık. Özellikle bir restoran belirlememiştik. Şöyle bir gittik geldik ve gözümüze en sıcak geleni seçtik. Henüz perşembe akşamıydı, hafta sonuna bir vardı fakat neredeyse tüm restoran ve kafeler geç saatlere kadar kalabalıktı. Dört bir yandan yükselen sohbetlerle, gülüşlerle cıvıl cıvıldı Kordon boyu. Bize de 
o güzel İzmir akşamında kalabalığa karışıp evliliğimizin yıl dönümünü kutlamak düştü. Ve hafıza tuhaf şey... Çocukluğumdan aşina bir melodi takıldı dilime. "... Bir münasip zamanda / Mesela saat 10'da / Buluşalım Kordon'da / Der gibi geldi bana" şarkısını söyleyip durdum :)

    İzmir'deki ikinci günümüzün ilk durağı Dostlar Fırını'nıydı. Malûm, bu şehir boyozuyla da ünlü. Dostlar Fırını bu lezzetli hamur işinin tadılacağı en iyi yerlerden biri. Çeşit o kadar bol ki burada. Ispanaklı, peynirli, çörek otlu, enginarlı, patlıcanlı, mercimekli, tahinli... Yok yok... Ballı Kocaman boyozun geliri Koruncuk Vakfına gidiyormuş. Bu da hoşuma giden bir ayrıntı.

    Dostlar Fırını her daim kalabalık. Özellikle sabah saatlerinde önünde uzun bir kuyruk oluyor. Sıraya bakıp içeride yer olmadığını düşünmeyin. Boyozlarını alıp giden İzmirliler çoğunlukta. Biz misafiriz, uzun uzun oturup yemeye vaktimiz var. Üst kata çıkıyoruz. Dekorasyon da çok keyifli. 33 yıl önce hizmete giren fırın yenilenmiş, şık bir kafeye dönüşmüş. Zamanında hamur açılan tezgâhlar masa olmuş. Duvarlara eski ustaların fotoğrafları asılmış.

    Eşim "Börek işte" deyip geçse de boyoz bende farklı:) Bir sonraki gün de yine benim isteğimle kahvaltımızı burada yaptık. Denediğim birkaç çeşit içinde en çok enginarlıyı ve tahinliyi beğendim.

    Dostlar Fırını otelimize yakındı. Dediğim gibi Alsancak'tayız. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kısa bir yürüyüşle Kordon'a çıktık, günün ilk kahvesini içtik. Ardından Atatürk Evi Müzesi'ni ziyaret ettik.

    1.Kordon üzerindeki Atatürk Müzesi binası, 1922'de İzmir'e giren Türk ordusunun karargâhı olarak kullanılması açısından önemli. Bu tarihlerden birkaç ay sonra düzenlenen İzmir İktisat Kongresi sırasında Atatürk'ün şahsi çalışmalarını burada yürütmesi ve 1930-1934 yılları arasında şehre her geldiğinde bu evde kalması da müzeye önem kazandıran diğer ayrıntılar.

    Bu müzeyi daha önce 2006 yılında ziyaret etmiştim. Şimdiki hali eskisine göre çok daha özenli. Sevindim.

    Atatürk Evi Müzesi'nden çıktıktan sonra ufak bir yürüyüşle Arkas Sanat Merkezi'ne ulaştık. İzmir'e geldiğimde uğramayı planladığım mekânlardan biriydi. Her ülkede sanatın koruyuculuğunu üstlenen, sanat eserlerini izleyicilerle buluşturan aileler, şirketler vardır. 
Arkas Holding de bunlardan biri. Fransız Fahri Konsolosluk binasının denize bakan bölümü kiralanmış, restore edilmiş ve sanat merkezi olarak kullanılmaya başlamış.



    Arkas Sanat Merkezi'nde şu sıralar Temmuz ayına kadar sürecek olan "Arkas Koleksiyonu'nda Post-Empresyonizm" başlıklı bir sergi var. Bu sergi birkaç ay önce İstanbul'da Tophane-i Amire'deydi. Gitmiştim, görmüştüm. Ancak eserler öyle kıymetli ki ve İzmir Kordon'daki bu tarihi binaya öyle yakışmışlar ki tekrar keyifle gezdim. Binanın kendisi de görülesi olunca burada epeyi bir vakit geçirdik.



    Arkas Sanat Merkezi binası 1825-1835 yılları arasında inşa edilmiş. Malzemesinin taş olması sebebiyle 1922'deki büyük yangından kurtulabilmiş. Bugün İzmir'de kesinlikle görmemiz gereken şık mekânlardan biri durumunda. Bir de Bornova'da Arkas Deniz Müzesi olduğunu biliyorum fakat ne yazık ki onu gezmek için vakit ayıramadık. Bornova'ya yolu düşeceklere benden hatırlatma olsun.

    Müze ziyaretlerimizin ardından, İzmir'e gelmeden önce muhakkak uğramayı kafama koyduğum Sevinç Pastanesi'ne uzandık. Zaten Alsancak'ta, Kordon'da bulunduğumuz noktaya uzak olmayan bir mesafedeydi. Çevremizi izleyerek, alışverişe çıkmış kalabalığa karışarak, mağazalara girip çıkarak ulaştık pastaneye. Lezzetli birer pastayı hak etmiştik.

    Sevinç Pastanesi, İzmir'in en eskilerinden biri. Neredeyse her ünlü pastacının hikâyesinde olduğu gibi, Karadeniz'in karşı kıyısına gidip öğrenilen zanaat söz konusu. Rize'den Kırım'a giden Pelit Ailesi'nin, döndükten sonra 1957'de açtıkları bir yer Sevinç Pastanesi. O tarihten beri İzmir'in simgelerinden olagelmiş. Buluşmak isteyen İzmirliler halâ bu mekânın önü için randevu verirlermiş. Bir zamanlar İzmir Fuarı'na gelen ünlüler ve kent sosyetesi için vazgeçilmez bir yermiş burası. Menü katalogunda o günleri yansıtan Ajda Pekkan'lı bir fotoğrafın olması hoş bir ayrıntıydı. Ben anı yazılarından, romanlardan biliyordum Sevinç'i. İzmir'e gittiğimde uğramak istedim. Kalabalıktı. Müdavim oldukları garsonlarla muhabbetlerinden belli olan müşterilerin yanı sıra bizim gibi yerli turistler de çoğunluktaydı. Menü şahaneydi. Pastaların, kurabiyelerin arasından hangisini seçeceğimize karar verirken zorlandık. Çilekli milföyde karar kıldık. Lezzetliydi.

   Bu satırları yazmadan önce Ekşi Sözlük'e girip Sevinç Pastanesi hakkında neler yazılmış bakmak istedim. Hatırı sayılır fazlalıkta kişi orta yaşlıların mekânı olduğunu söylemiş. Ben en azından o gün , o saatte böyle bir durum gözlemlemedim. Her yaştan müşterisi vardı. Hattâ orada oturduğumuz süre içinde gelip giden pek çok çocuk olduğunu, personelle tanışıklıklarını gördüm. "Ooo! Hoş geldin" diye karşılananlar, sarmaş dolaş olunanlar vardı. Çok hoşuma gitti. Yine Ekşi'de "Garsonlar suratsız" diyen olmuş. Hayır! Personel son derece sıcak ve ilgiliydi. Tabii ki ürünlerin bir şeye benzemediği de söylenmiş. Vallahi benim yediğim pasta şahaneydi. Bizim insanımız karalamayı niye bu kadar seviyor anlayamıyorum. Olumsuzluktan beslenenlerin çokluğuna da inanamıyorum. Neyse... Ben sevdim. İzmirli olsaydım, Sevinç'te sık sık pasta-çay keyfi yapardım. Bir de İzmir'in meşhur bombası var, yiyeni çok gördüm ama o an tercih etmedim. 
Belki de Sevinç'ten bol bol "bomba" alırdım :)

    Enerji yüklememezi yaptıktan sonra yine Kordon'a çıktık, yine bol bol yürüdük. Dario Moreno Sokağı'na ve buradaki Tarihi Asansör'e kıyıdan kıyıdan yayan gitmeyi tercih ettik. Yolumuz uzundu, çok da rüzgâr vardı ama umursamadık. Kâh hızlanarak kâh yavaşlayarak güzel İzmir saatlerinin keyfini çıkardık.

    Dario Moreno, Aydın'da doğan, İzmir'de büyüyen, Fransa başta olmak üzere tüm dünyaya kendini müziğiyle ve rol aldığı filmlerle tanıtan muazzam bir isim. Muazzam diyorum çünkü çok küçük yaşta babasız kalıp, bir süre yetimhanede büyüyüp, çeşitli işlerde çalışıp, o sırada gitar çalmayı ve Fransızca'yı kendi imkânlarıyla öğrenip dünyaya açılmak hiç kolay değil. Bizler TRT'li yıllardan Dario Moreno şarkılarına aşinayız. Bugün kendisini tanımayanlar için "Deniz ve mehtap sordular seni, neredesin?" demem yeterli olacaktır sanırım.



    50'li yıllarda Fransa'nın en ünlü sanatçılarından biri olma imkânına erişen, her zaman ve her yerde İzmirli olduğunu ısrarla belirten Moreno'nun bu şehirde bir süre oturduğu evin sokağı onun ismiyle taçlandırılmış. Çok sevdiği İzmir onu unutmamış. Eski Yahudi evlerinin bulunduğu sokak bugün sağlı sollu dizilmiş küçük kafelerle turistlerin gözdesi durumunda. Gittik, gördük, Dario'yu sevgiyle andık. Eve döndüğüm günden beri Spotify'dan ara ara "Dario Moreno'suz 40 Yıl" albümünü dinleyip duruyorum. Brigitte Bardot ile film çeviren, Ankara'da Orhan Veli ile aynı otel odasını paylaşan, Zeki Müren'le hiç geçinemediği söylenen Moreno'nun hareketli hayatı gerçekten bilmeye değer, takdire şayan. Huzur içinde uyusun.

    Kısacık ama keyifli Dario Moreno sokağının bitiminde İzmir'in simgelerinden biri olan 
Tarihi Asansör yer alıyor. Asansör için Instagram hesabımda şunları yazmıştım:
"Bir şehre tepeden bakmak... Her yerde, her dönemde keyifli. İzmir Karataş'ta tarihi asansör binası vardır. Aşağıdaki bir sokağı yukarıda bir başka sokağa bağlar. Şehrin gayrimüslim yerlisi Nesim Levi tarafından 1907 yılında yaptırılmıştır. Çünkü 155 merdiveni çıkmak yaşlılar ve çocuklar için zordur. Asansör günümüzde de Karataş sakinleri tarafından kullanılıyor tabii ama turistik amaca hizmeti ön planda. Bizim gibi İzmir'e gezmeye, görmeye gidenler asansörün ulaştığı yerde körfez manzarasının tadını çıkarıyorlar. Bir zamanların gayrimüslim vatandaşlarının miraslarından biri burası. İki sokağı birbirine bağladığı gibi geçmişle bugünü ve anlayışı engin gönülleri de birbirine bağlamaya devam ediyor."



    Asansörle ulaşılan noktadan İzmir manzarası şahane. Biraz daha fazla vakit geçirmek için rüzgâra aldırmadık, burada hizmet veren kafenin masalarından birine oturduk ve körfeze karşı kahvelerimizi içerek güneşi uğurladık.

    İzmir'deki ikinci günümüzün akşamı, eşimin asker arkadaşının ailesiyle beraber geçti. Yolumuz bu şehirden her geçtiğinde görüşmeye çalışırız. Askerlik gibi hayati bir deneyimin hayatımıza kattığı güzel insanlar onlar. Gecemiz sayelerinde daha da güzelleşti. Ertesi gün de beraber olmayı planlayarak ayrıldık.

    Şehirdeki üçüncü günümüzün akşamüzeri saatlerinde İstanbul'a dönecektik. Havaalanına geçmeden önceki vaktimizi değerlendirmek için erken saatlerde arkadaşlarımızla buluştuk. Benim isteğimle yine Dostlar Fırını'ndaki kahvaltının ardından Urla'ya doğru yola çıktık. Fakat Urla'nın keyfine varamadım. Rüzgâr şiddetini öyle bir arttırdı ki güneş ışıkları hiçbir şekilde ısıtmaya yetmiyordu, açık havada gezmek mümkün olmadı. Gel gör ki yelkenciler için durum şahaneydi tabii. Urla'da o gün onlarca yelkenlinin katıldığı bir etkinlik vardı. Rüzgârda uça uça açıldılar denize. Bir süre onları izleyip pazara yöneldik. Enginar mevsiminde Urla'da olmak bir şans:) Bilirsiniz, burada festivali bile yapılıyor. Enginarı çok severim, almadan dönemezdim.



    Pazardaki şu otlara ne dersiniz? Tembel Avrat Otu :) 12 çeşit otu üşenenler için doğrayıp hazır etmişler. Tabii ki aldım:) İstanbul'da güzel börek harcı oldu kendileri. Doğrayanların ellerine sağlık! 

    Daha İzmir'e gitmeden önce bir gün de Urla'ya geçeriz diye düşünerek ne hayaller kurmuştum. Fakat rüzgâr ve beraberindeki soğuk kafamı allak bullak etti. "Sen nereye istersen oraya gidelim" diyen arkadaşlarımın da desteği olmasına rağmen elimde olmadan saçmaladım ve Urla'da Necati Cumalı Anı ve Kültür Evi'ni görmeyi unuttum. Genelde bir şehrin sakinleri turist gibi her ayrıntıyı bilmezler. İstanbul'dan farklı bir yerde "Senin sayende ben de öğrenmiş oldum" diyen tanıdıklarım çok oldu. Dolayısıyla İzmirli arkadaşlarımız da bu evi bana hatırlatamadılar. Ben ise önceden planlarım dahiline almış olmama rağmen, unuttum! Oysaki görmeyi istiyordum. Bir an önce sıcak bir yere geçelim isteği kafamı karıştırdı. Neyse, bir başka zaman, hattâ yaz aylarından birinde yine yolumuzu o civarlara düşürmemize sebep olsun. Benden önce giden gören olursa benim için de gezsin, beni ansın:) 
    Necati Cumalı gibi Urla ile özdeşleşen birçok isim var aslında. Onlardan biri Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Yunan yazar ve şair Yorgo Seferis. Urla'da doğmuş ve 14 yaşına kadar burada yaşamış. Doğduğu ev bugün otel olarak kullanılıyor. Ve bir de Tanju Okan... Tire'de doğmasına rağmen kendisini Urlalı addeden, yıllarını burada geçiren, Kadınım isimli teknesiyle denize açılan, sahildeki bir kayanın üzerinde şarkılar söyleyen sanatçının ebedi istirahatgâhı da bu güzel Ege kasabasında. Yeri gelmişken, Tanju Okan'ın  Dario Moreno şarkılarını da seslendirdiğini hatırlatmak gerekir. Hatırlayanlar da olacaktır zaten.

    Sanatçının Tanju Okan Parkı'ndaki heykeline bir selam çakmadan dönmedim. Bir süre önce okuduğum habere göre bu park yenilenecekmiş, daha işlevsel hale getirilecekmiş. İyi olur. Aslında Urla'ya bir de Tanju Okan Müzesi çok yakışacaktır.

    Serin Urla rüzgârından kaçmak için arkadaşlarımız bizi daha korunaklı bir yere, Özbek Köyü'ne götürmek istediler. Daha önce görmediğim bir yer. Her zaman yeni yerler tanımaya hazırım.
    Özbek Köyü'nde aslında Özbekler değil Türkmenler yaşıyormuş. Köyün isminin neden bu olduğu konusunda kesin bir bilgi yokmuş zira tarihi belgeler yıllar önce hükümet konağında çıkan bir yangınla yok olmuş.
    Özbek köyü şirin, tipik bir Ege köyü. Kadın girişimcilerin fazlalığıyla tanınmış. Turistik bir hava kazanan köydeki işletmelerle, pazar yerindeki tezgâhların çoğu kadınlara ait. Biz burada 
Taş Kahve'nin sevimli ortamında sohbete oturduk. Türk kahvelerimizin acılığını ev yapımı tatlılarla yumuşattık. Taş Kahve'de bir de gürül gürül yanan bir soba görmez miyiz? Hemen yanındaki masaya kuruluverdik.

    Kahvelerimizi içtikten sonra köyde ufak bir yürüyüş yaparken Bulut Atölyesi'ne rastladık. Türgen Şevki Bulut'un el yapımı ahşap eşyalarla, minyatürlerle, deniz ve kara atıklarını güzelleştirerek dönüştürdüğü tüm objelerle dopdolu, rengârenk bir atölye burası. İsterseniz alışveriş yapın, isterseniz sadece sohbet edin ancak şu şirin merdivenlerde fotoğraf çektirmek amacındaysanız Şevki Bey'in sokak hayvanları için yaptığı yardımlara destek olmadan dönmeyin.


    Urla'dan sonra istikametimiz İnciraltı oldu. Burası Balçova'ya bağlıymış. Kısa bir süre içindeki izlenimlerime göre yemyeşil bir bölge burası. Güzel havalarda epeyi kalabalık oluyormuş.
Biz sahil kısmında vakit geçirdik. Sıra sıra dizilmiş balıkçı teknelerinden birinde balık-ekmek keyfi yaptık. Kadın arkadaşlarımızın elinden tertemiz, mis gibi balıklar yedik. Bunu şunun için söylüyorum. İzmir'de her alanda kadın çalışan varlığı kendini gösteriyor. Örneğin tramvay duraklarında kadın görevliler çoğunlukta. Tramvayı kullananı da var. Bu durum dikkatimi çekti ve memnun oldum.

    Çok kahve bende çarpıntı yapıyor ama sohbet sırasında kahve de iyi gidiyor:) Balıklarımızı yedikten sonra bir başka tekneye geçtik ve bir sağa bir sola yalpalanan ortamda dökmemeyi başararak kahvelerimizi yudumladık. Artık İstanbul'a dönüş saatimiz yaklaştığı için arkadaşlarımızla sohbetimiz iyice koyulaşmıştı.

    Vakit darlığından dolayı biz gezemedik ama İnciraltı'na yolunuz düşerse ve ilgiliyseniz aşağıdaki fotoğrafta uzaktan görünen savaş gemisini ve yanındaki denizaltını gezmenizi öneririm. Bunlar birer müze. Donanmamızda görev yapmış, hizmet süresini tamamlamış, bugün denizciliği anlatan gemiler. Birkaç sene önce İspanya Malaga'da mecburen demirlemiş Türk savaş gemisine rastlamıştık. Yanlış hatırlamıyorsam NATO göreviyle Kanada'ya giderken teknik bir sıkıntı yaşamışlardı ve düzelmesini bekliyorlardı. O sürede gemiyi ziyarete açmışlar. Ancak İspanyollar ve diğer turistler gemiye o kadar ilgi göstermişler ve hücum etmişler ki birkaç gün sonra ziyareti sonlandırmak zorunda kalmışlar. Her gün plaja gidip gelirken önünden geçiyorduk, askerlerimizle selamlaşıyorduk. Bizi gemiye davet ettiler, gezdirdiler. Müthiş bir deneyimdi. Yabancıların askerlerimize ilgisi de görülmeye değerdi doğrusu. İzmir'deki savaş gemisini görünce aklımıza Malaga'daki anımız geldi. Bu gemiyi de gezmek isterdik. Ancak dediğim gibi vakit elvermedi. 
Bir başka sefere diyelim.


    İzmir'e bu ziyaretimiz böyle geçti. Daha önce gördüğümüz yerlerden Kadifekale'ye çıkmadık, Agora ören yerine ve Arkeoloji Müzesi'ne uğramadık. Yine aynı şekilde daha önce gördüğümüz Karşıyaka'ya geçmedik. Ha vakit olsaydı yine giderdik. Kültürpark'ı da listeme yazmıştım ama ona bile fırsat bulamadık. Çok koşturmalı değil, sakin bir İzmir, hattâ Kordon gezisini planlamıştık.
Kordon'a çıkan caddeler
    Kordon Boyu renkli, cıvıl cıvıl, gençleriyle havalı. Özellikle bu bölge hep Selanik'e benzetilir ya? Bence bizim kordon Selanik'tekine fark atar:) Bir zamanlar, Özal döneminde bu hattın otoyol yapılmak istenmesine inanamıyorum. Buna karşı çıkarak hukuk ve çevre mücadelesi veren herkesi; bugün İzmirlilerin keyifle gezdiği, sosyalleştiği, yeşilin ve mavinin tadını çıkardığı bir yer haline getiren rahmetli belediye başkanı Ahmet Priştina'yı takdirle anmak gerek. Şehirciliği betondan ibaret görmemek gerek. İnsanların sosyal ve duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etmemek gerek.

    Kordon'da mutlu mesut gezerken, Gündoğdu Meydanı'ndaki Cumhuriyet Ağacı heykelinin önünde fotoğraf çektirmek istedik. Üç kişilik liseli grubu durdurduk, rica ettik. Fotoğrafımızı çektiler, ufak bir de sohbet ettik. İstanbul'dan geldiğimizi öğrenince bir tanesi "Biz de keşke orada yaşasak, burası köy gibi" demez mi? Önce bir kalakaldık. Sonra "Yapmayın, etmeyin, şehrinizin kıymetini bilin arkadaşlar" dedik:) İstanbul güzel ama bir savaş meydanı gibi. Herkesin burnundan soluduğu, kavganın eksik olmadığı bir yer haline geldi. Ne yazık ki saygı, sevgi azaldı. İzmir'in her yeri aynı değildir muhakkak. Ama özellikle bu sefer çok nazik insanlarla karşılaştık. Kahve içtiğimiz ya da yemek yediğimiz mekânlarda yan masadan kalkıp giderken "afiyet olsun" diyenler çoktu. İstanbul'da bu nadirdir. Bir başka örnek, boyoz yediğimiz fırında kasada uzun bir kuyruk vardı. En öndeki kız "En iyi kumruyu nerede yerim?" diye sordu ve kasadaki bey anlatmaya başladı, uzun uzun da anlattı. Arkada hiç kimse "Haydi, sizi mi bekleyeceğiz?" diye bağırmadı. Yine markette aynı şekilde bir sıra durumunda herkes sakindi. İstanbul'da bu da az yaşanır bir durum. Kısacası, gençlerin macera isteklerini, dışarıya açılma heveslerini anlıyorum ama bunu İzmir'i köy gibi görerek dillendirmemek daha normal bir durum olur sanırım. Böyle köye can kurban:)

    İzmir'de yapacak çok şey var, görecek çok yer var, tarihinde okunacak çok bilgi var. Ben bu baharda kısacık bir seyahatin bana göre İzmir'inden bahsettim. Herkesin İzmir'i kendine :) 
Hatam varsa İzmirli dostlar hoş görsün. Zira çok İzmirli arkadaşımız var. Eksiğim varsa da tamamlasınlar:) Tekrar görüşene kadar hoşçakal güzel İzmir...






20 Mayıs 2019 Pazartesi

BUGÜNLERDE...

    Bugünlerde bende bir durgunluk, bir bekleme hâlleri... Önümüzde verilmesi gereken kararlar, atlatılması gereken durumlar var. Yaz ayları, olumlu sonuçlanmasını dilediğim bilinmezlere gebe. Bazen endişe kuyularında debeleniyorum, bazen bir işareti umut algılayıp ferahlıyorum. Öyle bir dönem oluyor ki hayatın doğal getirileri bazen haddinden fazla meşgul ediyor zihnimizi. Tam da bu durumdayım. Kişisel bekleyişler, sabır gösterilmesi gereken durumlar yetmezmiş gibi ülkenin durumu da ortada. Belediye seçimleri yenilenecek. Al sana yeni bir bekleyiş, yeni bir belirsizlik daha. İstanbullular olarak kendimizi ne kadar baskı altında hissetsek de aslında bu sadece İstanbul'un sorunu değil. Of! Anlıyorsunuz işte beni.
    Tercihim neticesinde durgun ve düşünceli geçen haftanın ardından cuma günü hareketlenmeye karar verdim. Önce o gün vizyona giren John Wick 3'e, sinemaya sürükledim eşimi. Cumartesi günü için de Mor ve Ötesi konserine bilet aldım. Ve bu ikisi gerçekten bana çok iyi geldi. John Wick'le dövüşe doyduk, stres attım:) Konserde de gençlerle birlikte zıpladım. Gençler derken tabii ki bizim yaşımızda çok insan vardı konserde. Onu es geçmeyeyim. Neticede 1995 yılında kurulan bir gruptan söz ediyoruz. Bizim de zıplamaya hakkımız var :) Müzik herkesi ortak noktada buluşturur, bu kesin,  yalnız genç nesille aramızda şöyle dikkat çekici bir fark var. Hem şarkıları dinliyorlar, hem dans ediyorlar, arada whatsapp üzerinden yazışıyorlar, arada Instagram'a girip geziniyorlar, beğeni yapıyorlar, arada fotoğraf çekiyorlar, video çekiyorlar, konsere beraber geldikleri arkadaşlarıyla konuşuyorlar vs. İnanılmaz. Bunu asla yermek için söylemiyorum. 
Benim kadar gençleri anlamaya çalışan az bulunur, bu konuda iddialıyım. Yalnız bu durum iyi mi, kötü mü karar veremiyorum. Yani birçok konuyu aynı anda halletmek faydalı bir meziyet olabilir. Ancak, bu şekilde acaba hepsine yarım yamalak ilgi göstermek gibi bir durum oluşuyor mudur düşüncesindeyim. Psikologların "Anda kal" dedikleri bu değil çünkü. Yaptığın işe odaklanmanın faydalarından söz edip duruyorlar. Neyse, devir değişiyor ve etkilerini göreceğiz. Konsere ve gençlere dair bir de şunu söylemem lâzım. Sevda Çiçeği'yle bu kadar coştuklarını bilmiyordum:) 80'lerin başında piyasaya çıkan bir Fikret Kızılok şarkısını gençlerin kafa sallayıp bağıra çığıra seslendirdiği bir tarza ulaştırmak, kesinlikle grubun başarısı.
    
    Gelelim filme... John Wick, üzerine gelen düşmanlarını teker teker tepelerken, ciddi söylüyorum rahatladım. Böyle bir aksiyon filmine ihtiyacım varmış:) Aslında normal olan, üzerine gelen grubun sana hep birden çullanmasıdır, filmdeki gibi tek tek gelmek mantık sınırlarımı zorlamıştır ama olsun. Şaka bir yana, müziğiyle, estetiği yüksek sahneleriyle John Wick filmlerinin görsel bir şölen olduğunu düşünüyorum. Aksiyon ve dövüş diyerek geçmemek lazım. Keanu Reeves için diyeceğim hiç bir şey yok. Çok seviyorum. O kadar.
    İşte böyle... Bugün kendimi daha iyi hissettim ve yazdım. Bu mecrayı boşlamak hiç hoşuma gitmiyor. Gel gelelim her zaman eğrisi doğrusuna denk gelmiyor ve yalpalıyoruz. Oysaki Nisan ayındaki küçük İzmir seyahatimizi yazacaktım, aslında başlamıştım da... Umarım bir sonraki yazıda gönül rahatlığıyla anlatırım. İyi olmalıyım, olmak zorundayım. Hepimiz iyi olalım...
   



5 Mayıs 2019 Pazar

BİR VAR-LIK, BİR YOK-LUK... OZAN ÜNAL...

    Acele acele bir sergi yazısı yazmak istiyorum ki 10 Mayıs'a kadar sürecek olan bu etkinliği görmek isteyenler kaçırmasınlar. 

    Bugünlerde Ortaköy'de bulunan Kethûda Hamamı, Galeri Selvin'in desteğiyle Ozan Ünal'ın heykellerini misafir ediyor. "Bir Var-lık, Bir Yok-luk" başlığı altında sergilenen büyük boyutlu heykellerin malzemesi, sanatçınını deyimiyle, küresel sermayenin müşteri saydığı halkları istiflediği demir, çelik ve beton. Konu ise insan. Bu kaba malzemenin içine sıkıştırılmış insan.
Hiç Kimsenin Anıtı

    Sergi mekânı çok özel. 16.yüzyılın ortalarına tarihlenen ve büyük usta Mimar Sinan'ın İstanbul'daki eserleri arasında bulunan bir hamam yapısı. Bir büyük ustadan çağdaş bir sanatçıya... Mekân-sanat ilişkisi etkileyici. 



    Kethûda Hamamı'nın restoran ve gece kulübü olarak kullanıldığı zamanlar olmuştu. Ancak sanatla buluşmuş hali çok daha iyi. 
Pesimist

    Ozan Ünal İzmirli bir sanatçı. Resim çalışmaları da var ancak ağırlıklı olarak heykel çalışıyor. Sanatı bütün olarak gördüğünü, resim ve heykel çalışmalarının altyapısında yazı olduğunu söylüyor. En çok insandan; onun gücünden, zayıflıklarından, maskelerin arkasından etkilendiğini belirtiyor. Vücut dilini önemsiyor. Ve bence seyirci, sanatçının heykelleri karşısında tüm bunları hissediyor.
Üşümekten Özleyememek


Disconnectus Erectus

Kına Kokusu

İçinden Şiir Geçen Adam
    "Bir Var-lık, Bir yok-luk", 10 Mayıs'a kadar ziyaret edilebilir. Biliyorum yalnızca 5-6 günü kaldı, haber vermek için kısıtlı bir zaman ama ben de henüz gezebildim bu sergiyi.
   İstanbul'a sanat çok yakışıyor. Ortaköy diyorum, Mimar Sinan diyorum, çağdaş sanat diyorum... 
Daha ne olsun? :)
Aşkla Yıkananlar