24 Eylül 2019 Salı

BALİ'DE İLK DURAK... UBUD...

    Bizim için yoğun geçen ayların ardından, yaz tatili için plansız programsızken, kısa sayılacak bir sürede verdiğimiz kararla yolumuzu Bali Adası'na düşürdük. Son yılların popüler destinasyonlarından biriydi ancak kendisine dair büyük hayallerimiz yoktu açıkçası. Biraz uzaklaşma isteği ve THY'nin adaya direkt uçuşlarının başlamış olması bizi harekete geçirdi. Fakat uçaklar öyle doluydu ki dönüşü aktarmalı olarak Endonezya'nın başkenti Jakarta'dan yapmak zorunda kaldık.
    Bali, Güneydoğu Asya'daki Endonezya'nın Hint ve Pasifik okyanuslarına dağılmış sayısız adasından biri. "Sayısız" tabiri yanlış olmayacaktır çünkü gerçekten ülkenin kaç adet adası olduğundan emin değiller. 17.000- 18.000 civarında olduğu biliniyormuş ve sayıyı netleştirmeye çalışıyorlarmış. Bu kadar ada içerisinden Bali'nin sıyrılıp popülerleşmesinin bir sebebi vardır elbet. 1932'de henüz Hollanda sömürgesiyken Charlie Chaplin'in adaya yaptığı seyahati filme alması, Hollandalı ressam Arie Smit'in 1956'da buraya yerleşip "Genç Sanatçılar" akımına yön vermesi, ressam ve sanat tarihçisi Miguel Covarrubias'ın "Island of Bali" isimli kitabı yazması Bali'ye ilgi çeken hareketlerden. Tabii bunlara 2007 yılında yayınlanan "Ye, Dua Et, Sev" romanının ve ardından çekilen filmin etkisini de eklemek gerekir. Özellikle bu romanın ada turizminin gelişmesinde çok etkili olduğu söylenmekte.

    Bali pirinç teraslarıyla bezeli yemyeşil bir ada. Enfes günbatımlarıyla meşhur. Pasifik ve Hint okyanuslarının ortasında. Köpük köpük dalgalarıyla sörf tutkunlarının, lezzetli sebze ve meyveleriyle vegan beslenenlerin, huzur aşılayan iklimiyle yoga ile uğraşanların ve yüzde doksan üçlük Hindu nüfusuyla anlam arayışındaki Avrupalı gençlerin gözdesi. Ve bir de yeni evlenenlerin balayı seçeneği. 

Balayında Bali'ye gidilir mi? Evet, gidilir. Okyanus kıyısında yürüyüş yapmak, romantik günbatımına karşı içkini yudumlamak, şelalelerde yüzmek, kullanabiliyorsan scooter üzerinde tüm adayı turlamak, otellerdeki yüksek hizmet kalitesi balayı çiftleri için oldukça çekici.

   Yazdıkça aklıma ayrıntılar üşüşüyor. En iyisi ben çok sıkmadan, bir an önce adada nasıl vakit geçirdiğimiz konusuna gireyim, aklıma gelenleri aralara serpiştiririm.


    Adaya THY'nin Dreamliner tipi en yeni uçağı "Maçka" ile 13 saatlik bir uçuşla ulaştık. İstanbul'da gece yarısı başlayan yolculuğumuz, iki ülke arasındaki 5 saatlik farkın etkisiyle Bali'de ertesi günün akşam 19.00 civarında son buldu. 13 saatlik yolculuk beni ne yordu ne de korkuttu. İniş ve kalkışlardaki yürek hoplamasını her yolculukta zaten yaşıyorum. Bu dediğim zamanları saymazsak havada olduğumuzu kafamdan çıkarmaya çalışıp eğlence sistemindeki filmlere ve yanımdaki kitaba odaklandım. Yemekti, kahveydi derken vakit geçti. Çok düşünüp yolculuğu kendime zehir edersem hiçbir yere gidemem, farklı yerleri göremem. Uçak yolculuğu konusunda düsturum budur:)


    Endonezya'ya vizesiz seyahat edebiliyoruz. Pasaport polisinden kolayca geçiliyor. Herhangi bir ücret de ödenmiyor. Turizm Bali halkının en önemli geçim kaynaklarından olduğu için hava alanında her şey organize. Görevliler siz sormadan "Şuradan Rupi alabilirsiniz, arabalar şu tarafta bekliyor" şeklinde yönlendirmelerde bulunuyorlar. Çıkışta ellerinde dünyanın her yerine ait isimlerin yazılı olduğu kağıtlar tutan bir şoför kalabalığı ile karşılaşıyorsun. Eğer kalacağın yeri henüz gitmeden ayarladıysan, genelde otelden "Ulaşım ister misiniz?" mesajı geliyor. Otelle anlaşmadıysanız sorun değil. "Taksi ister misiniz?" diyen herhangi birinden fiyat alıp yola koyulabilirsiniz. Bali'de ve devamında bulunduğumuz Jakarta hava limanı çevresinde taksiciden bol bir şey yok. Taksi kelimesini duymaktan gına geldi diyebilirim.

    Bizi hava alanından, Ubud'da kalacağımız otelin sahibi aldı. Tabii belli bir ücret karşılığında anlaşmıştık. Bali genelinde (Jakarta da aynı şekildeydi) trafik çok yoğun olduğu için, hava alanının bulunduğu Denpasar ile Ubud arası yolculuk 2 saate yakın sürdü. Küçük otelimize varır varmaz uykunun kollarına teslim ettik kendimizi.
    Yola çıkmadan önce Bali'ye yapılan seyahatlerin yazılarını okudum, fotoğrafları inceledim. Ve adada görülecek çok şeyin olduğuna, herkes için farklı etkinlikler bulunduğuna, sevilen yeme-içme mekânlarının fazlalığına, plajların çokluğuna hükmettim. Herkesin rotası farklıydı. Hakkıyla gezip görebilmek için birkaç günün asla yetmeyeceği, en az 15 gün kalınmasının hoş olacağı söyleniyordu. Hemen her giden Ubud, Kuta, Seminyak, Canggu, Uluwatu vb. arasında kendince gün gün bölmüştü seyahatini. Biz bir haftalık konaklamamız sırasında her şeye yetişemeyeceğimiz konusunu netleştirerek ve kültür gezisinden çok deniz tatiline çıkmış olduğumuzu hesaba katarak 3 gece Ubud'da, 4 gece Canggu'da kalmaya karar vermiştik. Ubud, adanın muhakkak görülmesi söylenen şehir ayarındaki merkez bölgesiydi, Canggu ise denizin keyfine varabileceğimiz yerdi.

    Ubud'daki ilk sabahımıza tütsü kokuları içerisinde açtık gözümüzü. Sabahın erken saatlerinde her evde ve her iş yerinde tütsüler yakılıp tanrılara sunular yapılıyor. Endonezya aslında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip olan ülke. % 90'ı Müslüman. Ancak Bali adasının yüzde % 93'ü Hindu. Enteresan bir durum. Endonezya'da değil de bambaşka bir ülkede gibisin. Dolayısıyla Bali'de Hindu gelenekleri hakim. Her yer Hindu tanrılarının heykelleriyle dolu. Büyüklü küçüklü tapınaklar her yerde. Evlerin bahçelerinde kendilerine ait tapınakları bile var. Her sabah kapıların önleri çiçeklerle süsleniyor. 

İyi bir gün dilekleriyle pirinçlerin, çiçeklerin, bisküvi parçalarının, hattâ bazen paranın yer aldığı sunular tütsüler eşliğinde kendilerince uygun gördükleri yerlere koyuluyor. Yerlerde, yollara dizilmiş olanlara basmamak için çaba sarf ediyorsun. Ancak bu çaba bir süre sonra umursamazlığa dönüşüyor çünkü sunular her yerde. Örneğin plajlarda dahi var ve bazen kumların arasında fark etmek mümkün olmuyor.

   Yüksek yerlere yerleştirilmiş sunuların tanrılar için, yerlere dizilenlerin ise kaçınılmaz olarak her şeyde bulunan kötülüğün iyiliğe dönmesi için olduğunu öğreniyorum. Fakat görüntüler çok renkli, pek süslü. Çiçeklere verilen önem şahane. Sunuyu yaparken bellerine muhakkak -kadın ya da erkek fark etmiyor- "Sarong" denen renkli örtüleri etek gibi bağlıyorlar. Kadınlar bazen kulaklarına çiçek iliştiriveriyorlar. 

Ki bunlardan en sevdiğim, Plumeria denen tropik çiçek.

    Bizim için bambaşka bir ortam. Farklı bir kültürün havasını gözlemlemek güzel. Nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Bir süre kendi ortamımızdan, yerel sorunlarımızdan uzağız. Seyahat etmenin en sevdiğim katkılarından biri: Dünyanın senin çevrenden ve senin alışkanlıklarından ibaret olmadığının farkına varmak.





    Ubud'da kültürel bir tur yapmayı ertesi güne erteledik. İlk günümüzü yeşillikler içindeki meşhur havuzlardan birine ayırdık. Zira adanın orta kısımlarında olduğumuz için denize yakın değiliz. Gelmeden önce çoğu gezi yazısında okuduğum Jungle Fish'te geçireceğiz günümüzü. Burası orman içine konumlanmış sonsuzluk havuzuna sahip bir mekân. Yürüyerek gitmenin daha keyifli olacağına karar verip düşüyoruz yollara. Yürüyüşün önemli bir kısmı Ubud'un meşhur trekking yolu Campuhan Ridge'te geçiyor. Ortam şahane. Yemyeşil, sessiz, sakin. Dünyanın farklı yerlerinden gelmiş insanlarla karşılaşıyorsun, selamlaşıyorsun. Herkes huzurlu görünüyor. Havanın sıcak olduğu saatlere denk gelmiş olsa da hayatımın en keyifli yürüyüşlerinden birini yapıyorum. Akşamüzeri dönüş yolculuğu daha rahat geçiyor. Diyeceğim o ki fırsatınız olursa Campuhan Ridge Walk'u es geçmeyin, serin saatleri tercih ederseniz şahane olur. 



    Jungle Fish'e ulaşmak için yürümenin haricinde taksi kullanabilirdik. Ya da scooter kiralayabilirdik. Tüm gezimiz boyunca araba kiralamış da olabilirdik. Ancak özellikle Ubud'da motorsiklet yoğunluğu o kadar fazla ki trafiğin soldan akıyor oluşunu da hesaba katarsak kiralama işlerini tümüyle kafamızdan sildik. Scooterla gezmek isteyen Orhun'a da sildirdik:)

    Jungle Fish, Ubud'un sevilen sonsuzluk havuzlarından biri. Sonsuz gibi gelen yeşilliğin ortasında, şehir gürültüsünden çok uzakta bir rahatlama noktası. Oralara gidip bu havuzlara, özellikle de Jungle Fish'e uğramayan Türk yok gibi. Seyahatimiz boyunca en fazla vatandaşımıza burada rastladık. Açık konuşmak gerekirse yurt dışında bulunduğum kısıtlı süre içinde yerel gündemimizden uzak kalmak istiyorum, hemşehrilerimle memleket meselelerinden konuşmak istemiyorum. Elbette ki Türkler'in varlığı bize güven veriyor, hoşumuza gidiyor ama genelde sadece selam verip kendi sohbetimize dönüyoruz. O gün orada sakin sakin yüzerken birbirleriyle yeni tanışan hemşehrilerimin sohbeti, kendimce yaptığım meditasyonu çok güzel böldü. Hayır, ortam da çok sessiz, mecburen duyuyorsun. Biri bir devlet kurumunda çalışıyor, iş yerine dava açmış. Diğer arkadaş avukat. Bu durumda sohbetin gidişatı tahmin edilebiliyordur sanırım. Memleket havasından kaçış yok:)


Jungle Fish
   Ubud'daki ikinci günümüz gezmek-görmek ağırlıklı ilerliyor. Bir gün önce otelin sahibiyle günübirlik tur için anlaşmıştık. Böyle bir gezi için şoför ayarlamak zor değil. Bu işi yapan çok kişi var. Herkes kendi isteğine göre rota çizebiliyor. O gün biz bir pirinç terası, önce üç iken sonradan sayısını ikiye indirdiğim tapınaklar, bir kahve plantasyonu ve bir şelale ziyareti için 450.000 Rupi'de anlaştık. Bali'de işlerin pazarlık üzerinden yürüdüğü çok ama tanışıp sevdiğimiz arkadaşla böyle bir işe girmek istemedik. Otelde de çok güzel ağırlanıyoruz. Bulandırmaya gerek yoktu. Rupi olayına gelirsek! 1 Lira yaklaşık 2.5 Endonezya Rupisi. 450.000 Rupi örneğinden gidersek benim hesaplamam şöyleydi: 45 x 4 = 180. Yani yaklaşık 180 Lira. Yüz binler söz konusu olunca fazla para harcadığını sanıyorsun ancak bizim için Euro'nun tersine bir hesaplama var. Bu güzel. Ve global markaların aynılığı dışında Endonezya hesaplı bir ülke. Bali'de kaldığımız oteller, yemek yediğimiz restoranlar ve plajlar Türkiye'de olmuş olsa 2-3 katı masraf yapacağımız kesindi.

    Şimdi gelelim Ubud'da dolu dolu geçirdiğimiz güne. Sabah 10.00'da ilk ziyaret noktamız Tegalallang Pirinç Terası'na doğru yola çıktık. Bali'nin her yeri pirinç tarlaları ve teraslarıyla dolu. Bunların hepsi çok düzenli ve görsel açıdan oldukça çekici. Kimini turistler için ziyarete açmışlar. Tegalallang ve Jatiluwih terasları UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki isimler.


    Biz Tegalallang'ı ziyaret ettik. Tahminimden daha keyifli bir aktivite oldu. Yaptığımız sadece yürüyüştü aslında ama bir film platosunda hissettiren masalsı ortam mutlu etti.


   Bali'de pirinç üretimi önemli. 4 çeşit pirinç yetiştiriyorlarmış. Normal beyaz pirinç, daha yumuşak bir beyaz pirinç, kırmızı pirinç ve siyah pirinç. Kırmızı pirinç vitamin açısından güçlü olduğu için onunla daha çok bebeklere mama yapıyorlarmış. Şarabı da var. Merakımızdan denedik ve satın aldık. Fena değildi. Siyah pirinci de puding şeklinde yedik. Adını unuttuğum için bu yazıda devamlı "otel sahibi" olarak andığım arkadaş biz ayrılmadan önce denememiz için bu pudingten yaptı. O da fena değildi. Muhallebi kıvamında, "şifa olsun" diyerek yediğimiz bir tatlıydı:) Yeri gelmişken... Ubud "Şifa" anlamına geliyormuş. Bitkilerin iyileştirici gücünden gelen şifa...


    Birbirine yakın pirinç tarlası sahipleri, sulama için zamanla ortak bir sistem geliştirmişler. Subak denen su kanallarını oluşturmuşlar, verimi arttırmışlar. Bu sistem UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Rehberimiz bundan gururla bahsetti. Bali halkı için çok doğaldır ki her subak için bir tapınak inşa edilmiş. Adada tarlalar içinde yol alırken bu düzeni çok net gözlemleyebiliyorsun.

    Oldukça turistik hâle gelmiş, Instagram fotoğrafları çekmek için sevimli platformlar düzenlenmiş, gökyüzü salıncakları kurulmuş fakat yine de bizler için doğal ilginçliğini kaybetmemiş Tegalallang'tan sonra yolumuz Bali'nin en önemli tapınaklarından Tirta Empul'a, yani Kutsal Su Tapınağı'na uzanıyor. Hemen her dinde rastlanan kutsal su inanışının vücuda geldiği yer burası.

    Kral Mayadenawa ile Tanrı İndra'nın savaşı sırasında İndra'nın asasını yere vurmasıyla fışkıran su, kutsal bir nitelik kazanıyor ve yalnızca yerel halkın değil, dünyanın her yerinden gelen Hindular'ın ya da Hinduizm sempatizanlarının burada arınmasına, kendini iyi hissetmesine neden oluyor.

    "Ritüeli bilmeyenler suya girmesin" minvalinde bir uyarının bulunduğu kaynak havuzlarında görüntü ilginç. Huşu içinde yıkanan Avrupalı gençlerin çokluğu dikkatimi çekiyor. İnsan ve din ilişkisi üzerine yine düşüncelere dalıyorum, yine pek bir sonuca varamıyorum.

    Hindu tapınaklarına girmeden önce beline sarongları bağlamak şart. O gün tapınaklara gireceğiz diye pantolon-etek tarzı bir kıyafet giymeme rağmen sarongtan kurtulamadım, izin vermediler. Amaç kapalı olmaktan ziyade o örtünün bele bağlanması. Yanımızda olan şalları kullandık. Şalı olmayanlar için dağıtıyorlardı. Ortama rengarenk bir görünüm hakimdi.




    Tirta Empul, kutsal havuzun gerisinde inşa edilmiş binalarıyla beraber bir tapınak kompleksi. 10.yy.'a kadar inen bir geçmişe sahip. Ara ara düzenlenen dini törenler, havuzlar, heykeller derken burada epeyi bir vakit geçiyor. Ancak Ubud'da daha görecek şeyler var. Sonraki durağımız, dünyanın en pahalı kahvesini tadacağımız bir plantasyon.


    Kahve, kakao, vanilya vb. tropik bitkilerin üretiminin yapıldığı Satria Agrowisata'yı biz seçmedik. 

Luwak kahvesinin üretildiği yerlerden birini görmek istediğimi söylediğimde rehberimiz bizi buraya yönlendirdi. Zaten sanırım çoğunluk turist buraya gidiyor. Çünkü Bali fotoğraflarında çok sık karşılaşıyorum.

    Kakao, kahve, vanilya... Bunlar lezzetli şeyler. Severiz. Oldukça büyük alan içerisinde ilerlerken şoförümüz, rehberimiz, otel sahibimiz (!) bizi bu ürünler hakkında bilgilendiriyor. Biz de "Aaa! Dalındayken vanilya böyleymiş! Ooo! Baksana yerde kahve çekirdeği var!" diye diye saf şehirli hareketlerle onu takip ediyoruz.

Dalında kahve...
    Fakat ortam gerçekten güzel. Yemyeşil. Pirinç terasları gibi set set uzanıyor. Her adımda farklı bir manzarayla gözlerimiz bayram ediyor. Burada da keyifli Instagram fotoğrafları çekmek için düzenekler kurulmuş.Örneğin, ücretini verirsen sevdiceğinle birlikte şu kuş yuvasına kurulup anı ölümsüzleştirebiliyorsun.

    Bali kesinlikle güzel fotoğraflar veren bir yer. Bunu bilen ada halkı fırsatı ganimete çevirmek konusunda akıllı davranmış. Ubud'da meraklıları için selfie turları düzenleniyor. Belli bir ücret karşılığında kuş yuvalarında, kalplerin içinde, tapınak kapılarının önlerinde ve benzeri yerlerde fotoğraf çektirebiliyorsun. Kiminin önünde sıra oluyor ki havalı bir fotoğraf için bu asla katlanamayacağım bir şey. Görülecek onca güzellik varken ve tüm bunları kısıtlı tatil süresine sığdıramayacağım düşüncesindeyken fotoğraf için sıra beklemek tam bir vakit kaybı.


    Oydu, buydu derken hâlâ Luwak kahvesi konusuna giremedim. Dünyanın kahve kuşağı bölgesinde yer alan Endonezya'da olduğu gibi, bu tip üretim merkezlerinin yıldız ürünü Kopi Luwak. Yani Luwak Kahvesi. Dünyanın en pahalı kahvesi. Üretimi enteresan. Bir çeşit misk kedisi olan Paradoxurus, yerdeki kahve çekirdeklerini yutuyor. Hayvanın midesindeki enzimlerle fermente olan çekirdekler dışkı yoluyla atılıyor. Bu aşamada toplanan çekirdekler dezenfekte edilip kavruluyor. İlk başta itici bir fikir gibi gelse de eğer kahve seviyorsan buna kayıtsız kalmak, denememek zor. O güne kadar içmediysen, Ubud'daki plantasyonlar bu kedileri görmek ve söz konusu kahveyi denemek imkânı sunuyor.

İşte Paradoxurus. Çok uyurlarmış.


    Biz daha önce Luwak kahvesi içmemiştik. Tam da yerinde denemek istedim. Kahveyi bilen, oluşum fikrinden nefret eden ve "Asla içmem" diyen Orhun, bir sürü çay ve kahveyi deneyip beğendikten sonra Kopi Luwak'a da kayıtsız kalamadı:)




    Gezinin sonunda satış mağazasına yönlendirilecek turistler olduğumuz için avakadolu, safranlı, limonlu, zencefilli, vanilyalı, bilumum malzemeli çay ve kahveleri denemek ücretsiz. Luwak kahvesi ise ücretli. Luwak, sanki hafif çikolata aromasının hissedildiği koyu bir kahve. Lezzetli mi? Evet lezzetli. Ancak beni satın alacak derece çarpmadı. Bundan sonra denk gelirsem içerim ancak özellikle aramam. Diğer çay ve kahvelerin tadı ise kişisel zevklere göre değişkenlik gösterir. Fakat turist kandırmacası olarak bol şekeri bastıkları için o an hepsi lezzetli geliyor diyebilirim. Satış mağazasında ise kendini kaybetmek mümkün. Evimizin gurmesi Orhun önce her çaya atlamak istedi ancak sanki her zaman alışveriş yapıyormuşum gibi niyeyse birden aklıma geldi "Oğlum Mısır Çarşısı'na gideriz, orada bunların âlâsı vardır" dedim de kendimizi frenledik:) (Fakat şimdi hâkikaten Mısır Çarşı'na gidesim geldi, bir ara yapmak lâzım). Pirinç şarabı, kakao ve zencefilli çayla çıktık dükkândan.

Kırmızı Pirinç Çayı

    Peki burada işimiz bitti mi? Hayır! Ubud'un birçok noktasında olduğu gibi burada da bir gökyüzü salıncağı var. Bunlar engebeli, teraslı bölgelerde kurulan turistik salıncaklar. İpleri uzun olduğu için ormanların içine doğru epeyi bir uçuyorsun. Korkmayanlar için eğlenceli. Bağırış, çığırış, kahkahalar arasında sallanıyor gençler. Kızlar için uzun renkli kumaşlar hazırlamışlar, salıncakların alt kısmına onları takıyorlar. Salıncak gidip geldikçe kumaş havalanıyor ve son derece fotografik bir görüntü oluşturuyor. İşte bunlar hep Instagram ahalisinin yarattığı fikirler.

    Ortamda paraşüt, roller coster, bungee jumping, uçan bir salıncak vb. varsa orada onu denemek için can atan bir Orhun vardır. Dua ede ede sallanmasını bekliyoruz. Onun keyfi yerinde tabii. Yükseldikçe bağırarak komik komik bir şeyler söylüyor, diğer turistleri epeyi güldürüyor. 21 yaşında ama hâlâ bir çocuk. Olgun tarafları da olduğu için mutluyum aslında. Dilerim içindeki çocuğu hiç kaybetmesin.

    Kahvelerimizi içtik, enerjimizi topladık, bir başka Hindu tapınağı için yola koyuluyoruz. Yine 10.yy'a tarihlenen Goa Gajah'ı geziyoruz. Buraya Fil Tapınağı deniyor fakat fillerle hiçbir âlâkası yokmuş. 

Bir önceki Kutsal Su tapınağına göre daha salaş bir görünümü var. Etkileyici kabartmalarla bezeli bir kapısı olan mağara, yıllar önce devrilmiş ve bitkilere karışmış dev Buda heykeli (Budizm başka ama Bali'deki inançlardan biri), kökleri metrelerce uzağa ulaşan ağaç bu tapınak bölgesinin en dikkat çekici unsurlarından.





    Şu muhteşem ağacın Banyan Ağacı olup olmadığı konusunda kararsız kaldım. Adada çok fazla Banyan Ağacı var. Kökleri yukarıdan aşağı doğru sarkıyor ve zamanla kalınlaşıyor, uzuyor, birbirine karışıyor. Sanki onlarca ağaç bir arada gibi görüntü oluşuyor. Fotoğraftaki ağacın dalları benim kafamı karıştırdı. Yoksa bu bir Banyan derdim. O ya da bu, önemli değil, muhteşem bir ağaçtı. Bir süre yanından ayrılamadım. Ağaca sarılmış kumaşa dikkat etmişsinizdir. Ağacın da ruhu olduğunu düşündükleri için sarıyorlar. Bunu da çok sık görmek mümkün.


    Bali'deki tapınakları gez gez bitmez. Hava sıcak ve dolayısıyla merdiven ve yokuşları inip çıkmak yorucu. Yerel rehberler tapınaklarını göstermek konusunda çok hevesliler ancak o gün için bunu tadında bırakmanın zamanı geldi. Zaten saat de epeyi bir ilerledi. Diğer tapınak ziyaretini iptal ediyorum. Bir tane de şelâle görelim. Malûm tropikal kuşakta bir adadayız. Yeşilliklerin arasından çağlayan şelâleler bu cennet parçasının olmazsa olmazlarından. Çoğunu görmek isteyenler için şelâle turları da düzenleniyor ancak biz sadece bir tanesine vakit ayırabiliyoruz. Güzergâhımız üzerinde rehberimizin uygun bulduğu Tibumana'ya gidiyoruz. Şelâlenin güzelliğine ulaşmak için bizi yine dik merdivenler bekliyor. Diğerlerine göre küçük bir şelâle bu. Fakat çok güzel. Gürültülü şekilde akmıyor. Ulaştığı yerde yüzmeye elverişli ufak bir göl oluşuyor. Ortam kuş sesleriyle ve tropikal çiçeklerin görünümüyle şenleniyor.


    Şelâlenin ulaştığı gölcükte yüzmediğim için sonradan çok pişman oldum. Tabii ki Orhun yüzdü. Eşim böyle şeylerde pek hevesli değildir. Ben ise ilk kez kıyafet değiştirmeye üşendim. Hâlbuki böyle bir fırsatı kaç kez yakalarsın? Yapmalıydım.


    Bali'deki fotoğraf çılgınlığından bahsetmiştim. Burada o çılgınlığa güzel bir örnek vardı. Uzak Doğulu oldukları belli olan bir çift, bizim orada olduğumuz süre boyunca yanlarında getirdikleri bir fotoğrafçıya poz verdiler. Çocukları da vardı, onu da yanlarına aldıkları oldu ama karı-koca ayrı ayrı öyle enteresan rahatlıkta pozlar verdiler ki herkes ister istemez onları izlemeye başladı. Yüzmek isteyenler var, fotoğraf çekmek isteyenler var. Alan da büyük değil. Ama kimse bu arkadaşlara bir şey demiyor. Hep beraber hipnotize olmuş gibiyiz. Fakat ne oldu? Bir Türk aile geldi. Ailenin babası inatla arkalarında durdu, kadraja girdi, bilerek gözünü dikti, en sonunda onları yer değiştirmek zorunda bıraktı:) 


    Dolu dolu geçirdiğimiz Ubud gününde çokça şey gördük, öğrendik ancak bunlar yapabileceklerimizin sadece bir kısmıydı. Örneğin Maymun Tapınağı'na gitmedik. Tabii ki maymunların üzerimize atlamasından korktum. Orhun gidecekti fakat o da vakit bulamadı. Ubud müzelerinden en azından bir tanesine, muhtemelen Neka Art'a gitmeyi planlamıştım. Ona da vakit ayıramadım. Akşam yemeklerini merkez bölgesinde gözümüze kestirdiğimiz restoranlarda yedik. Biri balık ağırlıklıydı, diğerinde yerel ve dünya mutfağı karışımı vardı. Endonezya yemekleri bol soslu, baharatlı yemekler. Pilav olmazsa olmaz. Kırmızı et az. Kendileri yemeseler de tursitler için mevcut. Menülerinde ördek eti bol. Sebze ve meyveler daima taze. Bunun lezzetini kesinlikle ayırt edebiliyorsun. Bazen bir yerde sipariş verirken "Onu yapamayız muz bitti" diyebiliyorlar. Demek ki taze taze kullanıyorlar. Bir sonraki durağımız Canggu'da da gördüğümüz gibi -en azından bizim konakladığımız otellerde- kahvaltıyı sen ne zaman uyanırsan o zaman hazırlıyorlar. Omlet, çırpılmış yumurta, kızarmış pirinç, tost ekmeği ve reçel ile pankek arasından seçim yapıyorsun. Ne istersen iste yanında mutlaka taze, lezzetli, mis kokulu meyveler geliyor. Yiyecek konusunda enfes bir ayrıntıyı atlamamam gerekir ki o da hindistan cevizli dondurma. 


    Tukies, hindistan cevizi ürünleri konusunda efsane. Burada yediğim dondurmayı unutamayacağım sanırım. Dondurmanın üzerindeki şu kızarmış hindistan cevizleri ayrı şahaneydi. Aynı yerin satış standından alıp eve de getirdim. Sütlü tatlılara çok yakışıyor. Paket bitince ne yapacağım bilmiyorum:) Türkiye'de buna yakın bir lezzet bulabilir miyim, araştıracağım.

    Ubud'da ve aslında genel anlamda Bali'de görecek, deneyimleyecek, tadacak şey çok. Yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın bir kısmını diğer yazıya bırakayım. Seyahat yazılarını bölmeyi sevmesem de dolu dolu geçen günler bazen bunu gerektiriyor. Ubud benim aklımda en çok -belki bir gün tekrar gidene kadar- irili ufaklı tapınaklarıyla, çarpıcı yeşillikteki pirinç tarlalarıyla, deli trafiğiyle, hindistan cevizli dondurmasıyla kalacak. Ve kesinlikle özleyeceğim. Burada yeşile doyduk, şimdi sıra maviliklere uzanma zamanı. 

Bir sonraki yazı Canggu hakkında olacak. Okyanus kıyısında çok güzel günler geçireceğiz.
   






5 Eylül 2019 Perşembe

TAM DA GÜNÜNDE! :)

    Instagram'ı sildik dedim lâkin sanal alemin hoş tarafları da yok değil:) O mecraya da fazla uğramaz oldum ama Facebook bugün bana 2 yıl öncesinden bir hatırlatma yaptı. Muhtemelen IG'de de paylaştığım bir fotoğrafı ve satırları önüme getirdi. Ben de o günlere gittim tabii. Orhun'un okuldaki ikinci yılının başıydı. Onun yerleşmesine yardım için yine Tallinn'e gitmiştik ve birkaç gün Airbnb'den kiraladığımız çok şirin bir dairede kalmıştık. 1800'lerde yapılmış kocaman ahşap bir binadaydı. Muhtemelen ilk günlerinden beri oda oda kiralanan bir evdi burası. Bizim dairemiz küçüktü ama iki katlıydı. Çok sıcak döşenmişti. Tallinn günlerimizde genelde uyanır uyanmaz dışarı çıkarız ve bütün gün gezeriz ama o evin havası farklıydı. Bu kez evde daha fazla vakit geçirir olmuştuk. Gezme işlerini kahvaltının sonrasına bırakmaya başlamıştık. O günlerde paylaştığım bu fotoğraf o kahvaltı masalarından birine ait. 

    Fotoğrafın altına şöyle yazmışım:

   "Yaz başında açılan bavullar yine toplandı. Eksikler tamamlandı. Tecrübelerimizi de yanımıza alıp, bu sefer daha bilinçli gittik Orhun'un okul şehrine. Yerleştirdik, döndük. Gidip gelmelere, işe güce alışılır da özlem duygusuna alışmak zor. Neyse ki onun da sevgiden kaynaklanma gibi kurtarır bir tarafı var. İyi anne ve iyi baba olmak, çocuğunun kendi kanatlarıyla uçmasına izin vermeyi ve bu sırada yaşadığın endişeyi ona olumsuz şekilde​ yansıtmamayı gerektirir. Onu çok sevdiğini ve düşündüğünü, özlediğini hissettirmekle birlikte bu duyguları baskı aracı yapmamayı gerektirir. Biraz kendi kendime kafayı yiyeceğim günlerdeyim yani:) Toparlarım:) Çocuklar büyüyorlar ve kendi yollarını çiziyorlar. Bu aşamada kendini yalnız hissetmemek için kendine ait sosyal hayatının olması, meşguliyetlerinin olması çok önemli. Orhun doğduğundan beri nasıl 7/24 ilgide kaldığımı bilir yakınlarım. Bu arada kendime ait bir dünya yaratabildiğim için şanslı ve -mütevazı olamayacağım- çokça da becerikli sayıyorum kendimi. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Çocuk, aile, arkadaşlar hep var olsunlar, çok olsunlar. Ancak sen de kendi içinde çok olmalısın. O zaman her şeyin daha dengeli, daha huzurlu olduğunu göreceksin"💕🍀

    Orhun, az dersi kaldığı için bir süre yanımızda. Hasret günlerine daha birkaç ay var. Anladım ki bu gidip gelmeler zor ama fazlasıyla öğretici. Bir de... Doğru kullanınca sosyal medya epeyi sevimli :) 





4 Eylül 2019 Çarşamba

BUGÜNLERDE...

    İki "Bugünlerde" başlıklı yazının arasında, burada olmadığım zamanlarda çok uzaklardaydım. Doğu'nun uzak topraklarında, Hint Okyanusu ile Pasifik Okyanusu'nun ortasında, yemyeşil bir adada, Bali'deydim. Ailecek güzel bir tatil yaşadık. Farklı bir kültür, farklı bir iklim, ufak bir mola, alışık olduğun ortamdan çıkmak, konfor alanından uzaklaşmak bize çok iyi geldi. Hepsini anlatacağım. Ve umarım bundan sonra blog yazılarıma ağırlık vereceğim. Tıpkı eskiden olduğu gibi... Instagramsız günlerde olduğu gibi... 

    Bali'de bir anda aydınlandım ve Instagram'la vedalaşmaya karar verdim dostlar! :) Sevdiğim, çok vakit geçirdiğim bir alandı ancak bir anda hissettiğim bir duygu düşünmeme sebep oldu. Hesabı kapatmayı tam olarak beceremedim, birbirine bağlı hesaplar yüzünden yanlış bir şey yapmak istemedim fakat uygulamayı telefonumdan sildim. Sosyal medyaya giriş kolay, çıkış zor :) Gezip gördüğümü, okuduğumu, öğrendiğimi, hissettiğimi bu sayfalara aktarmaya devam edeceğim. Blog dostlarımla zaten iletişimimiz baki. Burada faydalı alışverişlerde bulunuyoruz. Senelerdir kitap, seyahat, film, müzik, tiyatro, kültürel etkinlikler konusunda takip ettiğim bloglardan şahane tavsiyeler aldım, kendimce tavsiyelerde bulundum. Birçok şey öğrendim. Instagram'ın aksine burada yazdığım her satırın doğru kişilere ulaştığına inanıyorum. Gerçi hakkını yemeyeyim, Instagram üzerinden de olumlu iletişim kurduğum dostlarım vardı ancak yüzdeye vurunca inanılmaz az bir orandı bu. Neyse ki o dostların bu sayfaları okuduğunu biliyorum. Eminim yine okuyacaklar. Az ya da sık arada selamlaşacağız. Aslında hayatımda olup nedense dışarıda kalanlar ise artık bir zahmet ya telefonla arayıp ya da Whatsapp'tan yazıp meraklarını giderecekler:) Ya da bir şekilde buraya ulaşıp okuyacaklar:) "Sen arayıp soruyor musun ki?" diye düşünen varsa belirteyim. Hayatımda yeri olan herkesi, sıklık oranları kişiye göre değişse de muhakkak arayıp sorarım, en azından mesajla yoklarım. Hepimiz gibi aynı karşılığı bulduklarım var, bulamadıklarım var. 
    İşte böyle... Tatilden döneli birkaç gün oldu. Bavulları boşaltıp temizleme işini, çamaşır yığınını bitirmeyi başardım. O arada Netflix'ten "La Mante" isimli Fransız polisiye-gerilim dizisini izledim. İlgilisine öneririm. Seri katil bu kez bir kadın. Seneler sonra taklitçisi ortaya çıkınca, katili yakalamak için polis kendisiyle işbirliği öneriyor. Kadının tek şartı, polis olan ve tabii ki onunla iletişimi kesmiş oğlunun da işin içinde yer alması. Nasıl? İlginç değil mi? Grange romanları tadında kısa bir dizi. 
    Tatilde iki kitap bitirdim. Biri önceki yazımda bahsettiğim "Bir Ömür Nasıl Yaşanır?". 
İlber Ortaylı'dan. Aslında onu takip edenlerin bildiği önerileri yer alıyor kitapta ama elinde derlenmiş olarak durması faydalı. Severek okudum. Bir diğer kitabım Paulo Coelho'dandı. "Hippi". Bali Adası hinduların, yoga tutkunu gezginlerin, sörfçülerin, vejetaryenlerin, doğal beslenme yanlılarının gözbebeği olduğu için, bire bir örtüşmese de meraklılarının hippi kültürüyle bir nebze yakınlığından yanıma aldım bu kitabı :) Sevdim de. Küçük bir arayış hikâyesini anlatıyor. Ve bir nesle, hippi felsefesinin ne olduğuna açıklık getirmeye çalışıyor. Bunları anlatırken kendi deneyimlerinden ilhâm alması hoş. Tıpkı Magic Bus'la Nepal'e yapılan yolculuk sırasında uğranılan - Boğaz Köprüsü'nün 1973'te açıldığını fakat kitaptaki olayların 1970'te geçtiği ayrıntısını görmezden gelirsek- İstanbul'u anlatan satırlar gibi... 

    Okyanus dalgalarında oynadım, zıpladım, enfes günbatımları izledim, taptaze meyveler yedim, Hindu tapınaklarını gezdim, pirinç tarlalarında yürüdüm, kafamı boşalttım, bazı kararlar aldım, geldim, işimi gücümü tamamladım, kitaplarımı okudum, mini bir dizi bitirdim, birazdan oğlumla sinemaya gideceğim. Aklımız biz yokken vizyona giren Tarantino'nun son filmindeydi. 
Şimdi bir zamanların Hollywood'una uzanacağız. Bir sonraki yazıda umarım Bali'ye götüreceğim sizleri... Ha unutmadan! Bir de en kısa zamanda ben burada değilken neler yazmışsınız, neler anlatmışsınız hepsini tek tek okuyacağım:)