24 Ağustos 2022 Çarşamba

ÇOĞU İNSAN İYİDİR...

     Dışarıda öyle pis bir hava var ki... Yağacak mı yağmayacak mı bir türlü karar veremiyor. Biz yağmur beklerken araya dolu bile sıkıştırabilirmiş. Bazen acayip bir esinti oluyor, balkonun kapısı açılıp kapanıyor. Sandalyeyle desteklemek lâzım. "Bu yazdan hiçbir şey anlamadım" diyesim var ama diyemiyorum. Yazın çoğunu hastalıklarla geçirmiş olsak da diyemiyorum. Dilim varmıyor. Hep böyleyim. Mesela çok zor bir sene mi yaşandı? Konuşulduğu zaman "Ama hep kötü değildi ki, şu da olmuştu" diye ekliyorum. Bir insanın acayipliğini mi düşündüm? Aklımdan "Şu huyu iyi ama" diye geçmese olmuyor. Bazen bu özelliğim karşımdakini sinir etmiyor değil. Gazını almış giden kişiyi "Ama şöylesi de var..." diye frenlemek iyi olmayabiliyor:) Vallahi bunları çok iyi bir insan olduğumu belirtmek için söylemiyorum. İyilik değil bu, farklı bir şey. Yaşadığım hiçbir şeye, tanıdığım kimseye kıyamama duygusu... "Zor bir seneydi ama benimdi, benim hayatımdan bir parçaydı" hissi... "Bazen sinirlendiriyor ama o benim hayatımdaki insanlardan biri" düşüncesi... Örneğin ben kendini beğenmeyenleri asla anlayamam, özdeşlik kuramam. Fiziksel güzellik isteğinin ayyuka çıktığı bu dönemde birçok kişinin takır takır estetik müdahalelerde bulunmasına da anlam veremem. Yanlış anlaşılmasın, kınama değil bu. İsteyen istediğini yapar. Anlamlandıramıyorum sadece. Güzel olmadığımı biliyorum, kafama taksam çoktan burnumu, çenemi yaptırmıştım:) Ancak içimde öyle samimi bir "Bu benim. Ve Sezer'i çok seviyorum" duygusu var ki..:) 
Gel gör ki bu konularda aksi yönde sıkıntı çekenleri de çok iyi anlıyorum. Ben nasıl ki ilk anda her şeyin içindeki iyi ya da idare edilir yönlere dikkat ediyorsam, bunlar dikkatimi çekiyorsa, önce olumsuz tarafı görenlerin de elinde olmadan böyle davrandığını biliyorum. Sanırım bu konuda biraz şanslıyım. Çocukluğumdan beri böyleyim. Yaşarken zorluklar beni de etkilemiyor değil. O ayrı... İçine içine atan, bu yüzden zona olmuş, epileptik durumlar yaşamış da bir insanım. Hassasiyet üst seviyede ama işte bir noktada, fırtınalar dinince, her şeyi açıkça görebiliyorum ve olması gerekenin olduğu duygusunu da yoğun yaşıyorum, Kesinlikle zorlanmadan, hiçbir yaşadığıma kıyamayıp, bana ait olduklarını hissedip iç rahatlığına geçebiliyorum. Daha doğrusu kötüleyemiyorum. Salt kötü geçen bir zaman dilimini ya da salt kötü bir insanı kastediyor değilim. Pozitifliğiyle, negatifliğiyle harmanlanmış bir yaşanmışlığın önce pozitif tarafını hissediyorum. Negatif yönlerini kötüleyeceğim diye pozitif yönlerin unutulmasına gönlüm razı olmuyor. E insan da zıtlıklarla bezeli bir varlık. Onun da sırf olumsuz yanından bahsetmenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.  Bilmiyorum anlatabildim mi?
    Şu sıra okuduğum kitap bu anlamda tam benlik çıktı dostlar! Rutger Bregman'dan "Çoğu İnsan İyidir". 

    Bregman insanların kötü doğasına dikkat çeken haberlerin, deneylerin bir kısmını yeni baştan incelemeye almış, bol bol araştırma yapmış, araştırmalarının sonuçlarını kaynaklarıyla ortaya koymuş. Benim de sürekli düşündüğüm gibi insan doğasının kötü yanını ön plana seren haberlerin ilgi çektiğini ve medyanın, siyasilerin de bunu çok iyi kullandığını anlatmış. Söz konusu kişilerin olayları olumsuz yönde köpürtmenin, çarpıtmanın kamuoyunu nasıl etkilediğini işlemiş. Bahsedilen olumsuz haberlerin karşısına, olumlu örnekleri koymuş. "Neden bundan da bahsetmiyorsunuz?" diye sorgulamış. Örneğin "Sineklerin Tanrısı" romanını ele alalım. Issız bir adaya düşen birkaç çocuğun nasıl canavara dönüştüğünü anlatan bu kitap kendisinden sonra birçok esere referans olmuştur. Kitabın yazarı William Golding bir öğretmendir ve karısına böyle bir durumda çocukların ne yapabileceklerini düşündüğünü, bu konuda bir kitap yazacağını söylemiştir. Bence bir öğretmen olarak çocuklar hakkında nasıl bu denli karamsar olduğu sorgulanmalıdır. Bregman da sorgulamış. Golding'in şiddete ve depresyona yatkın, alkol sorunu olan bir insan olduğunu söylüyor. Onun çocuklar hakkında çizdiği dünya, insan doğası hakkında sohbetler açıldığında söz ettiğimiz kaynaklardan biri. Çünkü çoğumuz buna inanmaya, çocuk da olsak zor şartlarda canavarlaşacağımıza inanmaya meyilliyiz. Bregman, bunun tam tersinin yaşanabileceğini ispatlayan bir örnek sunuyor okuyucuya ve Peter Warner'ı tanıtıyor. Kaptan Peter'ın hayatındaki diğer ayrıntıları geçelim. Önemli olan onun 1966 yılında, Büyük Okyanus'un ortasındaki bir adada kazazede çocuklara rastlaması. Nuku'alofa'daki bir yatılı okulda okuyan 6 erkek öğrenci, çaldıkları bir balıkçı teknesiyle denize açılırlar. Canları çok sıkılıyordur ve amaçları onları Fiji'ye ya da Yeni Zelanda'ya ulaştıracak bir macera yaşamaktır. Acemi çocuklar denizde kaybolurlar tabii. Kendilerini kimsenin yaşamadığı bir adada bulurlar. En küçüğü 13, en büyüğü 16 yaşındadır. Tam 15 ay bu adada kalırlar. Ve bu süre içinde kendilerine bir düzen kurarlar. Öyle ki derme çatma bir badmigton sahaları bile vardır. İkişerli bir sistem kurarak iş bölümü yapmışlardır. Hiç söndürmedikleri bir ateşleri ve devamlı değişen iki gözcüleri vardır. Kavga edenleri birbirlerinden uzaklaştırmaya karar vermişlerdir. Sakinleşinceye kadar birbirinden ayrılan, birkaç saat yalnız vakit geçiren taraflar, döndüklerinde birbirlerinden özür dilediklerini söylemişlerdir. Neyse ki Kaptan Peter Warner tamamen tesadüf eseri çocukların bulunduğu adadaki ateşi görür ve onları kurtarır. Bu gerçek bir olay. Yazar Rutger Bregman, Peter'ı ve adadaki en küçük çocuk olan Mano'yu bulmuş, görüşmüş. Onlar da zaten bağlarını hiç koparmamışlar. Issız bir adaya düşenlerin Sineklerin Tanrısı ve benzeri eserlerde olduğu gibi karmaşa yaşayacağını düşünmek çoğumuzun yaptığı bir şeydir. Öncelikle insanın içindeki kötü yanın ortaya çıkacağına inanırız. Dolayısıyla kötü haberler ilgimizi çeker. Onları bitmeyen bir merakla dinleriz. İyi haberler ise vasattır, birçoğumuz için haber değeri yaratacak ilginçlikte değildir. Nitekim Mano ve arkadaşlarının haberi de bir süre sonra unutulur gider. Çekilecek olan belgesel rafa kaldırılır. Oysa Sineklerin Tanrısı onlarca filme, diziye, hattâ psikolojik deneylere ilham olmuştur. "Çoğu İnsan İyidir"de böyle daha birçok örnek yer alıyor. 
    Hatırlar mısınız? Hangi kanalda olduğunu unuttum ama bir ara "İyi Haberler" diye bir haber programı başlamıştı. Sadece iyi haberlerden bahsedilecekti. Ömrü çok kısa olmuştu. Çünkü reyting getirecek bir program değildi. Aslında Bregman'ın bahsetmek istediği sadece "İyi olmak" değil. Yüzde yüz iyi yoktur zaten. Yüzde yüz iyi olmak ve bunu pratiğe dökmek çok ama çok zor. Bregman'ın kitabını okursanız doğamızın iyi yanının da var oluşuna inanmanın önemine, gerektiği zaman sağduyulu davranabilme özelliğimize dikkat çektiğini göreceksiniz. Böylece bizi manipüle edenlere karşı durabileceğiz diyor yazar. 
    Bregman'ın araştırdığı örneklerden biri de, Kitty Genovese davası. New York'ta bıçaklanarak öldürüldüğü gece, sokak sakinlerinden hiçbirinin bırak yardıma çıkmayı polisi bile aramadığı konusu haftalarca Amerika'yı meşgul etmiş. Görgü tanıklarının evlerinde perde arkasından olayı izlediği anlatılmış. Gazeteler, televizyonlar günlerce bu sokaktan ayrılmamış. Birçok psikolog, araştırmacı bu konuyu irdelemiş. Acaba gerçek bu mu? Onlarca insandan hiçbirinin o gece -hadi yardıma koşmakta tereddüt etse de- polisi dahi aramadığı doğru mu? Ben bir kişinin dahi polisi aramamış olabileceğine, mümkün değil, inanmayanlardanım. Peki siz hangi taraftasınız? 



16 Ağustos 2022 Salı

BİR YAZ GECESİ...

     Geçtiğimiz günlerde Beykoz Kundura'da şahane bir etkinlik düzenlendi. 6 yıldır olduğu gibi... 
"Bir Yaz Gecesi Festivali" ismiyle düzenlenen ve 2 hafta süren etkinlik bu sene Amerikalı besteci ve müzik yapımcısı Hanry Mancini'ye odaklanmıştı. Müziklerini Mancini'nin yaptığı filmler, Beykoz Kundura'nın açık hava sinemasında gösterildi. Gösterimler kimi gün konserlerle desteklendi. Bir gece biz de oradaydık. Biletleri epeyi bir önceden aldığım halde "Pempe Panter" ve "Tiffany'de Kahvaltı" filmleri için yer bulamamıştım. Festivalin bitmesine iki gün kala gösterilen "Tatlı Budala" ile bu güzel etkinliği ucundan kıyısından yakalamış olduk. Aslında gözden kaçırmış olanlar için daha önce bahsetmeliydim ancak bir önceki yazıda belirttiğim gibi bizim için hastalıklarla ve bekleyişle geçen günlerde bunu yapmak aklıma gelmedi. Biletleri bir gece aniden "Biz gidemezsek illâ giden bulunur" düşüncesiyle almıştım. İyi ki öyle yapmışım. Şimdi geç de olsa Beykoz Kundura'dan bahsedeyim ki önümüzdeki etkinlikler için ipucu olsun. 

    Beykoz Kundura, eskilerin çok iyi bileceği, gençlerin tahmin edeceği gibi Cumhuriyet'ten sonra son hız faaliyet gösteren fabrikalarımızdan biri. Osmanlı döneminde kağıt ve deri imalathanelerinin bulunduğu alanda, 1933 yılında "Sümerbank Deri ve Kundura Fabrikası" olarak kurulmuş. 1999 yılında kapanmış. 2004'te Yıldırım Holding'e satılmış. Neyse ki bir konut projesi, otel ya da AVM olarak değerlendirilmemiş. Beykoz Kundura, bugün izlediğimiz birçok film ve dizinin çekildiği bir platoya dönüşmüş. Seyircilere yalnızca etkinlik zamanları açık. 
İşte bu etkinliklerden biri de "Bir Yaz Gecesi Festivali" idi. 

    Boğaz kıyısındaki bu şahane mekânda, açık havada, üstelik dolunay eşliğinde film izlemek için ta Beylikdüzü'nden çıktık yola. Güzel anılar yaşamak için bazen epeyi bir emek vermek gerekiyor. İstanbul kocaman bir şehir. Beylikdüzü nerede, Beykoz nerede? Saatlerimiz yolda geçecekti. Bu kadar büyük bir şehirde, üstelik uzak ucunda yaşamanın akıl kârı olup olmadığını düşünüp hayıflansak da tekneyle Boğaz'da süzülürken tüm stresimizden arındık. İstanbul bir kez daha yüreğimizden yakaladı bizi. Daha iyi olacağını düşündüğümden, etkinliğe katılanlar için sağlanan teknede yer ayırtmıştım. Beşiktaş iskelesinden düştük yola, Beykoz Kundura'nın iskelesinde aldık soluğu. O soluk ki buram buram İstanbul kokuyordu. Kıyı boyunca keyifle izledik şehrimizi, gözlerimiz bayram etti. Uzun zamandır Boğaz'da böyle bir gezi yapmadığımızı hatırladık. Dönüşte bir de dolunay eşlik etti ki bize köprülerin altından geçerken güzelliklerle doğmuş olmasını, uğur getirmesini diledim.



    Filmin başlamasından yaklaşık 1 saat önce Beykoz Kundura'daydık. Tüm muhteşemliğiyle önümüzde uzanan manzaraya karşı içeceklerimizi yudumladık. Biraz da bir şeyler yedik. Az ama öz, sokak yemekleri konseptli çok sevimli yeme-içme mekânları var burada. Normalde dizi-film çalışanları için faaliyette olan Demirane Restoran, etkinlik günlerinde herkese açık. İsteyen orayı da kullanabiliyor. Adından da anlaşılacağı gibi fabrika zamanında demir dövme atölyesiymiş. 

    Ve sinema zamanı... Kocaman beyaz perdenin üzerinde orijinal adı "The Party" olan "Tatlı Budala"nın görüntüleri akmaya başladı. Bir Peter Sellers filmi. Yönetmen Blake Edwards. 1968 yapımı... Kundura Sinema&Sahne'nin IG hesabında bu filmden bahsederken Oğuz Atay'ı anmışlar. Oğuz Atay şöyle bahsetmiş bu filmden: 
    "Bugün, Blake Edwards'ın -başoyuncu Peter Sellers- The Party adlı filmini gördüm. İyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikâyesi. İlk defa bir komedinin beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. Böyle bir insan ne yapabilir? Ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur: ya da -Peter Sellers gibi- bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. Peki bu adam ne yapsın? 
Benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı?" 

    Oğuz Atay hassas bir insan. Kıymetlilerimizden. Nasıl ince görmüş, nasıl empati kurmuş değil mi? Oysa biz o gece, şahane bir Ağustos İstanbul'unun etkisinde Peter Sellers'a epeyi bir güldük. Ve eskiden ne kadar basit şeylere güldüğümüzü düşündük. Çocukken pazar günleri öğlene doğru izlediğimiz filmler geldi aklımıza. 
Daha doğrusu, o zamanlar... O duygular... Hatırlayamadım ama belki "Tatlı Budala"yı da izlemiştik. Tüm ülkede ailecek oturulan ekranların karşısında hep beraber gülmüştük belki. Saf bir adam, çetrefilli yollara girmeden güldüren basit bir komedi. Şimdinin kafa yoran film ve dizilerinden o kadar farklı ki. Dümdüz... Sonrasında çok düşündüm. Eskiden her şey daha basitti. Şimdi bize aptallık derecesinde görünecek bir basitlik. Bugün? Dark ne anlatıyormuş, 33 senelik döngüler neymiş? Lost'un sonunda acaba böyle mi olmuş? Hangisi daha iyi bilemedim. Derinlere inelim, düşünelim, farklı bakalım derken iyice karışıyor mu acaba kafalar? Karışan kafaların ürünleri günlük hayata yansıyor mu mesela? Komplo teorileri, endişe çoğaldıkça çoğalıyor ve daha mutsuz mu oluyoruz? Aptallıktan uzaklaştığımızı düşünürken daha mı fazla yaklaşıyoruz? Yoksa ben mi yaşlanıyorum ve eskinin basitliği artık bana daha güzel görünüyor? O gece güldük geçtik işte. İstanbul güzeldi, yaz güzeldi, sahnedeki partinin havası yükseldikçe dolunay da yükseliyordu. Üstelik seyircilerin çoğunluğu gençti. Onlar da bu basit komediyi yadırgamadan eğlendiler. Sanırım hepimizin gülmeye ihtiyacı vardı. Velhasılıkelam... Hoş bir geceydi, güzel bir festivaldi.

    Beykoz Kundura'ya biraz daha erken saatte gitmiş olsaydık "Kundura Hafıza"nın "Bir Fabrikaya Sığan Dünya" sergisini gezebilirdik. Bünyesinde önemli bir arşivi barındırıyor burası. Üstelik Tarih Vakfı işbirliği ile birlikte yürütülen araştırmalarla daha da genişliyor. Baba tarafından memleketim Gemlik'te de bir ipek fabrikası vardı ve ülkemizin diğer şehirlerindeki fabrikalarda olduğu gibi burası öyle bir yaşam alanıydı ki oradan yolu geçmiş olanların anlattıklarına imrenirdim. İşte Beykoz'daki, Cumhuriyet'in kazanımlarından biri olan Sümerbank da yaklaşık 3000 kişilik nüfusuyla, sinema, kütüphane, kreş, sağlık ocağı gibi birimleriyle zamanında -belki de halâ- imrendiğim bir tesisti. O günlerde kullanılan makineler, o günlere dair fotoğraflar, belgeler "Kundura Hafıza" çatısı altında korunuyor ve sergileniyor. Bazı tarihlerde fabrikanın eski çalışanlarıyla ve aileleriyle toplanılıyormuş. 
Bu çok güzel bir hareket. Ayrıca arşivi oluşturma aşamasında da çalışanların bilgilerinden, anılarından faydalanılıyormuş. Az önce bahsettiğim sergi ise yaz boyunca cuma-cumartesi ve pazar günleri açıkmış. Merak eden, yolu düşen gezebilir ancak unutmayın film platolarının olduğu bölümlere girilmiyor. 
    Farklı bir mekân Beykoz Kundura. Geçmişten günümüze uzanan bir köprü gibi. Bu yazıda yer almayan pek çok ayrıntısı var ki bunun için sosyal medya sayfalarına ya da internet sitelerine göz  atabilirsiniz. Bugün kültür-sanat merkezi olmuş eski fabrikalarımızdan birinin, üretim tarihimize ve bu konuda günümüzde neler olup bittiğine dair hatırlattıkları meselesi, uzun uzun tartışılacak bir mesele. Ben bu yazıda İstanbul'a dair güzel bir etkinliği ön planda tuttum. Arka planda düşündürdükleri ise daima aklımda. İlk satırlarda değindiğim gibi, Boğaz'ın enfes bir noktasındaki bu alanın, en azından şu anda bir konut projesi, bir AVM, bir otel olarak değerlendirilmemiş olması da bir tesellidir. 




11 Ağustos 2022 Perşembe

SELAM!

     Yaşasın! Yine buradayım! İki aylık aradan sonra... Hiç kimseyi okumadan hemen yazmaya giriştim zira okumaya bir dalarsam yine yazamayacağım. Okumalara da sıra gelecek. Tembelliği kırıp buraya adım attım ya iki aylık uzaklığın acısını çıkaracağım ve takip ettiğim her arkadaşımın sayfasına tek tek göz atacağım. Bakalım bloglara yaz rehaveti düşmüş mü? Kimler çalışkanlığından vazgeçmemiş, kimler seyrekleştirmiş yazılarını? 
    Enerjik bir giriş yapmış olabilirim, bu ara öyle hissediyorum fakat yaz başında aynı duyguda değildim. Haziran ayının ilk günlerinde eşim mide kanaması geçirdi ve toparlanması biraz zaman aldı. Kanamanın nedeni fazla ağrı kesici kullanımı. O sıra dişinde problem vardı. Diş hekimimiz şehir değiştirdiği için kime gideceğine karar vermeye çalışırken zaman geçti, ağrısı arttı, yüzü şişti vs. Hep olabileceği gibi dayanılmaz bir noktada en yakındaki doktora koştu. Doktorun verdiği antibiyotiği yarım yamalak içmiş ki bunun farkında değildim, öyle davranacağı aklıma bile gelmezdi. Nitekim dişindeki enfeksiyon bitmeyince tekrar bir posta antibiyotik, tekrar ağrı kesiciler... Yani epeyi bir süre günde ikişer ikişer ağrı kesici aldı. Hem de -isim vermeyeyim, tahmin edersiniz- en ağırlarından biri. 
Diş tedavisi başlayınca doktor "Birkaç gün daha iç, iyileşmesine yardım eder" demiş. Ben de artık bu noktada "Ağrımıyorsa alma. Ya midene dokunursa?" dedim. Tabii bu geç kalmış bir uyarıydı, olan olmuştu. Neticede, durduk yere bir güzel mide kanaması yaşadı. Aslında midesi hızlı toparladı ama kendini iyi hissetmeyince yine hastanelik oldu. Kanında enfeksiyon varmış. Bir süre de onunla uğraştık. Fakat inanılmaz kan kaybetmiş. Tabii ki biliriz ama kansızlığın insanı bu kadar beyazlatıyor oluşuna birebir şahit oldum ve şaşırdım. Kırmızı tombik yanaklı adam bildiğin hayalete döndü:) Damardan demir takviyeleriyle kendine geldi. Şimdi yine kırmızı kırmızı geziyor. Tam iyileşti ve işe başladı dedik... İşten muhtemelen covid kaptı geldi. Kendisi zaten o sıra son antibiyotikleri aldığından ve yoğun bir vitamin desteğinde olduğu için pek hastalanmadı. Olan bize oldu. İkişer gün arayla Orhun ve ben de hastalandık. E Orhun genç. O sadece hafif boğaz ağrısı, hafif ateş ve kırıklık yaşadı. Bende bunlara ilave olarak bir baş ağrısı vardı ki hayatımda böylesini görmedim. Nasılsa geçecek diye sabrettim, 24 saat sonra geçti de ama resmen o sıra dünyadan koptum. Hastaneye gidecek mecalim yoktu. Eşim gitti, onu faranjit deyip gönderdiler, test yapmadılar. Fakat ben covid virüsü aldığımızı düşünüyorum. Bambaşka bir şeydi. Şunca yıllık aile hayatımızda ardı ardına grip olmuş değiliz. Bu böyle sırayla vurdu geçti. Eczanede test satılıp satılmadığını bilmiyordum. Sanırım varmış. Onu da almadık. Pozitif olma ihtimaline karşı iyileşene kadar evden çıkmadık. Neyse... Hepsi geçmiş gitmiş oldu. Hastalıktan bahsetmeyi hiç sevmem. Çocukluktan gelme travmaların etkisi... Sevmediğim halde yine iyi anlattım değil mi? İnanın tüm bunlar yüzünden yaz ne ara geldi, ne ara geçti anlamadım. Bir karamsarlığa kapıldım ki anlatamam. Hayır bir de 2 yıllık salgından çıkmışız, herkes gibi tam olarak kendime gelmiş değilim. Yaşlanıyoruz ve bundan sonra herhalde böyle geçecek diye bunalıma girdim:) Şimdi iyiyim. Bunda hava değişiminin etkisini yadsıyamam. Gerçekleştireceğimize bir türlü inanamadığım tatilimizi yapıp geldik. Marmaris Selimiye'den birkaç gün önce döndük. O yemyeşil doğa ve masmavi deniz çok iyi geldi. Şimdi evdeyiz. Bavulları boşalttım, çamaşırları yıkayıp yerleştirdim. Kafam rahat oturdum bilgisayarın başına. Umarım daha sık buralarda olurum yine. Güzel konularla birlikte, güzel haberler vererek, blog dostlarımın güzel yazılarını okuyarak... 

    Geçtiğimiz iki ayın yoruculuğu içinde ara ara keyif molaları vermedim değil. Aksi hâlde her şey çok daha çekilmez olurdu. Kendimi tanıyorum ve mümkün olduğunca buna göre davranmayı önemsiyorum, çaba sarf ediyorum. Örneğin Pera Müzesi'ndeki "Ve Şimdi İyi Haberler" sergisi bana çok iyi geldi. Şahane bir sergiydi. Vakit varken burada yazmayı, hatırlatmayı çok istedim. Gel gör ki o atalet hâli elimi kolumu bağladı. Şimdi müzenin sayfasına girip baktım ki sergi 7 Ağustos'ta sonlanmış. Aklımda bu ay biteceği vardı ama tarihini bilmiyordum. Kaçırmak üzere olanlar ya da duymayanlar için yetişememişim, üzüldüm. 

    Buralarda değilken Isabel Allende'den "Kış Ortasında"yı, Freud'un "Totem ve Tabu"sunu, Pavese'den "Kumsal"ı, Aziz Nesin'den "Şimdi Avrupa"yı okudum. Bir de Stefan Zweig'den "Brezilya"... Bunu okurken ciddi ciddi Brezilya seyahati planları yaptım. Belli mi olur? Belki bir gün görürüm o toprakları. Şu günlerde Paul Auster'ın 
"Ay Sarayı" romanını bitirmek üzereyim. Yazarın diğer romanları gibi bunu da çok sevdim. 

    "The Offer"ı izledim. Bayıldım. Kesinlikle tavsiye ederim. "Baba" filminin çekilme serüvenini anlatan şahane bir dizi. Uzun bir aradan sonra ilk kez açık hava sinemasında film izledim. Fişekhane'de... Burası eski fişek fabrikası. Eski sanayi yapılarının yeniden düzenlenerek kültür-sanat mekânları yapılması fikrine bayılıyorum. Fişekhane de bu anlamda güzel olmuş fakat bir konut projesi içinde yer alması, avm konseptinin dikkat çekmesi kafamı karıştırdı. Galataport misali. Tam olarak içime sinmedi. Mağazalara hiç uğramadık, bünyesindeki  restoranlardan birinde güzel bir yemek yedik, ardından filmimizi izledik. Film çok hoştu yalnız. Seneler öncesinden bildiğim, akranlarımın da çok iyi hatırlayacağı "Dışlanmışlar"ı izledik. Ta 1984'ten bir film. Tom Cruise, Patrick Swayze, Rob Lowe, Matt Dillon'un, yani bir zamanlar odamızın duvarlarını posterleriyle süsleyenlerin en tıfıl halleri:) Yönetmen Francis Ford Coppola ki "The Offer"ı yeni bitirmişim, dizide bol bol Coppola'yı izlemişim. Her şey çok hoştu. Geçmişe yolculuk gibiydi. Yakında bir de Beykoz Kundura'nın açık hava sinemasında bir film izleyeceğiz. Onu da ayrıca anlatırım. 
    İşte böyle... Ben geldim. Buradayım. "Nerelerdesin?" diyen blog dostlarım olmuştu, çok çok teşekkür ederim. 
O zaman... Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...