31 Aralık 2020 Perşembe

GİDEN DE BİZİM, GELEN DE BİZİM... KUTLU OLSUN!

   

    2020'nin son gününe geldik bile. Olağanüstü şartlarla hareketsiz, sıkıcı ve endişeli geçen bir yılın nasıl olup da bu kadar çabuk tükendiğine aklım ermiyor. Bunu genele yayarsak, durağan geçen bir hayatın çabucak bitmiş hissedileceği fikri beliriyor kafamda. Yaşadığını hissetmek için hareket şart diyorum. Sokaklara çıkmak gerekli, sevdiklerine vakit ayırmak, yeni dostluklara yol açmak, çalışmak, okul günlerinin kıymetini bilmek, torunlarını büyütmek, beraberce kocaman sofralar hazırlamak, şartlar elverdiğince yollara düşmek, online değil canlı konserlerde tempo tutmak, filmleri beyaz perdeden izlemek... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ne kadar insan varsa o kadar fikir var, hayâl var. Gel gör ki tüm bunlardan mahrum kaldığımız bir seneydi 2020. Bu kadar insanlardan kaçtığım başka bir yıl yok. Çok ilginç! Birbirimizden ne kadar kaçsak da aynı şeyleri hissediyoruz, aynı umuda bel bağlamış durumdayız. 
    Her şeye rağmen "kötü" olarak nitelendiremiyorum 2020'yi. Bir kere öyle bir huyum yok. Hayat yolunun engebelerle dolu olduğunun bilincindeyim. Dümdüz giden bir yaşam var mıdır bilmem. Benim fikrim olmadığından yana. Bazen iyi hissederiz, bazen hissetmeyiz; bazen kazanırız, bazen kaybederiz. Ve bunun için ayları, yılları, bütün bir ömrü suçlayamam. En üzgün olduğum zamanlardan bile olumlu kazanımlar çıkarmaya çalışırım. Bu minicik bir şey de olabilir. Gerçekten minicik... Ama iyi hissettirir. Endişeyle dolu, canımızı sıkan 2020'de minik değil kocaman bir iyilik yaşandı bizim için. Orhun'un tam 6 yıldır süren sağlık sorunu olumlu sonuca vardı. Yıllar içinde birkaç kez yaşadığı ameliyatların en önemlisini bu sene oldu ve bu sefer iyileşti. O yüzden 2020'yi seviyorum. Bu yıla girerken yaşanacak operasyonu biliyorduk. Biraz buruk ama yine de umutlu karşılamıştık kendisini. Dünyanın yaşadığı endişe hâli bizde daha da erken başlamıştı yani. Şubat başında hastanedeydik. Ameliyat sonrası vs. derken biz eve daha da erken kapandık. Zaten hayat durmuşken iyi bir nekahet dönemi yaşamış oldu bir bakıma. Çok zorladı ama geçti gitti. Yıllardır süren üzüntüm bu sene tarihe karıştı. Üstüne bir de oğlum okulu bitirdi bu sene. Aslında ben üniversite bitiren gençleri düşününce biraz hüzünlenirim. Hayata atılma dönemi gelip kapıya dayanmıştır. Yetişkinliğe adım atılmıştır. Yetişkinlerin hayatı zordur. Ancak yine de bir başarıdır, saçma bir gurur hissedilir. Son dersleri online gördü, mezun oldu ama pek heveslendiğimiz mezuniyet töreninden mahrum kaldık. Tallinn küçük yer. Açık havada kontrollü bir tören yapıldı ama iki ülke arası uçaklar gidip gelmediğinden, hadi bir şekilde gittik diyelim karantina şartları bulunduğundan o işe hiç kalkışmadık. Böyle şeyler için üzülmemeyi çoktan öğrendim. Kısmet buymuş. Önemli olan sağlık! Hep sağlık! Hem bedence sağlık, hem de ruhsal olarak sağlık! Bunu söylemek çok tuhaf gelse de yakın çevremden kimseyi kaybetmemiş olmam bu senenin bir başka artısı. Biliyoruz ki sevenlerini kaybedenler var. Onlar için sonsuz sabır diliyorum. 
    2021'den umutluyum. Her salgın gibi bu da bitecek. Birden tedbiri elden bırakamayız tabii ama en azından aşırı endişe hâli hafifleyecek. Büyük oranda rahatlama sağlandığında olacakları düşünmek heyecanlandırıyor beni. Birer birer iş hayatına dönecek insanlar, daha bir hevesle okula gidecek çocuklar, uçaklar, otobüsler dolacak, restoranlar açılacak, filmler çekilecek, tiyatro oyunları sergilenecek, konserler olacak, daha bir coşkuyla dans edilecek bu konserlerde, sanalından bıktık yüz yüze kurslar göreceğiz, korkmadan el ele tutuşacak gençler, kalabalık sofralar olacak yine. Tehlike var diye nasıl birden kesintiye uğradıysa tüm bunlar, tehlike geçince doğal olarak çok güçlü şekilde geri gelecekler. 
    İlk kez yeni bir yılı karşılarken evde sadece üçümüz olacağız. Her sene yakın akraba çevremizle toplanırdık. Bu durumdan en çok çocuklar mutlu olurdu. Gerçi hepsi kocaman oldular ama ne mutlu ki bu toplanmaları seviyorlar. Olsun! Gönüller bir diyoruz ve durumu dramatize etmiyoruz. Görüntülü bir görüşme ayarlarız artık. Kadehleri sağlığa kaldırırız.
    Dilerim 2021 güzel sürprizlerle gelsin. Herkese sağlık, huzur, neşe, gerçekleşen dilekler ve rahat bir kafa diliyorum. Yeni yılımız kutlu olsun!





22 Aralık 2020 Salı

BENİM YOLUM...

     Dün içimden gelen yürüme isteğine karşı koyamadım. Evden çıktım, Yaşam Vadisi'ne 20 dakikada vardım. Bu arada gelen gidenin eksik olmadığı bir metrobüs köprüsünden geçtim, sigara içenlerden kaça kaça yol aldım. Biraz yeşillik görme ve kesintisiz yürüme isteğimin, gidiş ve dönüşteki toplam 40 dakikayı stres içinde geçirmemle gölgelenmesi bir kez daha canımı sıktı. Ancak parka vardığımda tüm bunları düşünmemeye çalıştım. Arkadaşlarıyla yaşadığı sıkıntıları, aşk hayatının sorunlarını, migren nedeniyle yoklayan baş ağrılarını, maddi imkânsızlıklarını unutmak için günde neredeyse sekiz saat yürüyen Nietzsche gibi çevreme odaklanmaya çalıştım. Yürürken Nietzsche gibi ya da "Benim çalışma odam kırlardır" diyen Jean Jacques Rousseau gibi güzel eserler inşa edemedim belki ama salgın sonrasına dair çok düşündüm. Aklımda birkaç fikir şekillendirdim en azından ve bu bana iyi geldi. Daha bir neşeyle bakar oldum ağaçlara, çiçeklere. Güneş belki de yılın en uzun gecesinin yaşandığı güne olan saygısından ortalıkta görünmüyordu. Bu canımı sıkmadı. Sadece çektiğim birkaç fotoğrafı etkiledi. Mevsim gereği yapraklarını dökmüş şu ağacın dalları arasındaki 
kuş yuvası ve kırmızı-beyaz kurdeleler o kadar tatlıydı ki hatıra olarak kaydetmesem olmazdı. 

    Salgın süresince hep bu parkta yaptım yürüyüşlerimi. Aynı güzergâhta gittim geldim. Tıpkı Immanuel Kant gibi... Benimki 2020 yılının getirdiği zorunluluktandı. O ise bile isteye hep aynı yolları kullanmış. Düzenli karakteri nedeniyle "Könisberg Saati" ismi takılan Kant'ın yürüyüş yaptığı yola kendisinden sonra "Filozofun Yolu" denmiş. Söylentiye göre bu yoldan sadece iki kere sapmış. Birinde Rousseau'nun "Emile"sini almak ve diğerinde Fransız Devrimi'nden sonraki haberleri duymak için. Benim yürüdüğüm yol, ismimle anılmayacak. Hem zaten Kant'a öykündüğüm de yok. Zira o doğduğu kentten hiç çıkmamış. Benlik değil doğrusu. Doğduğu kentten ayrılmamayı söz konusu bile etmeyen isimlerden biri de şair Rimbaud. Kant'ın tam tersi karakterde. Dünyayı keşfetme derdinde. 16 yaşında düşmüş yollara. Çok yürümüş. Bir şehirden bir başka şehire... Devamlı yürümüş. Farklı maceralar yaşamış. Rusya'ya doğru yollara düşmüşken dayak yemiş. Perişan hâlde bulunmuş. Hollanda ordusuna yazılmış, Stockholm'de sirk gişesinde biletçi olmuş. Etiyopya'da ticaret yapmış. Ve daha neler neler... Böyle söyleyince uzun bir ömür sürmüş gibi geliyor değil mi? Ama öyle olmamış. Her şeyin fazlası zarar mı demek lâzım? 36 yaşındayken dizi davul gibi şişmeye başlamış. Bacağını kaybetmiş ve bir yıl sonra hayata veda etmiş. O sırada Marsilya'daymış. Hastane kayıtlarına "Charleville'de doğmuştu, Marsilya'dan geçiyordu" yazılmış. Hareketi bu kadar seven biri için ne üzücü bir son. Fakat erken yaşta aklına eseni yapmaya başlamış olmasında, hevesle yollara düşmesinde bir parça teselli imkânı var. 
    Rimbaud bu yazıya hüzün kattı. Oysaki dün, yürüyüş güzeldi. Güzelim doğa yeni yıl süslerini takınmıştı. 
Şu görüntü, içimde yeni bir yılın iyiliklerle geleceği umudunu uyandırdı. 

    İster bir flanör gibi kent yaşamı içinde, kalabalıklara dahil olarak gezelim, ister bir maceracı gibi doğanın kucağına atalım kendimizi... Her nerede olursa olsun amaçsızca yürümek çoğumuza iyi geliyor. Bu enteresan yılda, hasret kaldığımız ya da çekine çekine yaptığımız bir eylem oldu. Kıymete bindi. Tarafımdan kendisine böyle güzellemeler yapıldı efendim.



13 Aralık 2020 Pazar

KARARSIZ RUH HALİM VE BİRTAKIM ŞEHİRLER...

   Zor günlerden geçiyor olmamızın etkisi blog dünyasını da ele geçiriyor. Birkaç gün aradan sonra buralara uğradığımda toplu okumalara girişiyorum ve bu da genel bir gözlem imkânı yaratıyor. Bu ara yazılar biraz daha karamsarlaştı. Sanırım 2020 yılı hem maddi, hem manevi anlamda "Giderken biraz daha zorlayayım" düşüncesinde. Fiziksel rahatsızlıkları olan arkadaşlarımız var, uzadıkça uzayan süreci manevi olarak kaldırmakta zorlananlarımız da var. Sevindirici olan şu ki az da olsa "Daha iyiyim" diyenlerimiz de eksik değil. Herkesin bu zorlu dönemeci en güzel şekilde geçmesini yürekten diliyorum. Bana gelince... Nasıl olduğumu ben de bilmiyorum. Bir gün iyiyim, bir gün değilim. Hâttâ bir saat iyiyim, bir saat sonra karamsarlığın dibindeyim. Bazen çok sakinim, bazen patlamaya hazır bombayım. Evdeyim, çıkmıyorum, gelecek baharın umutlu hayaliyle yaşıyorum. Böylesi zamanlarda ülkeler, şehirler hakkında kitaplar okumanın beni nasıl rahatlattığından daha önce çok kere bahsetmiştim. Fiziken seyahat edemiyorum belki ama bu fikren de etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Okuyorum ve hâyâl kuruyorum. Bugünlerde beni uzaklara götüren kitabım: G.Cabrera Infante'den "Şehirler Kitabı". 

    Fotoğraf dün geceden. Yine uykunun tutmadığı bir geceden. Elektrikler de gidince, sadece televizyonu ve kombiyi çalıştıran jeneratörün varlığına şükrederek okuduğum, uykunun ziyaretini beklediğim bir geceden. Geçenlerde Twitter'dan (bir doktor hesabından) öğrendiğime göre yattığımızda 30 dakika içinde uyuyamıyorsak ve bu her gece tekrarlanıyorsa imsomnia'dan muzdarip sayılırmışız. Aman ne güzel! Neyse... Ben yazıyı daha keyifli şeylere bağlayacaktım. 
    Infante'nin Şehirler Kitabı'nda Londra'nın bol bol bahsi geçiyor. Görmeyi çok istediğim ama bir türlü denk getiremediğim şehirlerden biri Londra. O yüzden bu şehirle ilgili filmler, diziler, satırlar daha bir ilgimi çekiyor. Londra Köprüsü de yer alıyor kitapta. Asıl ününü hani şu "Londra Köprüsü yıkılıyor" sözleriyle ve duyduğumuz anda tanıdık gelen melodisiyle bilinen şarkınının kazandırdığı Londra Köprüsü... Yalnızca turistlerin değil, kimi yerlinin bile Tower Bridge ile karıştırdığı Londra Köprüsü...
(Günümüzdeki köprü. Görsel: www.memoirsofametrogirl.com)

    Bugünkü köprüden bir öncekinin ilginç bir yolculuk hikâyesi var. Kitap bana tekrar hatırlattı. Yolculuğu biliyordum fakat ayrıntıları incelememiştim. Yine bir kitap birtakım meraklara aracı oldu ve bu kez detaylı inceledim köprünün hikâyesini. Şu can sıkıcı günlerde bir parça farklılık olsun diye burada da paylaşmak istedim. Bırak bir ülkeden bir diğerine gitmeyi, markete gitmek için bile düşündüğümüz günlerde koskoca bir köprünün Londra'dan Arizona çöllerine gitme hikâyesi biraz sinir bozucu olsa da bahsedeceğim. Yaşandı böyle şeyler!
    Londra'nın meşhur nehri Thames'in üzerinde ilk köprüyü yapanlar Romalılar'dır. Ahşap malzemeyle yapılmış olan köprü 12.yy.'da yıkılır ve bu kez taş malzeme kullanılarak yeniden inşa edilir. 1800'lerde bir kez daha elden geçer. 20.yy.'a gelindiğinde Londra'nın nüfusu artmıştır, atlı arabaların yerini motorlu taşıtlar almıştır. Günden güne artan yaya ve araç trafiği nedeniyle Londra Köprüsü yavaş yavaş Thames Nehri sularına gömülmeye başlar. Köprüyü tekrar yenilemek şart olmuştur. İngilizler bu aşamada masrafları en aza indirmek için mevcut köprüyü satışa çıkarırlar. Ta Amerika'dan bir girişimci çalar kapılarını. Arizona'da su sporlarına uygun, farklı bir yerleşim alanı kurmak istemektedir. 2.5 milyon dolara satın alır Londra Köprüsü'nü. Köprü parça parça sökülerek Arizona çöllerine götürülür. Ortada su olmadığı halde orada tekrar birleştirilir. Colorado Nehri'ne bir kanal açılır ve köprünün altından akış sağlanır. Köprü bu kez başka bir coğrafyada asıl işlevine kavuşmuştur. 
Görsel: www.golakehavasu.com 

    Robert P. Mc Culloch'un  çölün ortasında kurduğu Lake Havasu City, bugün su sporlarıyla ilgilenenlerin tercih ettiği turistik bir şehir. Şöyle bir fotoğraflarına baktım da Amerikalı'nın girişimciliğine şapka çıkardım.  Puslu, yağmurlu İngiltere ortamında doğan, ancak şimdi her daim sıcak Arizona çöllerinde güneşlenen Londra Köprüsü'yle ben de zihnimde bir coğrafyadan bir başka coğrafyaya uzandım. Havasu'ya gitmek zor. Fakat Londra hep hayalimde. Bir gün bu kenti ziyaret edersem, eskisinin yerine 1973'te bizzat Kraliçe tarafından açılan yeni köprüyü görebilirim ancak. Ona baktığımda da aklıma muhtemelen Arizona gelir. İşte bu dünya ilginç insanlarla dolu ilginç bir yer. İnsanlık tarihi farklı olaylarla örülü. Aslında hepimiz şu sıra tarihi zamanlara tanıklık ediyoruz. İleride 2020 senesinin bol bol kulaklarını çınlatacağız. Yeter ki en az hasarla, hâttâ eğer mümkün olabiliyorsa artılarla atlatalım bu dönemi. Ben şimdi tekrar kitabıma döneceğim. 
Küba doğumlu Infante, bir parça oraları da anlatacak. Ve İstanbul'da olup Küba'yı hayal etmek, böylesi bir zamanda bana terapi gibi gelecek.



26 Kasım 2020 Perşembe

SEZERCİK ÇİZİYOR :)

     Birkaç gün önce bir dolabı düzenlemek isteyince eskilere daldım. Hem de epeyi bir eskilere... Annem için devamlı "Hiçbir şeyimi saklamadı" deyip biraz sitem ederdim ama elime anaokulundaki faaliyet dosyam geçince kendisini affettim. Anaokulu dosyamı her seferinde olduğu gibi sevgiyle incelerken bu kez bir resim özellikle dikkatimi çekti. Bir masa çizmişim 
ve o masaya doğru gelen veya tam tersi masadan yeni kalkmış olan iki arkadaş... Masanın üzeri dolu. Ama ne yeyip içtikleri belli olmuyor. O kadar da usta değilim sonuçta, henüz 5 yaşındayım:) 

    Bu resim bana arkadaşımla veya arkadaşlarımla dışarı çıkmayı, bir kafede ya da restoranda sohbet etmeyi ne kadar sevdiğimi hatırlattı. Daha o zamandan severmişim işte. O yüzden bu denli bunalıyorum şimdi. Şu salgın süreci bitsin gitsin diye elimizden geleni yapma adına sosyalliği neredeyse sıfırladık. Ve ben arkadaşlarımla, ailemle, yakın akraba çevremle gönül rahatlığında dışarı çıkmayı çok özledim. Fakat sitem yok. Önce herkesin sağlığı yerinde olsun. Arada geçmiş günleri anıyoruz ve sabrediyoruz işte. Resimdeki bir ayrıntıya çok güldüm yalnız. Masanın üzerine güneş şemsiyesi kondurmayı unutmamışım ama niyeyse bir de baca eklemişim. O yaşlarda çizdiğim bütün binalarda tüten bir baca var. Yaz olsun kış olsun, fark etmiyor:) Tüten bacanın çocuk psikolojisinde mutlulukla ilgili olduğunu biliyorum ama bu mutluyum demek mi, yoksa mutluluğa duyulan bir özlem mi var bilemiyorum. Çocukluğumu düşününce mutsuz olduğumu söyleyemem. Çok hisli, sessiz, sakin bir çocuktum ancak kendi içimde mutluydum. Yine de şemsiyenin üstünde tüten baca nedir yahu! :) Bazen Twitter'da şimdiki çocukların zekasından bahsederken bizim geri zekalı olduğumuz hakkında espriler yapılır ya? Kimse kusura bakmasın, aynen katılıyorum. Bu resmi bugün 5 yaşında bir zamane çocuğu görse "Şemsiyenin üstünde baca olur mu hiç?" diye çemkirir. Resmi göstermeye korkarım. 
    İşte böyle. Evdeyiz yine. Çekmeceler karıştırılıyor, psikolojik analizlere girişiliyor falan. 
Hayırlısı artık!



    


19 Kasım 2020 Perşembe

MUTLU YILLAR...

     Salgın endişesiyle kıvranan ruhlarımızı bir parça şenlendirmek için ufak bir doğum günü kutlaması yaptık. Annem de ben de Kasım ayında doğmuşuz. O 16'sında, ben 25'inde... Herkesin doğum günü kendine özel fakat bu sene beraber kutlayalım istedik çünkü malûm sebepler yüzünden çok az görüşebiliyoruz. Normalde daha kalabalık olurduk. Bu sene sadece anneanne, iki kızı, iki torunu ve iki damadı ile sınırlıydı kontenjanımız:) Çektiğimiz fotoğraf ve videoları, bir sonraki yıl yine hep beraber olmak dileğiyle geniş aile whatsapp gurubunda paylaştık. 

    Şartlar gereği annemin doğum gününe ben de eklenmiştim ancak ilk amacımız onu mutlu etmekti. Bunun için önce rengârenk bir pasta sipariş ettik. Bir an 2020'de olduğumuzu unutup "Hadi beraber üfleyelim" teklifinde bulunsa da bu isteğini "Daha neler!" diyerek konu dışına ittik. Mumlar göstermelik olarak pastanın üzerindeydi. Birer tanesini elimize alıp uzak köşelerde üfledik. Zirâ dilek dilemeden olmazdı. Güzeldi ama farklı bir doğum günüydü. Sadece fotoğraflar için kısa süreli yakınlaştık, mesafeli oturduk, 
sık sık camları açıp odayı havalandırdık. O günden sonra yine ayrı ayrı evlerimize kapandık. Yine de... 
İyi ki doğmuştuk biz! Ve hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi!




6 Kasım 2020 Cuma

BİR MARUZATIM OLACAK:)

     Sevgili dostlar, az önce, uzun bir aradan sonra bir reklam paylaştım. Gelen Bumerang tekliflerini bir süredir pek dikkate almıyordum. Bu aralar teklifler artmaya başladı. Epeydir kopmuştum. Hâl böyle olunca Bumerang'a girdim, hesabımda para olduğunu bile gördüm:) Öylece kalmış. Baktım en son gelen Ford Puma reklamı. Ben de bu otomobili beğeniyorum açıkçası. Dur şunu paylaşayım dedim. Ancak bende fotoğraf ve videolar görünmüyor. Adobe Flash Player'ın desteklemesi gerekiyor sanırım. Hadi benim bilgisayarım gariban fakat videolar ne telefonumda göründü ne de Orhun'un laptopunda. Bir de gidip Orhun'un masa üstünden bakayım. Diyeceğim o ki bir önceki paylaşımıma tıklayıp video ya da fotoğrafın görünüp görünmediğini söyler misiniz? Derdim tıklanma sayısı değil tabii ki, daha kabul edilip edilmediği bile kesin değil neticede. Fakat çok merak ettim. Destekleyen cihazlarda mı görünecek videolar? Teknik konularda becerikli olmadığım için uğraştım uğraştım bir cevap bulamadım. 
Sizlerde görünüp görünmediğini merak ediyorum. Şimdiden teşekkür ederim.



Not: An itibariyle düzeltmiş bulunuyorum. HTML'de kopyala diyen arkadaşlarım haklıymış. Özellikle bir önceki yazıda yer alan Zeugma'nın yönlendirmelerini takip ettim ve hallettim. Aynı sorunu yaşayanlar bakabilirler. Yardımcı olan herkese tekrar teşekkür ederim.

Yepyeni Ford Puma: Şehirli Bir SUV!

Ford’un yeni SUV otomobili Yepyeni Ford Puma; modern, şık ve cesur görümüyle dikkat çeken bir tasarımla karşımızda. Alışılan SUV tipi araç görünümü aksine fazlasıyla modern, zarif ve şık görüntüsüyle şehir trafiğinde dikkatleri üzerine çekiyor. Metropolde alışık olmadığımız kadar şık bir SUV tasarımı ile şov yapan Yepyeni Puma, asfalt zemin dışında da yüksek performansıyla şaşırtıyor.

7 ileri otomatik vitese sahip Yepyeni Puma, Ecoboost Hybrid motor teknolojisi ile çevreci ve yenilikçi bir duruş sergiliyor. Bu teknoloji gerektiğinde benzinli motorun elektrikli bir motor ile desteklenerek yakıt tasarrufuna ve uzun mesafeleri düşük emisyonla kat etmenize imkân sağlıyor. Yüksek performansına rağmen klasik motorlara göre CO2 emisyonu ciddi ölçüde düşük.


Sınıfının En Büyük Bagaj Hacmi
Zarif görünümünün aksine, sınıfının en büyük yıkanabilir bagaj hacmine sahip. 80 litrelik su geçirmez ve tahliye tapası olan ekstra bir Megabox’ı sayesinde ek depolama alanı yaratarak, özellikle sporseverler için kolaylıkla muhafaza edilebilir bir alan oluşturuyor. 
Ayrıca sadece sizin değil evcil hayvanınızın da konforu düşünülmüş ve Hayvan Dostu olarak tasarlanmış. 

Güvenlik ve Park
Teknolojik yeniliklerle donatılmış Yepyeni Puma’nın Adaptif Hız Kontrol Sistemi ayarladığınız takip mesafesine paralel olarak trafiğin akış hızına göre hızınızı ayarlayarak takip mesafesini koruyor. Olası tehlike durumlarına karşı Acil Durum Manevra Destek Sistemi,Adaptif Hız Kontrol Sistemi, Şerit Takip Sistemi ve Hizalama Asistanı gibi pek çok teknolojiyi destekleyen Ford Co-Pilot360 özelliği mevcut. Geri Görüş Kamerası, Gelişmiş Otomatik Park Sistemi, Çapraz Trafik Uyarı Sistemi ile şehrin yoğun ve dar alanlarında bile park etmeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor.



Kişiye Özel Sürüş Modu
Normal, Eco, Spor, Kaygan Zemin ve Arazi olarak 5 farklı sürüş modu var. 12.3” Dijital Gösterge Panelinde seçtiğiniz her mod için farklı bir tema rengi mevcut.
Ayrıca seçilebilir sürüş modları sayesinde gaz tepkisi, direksiyon hassasiyeti ve vites değiştirme ile ilgili tüm alışkanlıklarınıza uygun bir sürüş modu da belirleyebilirsiniz. Yepyeni Puma, sizin stilinize göre bir yol bularak size özel ve ayrıcalıklı hissettiriyor. 

İsterseniz müziğin ritmi, isterseniz mesaj içeriği!
Kalitenin karşılığı B&O Ses Sistemi teknolojisi ile 575 watt’lık ses sistemine sahip. Dijital hayattan ve telefondan kopmak istemeyenler de fazlasıyla düşünülmüş. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan isterseniz sesli komutlarla müziğinizi kontrol etmenin tadını çıkarın, isterseniz de metin mesajlarınızı Yepyeni Puma size sesli olarak okusun. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan konforlu ve güvenli yolculukların keyfini sürün.

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

5 Kasım 2020 Perşembe

BUGÜNLERDE...

     Öff! Sıkılıyorum! Çok sıkılıyorum. Herkesin aynı şekilde hissettiğinin farkındayım, söylemeyeyim diyorum ama bazen olmuyor işte. Salgının tekrar tırmanmaya başlaması ve üzerine İzmir'i etkileyen deprem, zor bela ayakta tuttuğum moralimi alt üst etti. Ruhumu, beynimi aştı ve cildimde döküntüler şeklinde fizikselliğe büründü. İyileşsin diye ilaç dahi almadım. Çünkü daha önce de başıma gelmişti. İçeriden rahatlamazsam dışarıdan sürdüğüm merhemin hiçbir faydası olmayacak. Fakat toparlayacağım. Önümüzdeki zorlu kış için kendimizi ayakta tutmamız şart. Internetten kitap alışverişi yaptım iki hafta önce. Umarım bu kış daha çok okuyacağım. Geçen karantina döneminde kafamı yeterince verememiştim kitaplara. Okuyordum, okuyordum, hiçbir şey anlamadığımı görüp başa dönüyordum. Bu sefer daha hazırlıklıyım. 

    Kitapları eldivenle tutup çıkardım kutudan ve iki hafta boyunca ellemedim. Virüs varsa yok olsun diye... Önüne, arkasına, şöyle hızlıca çevirirken sayfalara kolonya sıkma huyum vardı. Çok şükür ondan vazgeçtim. İki hafta kadar dokunmadığım kitaplarıma karşı korkumu yendiğim an, içlerinden Kıpırdamıyoruz'u seçtim ve okumaya başladım. İsmail Güzelsoy'un yeni romanı çıkmıştı. Tabii ki hemen alacaktım.

    Kıpırdamıyoruz'u diğer dokuz arkadaşıyla birlikte fotoğrafladım. İsmail Güzelsoy'un romanlarını ne kadar sevdiğimden daha önce defalarca bahsetmiştim. Bağımsızlığını ilan etmiş kitaplığımda nadir düzenli duran bölümlerden birine sahip bu yazar. Bambaşka dünyalara sürükleyen tarzıyla günlerin sıkıntısına ilaç olacak yine. Kıpırdamıyoruz da iyi başladı benim için. Fakat ne kadar iyi olursa olsun hiçbir Güzelsoy romanı bende Değmez'in yerini alamayacak.
    Kitap demişken... Kısa bir süre önce, hayat hikâyesiyle fazlaca dikkatimi çeken Romain Gary'nin (Ya da Emile Ajar) ödüllü romanı "Onca Yoksulluk Varken"i okudum. "Kesin bu romanın filmi çekilmiştir" diye düşünerek internete yöneldiğimde 1975 yılındaki filmi bir kenara alırsak, yeni filmin çekimlerinin henüz bittiğini öğrendim. Şahane bir tesadüf oldu. Netflix için çekilen filmde Madam Rosa'yı Sophia Loren oynuyormuş. Severim. 13 Kasım'da izleyeceğiz. Tekdüze günlerimin küçük keyifleri bunlar. Defalarca tekrarlamış da olsam "İyi ki sanat var" diyeceğim.

    Küçük keyiflerimden biri de gözümüzün önüne böyle ıvır zıvırlar yerleştirmek. Madem sonbahar geldi, minik bir törenle karşılamalı. Dizi ya da film izlediğimizde kapatıyorum ışıkları, yakıyorum mumları. 

    Haydi o minik kabaklar Migros'ta satılıyor da yanlarına yerleştirdiğim kurumuş yapraklar, fındıklar, hatta kekreyemişler nereden çıktı? Bir kez daha şaştım kendime. Gezdiğim yerlerden toplayıp toplayıp biriktirmekte üstüme yok. Üstelik hepsinin hatırası var. Annem biriktirmeyi hiç sevmez. Armut illâ dibine düşmüyor. Eskiden benim topladıklarımı eğer ortalıkta bulursa atardı. Böyle süsleyip püsleyip önem verdiysem değil tabii. Dağınıklık yaratıyorsa asla tutmazdı. O aklıma geldi şimdi. Kendi evim olduktan sonra bir parça zıvanadan çıktım. Kutu kutu hatıra, kutu kutu "Ben bir şey yaparım ki bundan" eşyası... Böyle yeri gelince kullanıyorum işte.
    Sonbaharı dekoratif dekoratif karşıladım karşılamasına ama hava ancak birkaç gündür serinledi. Eylül, Ekim aylarında güneş bizi terk etmedi. Birkaç hafta önce, bundan sonra iyice eve kapanacağımızı düşünerek iki günlüğüne Cunda Adası'na gittik. Yarı zamanlı da olsa okullar açılmıştı, yazlık yerlerin kalabalığı dağılmıştı. Hafta ortasını da seçtiğimiz için ortalık tenhaydı. Ada daha çok kedilerin hakimiyetindeydi. 

    Taş sokakların yokuşlarında dolaştık, sahile inip denizi kokladık. Issız yerleri kovaladık,  iyice yükseklere çıktık, mavileri bir de oralardan izledik. Yaz sonunun ve bu olağanüstü yılın tenhalığına teslim hoş bir restoranda, Ege ezgilerinin eşliğinde demlendik. Öyle özlemişim ki. 

    



    Yüksek binaların olduğu, grilerin ve kalabalığın  hakimiyetinde, maviye uzak kaldığımız, yeşili az bir bölgede yaşıyoruz ne yazık ki. Ve birkaç ufak kaçamak dışında aylarımız burada geçti. O yüzden bu iki günlük tedbirli seyahat iyi geldi. Kışa hazırım dedim. Sonra tekrar düştüm. Bir ara yine toparladım. Tekrar düştüm. Muhakkak ki bir daha kalkacağım. Böyle böyle geçecek. Dalgalı ruh hallerindeyim. Ancak biliyorum ki herkes aynı durumda. Ve herkes İzmir'i etkileyen depremden dolayı çok üzgün, çok kızgın. Salgın vs. biter de gidenler için hissettiğimiz üzüntü biter mi? Bitmez. Giden geri gelir mi? Gelmez. Peki deprem ülkesinde yaşadığımızın bilincine ne zaman varırız? Ne zaman harekete geçer idareciler? Bilinmez. Daha fazla can sıkmadan son vereyim satırlara. Yazıya kitapları katıyorum, ada havası ekliyorum, gündemden uzaklaşmak istiyorum... Gel gör ki tüm yollar dönüyor dolaşıyor hüzünlere çıkıyor bugünlerde. 






10 Ekim 2020 Cumartesi

2019'DA KAYGILARDAN AZADE... BUDAPEŞTE...

     Geçen sene, şimdi bize hâyâl gibi görünen 2019 yılında ne kadar çok gezmiştim. Düşündükçe içimi daraltan bazı sıkıntılı zamanları olsa da seyahat açısından şahane bir seneydi. Öyle ki üst üste gelmelerinden dolayı bu seyahatlerden birini yazıya dökememiştim bile. Tam bir sene önce, ekim ayının birkaç gününü, çok sevdiğim arkadaşım Aslı'yla Budapeşte'de geçirmiştik. Hava şahaneydi, güneşliydi. Bugün ise Covid tehlikesiyle kapanmış olduğum evimde ne zaman dolu yağacak diye bekliyorum, gidip gelip camdan dışarıyı seyrediyorum. Asabım iyice bozulmadan bu seyahatten bahsedeyim mi biraz? Aslında aylar önce Budapeşte seyahatimi yazmaya başlamıştım. Bir iki paragraf taslak halinde duruyordu. Şimdi baktım ve bulamadım. Herkes gibi benim de şikayetçi olduğum yeni arayüzün azizliği! Neyse... Zaten o yazı her seferinde olduğu gibi deneyimlerin yanında bolca tarihi ve turistik bilgi içerecekti. Onu yazdığım zaman Covid falan yoktu. Şimdi işler değişti. Bu sefer seyahat yazısı tam da yıl dönümünde, sadece anılara geri dönüş olacak. Bir de bol fotoğraflı olabilir, şimdiden söyleyeyim.
    Mesela bakınız, şu fotoğraftaki bina, kalacağımız daireyi kiraladığımız hostelin bulunduğu binaydı. Anahtarımızı buradan aldık ve kendi dairemize geçtik. Sağda ve solda dışarıda oturmuş sohbet edenleri 
fark ettiniz mi? Maske yok, mesafe yok. Moral bozmak gibi olmasın ama geçen sene böyleydik. 


    Bunlar da binanın içinden görüntüler. Halı sermişler gibi yayılmışım basamaklara. Tabii o zaman daha rahatız. Bir daha seyahatlerde bu şekilde merdivenlere, yerlere oturabilir miyim bilmem? Fakat insanız, çabuk unutuyoruz değil mi? İçinde bulunduğumuz günleri unutmak zor ancak bu sıra edindiğimiz bazı alışkanlıkları gözardı etmeye başlayacağımız kuvvetle muhtemel.

    Budapeşte'de olduğumuz süre içinde konakladığımız daire bu hostelin arka sokağındaydı. Kolaylık olsun diye Peşte kısmında, merkezden bir daire bakmıştık. O yüzden manzaramız Aziz Stephen Bazilikası'ydı. Heykel sanatını severiz. Her sabah bazilikanın heykelleriyle karşılaşmak güzeldi. Tarihi bilgi pek olmayacak dedim fakat hiç olmayacağını kastetmedim. Tam şu noktada Aziz Stephen'in Hıristiyanlığı kabul ederek taç giyen ve Macar devletini kuran ilk kral olduğunu eklemeliyim. 

    Pencereden baktığında başını biraz sola çevirdiğin zaman manzara buydu. Yalnız herhalde yakınlarda hastane vardı ki geceleri caddeden ambulans sesleri yükselir ve bizi aniden uyandırırdı. 

    Bazilikanın içinden fotoğraflarım pek başarılı değil. İçinin de ihtişamlı olduğunu belirtip, net olan tek fotoğrafımı eklemek isterim.

    Aziz Stephen'in önündeki alanda, hemen her Avrupa şehrinde olduğu gibi turist kalabalığı olurdu. Şehirdeki ikinci günümüzde bu alanda birkaç gün sürecek bir tatlı festivali başladı. Çikolata, şeker, pasta kokuları arasında güne başlardık, akşam da enfes kokular eşliğinde bitirirdik günü. 

    Budapeşte'deki ilk günümüzde odaya yerleşmemiz biter bitmez dışarı attık kendimizi. Aslı daha önce birkaç gün burada bulunmuştu. Ancak gezip görmediği yerler de vardı. Pek plan yapmadan, kasmadan, yorulmadan gezecektik. Zaten şehrin her köşesi görmeye değer nitelikteydi. İkimiz bir olunca, özellikle çok çok önceki yıllarda delicesine müze tamamlama gayretine girerdik. Bunu biraz törpüledik. Gönül istiyor fakat sadece müzelere odaklanınca şehrin diğer sunduklarını gözden kaçırıyorsun. Artık hem beraberken hem de diğer seyahatlerimizde seçerek geziyoruz müzeleri. O an bırakmak zorunda kaldıklarımızı belki bir başka sefer görme umudunu da beslemiş oluyoruz.

    Budapeşte caddeleri, sokakları çok keyifli. Tuna Nehri, şehri Buda ve Peşte olmak üzere ikiye ayırıyor. Tarihi bölge Buda tarafı. Biz ilk gün, öğleden sonrayı da bulduğumuz için Buda'ya geçmiyoruz, Peşte kısmındayız. Geniş caddeleriyle, müze ve tiyatro binalarıyla, heykelleriyle, kafeleriyle Avrupa havasının daha fazla hissedildiği yer burası. 



    Yorulunca Tuna kıyısına yakın hoş bir kafe-restoranda  mola veriyoruz. Hava sıcak. Limonlu bira ve patates kızartması sipariş ediyoruz. Yaşlıca garsonumuz "Bu kadar mı?" dercesine bir ifadeyle memnuniyetsizliğini belli ediyor. Fazla acıkmadık, ne yiyebiliriz ki? Hem akşam gulaş yiyeceğiz. Garsonun tavrına anlam veremiyoruz, zira öğleden sonra saatlerindeyiz ve genelde herkes bir şey içiyor ya da dondurma yiyor. Fakat ortam o kadar güzel ki asla keyfimizi bozmuyoruz.

    Siparişimizden memnun olmayan garsona bakarak Budapeşte'deki herkesin turistlere böyle davrandığı düşünülmesin. Tam tersi hep sıcak karşılandık. Hâttâ Türk olduğumuz anlaşılınca daha da dikkat çekiyorduk. Türkçe konuştuğumuzu anlayıp, Türkçe ufak tefek cevaplar verenler oldu ancak fazla uzatmıyorlardı. Küçük bir jest gibiydi Türkçe kelimeler. Macarlar Türk mü? Hunlar Türk mü? Macarlar Hun İmparatoru Attila'nın soyundan mı geliyor gibi tartışmalar bu yazının konusu değil ancak Macaristan'da bu konularda araştırmalar olduğunu, Macaristan'ın Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği'ne katıldığını, Macarlar'ın bir kısmının Türkler'le akraba olduklarını düşündüklerini haberlerden takip ediyorum. Ancak bir turist gözüyle şunu söyleyebilirim ki Budapeşte'de çok rahattım. Macarların Türk olduğumuzu anladıkları andaki samimiyetlerine inandım. Macaristan'ı tekrar görmenin hâyâlini kuruyorum. Şimdi tekrar dönelim 2019'daki seyahatimize.

    Budapeşte'deki ilk günümüzü ısınma turlarıyla tamamladık. Bol bol fotoğraf çektik. Gulaşımızı da yedikten sonra ertesi güne enerji toplamak için dinlenmeye çekildik.

    Ertesi sabah çok da erken olmayan bir saatte uyandık. İlk uğramak istediğimiz yer meşhur New York Cafe'ydi. Yer bulursak burada kahvaltı yapacaktık. Fakat bulamadık. Kapısından girince uzunca bir kuyruk karşıladı bizi. Önce beklemeye karar verdik. Biz masalarda oturanlara bakıyoruz, onlar bize bakıyor. Kalkmalarını bekliyoruz. Zaman akıp gidiyor. 

    Bakıyoruz olacak gibi değil, 120 yıl önce açılan ve bir zamanların sanatçılarının, yazarlarının mekânı olan bu yerde vakit geçirme hevesimizi yarınlara bırakıyoruz. Hâl böyle olunca önünden bir fotoğrafla ve birkaç estetik ayrıntıyla yetinmek durumunda kalıyorum.




        New York Cafe hayalimiz suya düşünce elimizdeki haritadan bir başka mekân aramaya başladık ve filozof Spinoza'nın ismini almış bir kafenin hoş olabileceğine karar verdik. Spinoza Cafe'ye ulaşınca şehrin Yahudi Mahallesi'ne de geçmiş olduk. 

    Spinoza sadece bir restoran değil canlı tiyatro ve müzik performanslarının da yapıldığı, duvarlarındaki eski fotoğraflar ve afişlerle dikkat çeken hoş bir mekân. Biz geç kahvaltı için oradaydık, cam kenarındaki küçük masamızda kahvemizi yudumlarken bölgenin canlılığını gözleme fırsatı bulduk. Güzel saatlerdi.

    Spinoza'nın karşısında bir pasaj girişi dikkatimizi çekmişti. Kahvaltıdan sonra o tarafa yöneldik ve kendimizi akşam saatlerinde coşacak olan yeme içme mekânlarının karşılıklı sıralandığı bir eğlence bölgesinde bulduk. O saatlerde bir kısmı eski eşyaların ve el yapımı hediyeliklerin sergilendiği tezgâhlara ayrılmıştı. Ufak tefek bir şeyler satın aldık fakat üzerinden zaman geçtiği için düşünüyorum ve ne aldığımızı kesinlikle hatırlayamıyorum.

    Bugün Yahudi Mahallesi oldukça hareketli bir bölge. Oysaki 1944 yılında çokça acıya sahne olmuş. 
O günlerin izini Büyük Sinagog'da, müze haline gelmiş evlerde, sokak aralarında karşımıza çıkan anı heykellerinde görmek mümkün. 

    Yahudi vatandaşların terk etmek zorunda kaldıkları bazı binalar "Ruin Pubs" denen barlara dönüştürülmüş ki bugün onlar ayrı bir dünya. Birkaçına gündüz vakti sadece göz atmak amacıyla girdik. Geceleri keyifli olacağına eminim. Bu bölgedeki sinagog ve müzelere de vakit ayıramadık. O günkü planımız Buda'ya geçmek, Imra Varga Müzesi'ni ve Vasarely Müzesi'ni görmekti. Bunun için acele olmayan bir yürüyüşle, gördüğümüz her şeyin tadını çıkararak yola koyulduk. 

    





       İlk önce biraz Tuna'nın Peşte kıyısında yürüdük. Biz yollara düşmüşken kimi gençler Ekim güneşinin keyfini çıkarmaktaydılar.

    Keyifli görüntülerin yanında hüzün verenlerine de rastladık. Tıpkı bu yerleştirmede olduğu gibi... 

    1944'te Almanlar tarafından işgâl edilen Macaristan'da Yahudiler'in durumunu çarpıcı şekilde özetleyen bir iş bu. Kurşuna dizilmeden önce ayakkabılarını çıkarmaları istenir onlardan. Çünkü ayakkabılar insan hayatından daha değerlidir. 

    Bu da günümüz Macaristan'ının Parlamento Binası. Kadraja giren otomobil olmasaymış güzel bir fotoğraf olacakmış aslında:) Ziyanı yok! O günü, o anı anlatan samimilikte bir fotoğraf bu.

    Fakat Parlamento Binası gerçekten etkileyici! Budapeşte manzaralarını tamamlayan, özellikle Tuna'nın diğer kıyısından şahane görüntü veren bir yapı. İçini de görmek isteyenler, toplantı olmadığı günlerde rehberli turlara katılabiliyorlar. Bakınız aşağıdaki fotoğraf akşama doğru dönüş yolunda binayla aynı kareye girme çabamı yansıtan bir çalışmadır ve kendisini pek severim.

    Şimdi Budapeşte'nin sekiz meşhur köprüsünün birinden karşıya geçme zamanı. 

    Zincirli Köprü, şehrin en tanınan köprüsü. İki yakayı birbirine bağlayan, dubalarla geçişten kurtaran ilk köprü. 1849 tarihli. Budapeşte köprüleri ne yazık ki yüzde yüz orijinal halleriyle günümüze gelmiş değiller. 2.Dünya Savaşı'nda ağır hasar gördükten sonra restore edilmişler. Yakın zamanda okuduğum, olayların Budapeşte'de geçtiği "İşin Aslı Judith ve Sonrası" romanında köprülerin geçmişini ve bugününü çok güzel özetleyen, bir şehri gezerken tarihini bilmenin ve saygı göstermenin önemini vurgulayan satırlar var. Şöyle diyor Judith: "Sonraları, yurt dışında yaşayan Macarlar Amerika'dan ziyarete gelip de şahane arabalarıyla demir köprülerden vızır vızır geçerken daima ağzımda acı bir tat oldu, çünkü bu yabancıların yeni köprülerimizi bu kadar kayıtsızca kullanmaları beni üzüyordu. Çok uzaklardan gelmiş ve savaşın sadece şöyle bir kokusunu almış, onu uzaktan, film izler gibi izlemişlerdi. Ne güzel yaşıyorsunuz ve köprülerinizde gidip geliyorsunuz, demişlerdi. Bunu duyduğumda kalbim sızlamıştı. Siz ne bilirsiniz, diye düşünmüştüm. Ve anladım ki burada yaşamamış, o zamanlar bizimle birlikte olmayan biri, o harikulâde eski Tuna köprülerimiz bir bir havaya uçarken bir milyon insanın ne hissettiğini bilemezdi. Ve günün birinde nehri tekrar ve ayağımız kuru geçebilince neler hissettiğimizi..." 
    

    Ve Victor Vasarely Müzesi'ndeyiz. Koleksiyonuyla çok keyifli bir müze burası. Victor Vasarely Optik Sanat'ın öncü ismi. Hayatını Fransa'da sürdürmüş olsa da Macaristan doğumlu.

    Aynı geometrik biçimin farklı düzenlemelerle oluşturduğu yanılsamalara dayalı eserler her açıdan incelemeye değer ve bu durum müzede epeyi bir vakit geçirmemize neden oluyor. Devinimin ve rengin sürekliliğinden yorulunca mola veriyoruz, bizden başka sadece yaşlı Fransız bir çiftin olduğu boş müzede gönlümüzce fotoğraf çekerek eğleniyoruz.





     Vasarely, grafik tasarımlarıyla, heykelleriyle, daha pek çok ikonik çalışmasıyla sanatını her kesime ulaştırabilmiş bir isim. David Bowie'ye ait albümün kapağında, yukarıda görüldüğü gibi... 2017 yılında İstanbul MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi'nde ve İzmir'de Arkas Sanat Merkezi'nde sanatçının eserleri sergilenmişti ancak fazla reklamı olmadı, çok kişiye ulaşamadı. Önemli bir sergiydi.
    Budapeşte'deki o gün ayrıca görmek istediğimiz İmre Varga Müzesi ne yazık ki kapalıydı. Müze civarındaki sokaklarda yer alan bazı heykelleriyle yetindik.




    Bu gezdiğimiz yerler "Eski Buda" anlamına gelen "Obuda" bölgesiymiş ve Budapeşte'nin 3.kısmını oluşturuyormuş. Müzeleri ararken tamamen tesadüfen bulduk ve hayran kaldık. Romantik sokaklarıyla, evleriyle canım Tallinn'ime benzettim ben burayı. 




    Soluklanmak için şirin mi şirin bir restoran seçip oturduk. Bir Avrupa şehrine göre çok çok az hesap ödediğimiz bu mekânda peçeteden tabağa her şey o kadar zarifti ki... Budapeşte'ye yolunuz düşerse Obuda bölgesini görmeden dönmeyin derim.

    Buda'nın kale kısmını ertesi güne bıraktık. Akşama doğru yine köprüleri aşmak, Peşte'ye dönüş, turist kalabalığıyla yenen akşam yemeği, sohbet muhabbet...

    

    Budapeşte'nin o kadar hoş tarihi kafeleri var ki her birine bir gün ayıracak olsan epeyi bir zamanını burada geçirmen gerekir. Şehirdeki üçüncü günümüzde kahvaltıyı bunlardan birinde, Callas Cafe Restaurant'da yapmak istedik. Yine haritayı elimize alıp düştük yola. Şık Andrassy Bulvarı'nda, Devlet Opera Binası'nın karşısında bulduk kendisini. Aslında burası bir otel. 1880 yılında ev olarak inşa edilmiş. Kafe kısmı girişte yer alıyor. Bugünkü ismini Maria Callas'ın 1964 yılında Macaristan Operası'nda sahne almasından alıyor olsa gerek. Şehre gelen ünlülerin tercih ettiği otellerden biri imiş.

    "O kadar anlattın, hani fotoğraf?" denebilir:) Hava iyi olduğu için dışarıda oturduk ve içeriden fotoğraf almadık, Japon turist moduna girmek istemedik. Merak edenler için internette sayfası mevcuttur efendim.
    
    Callas'da leziz sebzeli omletlerle enerji depoladıktan sonra Buda tarafına geçtik. Yine bol bol yürüdük. 
Kale kısmına çıkmak için füniküler var. Ancak orada olduğumuz sıra çalışmıyordu. Çalışsaydı da bizim için fark etmezdi çünkü yürüyerek çıkmaya karar vermiştik. Aşağıdaki fotoğrafta yeşilliklerin arasında füniküler görünüyor.

        Kale bölgesine ulaşana kadar tarih kokan sokaklardan, bir başka zamanın insanlarına yuva olmuş güzel evlerin önünden geçtik. Yükseldikçe geriye dönüp, her seferinde ayrı güzellikte manzaralar sunan Tuna'ya tekrar tekrar bakmayı ihmâl etmedik. 
 
    Buda Kalesi, 13.yy.'da Macar kralları tarafından kullanılmaya başlanan, çeşitli binalardan oluşan bir saray kompleksi. Bu bölgede bugün en çok ziyaret edilen yerler Matthias Kilisesi, Balıkçı Tabyası, Ulusal Galeri, Tarih Müzesi ve Askeri Müze'nin de içinde olduğu müzeler. 
    Kaleye doğru rastgele çıktığımız yolumuz ilk önce bizi bir masalın içinde hissettiren mimarisiyle Balıkçı Tabyası'na ulaştırdı.


    Balıkçı Tabyası'ndan doyasıya seyrettiğin Peşte ve Tuna manzarası muhteşemdi. Peki Macarların bu topraklara gelişinin 1000.yılı şerefine 1895'te yapımına başlanan tabyada balıkçıların ne işi vardı? Söylentiye göre Buda savaş tarihinde balıkçılar loncasının desteği nedeniyle bu ismi almıştı. 

    Masalsı görünümü tamamlayan önemli yapılardan biri de Matthias Kilisesi. Yaklaşık 700 yaşındaki kilise nice taç giyme törenine, kraliyet nikâhına tanıklık etmiş. 

    


    Kale Meydanı'nın zamanı aşan, dünyanın her yerinden insanları kucaklayan renkli ortamında epeyi bir vakit geçirdikten sonra Hungarian National Gallery'ye uzandık. Tabii duraklaya duraklaya, etrafı izleyerek, bol bol fotoğraf çekerek...



    Ulusal Müze'de o sıra bir de Sürrealistler'in sergisinin olduğunu gördük. Dayanamayıp ona da girdik. Magritte ve ben mutluyduk.

    Müze kapanmadan yetişip yapabildiğimiz kadarıyla kalıcı koleksiyona da göz attıktan sonra eski şehir bölgesine veda ettik ve Tuna kıyısına inmeye başladık. Akşama kavuşmakta olan şehir yine nefis manzaralar sunmaktaydı. 


    10 ülkeyi kateden güzelim Tuna Nehri Budapeşte'ye ayrı yakışıyor. Nehirde yol alan turistik teknelerle gezip gezmemek konusunda çok kararsız kalmıştık ancak en sonunda dışarıdan izlemenin daha iyi olacağını düşündük. Şu manzarayı dikkate alırsak, haksız olduğumuzu kim söyleyebilir ki? 

    Şehirdeki son gecemizde akşam yemeği için Yahudi Mahallesi'ne gitmeye karar verdik. Gündüz saatlerine göre daha kalabalıktı. Dışarıya atılmış masalardan sohbetler, kahkahalar yükseliyordu. Dikkatimizi en çok bekarlığa veda turları yapan kadın grupları çekti. Fakat sadece genç kadınlardan oluşan bir grup gelmesin aklınıza. Anne, kayınvalide, teyze oldukları belli orta yaşlı kadınlar da vardı gruplarda. Gelinlerin kafasında küçük duvaklı bir taç, süslenmiş genç kızlar... Hep beraber, sakin sakin bir bardan çıkıp diğerine giriyorlardı. Bir nevi kına gecesi yani:) 
    Geldiğimiz günden beri ortasından geçtiğimiz, yukarıdaki satırlarda bahsettiğim tatlı festivalinden artık bir şeyler tatmak istiyorduk. Onu da son geceye bıraktık. Porsiyonu epeyi büyük olsa da bu coğrafyanın meşhur makara tatlısından yemeye karar verdik. Közün üzerinde tatlılar döndükçe enfes kokular saçılıyordu etrafa. Kayıtsız kalmak pek mümkün değildi doğrusu. 

    Bu tatlı, sıcak ve karamelli bir simit gibi. Simit tadı aldım ben. İstanbul'da olup merak edenler Taksim'de Narmanlı Han'ın içindeki Hansel&Gratel Şekerci Dükkanı'nda deneyebilirler. Orada olduğunu gördüm fakat bu kez tatmadım. 
 
    Efendim bir önceki günü tatlı bitirmiştik, ertesi güne de tatlı başladık. Nasıl olsa bol bol yürüdüğümüz için tatlı yeme hakkımız vardı:) Önceki iki güne göre daha mütevazı geçiştirdiğimiz kahvaltıdan sonra meşhur gül dondurmayı denemek istedik. Daha doğrusu galiba en çok ben istedim:) 

 

    Aslında tek ayırt edici özelliği gül şeklinde olması olan bir dondurmayı, o kadar renk varken neden kahverengi yani çikolatalı aldığımı hiç bilmiyorum. Bazen çeşit karşısında kalakalıyorsun ya, aynen öyle oldu.

    Budapeşte'de artık sayılı olan saatlerimizi Kahramanlar Meydanı civarına ayırmıştık. Akşam üzeri İstanbul'a dönüş vardı. Yine başladık yürümeye. Opera'nın, Callas Cafe'nin yer aldığı Andrassy Bulvarı'nı boydan boya katettik.



Kahramanlar Meydanı Macaristan'ın en büyük meydanlarından biri. Meydan 1896'da inşa edilen Milenyum Anıtı'yla tanınmakta. 

    Milenyum Anıtı'nda Macarlar'ın ilk liderlerinden sonraki krallarına ve devlet adamlarına kadar önemli isimlerin heykelleri yer alıyor. Heykellerin alt kısımlarındaki rölyeflerde de bu kahramanların tarihteki önemli anlarını anlatan sahneler var. En üstte baş melek Cebrail...

    Meydanın sağında ve solunda müzeler... 

    Kahramanlar Meydanı çevresinde dolaşırken Şehir Parkı'nı fark ettik (Varosliget). Parkın yapay gölünde sandallarla, deniz bisikletleriyle gezenlere heveslendik. Dört gündür sabahtan akşama yürümekten artık o kadar yorulmuştuk ki o bisikletlere binip gölde sallana sallana gezinmek istedik. Atladık birine. 
     
    O kadar iyi geldi ki. Güneş pırıl pırıl tepemizde. Sanki sonbahar değil de yaz mevsimindeyiz. Tam ortada durduk, yüzümüzü güneşe verdik, uzattık ayakları dinlendik:)

    

Şu şato görünümlü binanın önünde de epeyi bir vakit geçirdik. Zira pek dikkat çekici pek romantikti.

     O sırada bilmiyorduk, ancak dönünce öğrendik ki burası Vajdahunyad Kalesi'ymiş. Yine bin yıl kutlamaları için geçici olarak yapılmış. O zaman malzemesi ahşap ve kartonmuş. Halk bu kaleyi çok sevince kalıcı hale getirilmiş. Şöyle ilginç bir özelliği daha var ki o da tamamen eklektik bir yapıda olması. Macaristan'ın her yerindeki önemli yapılardan ve tarihsel dönemlerinden ayrıntılar bir araya getirilmiş. Macaristan'ın mimari tarihini yansıtıyor diyebiliriz kısacası. Kışın bu küçük göl donduğunda üzerinde buz pateni yapılıyormuş. 
O kış sahnelerini düşününce nasıl romantik bir ortam oluştuğunu hayal etmek hiç de zor değil.
    Ancak ucundan kıyısından görebildiğimiz şehir parkında hamam, eğlence parkı, hayvanat bahçesi, bit pazarı gibi bölümler varmış. Arkadaş gez gez bitmiyor Budapeşte! Az önce hamam dedim ya, şehirde sıcak su kaynakları olduğu için tarihi Roma hamamları da var ki fena halde aklımızda kalmasına rağmen onları da göremedik. Girmediğimiz müzelerde aklım kaldı ve oturamadığım tarihi kafelerde... Buda kısmının her yerini gezemedik. En yüksek noktasına çıkamadık. Kalenin altında mağaralar vardı örneğin. Oraya da inemedik. Margaret Adası'nın çevresinde dolaştık dolaştık da kendisine ulaşmaya vaktimiz yetmedi. Yahudi Mahallesi'nde pek çok görülesi yer kaldı. Daha çok şeyi koştura koştura yapabilirdik ama onu istemedik. Sindire sindire dolaştık tarihi sokakları. Çok da güzel oldu. Ah! Bir de o aklımızda kalanlar olmasa! Budapeşte turistlere çok fazla imkân sunan bir şehir. Nasıl olur, ne zaman olur bilmem ama yolu bir daha düşürmeli buraya. "Euro almış başını giderken nasıl olacak o?" diyebilirsiniz tabii. "Ben kura bakmıyorum" esprisini yapmayacağım:) Bal gibi de bakıyoruz kura. Bilemiyorum. Sağlık olsun da, seyahat hayallerimden vazgeçmeye niyetim yok. Belki eskisinden daha kısa süre için çıkacağız dışarı, otelde kalmayıp zaten ara sıra yaptığımız gibi daire kiralayacağız, daha uygun yerlerde yiyeceğiz vs. İnsanız, gayret edeceğiz fakat birilerinin hayallerimizi öldürdüğü kesin. Neyse... Şu salgın bitip normale döndüğümüzde seyahat edecekler için Budapeşte'nin bazı Avrupa kentlerine göre daha hesaplı olduğunu söyleyebilirim. Yeme içme ucuza getirilebilir. Kiralık daire de çok. Bizimki beş kişinin kalabileceği kocaman bir daireydi, tertemizdi. Fotoğrafta görüldüğü gibi eski, romantik bir binadaydı.

    Uçak yolculuğunu çok özledim. Bazı ülkelerde benim gibi özleyenler için seferler düzenlenmeye başlamış. Birkaç saat uçuyormuşsun, dönüp dolaşıp aynı havalimanına iniyormuşsun. Böylesini de istemem doğrusu. Tamam yolculuğun kendisi güzel ama farklı yerler görmeyi de özledim. Bu yazıyı yazmak benim için terapi gibi oldu. Son zamanlarda, belki yaz mevsiminin de bitiyor olmasının etkisiyle herkesin yine karamsarlığa kapıldığını görüyorum. O yüzden farklı bir yazı yazayım istedim. Gitmesek de gitmiş kadar olalım dedim. Vallahi iyi geldi. Fotoğraflara dalmak üzmedi. Bazen Pollyanna olmak işe yarıyor. Bol bol kendi fotoğrafımı da ekledim bu sefer. Çünkü nedense bu fotoğraflarda normalden uzun çıkmışım:) Instagram'ı da bıraktım ya, buraya sarmış olabilirim, idare edin artık:) Ve sağlıkla kalın. Gelecek güzel günlerin umudunu hiç kaybetmeyin.