26 Temmuz 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (23)

JACQUES-LOUIS DAVID (1748-1825) - HORASLAR'IN YEMİNİ 


     "Bir Ressam, Bir Resim" serisine başladığımdan bu yana, 22 yazının okunmasına yönelik çıkardığım sonuç, Rokoko üslubuna ait resimlerin en sevilenler olduğu. Rococo tablolar seviliyor. Onlar aristokrat sınıfı anlatan resimler, sarayların ihtişamını gösterenler, havailiği, uçuculuğu ön plana çıkaranlar. Eğlenmeye, en güzel kumaşlarla yapılmış giysiler giymeye, biraz boş vermeye ihtiyacımız var demek ki. Fakat ters bir günümdeyim sanırım, huysuzluk yapacağım, bu hafta Rokoko'ya zıt gideceğim,  Rokoko'ya tepki olarak doğmuş Neoklasizm'den bir örnek vereceğim:) 
    Serinin 23.resmi "Le Serment des Horaces". Yani "Horaslar'ın Yemini". Neoklasizmin önemli temsilcilerinden Jacques-Louis David'e ait, bugün Louvre Müzesi'nde sergilenen, 1785 tarihli yağlı boya bir tablo. Tarihe dikkat çekmek isterim: Fransız İhtilâli'nin 4 yıl öncesi. Jacques-Louis David devrim yanlısı bir isim. Devrim ilkelerini yansıtan tablolar yapması son derece doğal. Tıpkı bu resimde olduğu gibi...
    Resimdeki konu Antik Roma dönemine ait yaşanmış bir olayın bir anına ait. 18.yy'da başlayıp bir sonraki yüzyılda da etkisini sürdüren Neoklasik dönemde antik dünyaya büyük bir ilgi vardı. Antik Yunan ve Roma'ya dönüş vardı. Çünkü arkeolojik kazılar başlamıştı. Herculaneum, Paestum ve Pompei'den çıkan her bir kalıntı merakla beklenmekteydi. Antik dünyanın evrensel değerleri, antik çağ eserlerinin yalınlığı sınırlı saray ortamının cafcafından çok uzaktı. Bu özellikler yaklaşmakta olan devrimin değerleriyle örtüşüyordu. Öyleyse yalın çizgilerle, evrensel ahlâki değerleri yüceltmekle, yapay hayatların üslubundan vazgeçelim, gerçeklere dönelim. İşte Neoklasizm! 
    Yazının görseli olan ünlü tablodaki Horaces Kardeşler, eski Roma'nın kahramanları. Roma ve Alba şehri arasındaki savaşı bitirmek için onlar seçilmişler. Bu savaşta ordu yok. Her iki şehirden üçer erkek kapışacak. Alba'nın savaşçıları da yine üç erkek kardeş. Roma'nın savaşçısı olan üçlüyü vatan uğruna savaşmak için babaları karşısında yemin ederken görüyoruz. Kahramanların duruşları sağlam. Vatan için kendini feda etme hissini, devrime yakın yıllarda şekillenen yeni ahlâkçılığı, Stoacılar'a özgü kendini denetleme özelliğini ve Spartalılar'ın sertliğini yansıtan bir sahne bu. Arka planda Toscana tarzı, dor sütunlu, derinliği olmayan sade bir mekan görünmekte. Neoklasik resimlerde mimari önemli. Figürler antik bir lahitteki kabartmalar gibi mekanın önünde paralel şekilde dizilmişler. Işık sağ alttan geliyor. Keskin yatay ve dikeylerlerle sağlanan düzen, mızrak ve kılıçların diyagonalliğiyle bozulup hareketlendirilmiş. Erkek figürlerin kaslarına dek belirtilen güçlü duruşlarıyla, sağ tarafta ağlayan ve erkeklere göre biraz daha arkada, biraz daha ufak betimlenen kadınların duygusallığı zıtlık yaratmış. Aslında kadınlar ağlamakta haklılar. Zira içlerinden biri -Horaslar'ın kız kardeşi- Albalı savaşçılardan biri ile nişanlı. Çarpışmada ya kardeşini ya da nişanlısını kaybedecek. Figürlerin giysileri dönemin gerçeğine uygun, aksesuar az. David, giysiler ve eşya üzerine fazlaca çalışan bir ressam. 
    Neoklasizm Rokoko'ya göre daha ciddi ve ahlâki yönü daha ağır basan bir üslup. Akla, evrenselliğe, idealizme, düzene, klasik nesnelere verilen önem mevcut. Çizgi renge egemen. Simetri önemli. Mimari önemli. Tıpkı bu yazının görselindeki gibi, arka plan genelde resim düzlemine paralel ve fazla derinliği yok. İç mekan sahnelerinde koyu renk kullanımı çoğunlukta. Konu açısından kompozisyon kapalı. Yani konu devam etmiyor, çerçeve içinde anlık bir görüntü var. Kullanılan ışık soğuk ve yoğun. Fırça hareketleri hissedilmiyor, yüzey pürüzsüz. Soylu bir yalınlık, sakin yücelik resmin başrolünde. Tıpkı Horaces Kardeşler'in Yemini'nde olduğu gibi... Neoklasik resimde figür kullanımı azdır fakat her biri büyük çizilir. Kişiler idealize edilir. Portrelerde antik kıyafetler içinde görürüz onları. Bu dönemde kadından çok erkek çıplaklığı yansıtılmıştır. Rokokoya karşı ahlâkçı ve entelektüel bir tepkidir Neoklasizm. 
    Jacques-Louis David bu resmin konusu için bir yıla yakın süre boyunca Roma'da kalmış. Horaslar'ın Yemini'ne verdiği önem onun devrim sanatçısı olmasını sağlamış. Çalışkan bir ressam David. Küçük yaşlardan itibaren elinden fırçayı düşürmeyenlerden. Belki de bunun bir sebebi yüzündeki rahatsızlık nedeniyle konuşmakta zorluk çekmesi. Okulda diğer öğrencilerden kaçıp sürekli resim çizmesi gibi bir durum söz konusu ve bu onu en ünlü Fransız ressamlardan biri olmasına giden yolun başına getiren özelliği. Varlıklı bir aileye mensup. 11 yaşında babası bir düelloda ölünce annesinin kardeşleri tarafından yetiştirilmiş, hevesi olan resimden uzaklaştırılmamış, önce mimar olması istense de resim konusunda desteklenmiş. Serinin beşinci resminin sanatçısı olarak hatırlatacağım Boucher yakın akrabasıymış ve bir süre onunla çalışmış, devamında onun yönlendirmesiyle kendi yolunu çizmiş. Akademi üyeliği, eğitimciliği, ünvanları arasında. Ve bir de siyasi kimliği var tabii. Fransa tarihinin karmaşık bir döneminde yaşayan David, olan biten her şeyden payını almış. Fransız İhtilali sonrası meclise girmesi, 16.Louis'nin idamı için oy kullanması, Bourbonlar'ın hakimiyeti sırasında hapsedilmesi, son yıllarını Brüksel'de bir nevi sürgün olarak yaşaması ve orada tiyatro oyunundan çıkarken araba çarpması sonucu ölümü... Fırtınalı bir hayatın göstergeleri... 
    Akımlar, karşı akımlar, her daim değişim peşindeki insan... Ve sanat... Hayatın yansıması...


    İlgili yazılar:Bir Ressam,Bir Resim (5) - Boucher 
                           Bir Ressam,Bir Resim (11) - Watteau

 

17 Temmuz 2021 Cumartesi

YOLCULUK ERTESİ... YORGUN, MUTLU...

    1.5 yıl aradan sonra ilk uçak yolculuğumu gerçekleştirdim. Uçuşun yönü Dalaman'a ve ardından Kaş'a doğruydu. Mutluluğum tarifsizdi. Bayram kalabalığına kalmadan gittik geldik. Bir hafta boyunca denizden çıkmadım desem yeridir. Kaş mavisi bana çok ama çok iyi geldi. 
    Tedirginlik yaşadım mı? E yaşadım aslında. Bunun için otel yerine Airbnb'den daire kiralamayı tercih ettik. Bu siteden kiraladığım evlerle ilgili yurt içi, yurt dışı hiç sorun yaşamamıştım, bu kez de öyle oldu. Pırıl pırıl ve kullanışlı bir evde çok rahat ettik. Dışarıda yoğun kalabalıktan uzak durduk. Zaten kalabalık döneceğimize yakın zamanda artmaya başladı. Bayram tatili bu açıdan sıkıntılı olacak gibi. Maske ve mesafe konusuna dikkat eden var, etmeyen var. Hava da öyle sıcak ki maske kullanımı zorlaşıyor ve umursamamaya yol açıyor. Eğer ortam kalabalıksa, açık havada dahi olsak, biz hâlâ kullanıyoruz, onu belirteyim. Artık açık havayı geçtim bari kapalı alanlarda gevşeme olmasa düşüncesindeyim. Örneğin İstanbul Havalimanı'nda her şey normaldi, görevliler devamlı uyarıyorlardı, herkes sessiz sakin ilerliyordu. Dalaman'a uçuş da sıkıntısızdı. Ancak Dalaman Havalimanı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım tatilde nispeten rahat davranmanın etkisi sürüyordu ki maskesini indirip gezen çok kişi vardı ve ortalıkta görevli görünmüyordu. Kaş'ta pek Rus turiste rastlamadım ancak havalimanında civar tatil bölgelerinden dönüşte olanlar vardı ve epeyi rahatlardı. Ben farklı bir ülkede olsam misliyle dikkat ederim, milletteki bu gevşekliği anlamam mümkün değil. Bir de üzgünüm ama -ve dikkatli davrananları ayrı tutarım- yurt dışında yaşayan Türkler'de de gözledim o rahatlığı. Tahminim PCR testi ve aşı gibi gerekli şartları karşılamış olmalarından kaynaklı bir durumdur ancak hiçbir şeyin garanti olmadığı bir salgında semptomsuz hasta olmanın tedirginliğini yani başkalarına bulaştırma potansiyelimizi düşünmemiz lâzım. Özelikle kapalı alanlarda. Hadi biz birkaç saat havalimanında bulunduk. Fakat sabahtan akşama kadar orada çalışanlar var, onların risklerini arttırmaya gerek yok.

    Uçak yolculuğunu o kadar özlemişim ki... Ne inişte ne kalkışta, önceden sık yaşadığım korkuyu yaşamadım. Aksine çocuklar gibi mutlu ve heyecanlıydım. Ortam eskisi gibi değildi muhakkak ama o an onu düşünemedim bile. Şimdi daha korkusuz günlerde keyifli uçuşların hayalini kuruyorum. Mümkünse bir kısmı uzak uzak diyarlara olsun. 
    Ve Kaş... Kaş'a ilk kez gittik. Şu salgın şartlarında bile o kadar sevdik ki...  Daha önce tercih etmediğimiz için defalarca kendi kendimize söylendik. Türkiye kıyılarında ziyaret etmediğimiz ender yerlerden biriydi Kaş. Bunca yıl "Denizi çok soğuk, girilmiyor" diyenlerin kurbanı olmuştuk resmen. Yüzmeyi sevdiğimiz için ve yazın toplamda ancak 2-3 hafta denizle buluşabildiğimizden, hâliyle girilmeyecek derecede olan yerleri tercih etmiyorduk. Pişmanız. Küçükçakıl'daki yer yer soğukluk dışında son derece normal bir suyu var. Ben bu klişeye nasıl aldandım bilmiyorum. Kısacası Kaş'a ziyaretlerimiz devam edecek. Hakikaten Kaş'ta denizin mavisi bir başkaymış. Çok güzelmiş. Anlatırım. Bir sonraki yazıda...

    Her anını değerlendirmek isteyince erkenden kalkıp tüm gün koşturuyorsun ve bu hâliyle tatil yorucu oluyor. 
Bir süredir çıkmaya çıkmaya da hamlamışız. Ancak kafam öyle rahat ki... Kollarımın bacaklarımın sızlamasına aldırmadan gelir gelmez bavulları boşalttım, her şeyi yıkayıp yerleştirdim. 2-3 gün böyle geçti. Şimdi buradan uzakta kaldığım süre boyunca kaçırdığım yazıları okuyacağım. Dikkatlerden kaçmasın, "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin 22.yazısını önceden ayarlamıştım ve uzaklarda olsam da yayınladım. Aferin bana! :) Artık okuma, yazma rutinime dönüyorum. 
    Okuma demişken... Tatilde yanıma -öncesinde bitiremediğim için- Orhan Pamuk'un Veba Geceleri'ni almıştım. Nasıl yanlış bir karar! "Tatil kitabı" kavramını sevmem ama salgının çekilmeyen gölgesinde kafa boşaltmak için gittiğin tatilde bu kitap olmaz aslında. Bir de sağ olsun yazar öyle çok tekrara düşmüş ki okumama denizin  minik dalgaları ve cırcır böceklerinin sesi eşlik ederken konsantre olmam oldukça güç oldu. Hiç huyum olmadığı halde bir kere uyuyakaldım. Neyse yarıdan sonra tekrarlar azaldı da tempoyu yine kazanabildim. Bunca söze karşın kitabı sevmediğim zannedilmesin. Sevdim. Düşündüren bir kitap. Fakat benim için en iyi Orhan Pamuk kitabı her daim "Benim Adım Kırmızı".
    Ufak bir merhaba yazısı yazayım derken yine lâfı uzattım. Şimdilik burada kesiyorum. Artık diğer bloglara yolculuğum başlamalı bence.
    
    



12 Temmuz 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (22)

 LEYLA GAMSIZ SARPTÜRK (1921-2010) - OTO-PORTRE

    İsmi defalarca değişen, en son ne dendiğini hatırlamak için internete başvurduğum üniversite sınavı, yani YKS henüz atlatıldı. Çevremde bu sene ilk defa sınava girmiş olanlar var. Hepsinin yolu açık olsun. Dilerim hepsi sevdikleri bölümü okuyup, sevdikleri mesleklere adım atarlar. Ancak bu çetrefilli bir konu. Öğrencilerin kimi zaman aileleriyle çatıştıklarına şahit oluyorum. Örneğin çocuk sanatla uğraşmak isterken veya mimarlığı yazmak isterken, aileler düzenli gelir getiren mesleklerde ısrarcı oluyorlar. Fen puanları boşa gitmesin diye doktorluk, mühendislik alanlarına yöneltiyorlar. Her iki tarafa da hak versem de daha çok sevilen mesleğin edinilmesi kısmında yer alıyorum. Hayatın neler getireceği önceden bilinmez. Kimi insan sevmediği bir mesleği edinip şikâyet ede ede ömrünü tüketirken, bazen de su yolunu buluyor ve kimisi tam şu an aklıma gelen Nuri Bilge Ceylan gibi önce elektrik-elektronik mühendisliği okuyup ardından sanata yönelebiliyor ve eserleriyle önemli ödüller alabiliyor. Leyla Gamsız Sarptürk de önce farklı bir alanda eğitim alıp daha sonra aslında hiç vazgeçmediği sanata yönelen ressamlarımızdan biri. Ancak onu engelleyen aile baskısı değil. İkinci Dünya Savaşı'nın başlamış olması. 1921 doğumlu Leyla Gamsız erken yaşlardan itibaren resme ilgi duymuş. Doktor babasının görevi nedeniyle bulundukları Sivas'ta okuduğu lisenin resim öğretmeni Eşref Üren olunca ondan destek de görmüş. O yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi yüksek okul seviyesinde olmadığı için, Leyla Gamsız'ın ailesi burada eğitim almasını istememiş. Sanatın kalbi Paris'e göndermekmiş asıl amaçları. Ancak savaş patlak verince Paris yolculuğu hâyâl olmuş. Ne yapacağını bilemeyen Leyla, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin Coğrafya bölümüne kaydolmuş ve tamamlamış. Bu arada resmi bırakmamış, çizmiş, boyamış. Akademi'de Yüksek Resim Bölümü açılınca soluğu burada almış. Ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencisi olmuş. Türk resim sanatının Cumhuriyet'in ilanından sonraki ortamı içinde peş peşe beliren gruplardan biri olan "10'lar Grubu'na" dahilmiş. 
Bu grup, Akademi'de Bedri Rahmi'nin öğrencisi olan 10 genç tarafından 1947'de kurulan bir grup. Yani Mustafa Esirkuş, Nedim Günsür, Leyla Gamsız, Hulusi Sarptürk, Fahrünisa Sönmez, Ivy Stangali, Turan Erol, Orhan Peker, Mehmet Pesen ve Fikret Otyam tarafından... 10'lar Grubu'nun amacı evrensel değerlerle yerel geleneklerin kaynaştığı eserler üretmek. Cumhuriyet döneminin sanat ortamında süren "Yeni Sanat mı? Milli Sanat mı?" tartışmalarına taze bir bakış açısı getiren bu öğrenciler, Doğu sanatına da Batı sanatına da aynı oranda sahip çıkmak gerektiğine inanıyorlar. Bu düşüncelerin belirmesinde Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun etkisi olduğu kesin. Bedri Rahmi ve öğrencileri, Batı'nın soyut üslupları ile Anadolu folklorundan esinlenilmiş formlarla yakalanan biçim dilinin, özgün Türk resmini oluşturacağını savunuyorlar. 
    10'lar Grubu'nun kurucuları arasındaki Hulusi Sarptürk dikkatinizi çekmiş olsa gerek. Şu noktada iki genç ressamın evliliği ve sanatla sarmalanmış, uzun süren bir birliktelik söz konusu. Üstelik işin içinde daha önce gidilemeyen Paris şehri de var. Fransız Konsolosluğu'nda açılan kişisel sergileriyle Fransızların ilgisini çeken Leyla Gamsız Sarptürk'e bu ülke tarafından burs sağlanıyor ve genç çift Paris'e doğru yola çıkıyor. Paris'te Fernand Leger ve Andre Lhote gibi iki büyük ustanın öğrencisi oluyor Leyla. Boş zamanlarında diğer Avrupa ülkelerini de gezdikleri verimli bir öğrencilik hayatı yaşanıyor. Türkiye'ye dönüşlerinde Hulusi Sarptürk resim öğretmenliğini tercih ederken, Leyla Gamsız Sarptürk çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor. Öyle ki Taksim'de Gamsız Apartmanı'ndaki atölyesi ile "Özel atölyesi olan ilk kadın ressamımız" haberiyle gazetelerde yer alıyor. Çok üretiyor, faâl bir sanat hayatı sürüyor. Kurucusu ve katılımcısı olduğu Kadın Sanatçılar Klüpleri, düzenlediği sergiler, kazandığı ödüller birer nişan gibi takılıyor omuzuna. Sevdiği işi yapan her insan gibi mutlu oluyor.
    4 yıl boyunca Bedri Rahmi atölyesi öğrencisi olan Leyla Gamsız, yalnızca Anadolu görünümlerini veya yöresel objeleri betimlememiş. Örneğin çok sayıda "Nü" çalışması da var. Portreye, natürmorta, peyzajlara, iç mekân resimlerine de aynı önemi veriyor. 50'li yıllarda resimlerinde Matisse'in etkisi izlenmekte. Zaten Türk halılarına, Doğu kumaşlarına meraklı olan ve bunların desenlerini resimlerinde kullanan Matisse'in 10'lar Grubu'nu etkilememesi imkânsıza yakın bir durum. Gamsız da tablolarında kumaşları, perdeleri, koltukları vb. eşyayı tıpkı Matisse gibi ayrıntılı bezemeleriyle betimlemiş. Ancak o, Matisse kadar renkçi değil. Özellikle 60'lardan sonraki resimleri sınırlı, hâttâ monokrom renkleriyle (açık-koyu tonlarıyla tek renk) dikkat çekiyor. Yazının görseli olarak seçtiğim oto-portrede de bu durum söz konusu. Yeşil ve sarının tonlarıyla oluşturulmuş sınırlı renk kullanımı mevcut. 1950'li yıllarda yapmış olduğu oto-portre onun yalın tarzını yansıtıyor. Resimde derinlik yok, sanatçı perspektif kullanmamış. Bahçeyi andıran çiçekli fon, figürün hemen arkasında belirmiş. Figürleri soyutlama yoluna giden ressam, bu amaçla deformasyona başvuruyor ve dikkat çeken boyun bölgesi tam da bu sebeple oldukça uzatılmış. Çizgisel üslupla biçim kazanan figürün sağ yanı, soldan gelen hafif ışık nedeniyle gölgeli. Doğrudan izleyiciye bakmıyor. Sanki uzaklara dalıp gitmiş gibi. Üçgen yüzünde ifadenin belirdiği tek yer iri gözleri. Geniş yakalı siyah elbisesi, uzun boynunu saran kolyesi ve yuvarlak küpeleriyle zarif, genç, modern bir kadın karşımızda duran. Papatyaların ve figürün zarifliği birbirini dengelemekte. Figür daha düz alanlar halinde boyanmışken, arka plandaki çiçekler nispeten serbest tuşlarla oluşturulmuş. 
    Kısacası ne yaptıysa iyi yapmış Leyla Gamsız Sarptürk. Hayalinin peşini bırakmamış. Ancak bunda ekonomik durumun önemini gözardı etmemek gerektiğinin farkındayım, farkındayız. Hayat yolunun başındaki her genç sapmak istediği yollara gönül rahatlığıyla adım atamıyor. Gençlere verilebilecek en güzel tavsiyelerden biri olan "hayalinin peşinden git" söyleminin kendisi hâyâl olmuş durumda. Özellikle son yıllarda bunu söylerken zorlanıyorum. Karşı argümanlarla, olumsuzlukla cevap verecek gençlere dışarıdan aksini söylesem de içimden hak veriyorum. Ancak yine de umutsuzluk bana göre değil. Gençlik büyük bir güç, eşsiz bir potansiyel. Nasıl ki 19.yaşını "İlk çocuğu, ilk hocası, ilk yoldaşı" gibi görüyor Nazım Hikmet... Gençlerimizin rehberi yine kendi gençlikleri olsun. Ve yine diyor ki aynı şiirde: "Ben yine söylüyorum aynı şarkıları / Döndürmedi rüzgâr beni havada yaprağa / Ben kattım önüme rüzgârı..." 
Öyleyse rüzgâr bizi yönlendirmesin, biz katalım onu önümüze. Ömrümüzce...



                       BİR RESSAM, BİR RESİM (20)