28 Haziran 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (21)

 JOHN LAVERY (1856 - 1941) - BANYO SAATİ

    Efendim, yaz geldi. Aklım fikrim sahillerde, denizde... Dün, ünlü bir müzayede evinin internet sayfasında John Lavery'nin "Banyo Saati" isimli tablosuna rastladım ve bir süre kendisinden kopamadım. Resim genel havasıyla bana Thomas Mann'in Venedik'te Ölüm'ünü ve dolayısıyla Lido sahillerini hatırlattı. Bir köşede dadısının gözetiminde güneşlenen genç Tadzio'yu ve onun olağanüstü güzelliğini izleyen yazar Aschenbach'ı göreceğimi sandım. Lavery'nin daha önce karşılaşmadığım bir eseriydi, ufak bir inceleme yaptım. Ve bingo! Şahane bir tesadüf! John Lavery bu resimde Lido kıyılarını betimlemişti ve üstelik Venedik'te Ölüm'ün ilk yayınlandığı yıl olan 1912 tarihine aitti. Venedik'in sayfiye adası Lido, aynı tarihlerde bir yazara ve bir ressama ilham olmuştu. Nasıl olmasın? Söz konusu tarihlerde Lido, Avrupalı ve Amerikalı turistlerin gözdesiydi. Masal şehir Venedik'in merkezine oldukça yakın bir dinlenme yeri. Bugün Venedik Film Festivali'nin gerçekleştiği ada. 
    John Lavery, İrlandalı bir ressam. 1856 Belfast doğumlu. Erken yaşta anne ve babasını kaybedince akrabaları tarafından İskoçya Glasgow'da büyütülmüş. Gençliğinde bir fotoğrafçının yanında çırak olarak çalışmış. Resim eğitimini önce Glasgow'da özel bir eğitim kurumu olan Haldane Akademi'de, ardından Paris Julian Akademi'de almış. Paris'ten sonra tekrar Glasgow'a dönmüş ve Birleşik Krallık Kraliçesi Victoria'nın Glasgow ziyaretini resimlediğinde dikkatleri üzerine çekmiş. Ziyaret töreninde yer alan 253 kişiyi -fotoğraflardan faydalanarak- tek tek betimlemesi, o dönem Glasgow Okulu ressamlarının gerçekçi yaklaşımına uygun bir hareket. John Lavery, bugün de eğitime devam eden Glasgow Sanat Okulu ressamlarının "Glasgow Boys" denen grubu içine dahil edilmiş bir sanatçı. Bu grup, Edinburg merkezli İskoç Sanat Kurumu'na karşı hareketi tercih eden, gerçeğe tutkun ressamlardan oluşmakta. Empresyonizme ve Post-Empresyonizme yorum katan, genişleten; gerçek mekânları, gerçek insanları, gerçek olayları, gerçek doğa görünümlerini yansıtan sanatçılar bunlar. John Lavery, Glasgow Okulu içinde önceleri sadece bu kent ve çevresi betimlenirken dünyaya taşan, bol seyahat eden, farklı ülkeleri de tuvallerine yansıtan 3.dalga ressamları arasında yer almakta. Tam bu noktada "Glasgow erkekleri var da kızları neden yok?" denebilir. Onlar da var efendim. Daha çok tasarım alanında faaller. 19.yy'ın sonunda ekonomik yönden oldukça iyi durumda olan Glasgow'da tasarım, mimari, resim vb. alanlarda yükselişteki Art Nouveau tarzı eserler ürettiler. Takdire şayan bir durumları daha var ki o da İskoçya'da kadınların oy kullanma hakkı kazanması için çaba göstermiş olmaları. Aslında "Glasgow Girls" ismi epeyi ileri bir tarihte, 1968'de, erkek gruplaşmasına bir gönderme olarak İskoç Sanat Konseyi başkanı William Buchanan tarafından kullanılmış. İyi de olmuş. 
    John Lavery, hayatının önemli bir kısmını Londra'da geçirdi. 1.Dünya Savaşı'nda Birleşik Krallık adına savaş ressamı olarak görev aldı ancak ağır bir araba kazası geçirince geri dönmek zorunda kaldı. Savaştan sonra şövalyelik ünvanıyla ödüllendirildi, Kraliyet Akademisi'ne seçildi. Gerek cephede, gerek cephe gerisinde yaşananları savaş sürdüğü müddetçe tuvallerine aktardı. Önemli bir seri yarattı. Tabii arada gündelik yaşam görüntülerini aktarmayı bırakmadı. Ve portreler... Tüm sanat hayatı boyunca çok sayıda portre yaptı. Defalarca kez resimlediği isim, ikinci eşi Hazel Lavery idi. İrlanda asıllı Amerikalı Hazel, sosyal yönü kuvvetli, İngiltere ve İrlanda arasında mekik dokuyan, her iki ülkede siyaset ve sanat dünyasının en önemli insanlarını çevresinde toplamış çekici bir kadındı. İrlanda'nın bağımsızlık hareketleriyle şekillenen savaş sona ererken, Britanya Hükümeti ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu arasındaki müzakere görüşmeleri için evini açan isimdi. Öyle ki 1922'de İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı olsa da Özgür İrlanda Devleti kurulduğunda, basılacak olan yeni banknotlar üzerinde İrlandalı kadının simgesi olarak Hazel'in yüzü kullanıldı. İrlanda manzarası önünde, İrlanda'ya özgü şalıyla, İrlanda enstrümanı bir arp üzerine kolunu atmış kadın figürünü, yani Hazel'i yine John Lavery resimlemişti. 
   Hazel, yazının görseli "Banyo Saati"nde de yer almakta. Resmin sağındaki siyah şeritli beyaz şemsiyeyi tutan kadın Hazel'in ta kendisi. Sanatçı o seyahat sırasında aynı plajın 4 ayrı resmini yapmış. Her biri birbirinden güneşli, ışıklı. Empresyonist tarzı anımsatan bir resim olsa da çoğunlukla küçük fırça darbeleri kullanılmadığı belli. Figürün ya da objenin biçimine göre yönelen, uzayan, kısalan, genişleyen boyama tarzı dikkat çekmekte. Çizgiyle belirlenmeyip serbest tuşlarla bütünlüğün yakalandığı ön plandaki figürlerin hareketleri belirgin. Kimi oturuyor, kimi yürüyor, kimi yere uzanmış. Uzaktaki figürler ise perspektif gereği minik birer lekeye dönüşmüş. Resimde üç plan söz konusu. Kumsal, deniz ve gökyüzü... Görünen, yaşanan dünyadan rastgele bir an seçilmiş, olayın bitip bitmediği belli değil. Hazel sıcaktan rahatsız olup ayağa kalkar mı? Soldaki kız çocuğu kumdan kale yapmaya başlar mı? Ortada, ayakta duran figür bir an için duraksamış mı yoksa yürüyor mu? Olayların devamlılık hissi bu resmin açık kompozisyona sahip olduğunu gösteriyor. Durağanlığı düşündüğümüzde kapalı kompozisyonun en çok Rönesans'ta kullanıldığını hâttâ bazen kompozisyonun çerçeve çizimiyle sabitlendiğini söyleyebilirim. Ancak şimdi Rönesans devrinden çok uzaktayız. 1912 yılındayız. Avrupalı ve Amerikalı turistlerin gözdesi Lido'da bir öğle vakti... Hayat devam ediyor. Çok değil, yalnızca iki yıl sonra bir dünya savaşı patlak verecek. Araya düşmanlık girecek. Hayat sonsuz ihtimallerle dolu ucu açık bir roman, yaşananların çerçeve içine kıstırılmadığı açık bir resim. Sanatçılar bunu hatırlamamıza yardımcı olanlar. John Lavery, Lido kıyılarını böyle resmetmiş. Bence aynı yerleri bir de Thomas Mann'in gözünden okumalı ve yazıyı böylece sonlandırmalı. Yazar Venedik'te Ölüm'de şöyle diyor:
    "Plaj, denizin kenarında algıların tadını çıkaran bu kaygısız kültür manzarası, onu her zamankinden çok oyalıyor, eğlendiriyordu. Boz renk ve dümdüz deniz, bata çıka yürüyen çocuklar, yüzenler ve kollarını başlarının altına kavuşturmuş, kumların üzerine uzanmış insanlarla çoktan dolmuştu bile. Bazıları kırmızı, mavi boyalı, karinasız sandallarda kürek çekiyor, alabora oldukları zaman gülüşüyorlardı. Platformlarında ufak verandalardaki gibi oturulan tente kabinlerin uzayıp giden dizisi önünde oyun hareketleri, tembelce uzanıp dinlenmeler, ziyaret ve sohbetler, pervasız bir keyifle plajdaki serbestliğin tadını çıkaran çıplaklığın yanı sıra özenli bir sabah şıklığı da göze çarpmaktaydı. Ön tarafta, nemli ve katı kumların üstünde, beyaz bornozlu ya da koyu renkte bol gömlek giymiş tek tük insanlar geziniyordu. Sağda çocukların yaptığı kat kat bir kum şatosunun çevresine, çeşitli milletlerin ufak bayrakları çepeçevre sokulmuştu. Midye, çörek ve meyve satıcıları çömelmiş, mallarını yere sermişlerdi. Solda, diğerlerine ve denize yan veren, plajın sınırını oluşturan kabinlerden birinin önüne bir Rus ailesi yayılmıştı: sakallı, kazma dişli erkekler, pörsük ve uyuşuk kadınlar, bir şövale önüne oturmuş, güçsüz ünlemleriyle denizi resmetmeye çalışan Baltıklı bir matmazel; iyi kalpli ve çirkin iki çocuk; başı örtülü, sevecen, emir kulu yaşlı bir hizmetçi kadın. Hayatın tadını çıkararak orada yaşıyorlar, hoplayıp sıçrayan, söz dinlemez çocuklarına durmadan sesleniyor, az buçuk İtalyancalarıyla şeker aldıkları alaycı ihtiyarla uzun uzun şakalaşıyor, şap şup birbirlerinin yanaklarını öpüyor, oluşturdukları topluluğu seyreden var mı, yok mu aldırış etmiyorlardı.
    'Şu halde kalıyorum' diye düşündü Aschenbach. 'Buradan iyi neresini bulacağım?' "




  NOT: Henüz okumamış olanlar için, önce Venedik'te Ölüm'ü okumayı, ardından Visconti'nin yönettiği 1971 yapımı Venedik'te Ölüm'ü ve onun ardından filmin başrol oyuncusu hakkındaki 2021 yapımı "Dünyanın En Güzel Oğlanı" belgeselini izlemeyi hararetle tavsiye ederim efendim. Sanatla kalınız... En güzel sahilleri geziniz...:)

                         BİR RESSAM, BİR RESİM (19)
                         



17 Haziran 2021 Perşembe

BUGÜNLERDE...

     
    İstanbul'da hava 3 gündür yağmurlu. Bir yağıyor, bir duruyor. Ne ara yürüyüşe çıkmam gerektiğini kestiremiyorum. Hâlâ yaz moduna da giremedim. Şu an net bir tatil planımız olmadığı için sorun yok aslında. Birtakım işler nedeniyle tatil tarihi belirleyemiyoruz. Araya aşılar da girdi. O muydu, bu muydu derken 2.randevuyu hangi günlere alacağımıza karar veremedik. Anlaşılacağı üzere ilk doz Biontech aşısını oldum. 
45 yaşa açılır açılmaz randevumu aldım, kalabalıklara kalmadım. Eşim bir önceki grupta halletmişti. Nihayet aşıya ulaştığım için sevinçliyim. O an seçme şansı yoktu ama olsaydı yine Biontech'i tercih ederdim. Teknolojinin ilerlemesi doğal ve olması gereken bir durum. 

    Yaz moduna giremediğimi söylesem de Haziran ayını yaşıyor olmamız gibi bir gerçek var. Gönül dışarıya çıkmak istiyor, insan evlere sığamıyor. Hâlâ tedirgin olsam da ufak ufak çıkıyoruz, sevdiklerimizle de daha sık görüşür olduk. Açık hava buluşmaları ilk tercih. Sosyal hayat yavaş yavaş hareketleniyor. Bizim burada güzel bir açık hava kulübü var. Deniz kenarında, püfür püfür, hoş bir yer. 2020'ye kadar sık sık konsere giderdik. Ceylan Ertem'den Ayhan Sicimoğlu ve Orkestrası'na kadar pek çok kişinin konseri oldu. Geçenlerde fark ettim, konserler yine başlamış. 11 Haziran'da Cem Adrian varmış. Durumlar eskisi gibi değil tabii. Ayakta ve dip dibe dans edilir, şarkı söylenirdi. Şimdi aralıklı masalar konmuş, tek bilet değil masa satın alıyorsun. Gidilir. Ama rahat etmem için vaka sayılarının biraz daha inmesi lâzım.
    Blog alemi yaz durgunluğuna girdi. Yazan az okuyan az. Sanırım "Bir Ressam, Bir Resim" yazılarını sonbahara kadar haftada bir yerine iki haftada bir yayınlayacağım. Kuralcı yanım her hafta yayınlama sözü verdiğim için huzursuz. Geniş kitlelere hitap etmiyor olabilirim ama okuyan, yorum yapan herkese karşı bir sorumluluk hissediyorum. Olması gereken ama zorluk yaşatan bir huy. Fakat işte yazın gelmesiyle evlerden dışarı çıkmamız, hareketlenmemiz işleri kolaylaştırmıyor. Her yazı için tekrar tekrar düşünüyorum, tekrar okumalar yapıyorum, eski notlarıma bakıyorum, varsa eksiğim tamamlamaya çalışıyorum, titizleniyorum. Konuyla ilgili bir kitabı kütüphanemden çektiğimde "Ya bu ne güzel kitaptı" deyip baştan okuyorum. Dolayısıyla elimdeki diğer kitaplara, henüz okumadıklarıma yeterince vakit ayıramıyorum. Kışın daha rahattım ancak dediğim gibi dışarılara taştık. Üzerine bir de bunca vakit ayırdığım yazıların dönemsel sebeplerle az kişiye ulaşıyor olması can sıkıyor. Aman ha! Yanlış anlaşılmasın! Seri bitmiyor. Sadece kısa bir süre için iki haftada bire inecek. Bu arada umuyorum gezeceğim, sosyalleşeceğim, sanat tarihi dışındaki kitaplarıma da vakit ayıracağım. Hepimiz gibi! Herkes sağlıklı, mutlu bir 2021 yazı yaşasın.

    Kitap demişken... Kocaman roman Üvey Kardeş'i bitirmek üzereyim. Buradan La Paragas'a ve Leylak Dalı'na selam olsun! Kocaman dedim. Üvey Kardeş hacmiyle olduğu kadar içeriğiyle de kocaman bir kitap. 
Bir süredir onlarla birlikteydim, okumayı bitirdiğimde Barnum'u ve Barnum'un hayatına dokunmuş herkesi özleyeceğim. 
    Bu ara pek bir şey izlemiyorum. Dizi izlemeye kalktığımda da küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. TurkcellTV+ 'ta 22.11.1963'ü görünce çok sevindim, ilk bölümü izledim. İkinci bölümü açmadı. Meğer tadımlık veriyorlarmış. Üyeliğimiz dizileri kapsamıyormuş. Diziler için paketi yenilemedim tabii. Maçtan öteki, diziden beriki derken zaten bir sürü digital platforma epeyi bir ödeme yapıyoruz. Sinir bozucu. Yalnız izleme imkânınız varsa 22.11.1963'ü kaçırmayın derim. Stephan King'in bir romanından uyarlama. Kitabı okumuştum. Kitap iyiydi, dizi de çok iyi olmuş. Bakalım ben de bir şekilde devamını izlemeye çalışacağım artık. 
    İşte böyle. Şu an dışarıda hava iyi. Güneş açtı. Balkon kapısı açık. Hani salgının en başında yanımızdaki siteden birinin neredeyse her gün klarnet çalıştığını söylemiştim ya? İşte o kişi kimse klarneti epeyi bir ilerletti. Şu an onun sesi geliyor yine. Tam parçalar çalıyor artık. Vallahi takdir ediyorum. İlk zamanlardaki halinden eser yok. Belli ki salgını fırsata çevirenlerden. Helal olsun!
   Hazır yağmur yok... Ben biraz yürüyüşe çıkıyorum. 




 

14 Haziran 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (20)

   JEAN MICHEL BASQUIAT (1960 - 1988) - İSİMSİZ 

    Dürer, Monet derken... Bu ara resim sanatındaki iyi aile babalarından, sorumlu vatandaş durumundakilerden, uzun bir ömür yaşayıp sessiz sakin hayata veda edenlerden fazlaca bahsettiğimi anladım. Oysa herkes bir değil, farklı yaşamlar var. Öyleyse bugün resim dünyasının yaramaz çocuğundan bahsetmeli. 
    Jean Michel Basquiat... Ressam kimliğiyle dünyaca üne kavuşmuş ilk siyahi sanatçı. Sokaklardan galerilere terfi etmiş bir ikon. Ne yazık ki 27'ler kulübünün üyesi. Yani bu dünyaya erken veda edenlerden. Eserleri bugün rekor fiyata satılan, adına düzenlenen sergilerin önünde uzun kuyruklar oluşturan isim. 
    1960 Brooklyn doğumlu Jean Michel Basquiat'nın babası Haitili, annesi Puerto Rico asıllı. Göçmen ailenin oğlu Jean Michel, akıllı, yetenekli. Ancak aile yaşamları sallantıda. Brooklyn'den ayrılışlar, tekrar dönüşler, kavgalar... Ve bir gün annenin akıl hastanesine yatışı, Jean Michel'in anlaşamadığı babasıyla yaşamak zorunda kalışı. Kaçınılmaz son... 17 yaşında evden ayrılış... Sokaklar... Resimlediği kartpostalları, boyadığı tişörtleri satarak geçinmeye çalışır Basquiat. Bir gün bir restorana girerken gördüğü Andy Warhol'a bile kartpostal satmıştır. Kısa bir süre sonra ikisi çok yakın arkadaş olacak, beraber üreteceklerdir. Adını ilk kez grafiti imzası olan SAMO ile duyurur. Lise arkadaşı Al Diaz'la birlikte Manhattan sokaklarını grafitilerle bezerler. Bir köşeye ortak yaratımları SAMO'yu (Same Old Shit) yazıp, yanına telifin simgesi olan şu işareti ekleyiverirler: ©Gün gelip yolları ayrıldığında, Basquiat bu kez aynı grafitilere "SAMO öldü" cümlesini konduracaktır. 
    1980 yılında ilk kez karma bir sergiye katılır. Arkası gelir. Zaten yetmişlerin sonunda sanat programlarına konuk olmaya başlamıştır. 81'de bir filmde oynar, 83'te Rammellzee ve K-Rob ile birlikte bir rap kaydı yapar. New York alt kültürünün parçası haline gelmiştir. Tam bu noktada biraz magazine yöneleceğim, her ikisi de tam anlamıyla şöhrete kavuşmadan önce Madonna ile birliktelikleri olmuştur. Basquiat'nın asıl tutkusu resimdir. Kısa sürede galerilerin bünyesine katmak istediği bir isim, Andy Warhol'la katıldığı partilerin aranan adamı haline gelir. Amerika'da 80'lerde yaşanan ekonomik canlanmanın sanat dünyasını da hareketlendirdiği zamanlardır. Sanata yatırım zirvededir. Sokaklardan gelen Basquiat ekonomik anlamda sınıf atlar, çok kazanır. Ancak kazandıklarını öyle bir savurur ki bunun sebebinin erken öleceğini hissetmek olduğunu düşünürüm. Marka giysilere yönelir, arabasının camından dolarlar saçar, bol bol borç verir. Harcar ancak üretir de... Sabahlara kadar çalışır. Ardında binlerce tablo ve çizim bırakmıştır. Oysaki aşırı dozdan hayatını kaybettiğinde henüz 27 yaşındadır.  Bugün hâlâ onunla ilgili haberlere rastlarız. Özellikle gençler arasında popülerdir. Ya bir sergisinin açılışı yoğun ilgi görür ya da bir tablosu rekor fiyata satılır. Birkaç sene önce bizde de Cem Yılmaz'ın satın aldığı Basquiat tablosuyla haber olduğunu hatırlarım. 
    Basquait, Neo-Expressionism'in yani Yeni Dışavurumculuk'un temsilcilerinden biri sayılmaktadır. 1890'larda modern sanat akımlarından biri olarak ortaya çıkan; sanatçının içsel dünyasını, öznel görüşünü ön plana alan; doğayı bire bir yansıtmayı reddeden, yoruma dayalı dışavurumculuk, 20. yüzyılın savaşlarla ve yükselen endüstri ile şekillenen kaotik ortamını farklı akımlarla paylaşmıştı. Giderek güçlenen kavramsal sanat ve minimalizm gibi akımlar duyguyu, sembolizmi, psikolojiyi, kişisel ve kolektif tarihi, yani insanın içsel dünyasına ait durumları resimden çıkarmaya başladığı gibi, figürü de resimden uzaklaştırmıştı. Yeni dışavurumcular tüm bunları tekrar tablolarına taşıdılar. Ancak her birinin tarzı farklıydı. Üslupta değil, eğilimde birleşmişlerdi. Basquait en farklı olanlardan biri. Ham sanatın, yani resim hakkında hiçbir bilgisi ve eylemi olmayanların, çocukların ve hâttâ akıl hastalarının çizimlerinin izleri görülür onun eserlerinde. Bol renk vardır. Ve bolca harf, kelime, işaret... Bazen bir burun çizmek yerine farklı dillerde "burun" kelimesini yazar örneğin. Şiir kullanır. Önem verdiği kelimelerin üzerini çizer ki ona daha çok dikkat çekebilsin. Sayılarının da anlamı vardır. Siyahi ve Hispanik geçmişinin yansımasını da görürüz resimlerde. İspanyolca kelimeler, totemleri hatırlatan figürler, büyü nesneleri vs. Bir de Amerika'da bugünü vardır. Çizgi roman figürlerini, reklamları da kullanır. Siyahi müzisyenleri, sporcuları da çizer. Başlarına üç köşeli taçlar kondurur. Çünkü onlar hak ettikleri değeri bulamadıkları halde kral ve kraliçe olanlardır. Hollywood'da siyahi oyunculara yeteri kadar değer verilmediğinden sıkça bahseder. Öyle ki bu düşüncelerini Hollywood Africans isimli tablosuyla görselleştirmiştir. Üç köşeli taç onun alameti farikasıdır. Her zaman bir figürün tepesinde olması gerekmez, kıyıda köşede de olsa rastlarsın. Onun figürleri bir röntgen cihazının arkasına geçmiş gibidir. İç organlarıyla gözlemleriz onları. Çünkü sekiz yaşında ona bir araba çarpıp yaralandığında, iyileşme sürecinde oyalansın ve öğrensin diye annesi eline Gray's Anatomy kitabını vermiştir. İlerideki hayatına taşıyacağı ilgiyi böylece kazanır. "Minimalizm kafamı karıştırdı" diyen, minimalizmin insanları sanattan uzaklaştırdığını düşünen Basquiat'nın resimleri tam da bu sebeple yoğun ve enerjiktir. Bir Basquiat tablosu izlerken, ne kadar basit gibi görünse de türlü okumalar yapabileceğini, dikkatini vereceğini, birçok fikir yürütebileceğini bilirsin. 
    Yazının görseli olan resimde siyahi figür, koyu mavi yüzey üzerinde sol tarafa yerleştirilmiş. Asimetik bir yüze, birbirinden farklı çizilmiş gözlere sahip. Yüzün sağ yanağındaki dişler, derisi saydammışçasına görülmemesi gereken yerde bile ortadalar. Bu da az önce bahsettiğim anatomik düşünceden kaynaklanmakta. Sağ üstteki "Oreja" İspanyolca "Kulak" anlamına geliyor, sağ alt köşedeki "Pecho" ise "Göğüs". Oreja'nın altına yine üç köşeli taç yerleştirilmiş. Tacın altında 26 sayısı dikkat çekiyor. Kompozisyon mavi, kırmızı, turuncu, siyah ve beyaz geniş renk alanları üzerinde hareketli çizgilerle oluşturulmuş. Basquiat bu tabloda akrilik ve yağlı boya uygulamanın yanı sıra kağıt kolaj tekniğini de kullanmış ve art arda resimlediği tılsımlı, ikonik, çarpıcı kafa tablolarına bir yenisini eklemiş. Her zaman müzisyenlerin ilgi alanında olan, ilk çalışmasını Debbie Harry'ye satan Basquiat'nın bu tablosu 1989 yılında U2 tarafından satın alınmış ve 2008 yılına kadar grubun kayıt stüdyosunda kalmış, sonrasında el değiştirmiş. 
    Daha uzun bir hayatı olsaydı Basquiat'nın neler yapacağını merak ediyorum. Yalnızca resim alanında kalmayacağı, müzik ve sinemada da iyi işler çıkaracağı kesin. Black Lives Matter hareketinde pozisyonu ne olurdu acaba? Resimlerinde metinlere, şiirlere, sembollere yer veren bir sanatçı olarak kitap yazdığını da görür müydük? Son dönemlerde yüzünde çıkan ve kanser olduğu söylenen yaralar iyileşir miydi, yoksa yine de erken veda onun kesinkes kaderi miydi? Artık bunların cevabını öğrenmek mümkün değil. Jean Michel Basquiat, fırçanın ucundaki kendine has rengiyle bu dünyaya küçük bir dokunuş bıraktı ve gitti. 





7 Haziran 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (19)

     CLAUDE MONET (1840-1926) - MADAM MONET VE OĞLU 

    Geçtiğimiz cumartesi günü Orhun'la birlikte annemin evine gitmeden önce Bahçeşehir Parkı'nda yürüyüş yapmak istedik. Taksiden biraz erken indik ki yolumuzu yeşillikler içinden tamamlayalım. Bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan yürüyoruz. Mis gibi bir hava, çiçekler, ağaçlar, kediler, köpekler, kuşlar, cıvıl cıvıl insanlar... Büyük Gölet'i geçtik, daha küçük olanın ortasındaki köprüye yaklaştık. İnsan eliyle düzenlenmiş olsa da doğallığı yakalamış kır görüntüsü içindeki tahta köprü bana birden Monet'nin resimlerini hatırlattı. Mutlu mutlu seslendim: "Orhun bak! Monet resimleri gibi! Monet'nin Giverny'deki bahçesine benzemiyor mu? Köprüye çıkayım, tam şu açıdan benim fotoğrafımı çek!" :) Orhun annesinin tavırlarına alışkın. Fotoğraf çekme fikrine karşı çıkmadı. Hadi Monet'yi tanır ama "Giverny neresi? Ne bahçesi?" demedi. Nasıl olsa birazdan konuyu açardım, anlatırdım. Sohbete o da bir şeyler katardı, karşılıklı tatlı tatlı konuşurduk. Bu benim şanslı olduğum bir durum. Örneğin yeni bir şey öğrendiğimde de hemen ona söylerim, uzaktaysa mesaj atarım, önceden bilip bilmediğini merak ederim. Onun da aynı şekilde yeni bir şey öğrendiğinde, farklı bir durumla karşılaştığında ilk haberdar etmek istediği kişilerden biri benimdir. Oğlum için "en yakın arkadaşım" demem, çünkü bana kalırsa anne annedir, baba babadır, evlat evlat. Herkes en başta bir ebeveyne ihtiyaç duyar. Ancak şunu söyleyebilirim ki oğlum benim en iyi sohbet ettiğim insanlardan biridir. Küçüklüğünden beri böyle bu. İşte o gün o parkta Orhun'la Monet üzerine konuşurken aklıma tüm bunlar geldi. Çocukluğuna kadar indim, bıcır bıcır konuşmalarını hatırladım. Malûm zihin enteresan bir hâl, arka arkaya görüntüler içinde oğlumun küçücük suratını gözümün önüne sunarken, arkasına Monet'nin eşi ve oğlunun resmini ekleyiverdi. O an "Bir Ressam, Bir Resim serisinin sıradaki görseli bu olmalı" dedim. Monet'nin resminde de anne-oğul, güneşli bir yaz gününde gezintiye çıkmışlardı. Baba Monet o günden bir görüntüyü ölümsüzleştirmişti. Üstelik bu tabloyu 2012 yılının sonlarında Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan "Monet'nin Bahçesi" sergisinde görmüştüm.
    "Madam Monet ve Oğlu", "Gezinti" ya da "Şemsiyeli Kadın" gibi farklı isimlerle anılan 1875 tarihli tabloda sanatçının ilk eşi Camille'i ve oğlu Jean'ı görmekteyiz. Yer, bir süre yaşadıkları Argenteuil. Anne-oğul belli ki yürüyüşe çıkmışlar. Hava açık ancak biraz esintili. Camille'in yüzündeki şeffaf örtü, saçları, bulutlar, çimenler rüzgârın etkisiyle devinim halinde. Serbest tuşlarla (fırça darbeleriyle) oluşturulan hareket öyle etkili ki izleyicinin esintiyi yüzünde hissetmesi mümkün. Ve ışık... Açık-koyu renk tonlarıyla yaratılan ışık etkisi güneşin varlığını kanıtlamakta. Her an biz de Camille'in yeşil şemsiyesinin altına girebiliriz. Sanki onlar da bizi davet eder gibi bakmıyorlar mı? Gezinti sırasında bir an varlığımızı hissetmiş ve bize dönmüş gibiler. Belli ki yol eğimli. Biz onlara göre biraz daha aşağıdayız. Sık rastlanmayan bir bakış açısı bu. Ve kesin ki Madam Monet'yi çok daha heybetli gösteriyor. Acaba bu, sanatçının eşine olan sevgisinin yansıması mı? Claude'un Camille'e olan aşkının ailesiyle arasını açtığını biliyoruz. Ve ne yazık ki Camille'in ikinci çocuğunun doğumunun ardından erken yaşta öldüğünü de biliyoruz. Monet, ilerleyen yıllarda bu yazıya konu olan resmin iki farklı versiyonunu yapıyor. Bu kez model olarak üvey kızını kullanıyor ancak Camille'in hatırasının etkisiyle figürün yüzünü tamamlayamıyor, belirsiz bırakıyor. 
    Madam Monet ve Oğlu tablosunda görülen anlık izlenimin ele alınması ve yansıtılması durumu Empresyonizm'in özelliklerinden biri. Ve Monet, empresyonizmin isim babası, en tanınan ressamı. 1874 yılında Paris'te düzenlenen bir sergide "İzlenim (Empresyon)" adını verdiği bir gün doğumu resmi sergiliyor. Sanat eleştirmeni Louis Leroy bunun üzerine alaycı bir tavırla "Empresyonistlerin Sergisi" başlıklı bir yazı kaleme aldığında sergiye katılan ressamlar bu isimden hoşlanıyorlar ve böylece Empresyonizm, yani İzlenimcilik bir akımın ismi oluyor. Empresyonist sanatçılar akademik öğrenimin dışında davrananlar, doğaya açılanlar. Günün farklı saatlerinde yansıyan ışığın değiştirici etkisiyle şekillenen anlık izlenimleri tuvale yansıtanlar. Anlık izlenimi kaçırmamak için hızlı çalışanlar. Gün ışığıyla yarışanlar. Bu nedenle serbest tuşlar kullananlar. Bir yerin resmini sabah, öğle, akşam saatlerinde ya da farklı mevsimlerde tekrar tekrar yapıp anlık değişimleri gösterenler. Bunları gerçekleştirirken ışık üzerine yapılan bilimsel çalışmalardan faydalananlar, eserlerini saf prizma renkleriyle boyayanlar. Sınır çizgilerini kullanmayanlar. Işığın parlaklığını verebilmek için, sanayi devriminin sonucunda ortaya çıkmış olan sentetik boyayı kullananlar. Güncel resim yapmak isteyenler. Bu yüzden açık hava gezintilerini, büyük caddeleri, tren istasyonlarını, kırsalda ya da kentte yaşamdan manzaraları sunanlar. Işık ve rengi her şeyin üzerinde tutanlar. Monet tüm bunlara sonuna kadar bağlı kalan isim. Renk renk çiçeklerin, suyun, ışığın, anda yakalanan zihinlerde kalıcı olanın ressamı. Ve Giverny... Onu çağıran doğanın çağrısına uyup yerleştiği, 36 yıl boyunca yaşadığı, ürettiği, ilmek ilmek işleyerek bir cennet bahçesi haline getirdiği evinin bulunduğu, Seine nehri kıyısındaki Fransız köyü. Sanatçının evi bugün bir müze. Empresyonizm Müzesi'yle birlikte bu küçücük köyde sanatsever turistleri ağırlıyor. Tüm bunlar... Yıllar önce Boğaz kıyısındaki o güzelim müzede gördüğüm tablo, anneannemize giderken yaptığımız yürüyüş, sohbet, hatıralar, gölet, çiçekler, Monet, Camille, Jean... Her gün yeniden doğan günün ışıkları gibi, sanatçının fırçasından dökülen renkler gibi doluyorlar zihnime, anlar uç uca ekleniyor birbirine, her birini duyumsuyorum, yazıyorum...