29 Ocak 2019 Salı

BOYALI KUŞ...

    Boyalı Kuş'u okudum. Geçtiğimiz kasım ayında kitap fuarından almıştım. Çocukluğumdan, babamın kütüphanesinden aşina olduğum E Yayınları'nın standında görevli orta yaşlı bey ısrarla tavsiye etmişti kitabı. 
    Boyalı Kuş, E Yayınları'nın çıkardığı ilk kitapmış (1968). Sert bir roman bu. 2.Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde Polonyalı, kentli bir aile, Naziler'den korumak için 6 yaşındaki oğullarını daha doğuya giden bir adama emanet eder. Çünkü baba Nazi karşıtı eylemlerde bulunmuştur ve saklanmak zorundadır. Çocuklarının kendi ülkelerinin ve komşu ülkelerin içlerindeki kırsal alanlarda korunacağını düşünürler. Küçük çocuk için zorlu günler böylece başlar. Yanında kaldığı yaşlı kadın ölünce bir başına kalan çocuk, köylerin birinden diğerine tek başına savrulur. Köylüler cahildir, bağnazdır. Hayatlarını batıl inançlar şekillendirmektedir. Siyah saçlı, siyah gözlü insanların uğursuzluk getirdiğine inanmaktadırlar. Ve ne yazık ki romanımızın kahramanı çocuk tam da böyledir. "Yahudi" ve "Çingene" söylemleriyle devamlı aşağılanır. Şiddet görür; köylü halkın cahilce inançlarına, cinsel sapkınlıklarına tanık olur. Ve henüz çok küçüktür. Bir noktada konuşma yetisini bile kaybeder. Küçücük aklıyla olan biteni sorgular. 
    Köylülerin en sevdikleri eğlencelerden biri, herhangi bir kuşu farklı renklere boyayıp hemcinslerinin arasına salmaktır. Diğer kuşlar, boyalı kuşun kendileri gibi olmadığını anlayıp ona saldırırlar. Boyalı kuşun sonu linçtir, ölümdür. İşte bizim küçük kahramanımız da sarı saçlı, soluk benizli, Hristiyan insanların arasında boyalı bir kuş konumundadır. Siyah saçlıdır, siyah gözlüdür, Yahudi'dir. 
    Gün gelir savaş bitmeye yüz tutar. Çocuğun yaşamaya çalıştığı köylere Ruslar gelir. Onun için kurtuluş zamanıdır artık. Bir mucize kabilinden ailesini de bulur Ruslar. Şiddetin her türlüsüne tanık olduğu, kimini bizzat yaşadığı 5 yıldan sonra ailesine kavuşmuş olan çocuğun uyum sorunu yaşamış olması normaldir. Ancak hayat bu, belki de her şey zamanla düzelecektir. Örneğin, zorlu günlerinde aniden kaybetmiş olduğu konuşma yetisini bir kayak kazası sonucu yine aniden kazanmıştır.
    Romanda yaşananları okurken, yazarın savaş gerçeklerine dikkat çekmek için abartılı bir tavırla yazdığını düşündüm. "Ufacık bir çocuk bunları yaşamış olamaz, bu kadar cehalet fazla" diye düşündüm. Fakat kitabın arka sayfalarında yazar Jerzy Kosinski'nin sözleri vardı. Bunları bizzat yaşadığını söylüyordu. Ve yazdığı için de nasıl dışlandığını anlatıyordu. Kendi ülkesi Polonya'da ve tüm Doğu Avrupa'da nasıl tepki aldığından, aleyhinde yürütülen kampanyalardan bahsediyordu. "Bizim halkımız böyle cahil olamaz! Sen yalan söylüyorsun!" Amerika'ya yerleşmiş olan Kosinski'nin kitap çıktıktan sonra orada gördüğü tavır da bir başka alemdi. "Sen kitabında Ruslar'ı nasıl sempatik gösterirsin?" 
    Jerzy Kosinski'nin hayatı çok ilginç. Bir yarısı zorlukla, yoklukla geçmiş; diğer yarısı aşkla ve muhteşem bir varsıllıkla. Polonya'da bir üniversitede öğretim görevlisi iken Marksizm'i reddetmesi nedeniyle dışlanmış. Amerika'ya göç etmiş.  Orada birçok farklı işte çalışmış. İyi derecede İngilizce bilmesi bir üniversiteye kabulûnu sağlamış. Bu sırada yazarlık kariyerine başlamış. Zengin bir dulla iki yıl süren arkadaşlığı evlilikle sonuçlanmış. Amerikan yüksek sosyetesinin bir üyesiymiş artık. Öyle böyle bir zenginlik değil ama. Hayat hikayesinde ilginç bir ayrıntı daha var. Hani Roman Polanski ve karısı Sharon Tate'in evine Charles Manson çetesinin düzenlediği ve 5 kişiyi öldürdüğü o meşhur olay var ya... İşte Kozinski'nin o gün orada olması gerekiyormuş. Uçağı kaçırdığı için yetişememiş ve faciadan kurtulmuş. (Bu arada bu Manson Tarikatı olayının filminin şu sıralar Tarantino tarafından "Once Upon A Time In Hollywood" ismiyle çekildiğini belirtmeliyim. Tarantino hayranı olarak merakla bekliyorum. Önümüzdeki Ağustos vizyonda olacakmış). 
    Velhasılıkelam Jerzy Kosinski'nin farklı bir hayatı olmuş. (Bazen hayatımın fazla tekdüze olduğunu düşünürüm ama böylesi uç olayları okuyunca tekdüzeliğine dua etmiyor değilim doğrusu). Peki çocukluğu kitapta bahsettiği gibi geçtiyse -ki söz konusu olan yalnızca bir kere yaşayabildiğimiz çocukluğumuz- Jerzy'nin kendini boğarak hayatına son vermiş olması 
anormal mi? Bence değil. Ölüme gidişi de farklı. Karısı onu banyoda başına plastik bir torba geçirmiş halde bulmuş. 
    Boyalı Kuş beni epeyi etkiledi, düşündürdü. Tavsiye konusu açık. Anlatması benden, kararı senden ey okuyucu!





25 Ocak 2019 Cuma

BİR BABA HAMLET

    Henüz birkaç gün önce Bir Baba Hamlet'i izledik. Kadıköy'de Baba Sahne'de... Öncelikle 
Baba Sahne'de ilk kez bir oyun izlediğimi, küçük ama şık salonu beğendiğimi belirtmeliyim. Çoğunluğun Arka Sokaklar dizisinden tanıdığı Şevket Çoruh'un kurduğu bir sahne burası. Oyunların biletleri neredeyse çıkar çıkmaz tükeniyor. Tiyatro salonunun her yeri esprili, anlamlı, sevimli dekorlarla dolu. Tam Instagramlık ayrıntılar var ama oyunun başlamasına yakın orada olduğumuz için fotoğraf çekemedim:) 

    Bir baba Hamlet, Sebastian Seidel'in yazdığı iki perdelik bir komedi. Özünde tiyatro aşkına dayalı bir konusu var. Seyirci, imkânsızlıklar içindeki iki oyuncunun Hamlet'i sergileme gayretini izliyor. Şevket Çoruh ve Murat Akkoyunlu, temponun bir an bile düşmediği oyunculuklarıyla keyif veriyorlar. Oyun, oyuncular, yönetmen ve tasarım alanlarında ödülü bol bir temsilden bahsediyoruz. 


    İtiraf edeyim, tiyatro sanat dalları arasında en sevdiklerimden değildir. Çok sıkı bir izleyici değilim, ara ara dikkatimi çeken oyunları seçip izlerim. Fakat tiyatronun çağları ve ülkeleri aşan geçerliliğine, en eski konunun bile bugüne rahatlıkla uyumlanmasına, hangi şartta olursa olsun özünü korumasına saygı duyarım. Bu oyunda da öyle bir durum var. Tiyatro yapma hevesi, tiyatroya duyulan aşk, Hamlet gibi klasik bir oyunla bugüne ve bu coğrafyaya şahane uyarlanmış. Yerinde göndermelerle, dozunda bir hicivle tiyatro sanatının muhalif özelliğini tatlı tatlı yansıtmalarına bayıldım. Bir Baba Hamlet tavsiye listemde yerini aldı bile. Benden hatırlatması efendim. Herkese keyifli bir hafta sonu diliyorum. 


18 Ocak 2019 Cuma

İSTANBUL AKVARYUM

    Burada yazmak için aklıma neler neler geliyor ve tembellik edip yazmadığım için hepsi nasıl da kafamdaki geçerliliğini yitirip uçup gidiyor. Yıl olmuş 2019, Ocak ayı çoktan yolu yarılamış ve ben bu sürede tek bir yazı yazmışım. İkincisi bu olsun ve umarım devamı gelsin, bu yıl daha verimli ilerlesin. 
    Oğlum yarı yıl tatili için evde bir süredir. Hep küçük çocuklarla etkinlik yapılacak değil ya, akraba ve arkadaşlarıyla görüşmelerinden ya da Türkiye'ye geldiğinde halletmesi gereken doktor randevuları vs. işlerinden arta kalan zamanlarda çıkıyoruz, geziyoruz. Dün hava şahaneydi. Florya'daki Akvaryum'a gitmek geldi aklımıza. İstanbul Akvaryum'un yer aldığı Aqua Florya AVM, sevdiğim tek alışveriş merkezidir sanırım. Daha doğrusu açık alanını çok severim. Amfi tiyatro şeklinde düzenlenen kısmı güneşli havalarda çok keyifli olur. Merdivenlerde denize karşı sıralanır sohbet eder insanlar. Bir süre burada vakit geçirip yine manzaralı kafelerde, restoranlarda bir şeyler yiyip içmek de keyiflidir. Atatürk Hava Limanı'na çok yakın olduğu için üzerinden uçaklar gelip geçer. Birkaç adımla hemen aşağıya, sahile inip bisiklet kiralayabilirsin. Alışveriş merkezinin reklamını yapar gibi oldum ama seviyorum orayı:) Kapalı mekânda tıkılıp kaldıklarından değil. Dün dışarıda fotoğraf çekmedik, bari geçen bahardan birkaç fotoğrafla destekleyeyim anlattıklarımı.

 


    Söz konusu mekânda bir süre güneşin tadını çıkardıktan sonra Akvaryum'a girdik. Zaten erken gitmemiştik, akşam 19.00'a kadar açık olması iyi oldu. Girişte epeyi bir bilet ücreti ödediğimizi söylemem lazım:) Fakat çekiştirmeye niyetim yok, neticede özel bir park. Devasa bir akvaryumun ve deniz canlılarının bakımı pahalı bir iştir diye düşünüyorum.

    
    İstanbul Akvaryum'da Türkiye'nin denizleri için ayrı bölümler hazırlanmış. Marmara, Akdeniz, Karadeniz, İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı... Ufacık bir deniz parçasına hasret ülkeler varken bize özgü bu deniz bolluğu bir nimet aslında. Önemli olan bu denizleri koruyup kollamak.

    Çocuklar gibi sevinerek balıkları ve diğer deniz canlılarını izleme hevesiyle, zaman zaman bilgilendirme yazılarını okumayı unutsak da bunların yeterli olduğunu söyleyebilirim. 

 
Mors Alfabesiyle mesajlaşmak isteyenler için 
    Türkiye'nin denizleri haricinde okyanusları anlatan bölümler, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz bölümleri de var. En keyiflisi bence Kızıldeniz... Balıklar rengârenk. Hepsi birer sanat eseri gibi. Onları görmek keyifli fakat önlem alınmazsa, küresel ısınma sonucu 2050 yılı civarında mercan resiflerinin kaybolmasıyla bu canlıların kaybolabileceğini ve bunun yanı sıra Kızıldeniz civarında ekonomik çöküntü yaşanacağını bilmek üzücü.


    Mercan demişken, öğrendiğim ve muazzam bulduğum ilginç bir bilgiyi paylaşmak isterim. 
Bakınız aşağıdaki fotoğraf:

 
Akvaryum'un en keyifli yeri hiç kuşkusuz ana tankın altında oluşturulmuş olan şu tünel

    Maviliğin içinde, adeta uçar gibi üzerinden süzülüp giden köpek balıklarını, vatozları ve diğer balıkları izlemek şahane. Terapi etkisi yaratan bir tünel burası.

    İsteyenler için bu sularda köpek balıklarıyla yüzmenin maddi bir karşılığı var. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama üste para verseler dahi ben o işi yapamam. İzlemesi daha iyi. 
Zira gerçekten estetik hayvanlar. 





    Akvaryum'da beni en çok sevindiren şeylerden biri deniz atı görmek oldu. İlk defa gördüm ve inanılmaz sevindim. 

    Masmavi Akvaryum'un bir de sarı ve yeşil  tonlarının hakim olduğu kısmı var ki orası da Amazon Yağmur Ormanları...

    Su yılanları,  minicik zehirli kurbağalar, piranhalar, yani yağmur ormanlarında görülen su canlıları burada. Burası da çok ilginç. O minicik ve renkli kurbağaların başından ayrılamadık. Minyatür gibiler. En ufağının vıraklamasını da duyduk. Boyunun küçüklüğüyle ters orantılı yüksek sesi bizi şaşırttı.
Piranhalar. Kıpırtısız duruyorlar. Kanın bir damlası bile hareketlendirmeye yeter:)

Mikro kurbağaları gördünüz mü? Mor, yeşil, kırmızı her renkten var. 
    Tüm bu deniz canlıları iyiler, hoşlar. Akvaryum, bir tek şey hariç bende hayvanat bahçesi hissi yaratmadı. Çünkü devasa tankların içindelerdi. Sular temizdi. En büyük hayvanlar köpek balıkları ki onlar da sanırım en büyüklerinden değiller. Bir de bazı su canlıları ya da balıklar kımıldamıyor arkadaş. Hani denizde de duracak, burada da duracak:) Beni tek düşündüren Gentoo Penguenleri oldu. Hani anavatanları Güney Kutbu ya... Ve bunlar iki ayak üzerinde yaşayan sosyal canlılar ya (sanki insanı tarif etmiş gibi oldum ama:)) ... İstanbul'da kapalı bir alanda ne işleri olduğu konusu kafamı karıştı. Ben olaya duygusal açıdan baktım ve biraz da mantık yürüttüm ama bilmediğim konuda iddia etmeyi sevmem, belki de onlar için daha iyi, ya da en azından iyi bir ortam söz konusudur. Penguenlerin fotoğrafı yok çünkü 15.15'te bulundukları alanın ışıkları karartılıyor, yavaş yavaş uykuya geçiyorlar. Herkes gittikten sonra tamamen dalıyorlarmış ve sabaha kadar uyuyorlarmış:) Loş ışıkta seçebildiğimiz kadarıyla bazıları çoktan yerlere serilmişti bile. Ayakta olanlar ise uykulu uykulu duruyorlardı ve çok tatlılardı.

    Sömestr tatilinde ortam biraz daha kalabalıklaşacaktır muhtemelen, dün oldukça tenhaydı. Arap turistlerin yoğun olmasıyla birlikte farklı ülkelerden geldikleri belli olan turistler de vardı. Şehir içine pek yakın olmamasına rağmen turistlerin tercih ediyor olması güzel.Tenhalık bizim işimize geldi aslında. Rahat rahat gezdik. Hattâ Orhun öyle rahattı ki şu pencerenin önünde bu şekilde dakikalarca takıldı:) Bayılır böyle şeylere. Küçüklüğünden beri özellikle müzelerde ne şekillere girdiğini gösteren fotoğrafları bir ara toparlayacağım. Önce hızlıca gezer, sonra dönüp okumaları yapar, en sonra beğendiği yerlerde böyle şekillere girer. 

    İstanbul Akvaryum eğlenceli ve aynı zamanda okuyarak gezersen bilgi veren bir mekân. Kalabalık bir zamana denk gelmezsen zihin boşaltmak, keyifli birkaç saat geçirmek için bire bir. Daha ayrıntılı bilgi için, pahalı dedim ama ücretler ve kampanya duyuruları, servis saatleri vs. için İstanbul Akvaryum'un linkini BURAYA bırakıyorum. Önümüz hafta sonu ve malûm sömestr tatili... Belki Florya'ya doğru uzanırsınız. Florya derken aklıma geldi, eğer daha önce görmediyseniz hazır o tarafa gitmişken yakınındaki Atatürk'ün yazlık köşküne de uğramanızı tavsiye ederim.



 



 
 

5 Ocak 2019 Cumartesi

2018'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM?

    Birkaç senedir, henüz biten yılda okuduğum kitapları anlatıyorum ufak ufak. Bu yıl da yapacağım tabii. Geriye dönük bu listeleme, okuduklarıma dair keyifli hatırlamalar sağlıyor bana. Biraz uzun bir yazı oluyor ama güzel dönüşler alıyorum. Mutlu oluyorum. 
Yeni gelen yılda yazılarıma kitaplarla başlamak ayrıca hoşuma gidiyor. Yeni yıl demişken... Konuya dair kelâm eden, güzel dileklerde bulunan herkesi kutladım sanırım. Ama ola ki gözden kaçırdıklarım vardır, buradan tekrar herkesin yeni yılını kutlamak isterim. Anladığım kadarıyla 2018 çoğunluğu kararsız bırakan bir yıl olmuş. Benim için de öyleydi. Ama iyilikleriyle hatırlamak istiyorum. Herkese gönlünce yaşayacağı, güzelliklerle dolu bir 2019 diliyorum.
    Şimdi gelelim 2018'de okuduğum ve okuma sırasına göre dizdiğim kitaplarıma. Fotoğraflar yıl içinde Instagram'da paylaştıklarımdır. Bunu da belirtmeden geçmek istemedim:)

    1- SIFIR - ONUR CAYMAZ
    Yılın ilk günü yeni bir kitaba başlamayı adet edindim. Çoğu okur böyle yapıyordur eminim. Hoş bir ritüel bence. 2018'in ilk kitabını Onur Caymaz'dan seçtim. Yeni çıkmıştı, yeni yıla yeni kitap yakıştı.

    "Sıfır" dolu dolu bir kitap. Fantastik bir hikâyenin içine serpiştirilmiş tarihi bilgileri, tarihi gerçekleri takip etmek kimi okura zor gelebilir ama bence keyifli. Örneğin Herostratos var kitapta.Tarihin ilk teröristi sayılan, M.Ö 4.yy.'da Efes'teki Artemis Tapınağı'nı sırf herkes kendisini tanısın, ünlü olsun diye yakan Herostratos. İsmini ve olayı biliyordum. Roman onu daha ayrıntılı incelememe sebep oldu. Herostratos'un adını anmanın yasaklanması, onu anacak olanların idama mahkûm edilmesi ama buna rağmen bugün bile tanınması ilginç değil mi sizce de?
    Bu romandaki bunun gibi ayrıntılara girsem sayfalarca yazmam gerekir. En iyisi konusundan biraz bahsedip ilgilisine tavsiye etmekle yetineyim. İlya, Herostratos, İlhami ve Gaybi  zamansız "Ignis Licentia" örgütünün üyeleri. Amaçları, İlhami'nin oğlu Reşat'ı da alarak zamanda kırılmayı kullanıp 2000'lere gelmiş olan Hitler'i, onun birkaç komutanını ve oluşturdukları Digi SS'leri engellemek. Her birinin hikâyesi ayrı ve dokunaklı. Ben bu romanı çok sevdim. Bir gün tekrar okuyacağımı biliyorum.
 
    "Yediği ilk balığı, Ankara Çayı'na karışan İncesu Deresi taşıp ellerini uzatarak bağışlamıştı ona...
Dere taşmış, suyun sağındaki sağcıların tarafına da, solcuların tarafına da ölü balıklar vurmuş, yoksul kadınlar ellerinde rengârenk, plastik bulaşık leğenleriyle bir bayram gecesi şenliğince sokağa inip balık toplamıştı. O gece hangi siyasetten olduğu fark etmiyor, doymuştu yoksullar."

    "Fark edilmediğinde tesadüf de ortadan kalkar. Tesadüfün tanrısı, farkındalığı yüksek kişilerle ilgilenir."

    "Her dil, büyüyüp yetiştiği coğrafyaya göre ses, müzik bulur kendine. Akdenizlinin yayvan, rahat, uzata uzata konuşması, şarapla, zeytinle, uzun öğleden sonra uykularıyla yani insanın o haklı rehavetiyle ne kadar ilgiliyse Kiril'in ince dudaklı, konuşmaya zorlanan buzlu iplik tınısı da Slav'ın, Moskova Nehri'nin kış uğultusundan kılıçlar kuşanmıştır. O yüzden Akdenizli birazdan yatıp uyumaya, içip sarhoş olmaya, delicesine öpüşmeye hazırlanır gibi konuşurken Slav'ın dudaklarında cenk eder ses."

    2- YÜRÜMENİN FELSEFESİ - FREDERIC GROS
    Tematik kitapları severim. Yürümeye dair, kimi zaman kendimce gereksiz bulduğum, kimi zaman ilgimi çeken yazılar... Fakat öğrendiğim çok şey olduğu bir gerçek. Örneğin Nietzsche'nin günde 8 saat yürüdüğü olurmuş. Yürürken düşünürmüş. "Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz" diye bir atarlanması da var:) 
Jean Jacques Rousseau da yürüyerek düşünenlerden. "Benim çalışma odam kırlardır" demiş o da. Immanuel Kant ise farklı şekilde ilginç. O da yürürmüş ve kısa yürüyüşler yaparmış ancak bu yürüyüşler sadece kendi kentinde olmuş. Doğduğu kent Königsberg'ten hiç çıkmamış. Her gün aynı şeyleri yaparmış ve uzun yaşamının, tavizsiz tarzından kaynaklandığını söylemiş. En iyisi burada keseyim ve bu  kitaptan farklı hikâyeleri ayrıca yazayım ben. Yürümenin Felsefesi, görüldüğü gibi ilgilisine özel, ilginç kitaplardan biri.

    3- MUTFAĞIN HATIRA DEFTERİ - NURŞEN ŞENOL GÜLLÜOĞLU
    Yılın güzel sürprizlerinden... Blog dostumuz sevgili Nurşen Hocam'ın bu sene çıkardığı Mutfağın Hatıra Defteri... Blog yazılarında özellikle anılarının yer aldıkları ilgimi çekerdi ve keyifle okurdum, okuyorum. (leylakdali.blogspot.com) O yüzden yine anıları içerisinden bir zamanların yaşam tarzına, mutfak kültürüne dair olanları kitaplaştırması beni mutlu etti. İstanbul'da düzenlenen imza etkinliğinde yüz yüze görüşmüş olmak, imzamızı almak, sohbet etmek ayrıca güzeldi. Küçük bir kızın gözünden geçmişe uzanıp komşularla, akrabalarla birlikte kotarılan kalabalık sofraları; evde yapılan bayram şekerlerini; dalından koparılıp yenen meyveleri; serin avluları; karanlık kilerleri; bahçedeki tulumbadan taşınan suları anımsamak isteyenlere dostumuzun kitabı sevgiyle tavsiye edilir efendim.


    4- DAHA - HAKAN GÜNDAY
    Aslında ilk çıktığı yıl okuduğum, ancak filmini seyrettikten sonra tekrar döndüğüm bir kitap. Hakan Günday hayranlığımı defalarca dile getirdim, kitaplarını tekrar tekrar okuyabilirim.
    Annesi olmayan, göçmen kaçakçısı babasıyla Ege'nin bir kıyı kasabasında yaşayan Gaza'nın hikâyesi çok sert, çok dokunaklı. 
Filmi de çok başarılı ancak filmde Gaza'nın hayatından kısa bir kesit işlenmiş. Zaten tüm olan bitenin filmde anlatılması mümkün görünmüyor. Hakan Günday zekâsına yaraşır, okuması zor ama etkileyici bir roman. Aslında çok akıllı olan ama hayatın farklı şekillendireceği Gaza'nın olduğu kişi olma aşamalarını Rönesans resminin dört temel tekniğiyle anlatmak muazzam bir fikir. İki yan karakter Dordor ve Harmin'i Afganistan'daki Bamiyan Vadisi'ndeki dev iki heykelle eşleştirmek de öyle. Of! Öyle çok konuşulur ki bu roman hakkında. Sadece Gaza'nın hikâyesi değil, siyaset, göçmek durumu, çaresizlik, insan psikolojisi vs. çok şey var bu satırlarda. Hakan Günday farkı diyorum, başka da bir şey diyemiyorum.

    "Sonuçta hepimiz,hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları... Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki can simitlerini söküp alanların çocukları... Sağ kalmayı bilmiş olanların... Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri 'Ya o ya ben!' dediği için değil miydi?"

    "Doğu ile Batı arasındaki fark Türkiye'dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadardır."

    5- ÇIT YOK - İSMAİL GÜZELSOY
    Tüm kitaplarını istisnasız okuduğum bir yazar daha. İsmail Güzelsoy çok iyi bir anlatıcı. İç içe geçmiş ne hikâyeler, ne karakterler... Masal tadında ama çok da narin değil. Tam sevdiğim gibi, iyi ve kötü yan yana.

    Bu romanda Güzelsoy'un bir başka -ve benim de en sevdiğim- Değmez'den tanıdığımız şair İskender Sof'un çocukluğu var. 1940'ların İstanbul'unda dolaşırken Eyüp Vampiri'nin soluğunu hissetmek, İskender ve dedesi Sohrab'ın sohbetlerine tanık olmak, Japonya'ya uzanıp eski aşk Kameko'yu anmak güzeldi.

    "Günahlarımız ne zaman eskir, yıpranıp kullanılmaz hâle gelir Komeko? Ne zaman tedavülden kalkar, ne zaman bayatlar? İnsanın iç hesaplaşmasının hukuku, kuralı, usulü nedir? Kendimizi yargılarken bizi kim savunacak peki? Ne kadar eziyet çekersem gönlüm yatışır? "

    6- ATATÜRK - İLBER ORTAYLI
    Atatürk diyorum, İlber Ortaylı diyorum. Var mı ötesi? :) Kahramanım Atatürk hakkında İlber Ortaylı'dan çok daha özel, kişisel ve daha önce duyulmamış bilgiler edineceğimi sanmıştım ama bu kitap daha çok Atatürk'ün tarihimiz içindeki yeri ve önemi hakkında. 
Ne olursa olsun tam bir başucu kitabı.

 
    "Kahramanlarını itibarsızlaştıran toplumlara Avrupa'da da, dünyada da tahammül edilmez. Bu gibi durumlarda kendini inkâr eden bireyi şüphesiz savcıdan evvel toplum mahkûm eder. Mesela bir öğrenci bir ulusal ya da uluslararası toplulukta bu tip sözler ederse, kendisine 'lunatik' yani delirmiş gözüyle bakarlar, ciddiye almazlar, derece vermezler, 'nafile' kabul ederler."

    7-  GAZETECİ ÇOCUK - VİNCE VAWTER
    Kardeşimin evinde kimsenin olmadığı ve yeğenimi beklemek zorunda kaldığım bir gün, yanımda okuyacak bir şey olmadığından yeğenim Nisan'ın kitaplarını karıştırdım. Çok sayıdaki manganın, fantastik romanın içinden bunu seçtim:) Yani aslında bu bir çocuk ve gençlik romanı. Ama her yaştan insan ilgiyle okuyabilir.

    Gazeteci Çocuk, yazar Vince Vawter'ın gerçek hikâyesi. Vince 11 yaşında ve kekeme. Konuşma terapisi alıyor ama pek gelişme gösteremiyor. En yakın arkadaşının tatile gittiği bir sırada onun yerine gazete dağıtma ve haftalık ücreti alma işini üstlenmek zorunda kalıyor. Bu dönem içinde tanıştığı insanlar onu farklı şekillerde etkiliyor. Vince'in tek bir kelimeyi daha kısa sürede söylemek için gösterdiği çaba, uyguladığı taktikler, zorlanması, utanması da beni etkiliyor. Anlatmak istediğin çok şey olup da anlatamamak zor bir durum. Neyse ki Vince büyüyünce gazeteci oluyor ve konuşamasa da yazıyor. Kekemeliği düzelmiyor ama "Onunla baş etmeyi öğrendim" diyor yazar. İlk ağızdan böyle bir deneyimi okumak çok önemli. Tam çocuklara hediye etmelik bir kitap. Bence önce siz okuyun, sonra hediye edin:)

    8- BEREKET KÜLTÜ VE MABET FAHİŞELİĞİ - MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ
    Takdir edilesi tarihçi, Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ kitabı. İsim tamamen dikkat çekmeye ve satışa yönelik. Sıkı okurlar bu tip pazarlama stratejilerine kanmazlar:) Kitabın konusu daha çok tek Tanrılı dinlerde -özellikle Musevilik'te- Sümerler'den ne kadar çok iz bulunduğu. Ve aslında buradaki bilgileri daha önce yazarın "Tarih Sümer'le Başlar" kitabında okumuştum. Olsun. Tekrar hatırlamış oldum.

    9- KAYIP KIZIN HİKÂYESİ - ELENA FERRANTE
    Bir önceki postta bahsettiğim şahane seri Napoli Romanları'nın sonuncusu. Lenu ve Lila'nın hikâyesi burada son buluyor. Ben bu kadınları çok sevdim. Tekrar uzun uzun anlatmayayım, sizleri şuraya alayım: Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım

    10- ÇAYKOVSKİ İSTANBUL'DA - EMRE ARACI
    Ünlü besteci Çaykovski'nin 1886 ve 1889 yıllarında iki kere İstanbul'da bulunmuş olmasıyla ilgili bir inceleme. İlkinde bir gemi yolculuğu sırasında uğruyor. Bir gece kalıyor. Büyük otellerde yer bulamayıp küçük bir pansiyonda kalıyor. Pansiyondan memnun değil. Galata'yı, Karaköy'ü, Sultanahmet'i geziyor. Tepebaşı Bahçesi'ndeki bir klasik müzik konserine bilet buluyor, izliyor. Dönemin ünlü şefi Lange Bey bundan habersiz. Yolculuk sırasında uğradıkları Trabzon'u ve insanlarını çok seviyor. Bilgiler günlüklerinden ve mektuplarından alınma. Sanatçı ruhunun yansıması olsa gerek, biraz gel-git bir insanmış. Bir yerde Boğaziçi için "Öğle saatlerinde harika bir havada Boğaziçi'ne vardık. Harikulâde bir güzellikte ve ilerledikçe daha da güzelleşiyor" derken, bir başka yerde "Boğaziçi beklentilerimi aşamadı" yazmış:) Her iki ziyareti de Tiflis'te yaşayan kız kardeşine giderken gerçekleştirmiş.


    11- 2001/ESKİ TÜRKİYE'NİN SON YILI - MİRGÜN CABAS
    Mevcut iktidar başa gelmeden, yani Yeni Türkiye kavramı yerleşmeden önceki son yılın olaylarını derlemiş Mirgün Cabas. İlgiyle okudum. Gazete ve televizyon haberleriyle belgeli, ropörtajlarla anımsamalı, çokça tarafsız, başarılı bir çalışma olmuş. O yıl ben küçümencik Orhun'un peşinde gezerken dünyadan bir hayli kopuktum aslında ama kitapta okuduğum her şeyi bir bir hatırladım:)


    12- KENDİ GECESİNDE - İNCİ ARAL
    Kolay okunan, çıtır çerez bir roman. Ama haksızlık etmek istemem, eşcinsel genç bir adamın kişisel mücadelesine tanık olurken 70'lerden itibaren ülkemizin sosyal gerçeklerine göz atılması durumu da var.

    13- PİGMELERLE DANS - MELTEM YAŞAR
    Meltem Yaşar'ı Uganda'da yaşadığı günlerden beri Instagram'dan takip ediyorum. Kurumsal iş hayatını bırakıp dünyanın bir ucuna gidenlerden o da. Afrika'yı tercih etmiş. Üniversite yıllarında Sisteki Goriller filmini seyrettiğinden beri aklındaymış bu düşünce. Bu tip hikâyeleri çok severim. Meltem Yaşar'ın Afrika deneyimlerini ilgiyle okuyacağımı düşündüm. Birçok şey de öğrendim aslında ama kitap düşündüğüm gibi bir anı kitabı çıkmadı. İlk ağızdan anlatılan, gerçeklerle harmanlanmış bir roman bu. Hattâ aşk romanı. Ama merak etmeyin aşk Afrika'da yaşanıyor:)

    14- İZA'NIN ŞARKISI - MAGDA SZABO
    Blog arkadaşlarımdan sıkça duyduğum için okuduğum bir roman İza'nın Şarkısı.
    Babası ölünce annesini şehirdeki evine alan İza'yı pek çok okur lanetledi. İza'nın tavizsiz huylarından rahatsız olduklarını söylediler. Ben tam tersi annenin pısırıklığından nefret ettim:) İza mantıklı, kuralcı, sorumluluk sahibi, duygularını belli edemeyen, güçlü görünmeyi seven, işinde başarıyı yakalamış bir karakter. Anne ve baba onunla gurur duyuyorlar, bayılıyorlar kızlarına. Bu defalarca belirtiliyor kitapta. İza da seviyor onları. Ama duygularıyla hareket etmediği için dili bir miktar sivri. Anne ve baba da "O her şeyi bilir" modunda oldukları için kız hep olayların kontrolünü elinde tutmaya alışmış. Babası ölünce doğrusunun o olacağını düşündüğü için, annesi yalnız kalmasın diye yanına alıyor. "Sen iş yapmaya kalkma, otur dinlen, yardımcımız var nasıl olsa" diyor. İza doktor bu arada. Dolayısıyla günün büyük kısmında evde değil. Köy hayatına alışmış olan anne büyük şehirde ve çok katlı bir apartmanda yapamıyor. Ama pısırığım benim, hep susuyor, sessiz sessiz ağlıyor. Söylesene arkadaş! Annesin sen, niye "Evladım ben köyüme döneyim" diyemiyorsun? Bu pısırık haller beni deli etti. Çünkü gerçek hayatta da sevmem kontrolü başkasına bırakıp sonra sesli ya da içten içten şikayet edenleri. İza desen zaten ruhu doğuştan şehirli, doğuştan işkolik. Anneyle empati yapamıyor o da. Anneli kızlı şişiriyorlar içimi. İza'nın eski kocası anneye asıl evlat gibi. İza'nın zıttı olarak onu görüyoruz. Okumayanlar için sonunu söylemeyeceğim. Bence en sonunda annenin yaptığı bencilce bir hareket. Karakterleri eleştirdim ama kitabı eleştirmiyorum. Görüldüğü gibi etkilemiş beni. Anlattıklarımın tümü insanca duygular. O kadar söylendim ama tüm zaaflarıyla insanı anlatan romanları severim.

    15- FASA FİSO - TEOMAN
    Sevdiğimiz, dinlediğimiz Teoman'ın otobiyografik kitabı. Aklına geldikçe yazar gibi parça parça yazmış anılarını. Çocukluğundan başlamış ama daha çok müzik hayatında nasıl yükseldiğini anlatmış. Dili sıcak ve samimi. Yaşımız yakın olduğu için satırlarında çocukluğumdan, gençliğimden izler buldum.
    Babası o çok küçükken ölmüş. Daha çok kadınların arasında büyümüş. Tek çocuk. Annesinin hep başı ağrıyor. Teoman'ın da küçüklüğünden beri kemikleri ağrıyor devamlı.


    "Erdek'te tatildeyiz. Tezgahlardaki çizgi romanları karıştırıyorum. O da ne! Çelik Blek ve Rodi'nin ilk karşılaştıkları sahne var kitapların birinde. Daha birbirlerini tanımıyorlar! Anneme yalvarıyorum, heyhat, almıyor kitabı. Bir daha bulamıyorum" 
Ya o çizgi romanı çok isteyip o gün alamaması ve bir daha da bulamaması nedense çok etkiledi beni:) Çelik Blek ve Rodi'nin karşılaştıkları ilk an varmış kitapta:)

    "Zampara'nın Ölümü, Bugün ya da İstasyon İnsanları'ndaki gibi dünyalar kurunca beğeniyorum kendimi. İki Yabancı'daki gibi hikâyeyi farklı açılardan anlatan iki karakter yarattığımda... 'Bana öyle bakma, anlayacaklar' gibi dört kelimeyle yasak aşkı anlattığımda... "

    16- SADDAM YIKILIRKEN, BAĞDAT'TA BİR AİLE - MINKA NIJHUIS
    Hollandalı gazeteci Nijhuis, Saddam yıkıldığında, yakalanmadan az önce Bağdat'ta bir aileyle yaşar. Yanlarında misafir oldukları genç çiftten biri Şii, diğeri Sünni'dir. Okumuş kesimden oldukları için bu durum problem yaratmıyordur. Ama Saddam zamanı da, düşmesinin ardından gelen kaos ortamı da zordur onlar için. Batıyı görmüş, laik ve eğitimli kesimden insanlardır ama Amerika müdahalesi altında yaşamak da inciticidir. Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğu, her gün bombaların patladığı zor zamanlar. Kadın yabancı idare bürosunda çevirmen olarak çalıştığı için onlara karşı olan Irak'lı da çok. Dolayısıyla bu aileye ayrılık ve bir süre sonra Amman'a doğru göç yolları görünüyor. Hollandalı gazeteciyle daha sonra yazışmaya devam ediyorlar. Amman'da can güvenliklerinin olduğundan ama göçmenlere bakışın olumsuzluğundan bahsediyorlar. Bu kitaptan asıl çıkardığım sonuç şu ki ne olursa olsun ülkene sahip çıkacaksın.

    17- YARIN SAVAŞTA BENİ DÜŞÜN - JAVIER MARIAS
    Javier Marias İspanya'nın en iyi yazarlarından biriymiş. İlk kez bir romanını okudum. Anlatım dilini sevdim. Uzun uzun cümleler kimi okuru sıkabilir ama hakikaten anlatılan bir şeyler varsa beni hiç sıkmaz ve yormaz. Romanda bir karakter, en güzel noktalama işaretinin noktalı virgül olduğunu, cümleler arasında nefes alma ve düşünme imkânı sağladığını söylüyordu. Bu belli ki yazarın fikri. Çünkü uzun uzun sıraladığı cümlelerinin arasında noktalı virgülü bolca kullanmış:)

    Kahramanımız Victor bir yazar. Bir gecelik kaçamak için Martha'nın evine gidiyor. Martha evli ve küçük bir oğlu var. Küçük oğlanı uyutup baş başa kaldıklarında genç kadın aniden ölüyor. Bu Victor için büyük bir şok tabii. Ne yapacağını bilemiyor. Martha'nın kocasının kaldığı oteli arıyor ama otelde öyle birinin kalmadığını söylüyorlar. Küçük çocuğu evde yalnız bırakıp gitmek konusunda kararsız kalıyor. En sonunda çocuk uyanınca yesin diye bir tabak yiyecek hazırlayıp ayrılıyor evden. Tüm bu olup bitenler sırasında Victor'un neler düşündüğünü çok iyi anlatıyor yazar. Victor daha sonra neler olup bittiğini anlamak ve Martha'yı daha yakından tanımak için onun ailesini bulup habersizce yakınlık kuruyor. Devamı kitapta...

    18- İSTANBUL VE BODRUM BARLARI - JAK DELEON
    Prof. Jak Deleon'un çokça İstanbul kültür tarihine, biraz da Bodrum barlarına dokunan kitabı. Bodrum'da çok sevdiğim ve burada da bahsettiğim Zai Yeni Nesil Kütüphane'den almıştım. Gezdiğim gördüğüm yerlerden hatıra olması amacıyla bu tip hareketler yapıyorum.

    
    Jak Deleon İstanbul tarihini en iyi anlatan akademisyen yazarlardan biriydi. Bu kitap da bahsettiğim türden. Keyifle okudum. Aşağıdaki satırları okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız.
 
    "Yine Orient Express Bar'dayım. Mata-Hari ve Agatha Christie burada demlenmiyor artık, Nadir Nadi burada almıyor soluğu, çok yıl olmuştur, Yahya Kemal bugün gelemeyecek. Pierre Loti hüzünlüdür, elinde gümüş zarflı bir kahve fincanı, gözleri barın Meşrutiyet Caddesi'ne bakan pencerelerinden birine dalmıştır. İngiliz gazeteci Ward Price sevinçten şampanyaları üst üste devirmektedir, kolay mı Mustafa Kemal Paşa'yla ilk ropörtajı yapan muhabir ünvanını almak? Greta Garbo ve Zsa Zsa Gabor piyanonun yanında yürek yakar, Hemingway rakıyı denemiş ve müptelası olmuş, Charles Boyer ve Marie Bell'e ille de Fransız konyağı. Abajur ışığının pek de erişmediği noktada tek başına şarap içen siyah takım elbiseli adam mı? Ona hiç bulaşmayın, kendine Cicero dedirtiyor, pek de karanlık bir zat."

    "Bayılırım o eski isimlere: Mirgûn, Suhûlet, İhsan, Şükran, Neveser, İkdâm, İntizam, Metânet, Resânet ve (hele) Esker-i Merhamet! Sanki vapur adları değil, bir demlerin roman başlıkları. Daha sayalım mı? Tarz-ı Nevin, Dilnişin, Süreyyâ, Şehab, Sultaniye, Sahilbend, İnşirah, Kamer, Ziya..."

    19- HATIRLA - İSMAİL GÜZELSOY
    Çıkar çıkmaz okuduğum romanlardan. İsmail Güzelsoy'un Gölge ile birlikte en çok bilinen romanı bu. Ama benim gönlümde Değmez'in yeri bambaşka.
    Hatırla, yine masal tadında bir Güzelsoy romanı. Ama içinde insanlaşan robotların geçtiği bir masal. Yazarın romanlarının konusunu birkaç cümlede anlatmak çok zor oluyor. Kısaca Suzan ve Samet'in hikâyesi diyeyim ben.


    "Benim en az ihtiyaç duyduğum şey yeni bir insandı şimdi. İnsan dediğin, teskin olmaz öfkesine secde eden bir gafildir. Yağmagerdir, ziyankeştir, müntakimdir, suiniyettir, binevardır, zebundur, kirli süttür, gözyaşıdır, kandır, insandır. Dostuna sarılmaktansa düşmanına saldırmaktan haz duyacak kadar batmıştır insan. Ah, insan, şimdi şeytan baştan çıkıp sana uymaz inşallah."

    20- BAŞLANGIÇ - DAN BROWN
    Siz de benim gibi Dan Brown romanları çıkınca geciktirmeden okuyanlardan mısınız? Adam okutuyor. Polisiye-gerilimin içinde bolca sanat tarihi olunca tadından yenmiyor. Bu sefer hikâye İspanya'da geçiyor. Ünlü fütürist, bilgisayar dahisi ve bu özellikleriyle zenginliğe kavuşmuş olan Edmond Kirsch, meşhur sanat tarihçimiz Robert Langdon'un öğrencisi ve dostudur. Yaradılışla ilgili büyük bir keşif yapmıştır ve bunu Bilbao Müzesi'nden canlı yayınlanacak bir sunumla dünyaya açıklayacaktır. Longdon da o gün sunumdadır. Konunun can alıcı noktasına gelmeden Kirsch öldürülür. Langdon ve Bilbao Müzesi'nin müdürü Ambra Vidal kendilerini olayların içinde bulurlar. Vidal aynı zamanda İspanya veliaht prensinin nişanlısıdır. Acaba Kirsch'ün katilini azmettiren kimdir? İspanya kralı mı? Veliaht prens mi? Psikopos mu? Palmarian Kilisesi üyeleri mi? Dan Brown böyle başlayıp ilginç şekilde devam eden bir hikâyeyle yine geleceğe dair ürkütücü çıkarımlarda bulunmuş ve sonuna kadar da haklı.

    Bu sefer romanın gözdesi olan tarihi yapı Barselona'da bulunan La Sagrada Familia Kilisesi. Bu muhteşem kilise zaten fazlasıyla turist çeken bir yapı. Kitabın ardından filmi de çekilince yine turist akınına uğrayacak demektir.

    21- TANRILIK HALLERİ - EVREN İŞBİLEN-GAMZE KAYA
    Bir tarihçi ve psikologun beraber yazdıkları keyifli bir kitap. Yunan mitolojisindeki karakter ve olayların psikoloji bilimi içerisindeki yerini anlatmışlar. Örneğin "Histerik" sözcüğünün Antik Yunanca "Ustera" sözcüğünden türeyip "Rahim" anlamına gelmesi gibi. Çünkü histeri ilk kez Hipokrat tarafından kadınlarda teşhis edilmiş ve rahimin yarattığı bir buhran olarak nitelendirilmiştir. Yine bir örnek: Yunan mitolojisindeki kırların, çobanların, satirlerin tanrısı olan yarı insan yarı keçi Pan'ın kırda bayırda aniden bağırıp insanları korkutması, panik-atak rahatsızlığa ismini vermiştir.


    22 - 4321 - PAUL AUSTER
    Bu kitabı en az 4 kitap okumuş gibi saymalısınız arkadaşlar. Çünkü hem 1127 sayfalık dev bir kitap bu, hem de bir karakterin hikâyesini 4 farklı yolla anlatıyor. 2018'de okuduğum romanların en iyilerinden biri. Zaten Paul Auster ne yazsa okurum kafasındayım ama "4321" kalbimde özel bir köşeye yerleşti.

    Kahramanımız Ferguson'un hayatı temel bilgilerin anlatımıyla başlıyor. Amerikalı Yahudi bir ailenin tek çocuğu. Babası Stanley kafası ticarete yatkın, para kazanmaya elverişli bir adam. Annesi Rose ise sanatçı ruhlu genç bir kadın. Fotoğrafçı asistanı. Büyükanne ve büyükbabalara kadar ailenin hikâyesini öğreniyoruz ve ardından çatallanmalar başlıyor. Ferguson'un hayatı farklı olaylara göre ilerleyen 4 farklı şekilde anlatılıyor. Bir nevi paralel evren durumları. Öyle olduğunda böyle olurdu gibi. Yalnız bu Ferguson'lardan biri gerçek tabii. Numaralandırmayı çözdüğünüz zaman roman keyifli şekilde ilerliyor. Her versiyonda yazıyla uğraşan, yazar ve gazeteci olan bir Ferguson var. Ferguson'un yaşadıklarında ve yazdıklarında Amerika'nın dönem olaylarına bakış var. Hacmi gibi içeriği de dolu dolu enfes bir kitap bu. Şiddetle tavsiye edilecek olanlardan:)

    23- RUKAS - İSMAİL GÜZELSOY
    Aaa! Yine İsmail Güzelsoy. :) Yazarla "Değmez" romanıyla tanıştıktan sonra tüm yazdıklarını okumaya karar vermiştim. Kimi eski baskı olduğu için piyasada bulunmuyordu. Yazarı benim gibi tanıyanlar arttıkça eskiler de ortaya çıkmaya başladı ve böylece arka arkaya satın alma fırsatı oldu. Dolayısıyla eskileri de kısa zaman aralıkları içinde okumuş oldum.
    Rukas, Rumeli Kasabı'nın kısaltması. Rumeli Kasabı, zamanında karısını öldürüp her bir parçayı Kavak'ın çeşitli yerlerine dağıtmış bir suçlu. Ama olayın arka planında böyle vahşice bir durum yok, tam tersi müthiş bir aşk hikâyesi var. Bu ünlü katili yakalayarak kendine belediye başkanlığı için çıkar sağlamaya çalışan emniyet amiri, emniyet amirinin kullandığı kendi halinde bir adam olan Salih vs. derken ilginç şekilde ilerleyen olaylar. Kitabın asıl etkileyici kişisi Rukas değil Salih aslında. Yüksek öğreniminden beklenen mevkileri tercih etmemiş, sıradan bir veznedar olmuş ama bir parayı inceleyerek onun hangi yollardan, kimlerin elinden geçtiğini çözecek kadar farklı bir özelliğe sahip. Salih, şimdiye kadar okuduğum Güzelsoy karakterleri arasında en sevdiğim oldu sanırım.

    24- HER ŞEY KIZIM İÇİN - MATTHEW WEINER
    Aslında yaz tatili sırasında her tür okurum ama bu yıl yanıma gerçekten "plaj kitabı" denen hafiflikte bir kitap almak istedim. Tartışmasız, gelmiş geçmiş en sevdiğim dizi Mad Men'dir. Her Şey Kızım İçin'in yazarı, Mad Men'in yaratıcısı ve The Sopranos'un senaristlerinden biri olduğu için okudum bu kitabı. Küçük bir hikâye. Çabucak bitiverdi. Yani tam bir plaj kitabıymış kendisi ama kızlarının sevgisiyle var olmuş, kendi hayatlarını onun üzerinden şekillendirmiş anne ve baba karakterlerinin ustaca çizilmiş olması iyiydi.

    Bu arada, biri Ölüdeniz'e bir kitapçı açsın. Varsa da ben bulamadım. Dergi bile bulamadım. Yanıma 2 tane ince kitap almışım, çok gezmekten dolayı devamlı okumamama rağmen bitiverdiler ve ben kalakaldım.

    25- KIRMIZI KAZAK - MELTEM GÜRLE
    Akademisyen yazar Meltem Gürle, Birgün gazetesindeki köşe yazılarının bir kısmını Kırmızı Kazak'ta toplamış. Sevgili blog arkadaşım Özlem (Macera Kitabım) tarafından her fırsatta tavsiye edilen ve benim nihayet okuduğum bir kitap. Entelektüel bir kadının gözünden hayata dair, edebiyata dair, gezip görülen ülkelere dair yazıları okumak keyifli ve bilgilendirici. Köşelerine yıldız koyduğum kimi yazılar dönüp dönüp okumalık.

    "Sonuçta hepimiz çocukluğun uzun uykusundan birer ihtiyar olarak uyanmıyor muyuz?"

    "Anna ise, o kadar Rus'tur ki, felaketine hiç tereddüt etmeden kucak açar" (Anna Karenina hakkında)

    26- İYİ YOLCULUKLAR - İSMAİL GÜZELSOY
    Açık konuşayım, yazarın romanları arasında takip etmesi en zoru İyi Yolculuklar oldu benim için. Arada olur öyle, sevdiğimiz her yazarın her kitabından aynı tadı almamız mümkün olmayabilir. Aslında konusu çok ilginç. Pellucidler ve Mağlubiler arasında geçen savaşı anlatıyor. Pellucidler, arada kalmış, tam insan olamamış, duygudan yoksun varlıklar. İnsanların enerjisini çekerek besleniyorlar. Bu özel bir enerji. Severek dokunduğumuz her şeydeki enerji. Dolayısıyla bu savaşta para çok önemli. Çünkü parayı her şeyden çok seviyoruz ve severek dokunuyoruz. Nasıl ama? Mesaj net.

 
    "Zeki bir adam olabilir misin, yoksa zeki adamların sordukları soruları taklit edebilecek kadar becerikli bir kurnaz mısın? Zor zamanlar yaşıyoruz Turco, bunları birbirinden ayırabilmek hayli güç artık, bana kızma! Zekâ da taklit edilebilir bir şey haline geldi."

    27 - TİFLİS - SERHAT ÖZTÜRK
    Gürcüler'in "Şehirlerin Anası" diye nitelendirdiği Tiflis'e henüz gitmedim ama çok gidesim var. Önce kitabını okudum, bir gün kendisini de görürüm umarım. Serhat Öztürk'ün şehir yazıları çok iyi. Geçen sene okuduğum Selanik kitabından fazlasıyla yararlanmıştım örneğin.


    28 -  SPİKER - GÜLGÛN FEYMAN
    Gülgûn Feyman özellikle benim yaş grubumdakilerin yakından tanıdığı bir isim çünkü TRT geçmişinden sonra, Türkiye'nin ilk özel televizyonu Star TV'nin ekran yüzü olan başarılı bir spiker kendisi. Bu kitapta spiker olmasına giden yolu, Star'ın kuruluş günlerini ve Türkçe'nin doğru kullanımına dair fikirlerini anlatmış. İlgilendim, okudum. Anı kitapları önemlidir.


    29- STOCKHOLM ÖYKÜLERİ - DEMİR ÖZLÜ
    Yazarın hem sürgün yeri olarak, hem de eşinin memleketi olmasından dolayı yaşadığı Stockholm'de yazdığı, kimi hayali kimi gerçek öyküler. Sonradan Almanya ve Türkiye'den öyküler de eklemiş. Soğuk şehirler, yalnızlık duygusu, ilgi duyulan kadınlar, sokaklar sokaklar... Öyküleri birbirini fazlaca tekrarlar buldum. Bu tip bir kitaptan fazlaca çıkabilir aslında ama ben hiçbir cümlenin altını çizmemişim.


    30- ACEMİ EĞİTİMİ - CAN KOZANOĞLU
    Can Kozanoğlu sosyolog ve gazeteci. Editörlük de yapıyor. Medya dünyasının içinde olduğu için ismini duyuyordum. Örneğin bu listede bahsettiğim Eski Türkiye'nin Son Yılı ve Spiker kitaplarında ismi bolca geçiyor. Zannediyorum televizyonda da denk gelmiştim kendisine ama daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. İnkılap Kitabevi'nde indirimli olduğu için ve isim yabancı gelmediğinden aldım Acemi Eğitimi'ni. İyi ki almışım diyorum. Can Kozanoğlu çok iyi bir anlatıcıymış. Meddah gibi bir şey. Öyle keyifli ve ilginç anlatıyor. 
Bu kitapta çocukluğundan ve çocukluğunun Türkiye'sinden bahsetmiş. Ama nasıl bahsetme? Kurguyla gerçeğin birbirine karıştığı rengârenk anılar. Mizah yönü ayrıca güzel. Olur da okursa kendisi kızmasın ama "Ata tuta dönem resmi çıkarmış aslında" diye not almışım:) Anlattıklarının ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu konusunda kararsız kalıyorsun ama inanın bu keyifli bir kararsızlık. Okurlar kendisine "Kitapta anlattıklarınız gerçek mi? Öyle biri var mı?" gibi sorular soruyorlarmış. Zekice... Çok zekice... 
O kadar keyifli bir kitap ki kesinlikle tavsiye diyorum. Yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım. Ciddi ciddi yazdıkları dahil. 
Belli ki Can Kozanoğlu iyi bir anlatıcı ve olayları çok iyi analiz ediyor.

    31 - SOKAKLARDAN BİR KIZ
    Üvey annesi tarafından hayatı karartılan Nuran'ın hikâyesi. Bol argoyu bir yana bırakırsak eski bir Türk filmi izlemiş gibi oldum. Yanlış anlamalar, kötü adamlar, bunların arasında saf Nuran vs... Yine de Orhan Kemal romanıdır diyorum. Okunur diyorum. Her karakter öyle bir aklımda ki bu durum büyük yazarların özelliklerinden birini yansıtır aslında. Karakterleri hafızamıza mıh gibi işlerler.

    32 - DAHA DÜN - SELİM İLERİ
    Selim İleri yazılarını, romanlarını çok severim. Bu kitap da onun denemelerinden oluşuyor. Bol bol Cemil Şevket Bey'den bahsediyor ki bu onun en sevdiğim karakteridir. Yani sanırım bu kitabı okumak için Selim İleri'yi ve onun eserlerini biraz bilmek lazım. En azından Cemil Şevket Bey/Aynalı Dolaba İki El Revolver'i okumuş olmak lazım. Çok iyi bir bir roman olduğunu hatırlatmış olayım bu arada.

    33 - ANTİKA TİTANİK - MURAT MENTEŞ
    Murat Menteş'in bol aforizma  ve mizah dolu, farklı romanlarından biri. Daha doğrusu en sonuncusu. Çıkar çıkmaz aldım ve okudum. Yazarın kafasının çalışma tarzını seviyorum.
    Olaylar Titanik'in replikası olan gemide geçiyor. Gemiye binen tüm yaşlılar gençleşerek inme peşinde. Yolcularından biri olan filozof Refik Risk'in gemideki şarkıcı Şifa Şavk'a olan aşkı dillere destan. Acaba Şifa Şavk gerçekte kim? Burada anlatamayacağım kadar fantastik bir yolculuk, tipik bir Murat Menteş romanı. Altı çizili cümlelerim yok ama öğrendiğim bazı bilgiler var. Örneğin Agatha Christie'nin kısa romanlarında katilin hep kadın, uzun romanlarında erkek olması gibi. Ya da 1971 yılında Nike'ın meşhur logosunu tasarlayan Carolyn Davidson'un bu işten yalnızca 35 Dolar alması gibi.

    34 - SEN VE BEN - NICCOLO AMMANİTİ
    Lorenzo, 14 yaşında, içine kapanık bir çocuk. İnsanlarla olmayı sevmiyor ama tam tersi için içinde minik kıpırtılar da duymuyor değil. Bir gün ailesine bir grup arkadaşıyla birlikte birkaç günlük kayak tatiline gideceğini söylüyor. Bunun gerçekleşmeyeceğini bile bile neden böyle söylediğini bilmiyor ve annesinin sevinçten gizlice ağladığını görünce yalanından vazgeçemiyor. Diğer çocuklar gerçekten tatile giderken, Lorenzo yanına erzaklarını ve oyun konsolunu alıp kendisini evin bodrumuna kapatıyor. Annesiyle tatildeymiş gibi telefon konuşmaları yapıyor. Yalnız başına vakit geçirirken çok mutlu. İnzivasının 2.günü kapı zorlanıyor, görüşmedikleri üvey ablasının gelmiş olduğunu anlıyor Lorenzo. Mecburen içeri alıyor onu. Lorenzo'nun anne ve babasının olmadığı bir sırada bodrumdan kendine ait bir şeyi almak için gelmiş. Aslında orada birkaç gün kalmak gibi bir amacı da var. Uyuşturucu krizine gireceğini biliyor ve burada atlatmak, uyuşturucuyu bırakmak istiyor. İki sorunlu üvey kardeşin yavaş yavaş birbirini tanımalarını ve sorunlarını aşma yolunda gayretlerini okuyoruz. Küçük ama etkili bir hikâye. Filmi de varmış. Romanı okuduktan sonra öğrendim. Nıccolo Ammanti, yönetmenler tarafından tercih edilen bir yazarmış. Yazarın diğer kitaplarını da okur muyum? Okurum.


    35 - PARANIN CİNLERİ - MURATHAN MUNGAN
    Yine otobiyografik bir kitap. Bu kez Murathan Mungan'ın Mardin'de geçen çocukluğuna dair. Çoğunu eski aile fotoğraflarından ilham alarak yazmış. Çok yakın olduğu, çok sevdiği annesinin gerçek annesi olmadığını 17 yaşında öğrenmesi ilginç. Bu durum annesine bakışında bir değişiklik yaratmamış.


    36 - YOLCULUKLAR - STEFAN ZWEIG
    Daha önce bu kitabı okumuştum aslında ama hatırlamayıp tekrar sipariş verdim. Okumaya başlayınca anımsadım. Yani elimde 2 tane var. Bir ara evde toparlama yapıp uygun kitapları ihtiyacı olan bir kütüphaneye yollamak istiyorum. Yolculuklar'ın biri de onların arasında olur. Bu işi ihmal etmemem lazım.
    "Ben şimdi ant içtim, bacaklarım tuttuğu sürece yerimde oturmayacağım" diyen Zweig'in şahane gezi yazıları var bu kitapta. 
Gözlem ustası büyük yazardan farklı ülkeleri okumak çok güzel. Hani bu kitabı daha önce okuduğumu söylemiştim ya, aslında bununla ilgili 2 yazı da yazmıştım:) Hafızamın sonra sonra gelmesine halâ gülüyorum. Merak edenler için linkleri şuraya bırakıyorum: 
(Tanıdık Duygular Üzerinden Kısa Bir Tespit) , (Ağaçların Gölgesinde, Huzur İçinde) 
    
    37 - KAMBUR - ŞULE GÜRBÜZ
    Hakan Günday bir söyleşisinde Şule Gürbüz romanlarından bahsettiği için alıp okudum. Yazarın ilk romanı. Kısa ama sarsıcı. İsminden de anlaşılacağı gibi bu kitapta bir kamburun, kimseyle ilişki kuramayan bir kamburun düşüncelerini okuyoruz. Belli bir kurgu yok. Akıyor. Dediğim gibi sarsıcı ama tüm düşünceleriyle, olası tüm özellikleriyle insanı anlatan hikâyeleri seviyorum. Bakınız, beni çok etkileyen satırları yazıyorum şimdi:

    "Ne desem, hani olur ya günün birinde, deniz kıyısında kayalık bir yere gitmişsinizdir; elinizde bir şarap şişesi vardır; ayaklarınız çıplaktır; dalgaları seyretmişsinizdir. Ya da böyle bir şeyi hayal etmişsinizdir. Pek farkı yok nasıl olsa... Boş bulunup da birine anlatırsanız -ki başka türlü bir şey anlatılmaz- en geç iki gün sonra 'Gel' der, 'Sana bir sürprizim var'. Halâ alık alık bakarsınız, ve ayıptır söylemesi, bu yaşa gelmişsinizdir, halâ bir şey bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız. (Tüm sürprizlerin sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup - size de müstehaktır ya, neyse...) sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür; elinize daha aşağılık bir şarap verir, ve 'Hadi' der, 'Hadi, mutlu ol!'  "

    38 - SIRADAN BİR GÜN - YEKTA KOPAN
    Yekta Kopan'ın son romanı. (Anladım ki bu yıl ilk çıktığında okuduğum epeyi bir kitap olmuş.)  
    Mert Güriz, son yıllarda revaçta olan kişisel gelişim uzmanlarından biri. Yakışıklı, başarılı ve çok ünlü. Gel gör ki gerçek değil. Armağan isimli kahramanımız Mert Güriz'in konuşmalarını ve kitaplarını yazıyor, yıllardır tanıdıkları tiyatrocu arkadaşları Mert Güriz'i oynuyor, ve tüm bunların pazarlamasını Armağan'ın karısı yapıyor. Fikir de ona ait zaten. Yani her şey sahte. Armağan zamanla bu işten rahatsızlık duymaya başlayıp kendi içinde bir hesaplaşmaya gidiyor. Gerisi kitapta efendim. 
    Altını çizdiğim cümle hangisi peki? "Siz kişisel gelişin ki arılar yok olmasın" :) Bu cümleye nedense çok güldüm. Sinirim bozuldu desem yeridir:) Sahte Mert Güriz'in konuşmalarında geçen bir cümle değil tabii bu. Armağan'ın kendisini sorgularken düşündüklerinden biri.

    39 - FRANKFURT SEYAHATNAMESİ - AHMET HAŞİM
    Ahmet Haşim 1932 yılında böbrek hastalığının tedavisi için Franfurt'a gitmiş ve izlenimlerini yazmış. Ama o kadar güzel yazmış ki... Şairane satırlar, farklı gözlemler... Örneğin Alman evlerinin pencerelerinden, çiçeklerinden, perdelerinden bahsettiği bir yerde 
"Yalnız Alman pencerelerinin sırrını kavrayıp getirecek olan kimse, kendini memleketine güzel bir hizmet yapmış addedebilir" diyor. Çok iyi değil mi? :)

    40 - ÖBÜRKÜLER - MAHİR ÜNSAL ERİŞ
    Son zamanlarda romanlar illüstrasyonlarla bezenir oldu. Bu da onlardan biri. İşlerini çok beğendiğim çizer M.Kutlukhan Perker'in resimlediği bir roman bu da. Yazısı da çizisi de keyifli. 
    Mahir Ünsal Eriş bu romanı Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın anısına adamış. Ve "Öbürküler" gerçekten Gürpınar tarzı keyifli bir hikâyeyi anlatıyor. 60'lı yıllarda taşradan İstanbul'a gelen bir memur ailesi, daha önce görmeden yerleşmek durumunda kaldıkları evde tuhaf ve ürkütücü olaylarla karşılaşıyorlar. Evin anahtarını aldıkları yaşlı kadın ve oğlu da oldukça enteresanlar. Acaba işin içine görünmez güçler mi girmiş, yoksa tam tersi her şeyin mantıklı bir açıklaması var mı? Bir nevi Gulyabani durumları :)

    41 - HAYALLERİM, AŞKIM VE BEN
    Ünlü yönetmen Atıf Yılmaz'ın otobiyografik kitabı. Çocukluğundan başlayarak yönetmenliğe giden yolu, Yeşilçam dünyasını samimi bir dille anlatmış. Çok yakın olduğu Yılmaz Güney'i de bol bol anlatmış. Şu sözleri bana özellikle ilginç geldi. Kelimelerin gücü diyorum ben buna:

    "Mersin Ortaokulu'nun ikinci sınıfındayım. Kim hangi nedenle uygun gördü hatırlamıyorum şimdi. Bana 'Rejisör' lâkabı takıldı. Herhalde sınıfta bir Yılmaz daha vardı. Ondan ayırmak için olmalı. Ama halâ kendime sorarım. Neden Rejisör? Bana bu ismi yakıştıran arkadaş, şimdi ünlü bir falcı olmalı".


    42 - BUNALTI - BURAK PARMAKSIZ
    Nereden duydum, nasıl aldım, nasıl ilgimi çekti hiç bilmiyorum ama vakit kaybı bir kitap oldu benim için. Ki bunu kolay kolay söylemem. Okuma yolculuğunun başındaki, yeraltı edebiyatı seven -yanlış anlaşılmasın, aslında ben de severim- gençlere ilginç gelebilir ama ben yeterli bulmadım. Yazar bir şeyler söyleyebilecekken ucundan kıyısından dönüp dönüp gelmiş gibi. Bir ara oturup yazdığı sözlere roman uydurmuş gibi. Gerçi genç bir yazar, belki ileride daha iyilerini yazabilir deyip konuyu bağlayayım en iyisi.

    43 - DAİMA ŞIK - NEBİL ÖZGENTÜRK
     Kahramanım Atatürk'ün ne kadar şık giyindiği aşikâr. Nebil Özgentürk, 20 yıl önce başlanmış bir araştırmayı tamamlayarak Atatürk'ün şıklığını kitaplaştırmış. Onu tanıyanlarla ve modacılarla yapılan ropörtajlar çoğunlukta. Herkesin ortak görüşünün pelerini çok iyi taşıdığı olması bana ilginç geldi. Ki pelerin taşımak kolay bir şey değil. Atatürk'ü yakından tanıyanların ya da tanışmış olanların anlatımlarıyla daha önce duymadığım ufak tefek başka bilgiler de öğrenmiş oldum. Örneğin bilardo oynamayı çok sevdiğini, bilardo oynarken düşündüğünü bilmiyordum. 

     Hepimizin malûmu, Atatürk çok ama çok farklı bir insandı. Cephede bile titizliğinden taviz vermemesi, çocukluğundan itibaren hayalini kurduğu üniformasını layığıyla taşıması, modern Türkiye'nin yüzü olarak şıklığını daima içten gelen bir zariflikle koruması, onun farkını yansıtan özelliklerin yalnızca ufacık bir kısmı. Ne diyebilirim ki? Anlatmaya sayfalar yetmez. Ruhu şad olsun.

    "Madam Corinne'e yazdığı bir mektupta Chateaubriand'dan alıntıyla şöyle diyor Atatürk: 'Ya hiç doğmamış olmak isterdim ya da hiç unutulmamak' "

    44 - YOLDA - BUKET UZUNER
    Buket Uzuner yüksek öğreniminin bir kısmını yurt dışında yapmış, hem iş hem keyfi amaçlarla çok  gezmiş, birçok yabancı arkadaş edinmiş. Ve yolculukları sırasında çok fazla insan tanımış. İşte bu kitapta yollarda tanıdığı bazı insanları anlatmış. Birbirinden ilginç hikâyeleri olan insanlar... 

    Honolulu uçağında tanıştığı Hawaili doktor... Amerika'da yaşıyor. Gördüğü bir rüya üzerine, köklerine dönmek için düşmüş yola. Hiroşima'dan Tokyo'ya giderken tanıdığı müzisyen kadın... Acaba ne konuştular Uzuner'le? Arkadaşlarıyla Kazablanka'dan Marakeş'e giderken bindikleri trende tanıştıkları müneccim kadın... Öngörüde bulundu mu acaba? Madrid'te bir yazar etkinliğine katıldığında Juan Goytisolo ile onun arabasıyla yapılan ilginç yolculuk... Müthiş! Berlin treninde rastladığı, halâ aşka inanan orta yaşlı Frau Adler... Tampere'den Norveç'e giden otobüste yanına oturan obez kadın... Önyargılı yaklaşımın ardından gelen anlayış. Toronto'dan Montreal'e giden trende yaşanan doğum günü... Gel de okuma bu kitabı? Okuduğum en iyi yol kitaplarından. 

    "Köklerimiz, kökler çetin bir sorun... Ama insan ağaç değil ki, insan kalkar, yürür ve gider!" (Juan Goytisolo)

    "Öte yandan gezginler iyi bilir, yolculuklar küçük mucizelerle doludur".

    45 - KABA SABA MASALLAR - NICHOLAS SEARE
    Nicholas Seare takma bir isim. Bir mahlas. Kitabın asıl yazarı Trevanian. Ve ben bu kitabı asıl yazarı Travenian olduğu için aldım. Zira çok severim.
    Kaba Saba Masallar çok farklı, eğlenceli bir kitap. Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri hikâyelerinin mizahi anlatımı söz konusu. Okurken çok eğlendim. 

    46 - ON İKİ GEZİCİ ÖYKÜ - GABRIEL GARCIA MARQUEZ
    Az önce bahsettiğim "Yolda" kitabına, Buket Uzuner'e ilham olmuş bir kitap bu. Uzuner'den bunu okuduğumda hemen Marquez'in 
On İki Gezici Öykü'sünü aldım. Yazarın bu kitabını okumamıştım, bilmiyordum da açıkçası. Tanışmaya Yolda'nın vesile olması şahane oldu. 

    12 Avrupa kentinde geçen 12 hikâye. Kahramanların hepsi Latin Amerikalı. Cenevre'de yaşayan bir devrik başkan, Paris havaalanındaki genç ve güzel kadın, gerçekleşen rüyalarını anlatarak geçinen ve artık Viyana'ya yerleşmiş olan kadın, Barcelona'da yanlışlıkla girdiği akıl hastanesinde ömrünü tüketen kadın, Arezzo'da misafir olunan bir şato, Roma'ya Papa'yı görmeye giderken Napoli'de üzücü bir olaya şahit olan kadın, Sicilya'da Karayipli iki erkek kardeş ve onların Alman dadısı, Barcelona'da yaşayan ve öldükten sonra ne yapılması gerektiğini adım adım planlayan yaşlı ve zengin eski fahişe, Madrid'teki evlerinde yaşarken Cartagena'daki evlerini özleyen çocuklar, Paris'e balayına giderken hazin olaylar yaşayan genç çift, kızının çürümemiş cesedini Papa'ya göstermek için senelerce Roma'da kalan adam, Barcelona'da bir poyraz rüzgârı hikâyesi... Hepsi bir solukta okunan şiir gibi hikâyeler...

    47 - SULTAN MURAD - CENGİZ AYTMATOV
    Babaları savaşta olan, okul çağındaki Sultan Murad ve onun dört arkadaşının kıtlığa çare olsun diye kurak bir toprağı sürmek için görevlendirilmeleriyle başlayan ve aslında bir sona bağlanmayan hikâyeleri. Savaşın acımasızlığını, yoksulluğun çaresizliğini anlatan bir Aytmatov kitabı. Her kitabı gibi güzel. 

    48 - HASET VE ŞÜKRAN - MELANIE KLEIN
    2018'in benim için son kitabı. Haset ve kıskançlık ilgimi çeken bir konu. İnanılır mı bilmem -çünkü genelde herkeste olduğu düşünülür- ama tüm içtenliğimle söylüyorum şu yaşıma kadar kimseyi kıskanmadım. Bu yüzden böyle bir duygunun varlığı bana çok yabancı ve enteresan geliyor. Kıskanç ve haset insanları anlamıyorum ve sevmiyorum. Bu kitabı da fuarda görünce ilgimi çektiği için aldım. Biraz karıştırınca anlaşılır bir anlatımı var zannettim ama pek öyle değilmiş. Epeyi teknik bir kitap. Yarıda bırakma huyum yok, sonuna kadar da okudum. Çıkardığım sonuç, kıskançlık ve haset duygularının oluşumunun ta anne sütü almaya kadar indiği, memeyle kurulan ilişkiye dayandığı. Nedenini soracak olursanız... Bilmiyorum diyeceğim:) O kadarını anlamadım. Ama terapiyle derinlere inince düzelme ihtimali var:)
  
    Görüldüğü gibi, geçtiğimiz yıl, yine, az olsun ama öz olsun diyerek 48 kitap okumuşum. Bir tanesi hariç hepsinin bana çok şey kattığını düşünüyorum. Ve kitaplar iyi ki var diyorum.