23 Mart 2023 Perşembe

KUBRİCK FİLMLERİNİ SEVENLER BURAYA...

    Geçtiğimiz Ekim ayında İstanbul Sinema Müzesi'nde açılmış olan Stanley Kubrick sergisini henüz gezme fırsatı buldum. Yaşadığımız üzücü afetten sonra çoğumuz gibi toparlanabilmiş değilim ancak ilgimin deprem bölgesinden uzaklaşmasına izin vermeyerek günlük hayatın birtakım getirilerine kendimi açmak zorundayım. Bu sebeple, 
bir süredir ertelediğim ziyareti gerçekleştirdim. İstanbul Sinema Müzesi de sergilenme tarihini biraz uzatmıştı. Yakalayabildim. 2 Nisan'a kadar gezebilirsiniz. Pek az gün kaldı, hatırlatma yapmak için apar topar yazıyorum bu yazıyı. Özellikle siyaset açısından maruz kaldığımız ülke gündeminin yoğunluğuna ara vermek için şahane bir mola olabilir. 
    Çok fazla şey anlatmayacağım aslında. Sinema sanatı hakkında bilgim kısıtlı. Elbette okuduğum, izlediğim çok fazla şey var ama hepsini toparlayıp ortamlarda satamıyorum:) Filmleri, yönetmenleri didik didik irdeleyip arada bir de bağlantılar kuranlara, replikleri ezbere söyleyenlere bayılıyorum. Ben ancak duyduğum zaman bildiğimi hatırlıyorum. Sergiyi de aynen böyle gezdim. "Tabii ya, bu film de onundu! A böyle bir şey de vardı!" diyerek... Fakat teknik anlamda birtakım terimlere aşina olduğum için, bunların amacının ne olduğunu bildiğim için mutlu oldum. Storyboard gibi, çekim programı çizelgesi vb. Evet bunlar da vardı sergide. Titizliğiyle bilinen Kubrick'in elleriyle hazırladığı bir sürü detay. Onun çok akıllı bir insan olduğunu anladım. Değişik bir kafası var. Filmlerini izleyenler bilirler ancak sırf sergiyi gezdiğinde bile bunun böyle olduğunu anlıyor izleyici.
    Kubrick 16 yaşında fotoğraf çekmeye başlamış. Bunun için ortam gayet müsaitmiş çünkü evlerinde babasının karanlık odası varmış. İlk fotoğraflarını Look dergisine satmış. Sergi, yönetmenin fotoğraflarıyla başlıyor ki hepsine bayıldım. Özellikle dişçi muayenehanesinde bekleyenlerin serisi şahaneydi. Her bir hastada birazdan doktorla karşılaşacak olmanın tedirginliğini yakalayışına hayran oldum. Aşağıdaki görsel bahsettiğim seriden değil. Camlar çok parladığı için düzgün fotoğraflar çekemedim. Serginin sanatçının fotoğrafçı yanını yansıttığı bölümünden bir görüntü yalnızca.

    İlerleyen bölümlerde kısa film zamanları ve ardından hepimizin bildiği uzun metraj filmler hakkında bilgiler, belgeler, bu filmlerde kullanılan eşyalar gelmekte. Paths of Glory, Spartacus, Lolita, Dr.Strangelove, The Shining, 2001: Bir Uzay Destanı, Otomatik Portakal, Full Metal Jacket, Gözleri Tamamen Kapalı ve diğerleri... 

    Mesela Spartacus... Yanılıyorsam akranlarım ya da büyüklerim düzeltebilir. Pazar kuşağında izlediğimi hatırlıyorum. 
 
    Kitabını da dehşetle okuduğumuz Otomatik Portakal. 


    Eşimin her rastladığında baştan sona izlediği Full Metal Jacket. Evet, ben de izledim ama bir kere. 
Savaş filmleri beni çok üzüyor. Yine de bu filmin büyüklüğü konusunda hemfikirim. 


        Pek tartışmalı Gözleri Tamamen Kapalı. Filmde kullanılan birçok maske buradaydı.

        
    2001: Bir Uzay Destanı. Kült film statüsünde. Hakkında konuş konuş bitirilemiyor. Bu film ne anlatıyor, kimleri etkiledi vs. Ona ayrılmış bölüm çok güzeldi. Çok fazla materyal vardı. Camlar parladığı için benden fotoğraf bu kadar. 

    The Shining... En ilgi çekici bölümlerden biri. İkizlerin elbiseleri, Jack'in daktilosu ve malûm yazı, 
meşhur labirent... Ve daha birçok materyal...



    Hepsi bu kadar zannetmeyin. Londra Sanat Üniversitesi, Alman Sinema Müzesi, Stanley Kubrick Arşivi ve Amerika'nın büyük film stüdyolarının desteğiyle düzenlenmiş bir sergi bu. Oldukça doyurucu, keyifli. Bir sinema filminin çekiminde ne denli emek olduğunu hissettiren cinsten. Kubrick pek ortalarda görülmeyen bir yönetmenmiş. Röportaj dahi vermezmiş. Kafasına buyruk, zeki ve dediğim dedik biriymiş. Amerika'da işine çok karışıldığı için İngiltere'ye yerleşmiş. Ve ortak fikre göre asıl o zaman Kubrick'i Kubrick yapan filmler ortaya çıkmış. Sergide okumaya meraklı, satranca düşkün yönetmenin bu özelliklerinin filmlerine nasıl yansıdığını da anlıyorsun. Bir kere genelde roman uyarlamaları çekmiş. Hepsi birbirinden farklı türlerde. Sadece titizlikle kurguladığı sahnelerde değil, çekim öncesi hazırlıklarda da analitik zekâsının izlerini görmek çok kolay. Elleriyle hazırladığı bir çekim planı vardı ki üşenmeden ince ince düzenlemesine hayran oldum. Sanat eseri inceler gibi inceledim. Biraz nemrut ve takıntılı bir tipmiş ama olsun! Bu, onun işlerini sevmemiz yolunda engel değil. 
    Sergi, Kubrick'in filmleri hakkında ufkumu genişletti. Bildiğim ve bilmediğim; birleştiremediğim ya da bunu denemediğim, algıladığım ama gün yüzüne çıkaramadığım ne çok şey varmış. Bu zor zamanlarda sanat yine iyi geldi. Fırsat bulursanız, ilgileniyorsanız kaçırmayın derim. 




11 Mart 2023 Cumartesi

TAM BENİM TİPİM (MİŞ)...

     Eskişehir'in alametifarikalarından biri kitapçıları. Geçtiğimiz ocak ayında bu güzel şehirde bulunduğum zaman, bir başka işi olan Orhun'u beklerken kitap-kafelerden birine girmiştim. Bir masaya yerleşip sıcak kahve eşliğinde satın aldığım kitabı incelemeden önce raflar arasında uzun uzun gezmiştim. Seçtiğim kitap buydu: 

      "Tam Benim Tipim". Bir font kitabı. Yazı karakterleri ve tasarımcıları hakkında eğlenceli bir kitap. AÖF İkinci Üniversite kapsamında Görsel İletişim ve Tasarım okuduğumdan bahsetmiştim. Dersler arasında Tipoloji de var. Kitabı aldığımda hangi sene müfredatta olduğunu bilmiyordum. Bu dönemdeymiş. Ben bu kitabı merak edip her türlü alırdım ama zamanlama şahane örtüştü. Önce kitabı okudum, sonra dersler başladı ve bilgiler birbirini tamamladı. Üstelik eğlenceli bir şekilde. 
    Okuduğumuz kitaplarda, sokak tabelalarında, reklamlarda, yediğimiz çikolatanın paketinde, sinema afişlerinde, blog sayfalarında, yazının olduğu her alanda her gün karşımıza çıkan harfleri birilerinin tasarladığını elbette biliyordum ancak bilgim bu kadardı. Oysa ki tarihi geçmişi nasıl da uzun, etkisi ne kadar yüksek bir alanmış. 
Bunu kitabı okuyunca idrak etsem de tasarım aşamasının göründüğü kadar basit olmadığının her zaman farkındaydım. Nasıl mı? Aşağı yukarı 10-11 yaşlarında kendi kendime bir alfabe tasarımı yapmıştım. Allah herkese benim gibi kendini oyalayabilen bir çocuk versin, elim hiç boş durmazdı:) Okur, yazar, resim yapar, keser-yapıştırır, bebek elbiseleri diker, bulmaca -çözer değil- yapar, örgü örer, devamlı fikir üretir bir çocuktum. Arada mesela televizyon ya da radyo dibine oturup yeni duyduğum şarkıların sözlerini yazmak gibi boş uğraşlarım da oluyordu ama bu kendini oyalayabilen bir çocuk olduğum gerçeğini değiştirmiyor:) Ve bunları hep kendi kendime, sessiz sakin hallederdim. Tasarımlarımı bazen kendi kafamı kullanıp çözmeye çalışırdım, bazen -örgü gibi- bilen büyüklere usul usul yanaşıp öğretmelerini isterdim. Asla yapışmazdım, darlamazdım, yaptıklarımı da kimsenin gözüne gözüne sokup ilgi görmeye çalışmazdım. Tamamen kendi keyfime çalışırdım. İşte böylece tam bir yaz boyunca, babaannemin Gemlik körfezine bakan güzelim balkonunda kendi tasarımım olan alfabe üzerinde uğraştığımı hatırlıyorum. Tam Benim Tipim'i okuyunca baya baya tipograflık yaptığımı anladım. Çünkü ölçe biçe çizmiştim. Bunun için kareli kağıt kullanmıştım. A harfiyle I harfinin aynı kalınlıkta olmayacağının farkındaydım, noktaları ya da çengelleri eklerken belli ölçüleri gözetmem gerektiğini biliyordum. Gözleye gözleye fark ediyordum. Bir kelime içinde yer alan harflerin ölçülerini ayarlarken, birleşimin göze estetik ve dengeli görünmesi gerektiğini anlıyordum. O yaşta resmen bir tasarımcı gibi çalıştığımı bugün hayretle fark ediyorum. Çiziyordum, siliyordum, tekrar çiziyordum, deniyordum. Üşenmesem şimdi bir örneğini tekrar çizip buraya eklerdim ama üşeniyorum. Şunu söyleyebilirim ki ekstra uğraştıran gölgeli bir karakterdi. Kalın ve serif (tırnaklı) harfin kendisi yetmiyormuş gibi bir de sol aşağıya düşen gölgesini yapıyordum:) Gölgeleri dikkatli dikkatli koyu renge boyuyordum. "Serif" kelimesini o yaşta bilmiyordum tabii. Ve dediğim gibi yan yana görünüşleri önemliydi. Kitaptan öğrendim ki tasarımcılar bu iş için "The quick brown fox jump over the lazy dog" cümlesini kullanırlarmış meğer. Bu bir pangram. Yani tüm harfleri içinde barındırıyor. Her birinin nasıl göründüğünü bir cümlede izleyebiliyorsun. "Hamburgers" veya "Handgloves" gibi kelimeler de ölçü kelimeleriymiş. Çünkü h, g ve e önemli. Yemin ederim o zaman "G,g" harfinin öneminin farkındaydım:) Bir yazı karakterinin hangisi olduğunu anlamak için "g" harfine bakmak yeterli çünkü tasarımcılar için yaratıcılıklarını kullanabilecekleri özellikte bir harf. Tasarımım olan alfabeyi bugüne getirip getirmediğimi sorabilirsiniz. Ne yazık ki saklamadım, küçüktüm. 
Daha önce bahsetmiştim, annemin de öyle huyları yoktur. Velhasılıkelam... Harcandığımı düşünüyorum dostlar:) Şaka maka bu böyle aslında. Bir kere ben yine bir şeylerle uğraşırken babamın "grafiker olabilir" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar şimdiki gibi rağbet görmese de böyle bir mesleğin farkındasınız madem, niye üstüne gitmediniz? Kendi gereksiz dertlerinin peşine düştüler, kardeşim de ben de "nasıl olsa akıllı" kontenjanından ilerlemeye çalıştık. Sonra sonra kendi aklımla anca Sanat Tarihini bulup halledebildim. Şimdi durduk yere niye içimi döktüm bilmiyorum:) Nereye bağlayacağımı da unuttum. Kitap da yazı dünyası da keyifli yani dostlar! 
Blog yazarlarına uzak bir konu da değil. Hepimiz yazımız daha okunabilir olsun diye bedavaya sunulanların arasından karakter seçimi yapıyoruz. Farklı tasarımlar isteyen her türlü işinde ücretli karakterleri kullanabilir. 
Ben bu sayfada daha önce (ismini unuttum) daha büyük ve kalın bir karakter kullanıyordum. Çünkü biliyorum ki okuyucular arasında büyüklerimiz de var ve telefondan ya da bilgisayardan yazı okumak, rahat görmek kolay değil. Benim açımdan bu platformda işlevselliğin ön planda olduğunu söyleyebilirim. Bir süre önce Times kullanmaya başladım ki bu karakter öncekine göre biraz daha ufak olsa da soluk değil, karmaşık değil. Kitapta Times New Roman için "Onunla yazılmış her şey dürüst ya da hiç olmazsa adilmiş hissi veriyor. Buna koşullandık" deniyor.
    Kitapta çok daha fazla enteresan bilgi var tabii. Mesela Obama'nın kampanyasında kullandığı "Gotham" karakteri aslında GQ dergisi için tasarlanmış. Kimseyi ürkütmeden ileriyi düşünmek gerektiğini hatırlatan bilinçli bir tercihmiş.
    Edward Johnston'ın Londra metrosu adına tasarladığı "Underground" için, halka ait olan ilk yazı karakteri deniyormuş. Eğitimle, politik manifesto ya da sınıfla değil, seyahat ihtiyacıyla ilişki kuran, gündelik kullanım için tasarlanmış ilk yazı karakteri.
    Helvetica, İsviçre tasarımıymış ve İsviçre'nin Latince adı olan Helvetia'dan geliyormuş. Dünya üzerinde o kadar kullanımda olan bir yazı karakteri ki Cyrus Highsmith adlı bir NewYork'lu bir gününü Helveticasız geçirmeye karar verdiğinde toplu taşıma araçlarını kullanamamış, çok az yiyecek arasından tercih yapmak zorunda kalmış, devamlı sağdan soldan gözlerini kaçırmak durumundaymış. Henüz izlemedim ama "Helvetica" isimli keyifli bir belgeselde bunların yer aldığı söyleniyor. 
    İngiltere'nin en tanınan yazı karakterlerinden olan Sans'ın tasarımcısı Gill Sans, kardeşiyle, kızıyla ve hatta köpeğiyle giriştiği deneysel cinselliği günlüklerine not alan bir kimseymiş. Bu yüzden bu fontun kullanılmaması gerektiğini savunanlar var ancak geçmiş olsun. Epeyi yaygın.
    Naziler Gotik formları benimsemişler, Roman yazıyı yoz saymışlar. Ancak işgal ettikleri ülkelerde gotik yazıyı uygulayacak matbaa kalıpları bulamayınca ve bu ülkelerde insanlar gotik yazıyı okurken zorlandıkları için kılıfına uydurup bir gecede onu "Yahudi" ilan edip yasaklamışlar.
    "Apollo 11" astronotlarının Ay yüzeyine bıraktıkları plakette "Futura" yazı karakteri kullanılmış. 
    Ve böyle daha bir çok bilgi... Bu kitabı ve yıllar sonra anlamını kavradığım tipolojiyi sevdim. Kitap kütüphanemden göz kırptıkça bana Eskişehir'i hatırlatacağı gibi çocukluğuma da döndürdü ve pek böyle şeylere takılmadığım halde ailemi sorgulamama sebep oldu:) Bu dönem Tipoloji sınavından 100 üzerinden 100 almazsam bana yazıklar olsun dostlar!