29 Ekim 2015 Perşembe

BAYRAMIMIZ DİYEBİLMEK NE GÜZEL ŞEY!

 
  Alın size sivil kutlama! Ben sıradan bir vatandaş olarak diyorum ki: Özgürlüğü severim, bir sınıfın kendi dışında kalan halktan daha imtiyazlı olmasını kabul edemem, dinin Allah ile kul arasında olduğuna ve ahlaklı yaşanması gerektiğine inanırım, kadının ikinci sınıf kabul edilmesine itirazım vardır, ülkemin çağın gerisinde kalmasını istemem, bilimin ve çağdaş eğitimin gücüne inanırım. İşte bu yüzden ülkeme eşitliği ve Cumhuriyet'i getiren Atatürk kahramanımdır. Ülkemi tüm kalbimle severim. Atatürk'le birlikte bağımsızlık savaşı veren herkesi minnetle anarım. Modern Türkiye kurulalı 92 yıl oldu. Nice 92 yıllar geçecek. Ülkesini seven insanlar sayesinde Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacak! "Bayramımız" diyebilmek ne güzel! Bu ayrıcalığı bize sağlayan her bir kişiden Allah razı olsun. Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!






CARAVAGGİO'NUN SIRRI,SANATIN GÜCÜ

    Okumayı öğrendiğim günden beri elime kitap almadığım tek bir gün bile yoktur. 
İtiraf ediyorum, internet hayatımıza girmeden önce çok daha fazla okurdum ama dediğim gibi, kitaplara her gün muhakkak zaman ayırırım. Tür ayırmam, hafif best seller romanlar hariç ilgimi çeken her kitabı okumak isterim. Fakat okuduğum oranda paylaşım yapmıyorum. Biraz tembelim galiba bu konuda. Halbuki kitap tavsiyeleri iyidir. Ara ara ben de tavsiye üzerine dikkatimi çeken kitapları satın alırım. Sözün özü, bu kadar lafın varacağı nokta şimdi bir kitap tavsiye edecek ve öznesi olan ressamı anacak olmamdır:)

    Kitabımız Dedalus'tan çıkan "Caravaggio'nun Sırrı, Sanatın Gücü"... Sanatçımız ise anlaşılacağı üzere Caravaggio... Michelangelo Merisi da Caravaggio (1571-1610)... Kendisi benim en sevdiğim tabloların ressamıdır. Resimlerinde güçlü ışık-gölge karşıtlığının yarattığı dramatik etkiyi severim. Klasik dini bir konuyu anlatıyor olsa da figürlerinin yüzüne, tavırlarına yansıttığı insani özellikleri severim. Serserilerle düşüp kalkmasına, son derece kavgacı bir yapıya sahip olmasına rağmen sanattan vazgeçmemesini severim. Aykırılığını severim kısacası. Dünya gözüyle henüz bir tek tablosunu orijinal haliyle göremediğim için de hayıflanırım. Birkaç Avrupa ülkesinde bulundum ve resim-heykel müzelerini elimden geldiği kadarıyla gezdim, çok şükür ki klasik ya da modern birçok sanatçının orijinal eserlerini izleyerek mest oldum. Ancak bunların içinde bir tane bile Caravaggio eseri yoktu:( Denk gelmedi. En son 2 günlük Roma gezimizde bir Caravaggio sergisini kıl payı kaçırdım ve hala yanarım bu duruma. Roma, sanat zehirlenmesi yaşadığım, 2 güne çok şey sığdırmaya çalıştığımız, başımı döndüren bir şehirdi. Önemli galerilerden birinde Caravaggio sergisi varmış ve ben bunu gözden kaçırmışım. İkinci akşamımızda odamıza dönerken galerinin önünden geçtiğimizde gördüm sergi ilanını. Tabii ki çok sevindim ve ertesi gün ülkemize dönmeden önce muhakkak ziyaret ederiz diye düşündüm. Bir süre sonra ertesi günün pazartesi olduğu aklıma geldi ve kelimenin tam anlamıyla yıkıldım. Bir umut internete girip galerinin ziyaret günlerine baktım. Çoğu müze ve galeride olduğu gibi pazartesi günleri kapalıymış. Caravaggio'nun eserlerini topluca görme fırsatını böylece kaçırmış oldum. Caravaggio denince bir de Malta akla gelir. Belki bir gün yine bir Roma seyahatinde ya da Malta'ya yapılacak bir gezide karşılaşırım usta ressamla. Umudumu yitirmiş değilim.

    Caravaggio'nun Sırrı, Sanatın Gücü'nde hem ressamın fırtınalı hayatı anlatılıyor, 
hem de belli başlı eserlerinin incelemesi yapılıyor. Yasak olduğu halde devamlı silah taşıması ve kendini bu yüzden mahkemelerde bulması; karıştığı kavgalar; dini konulu resimlerinde önemli karakterler için çevresindeki serserileri ve fahişeleri model alması ve bu yüzden devamlı surette uyarılması; hiçbir atölyeye bağlı olmadan özgürce çalışması; tüm aykırılığına rağmen önemli kişiler tarafından korunması; kavga ve cinayet suçlamaları nedeniyle Milano'dan Roma'ya, Roma'dan Malta'ya kaçması; 
bir hastane odasında son bulan hayatı ve niye yaralandığının hala bilinememesi...  
Kural tanımaz kişiliğini yansıtan, kimsenin resimlerine benzemeyen resimler; Baküs, Falcı, Hilebazlar, Kertenkelenin Isırdığı Çocuk, Müzisyenler... Tüm bunlar bu kitapta. Sanatçıya aşina olmayanların bile keyifle okuyacağı bir kitap olmuş. Yazar Costantino D'Orazio geçtiğimiz Nisan ayında Türkiye'ye imza gününe de gelmiş. Ne yazık ki zamanında haberim olmadı. Caravaggio'nun Sırrı, Sanatın Gücü -biraz da sanatçıya duyduğum hayranlığın etkisiyle- bir çırpıda okuduğum kitaplardan biri oldu. Tavsiye ediyorum. Bir de bu vesileyle, bu tanıtımı toteme çevirip, en kısa zamanda orijinal bir Caravaggio tablosu görmeyi diliyorum:)






24 Ekim 2015 Cumartesi

AMY!

    İstanbul'da hava iyice bozdu. Yağmur-rüzgar işbirliği iki gündür canımıza okuyor. 
Şu an üzerimde battaniye, elimde bir fincan yeşil çay, pencere kenarına kurulmuş yazıyorum ve dışarıya göz attıkça titriyorum. Evden çıkmak içimizden gelmiyor bugün. Orhun okula gitti geldi, biraz uyudu, odasında bilgisayarın başına geçti. Eşim büyük kanepeye yayılmış, 2.Dünya Savaşı'yla ilgili bir film seyrediyor. Yemek hazırlığına geçmeden önce biraz yazayım istedim. 
    Dün Amy Winehouse belgeselini izledim. Başka bir işim dolayısıyla Nişantaşı'ndaydım ve fırsat yaratıp sinemaya da attım kendimi. Her sinema salonunda gösterilmiyor malum. City's Cinemaximum'da gördüğüm için mutlu oldum. Hafta içi öğlen saatlerinde olduğu için ancak birkaç kişiyi bulan seyirci grubuyla izledik genç yaşta hayatını kaybedip, 27'likler grubuna katılan İngiliz şarkıcı Amy Winehouse'un gerçek kamera çekimlerinden oluşan belgeselini. 14-15 yaşlarındaki görüntüleriyle başladı hikaye. Devamlı elinde bir lolipop. İleride kapılacağı bulimia çılgınlığını işaret eder gibi, çok yemek yemekten şikayet halinde. Sonrasında, daha genç yaşta caz müziğe olan tutkusunu belli eden görüntüler. "Ünlü olacaksın" diyen arkadaşlarına "Ünlü olursam kendimi öldürürüm" deyişi. Ama güçlü ve farklı sesinin etkisiyle önlenemez bir şekilde yükselişi... Arka arkaya gelen ödüller. Şöhreti kaldıramayan hassas bir ruh. Ve ölümüne kadar peş peşe gelen olumsuz tesirler. Uyuşturucu bağımlısı Blake Fielder ile yaptığı yıkıcı evlilik. "Kocam mutluysa mutluyum" diye diye uçuruma sürüklenişi. Silik bir anne, çocukken ilgilenmeyen ama ünlü olduktan sonra kızının yanından ayrılmayıp etkisi altında bırakan baba. Genç yaştan itibaren kullanılan uyuşturucu ve alkol. Düşkün halini fotoğraflamak için peşinden ayrılmayan paparazzi ordusu. Tüm bunlar sadece müzik yapmak isteyen, caz şarkıcılığının gereği olarak yalnızca ufak gruplara söylemek isterken tüm dünyanın gözü önüne çıkmak durumunda kalan, arkasında durup ona "Hayır" diyebilecek birinin desteğini bekleyen Amy'yi genç yaşta ölüme götüren etkenler. Oysa ne güzel bir sesi vardı ve ne güzel şarkıları. Dünyaca tanınmasını sağlayan Back To Black albümü hakkında"Piyasa işi değil tabii ama yine de popüler bir albüm" diyerek çok sevdiği caz müziğinin dışında kaldığı için hafifçe serzenişte bulunmuştu. Fakat ben bayılırım bu albümdeki şarkılara. Özellikle büyük hayranı olduğum "Mad Men" dizisinin jenerik müziği "You Know I'm No Good" vazgeçilmezimdir. "Müziğiyle baş başa bıraksalardı da söylemeye devam etseydi" diye düşünürdüm ama daha sonra anladım ki Amy, bu dünyaya ait olmayan huzursuz ruhlardan. Erken yaşta bu dünyayı terk edeceği belli olanlardan. Belgeseli hüzün duygusuyla seyrettim. Ve şunu bir daha anladım ki, düşersen tekme vuran çok olacak. Zor durumda olup toparlanmaya çalışan Amy'yle acımasızca alay eden Amerikan ve İngiliz basını ve medyasının tavrı bir kez daha nefret ettiriyor kendisinden. Ama böyledir bu. Dediğim gibi, düşersen tekmelerler. Amy Winehouse sevenlerinin etkileneceği ve aynı zamanda bir hayat dersi de çıkaracağı belgeseli tavsiye ediyorum. En sevdiğim Amy şarkısını da ekleyiveriyorum efendim.









21 Ekim 2015 Çarşamba

HEDİYE KİTAP KAZANMANIN KEYFİ:)

    Keyifle takip ettiğim bloglardan biri olan Ne mutlu Türküm diyene! geçtiğimiz ay 6.yılını kutladı. Blogun sahibi Mehmet Bilgehan Bey, yıl dönümünü bir kitap armağanıyla kutlamak istemiş. Bu yüzden, yorum bırakan takipçilerinin arasında bir çekiliş düzenledi. Ben de yazısına bir tebrik mesajı bıraktım. Amacım kitabı kazanmaktan önce içten tebriklerimi iletmekti ancak çekilişi kazanan ben oldum:) Bilgehan Bey'in gezi yazılarını, doğa yürüyüşü paylaşımlarını, kitap yorumlarını muhakkak takip ederim, yıl dönümdeki kitap armağanı hoş bir hatıra oldu. Kitap seçimi kazanana aitti. Benim de aklıma bu durumda yıllardır okumak istediğim ama nedense her seferinde sipariş listeme eklemeyi unuttuğum "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" geldi. Grigory Petrov'un bu kitabı, Atatürk'ün okunmasını tavsiye ettiği kitaplardan biri olması sebebiyle önemli. Böyle bir vesileyle nihayet okuyacağım. Mehmet Bilgehan Bey'e teşekkür ediyorum ve blogunun yıl dönümünü, daha uzun yıllar yazması dileğiyle tekrar tebrik ediyorum.










17 Ekim 2015 Cumartesi

LEGOLAND İSTANBUL'DA YETİŞKİN GECESİ!

    7 Ekim'de Orhun'la birlikte İstanbul Legoland Discovery Center'ın kaçırılmayacak etkinliklerinden biri olan Yetişkinler Gecesi'ndeydik. 7 Ekim diyerek özellikle belirtiyorum çünkü bu gece, sadece her ayın ilk çarşamba gecesi düzenleniyor. Bildiğimiz gibi Lego popüler bir oyuncak türü. İrili ufaklı lego parçalarını kullanarak hayal gücünün elverdiği her türlü şekli yapabilmek bu oyuncağı çekici kılıyor. Sadece çocuklar değil yetişkinler arasında da legoseverler oldukça fazla. Ben de fırsat bulduğumda Orhun'un legolarına takılırım ama yeni tasarımlar konusunda çok başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. Orhun daha iyidir bu konuda. Koca delikanlı oldu ama hala bayılıyor Lego'ya. Meğer yalnız değilmiş. O akşam lego parçalarına ve karakterlerine aşina olan üniversite öğrencilerini ve hatta orta yaşlı insanları tanıdık ve oldukça keyifli zaman geçirdik.

    Legoland Discovery Center, Amerika, Almanya, İngiltere, Çin ve Japonya'dan sonra İstanbul'da açıldı. Çocuklara yönelik bilgilendirmeyi de amaçlayan bir eğlence merkezi. Normal zamanda yanında en az bir çocuk olmadan giriş yapamıyorsun. E biz de gidip görmek istiyoruz. Yeğenim Nisan'ı alacağız yanımıza ama kardeşim bir türlü ayarlayamadı. Orhun çocuk gibi "Ne zaman gideceğiz" diye tuttururken Yetişkin Gecesi'ni öğrendim. Çok iyi oldu. Ekim ayının ilk çarşamba gecesi Forum İstanbul'da aldık soluğu. 20.00-22.00 saatleri arasında düzenlenen bir etkinlik fakat 19.30'da içeriye almaya başlıyorlar. Saat 20.00'ye kadar pizza ve içecek servisi var. 

    Legoland çalışanları gayet canayakın ve güleryüzlü. O yarım saat sohbetle, tanışma faslıyla geçiyor. 20.00'de etkinlikler başlıyor. Ben birkaç kişi olacağımızı düşünmüştüm ama yanılmışım. 30'a yakın kişi vardık. Ağırlığı üniversite çağındaki gençler oluşturuyordu ama her yaş gurubundan legosever bir aradaydık. İlk önce 4 kişilik arabalara yerleştik ve karanlığa daldık. Krallık Macerası lazer oyununda prensesi kurtarmak için çabaladık:) 

    Bizim arabanının puanlamadaki birincisi Orhun oldu. Mağaza bölümünden % 20 indirim kazandı. Daha sonra Miniland'e geçtik. Dünyanın her yerinden, lego parçalarıyla tasarlanmış simge yapıları hayranlıkla seyrettik. İstanbul Boğazı şahaneydi.
Arada bir ışıklar sönüyor, gece oluyor ve Boğaz'ın üzerinde havai fişekler patlıyor.


 Tac Mahal, Özgürlük Anıtı, Big Ben Saat Kulesi de güzeldi. 
Sultanahmet Meydanı'nda gece...


Big Ben

    Burada da bizi bir oyun bekliyordu. Elimize verilen listedeki Spider Man, Jack Sparrow, Bart Simpson gibi karakterleri Miniland dünyasındaki kalabalık arasında bulmamız istendi. Herkes başladı pür dikkat dolaşmaya. 7 karakter vardı, biz 4 tanesini bulabildik:) Sanırım hepsini bulan olmadı. 
    Sıra geldi legolarla oynamaya. 
Nereye düştüm ben? :)

    Herkes görevlinin elinden bir kağıt çekti ve şansına ne çıkarsa onu yapmak için sağa sola dağıldı. Her yerde yüzlerce lego parçası olduğu için oradan oraya koşturarak, sohbet ederek, yardımlaşarak, bazen de tam tersi kendi parçalarını sakınarak tasarım yapmak çok keyifliydi. İşin ucunda oybirliğiyle seçilecek birincilik vardı. 

    Ben şimdi elmayı nasıl yapayım?:) Dörtgen parçaları üst üste dizerek yuvarlak oluşturmak zor, kısıtlı zamanda yapamam en azından. Baktım yeşil renkli çeyrek yuvarlaklar var. Onlardan dörder dörder alıp yarım yuvarlak oluşturup, yarım iki elma haline getirip, tabak yaptığım bir büyük lego parçasına ekledim. Birinin tepesine yaprak gibi bir şey eklemeyi unutmadım. Bir elma ikiye bölünüp tabağa konmuş gibi oldu:) 
Bu da bir fikir ama değil mi?:) Muhteşem eserimin fotoğrafını çekmeyi unuttum ama:( Orhun'un uçağı şu:


    Oy birliğiyle seçilen tasarım ise şu oldu: 

    Haklı birincilik:) Adam yarım saatte köpek yaptı. Üstelik köpeğin dili dışarıda ve önündeki tastan su içiyor:)

    Yaratıcılığımızı çalıştırıp tasarımlarımızı da yaptıktan sonra 4D sinemaya girdik. Sinemadan sonrası serbest zaman. İster legolarla oyna, ister etrafı gez. Bu sürede Orhun legolara daldı, bense tekrar Miniland'e girdim. Küçük figürleri ararken etrafı güzelce inceleyememiştim çünkü. Saat 22.00'ye doğru Yetişkin Gecesi bitti, alışveriş merkezi kapanmadan önce acele acele mağazaya koşturduk. Orhun'un burada harcamak için ayırdığı parası vardı ve Stars Wars ağırlıklı legolar aldı. Mağazanın ne kadar renkli olduğunu belirtmeme gerek yok. Kutu kutu set legolar, çeşit çeşit karakterler, anahtarlıklar, şeker gibi istediğin miktarda alabileceğin parçalar... 

    Biz o akşam Legoland'de çok keyifli vakit geçirdik. 2-2,5 saat gerçek dünyanın keşmekeşini unuttuk. Normal zamanda çok kalabalık olduğunu duyuyorum, ne yalan söyleyeyim Yetişkin Gecesi'nde ufaklıkların gürültüsü olmadan eğlenmek fikri akıllıca geldi bana. Nitekim de öyle oldu.  
Dumbledore'la:)
    Başta da belirttiğim gibi Legoland Yetişkin Gecesi, her ayın ilk çarşamba günü yapılıyor. Giriş ücreti pek ucuz değil. 39 lira. Ancak her zaman katılmayacağımız özel bir etkinlik olduğu için kabul edilebilir yine de. Legoland İstanbul Discovery Center, Forum İstanbul'da. Toplu taşımacılıkla gidecekler için metroyla ulaşım gayet rahat. Yalnız ufak bir eleştirim olacak. İnternette ve broşürlerinde yer alan telefon numaralarından ulaşım sağlayamadım. Verilen telefon numarası Sea Life'a aitti. Onlar açtılar ve Legoland'e aktaramadılar. Bunu o gün yetkili kişilere ilettiğimde bana net cevap verilemedi. Herhalde zamanla düzelir. 
    Bir gün de Nisan gittiğinde peşine takılırız belki:) O zaman diğer etkinlikleri de görürüz. Çocuklar için çok fazla eğlence imkanı var. Lego seviyorsanız kaçırmayın derim. 
    Lego'nun kaynağı Danimarka. Dolayısıyla en kapsamlı, en güzel Legoland bu ülkede. Bir gün de oraya görürüz belki. Belli mi olur? Aklımızın bir köşesinde olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Danimarka'daki Legoland'den tadımlık görüntüler için Semi'nin şu yazısını öneriyorum: Legosever (!) Miyiz Yoksa? Ayrıca Hamburg'da gezdikleri Lego Zeitreise sergisi de görülmeye değer. 
Buradan ulaşabilirsiniz: Leg Godt, iyi ki varsın! 






    

8 Ekim 2015 Perşembe

2015 NOBEL KİMYA ÖDÜLÜ PROF.DR. AZİZ SANCAR'IN!

   
    Dün Prof.Dr.Aziz Sancar'ın 2015 Nobel Kimya Ödülü'nü aldığını öğrendiğimde yoğun bir gün yaşamaktaydım. Geç saatte eve geldim ve fazla oyalanmadan uykuya geçiş yaptım. Dolayısıyla konuyla ilgili haberleri ancak bugün etraflıca takip edebildim. 
Gün içinde evde televizyonu pek açmam. Özellikle sabah sabah berbat haberlerle güne başlamak olumsuz etkiler beni. Fakat bu sabah açtım ve Aziz Sancar hakkındaki haberleri dinledim. Nasıl keyiflendim, nasıl mutlu oldum, gurur duydum anlatamam. Hep böyle olumlu haberlerle başlasak ya güne! 
    Aziz Bey'i binlerce kez tebrik ediyorum ve konunun ardından başlatılan tüm saçma sapan polemikleri bir kenara atıyorum. Oralıymış, buralıymış! Geç bunları! Onun göğsünde ay-yıldızlı bayrağı gördüm ya, o bana yeter. Okumanın öneminden bahsetti ya, "Özellikle kız çocuklarımızı okutmamız lazım. Kız çocuklarımızı okutmazsak insan gücümüzün yarısını kaybetmiş oluyoruz" dedi ve bilim aşkına yurt dışında araştırma yapmak zorunda kalmasına rağmen "Başarımda Türkiye'de aldığım eğitimin katkısı çok fazla" diyerek gönlümüzü aldı ya, işte bu sözler onun iyi bir bilim adamı olmasının yanı sıra ne kadar iyi bir insan olduğunun da ispatı. Yalan yok, Orhan Pamuk'un Edebiyat alanındaki ödülü ne kadar içime sinmediyse, Prof.Dr.Aziz Sancar'ın bilim alanındaki ödülü o kadar içime sindi. Çalışmış, çabalamış; hayatıyla, söylemleriyle, buluşuyla örnek olmuş ve zor günlerde bizlere tekrar umut aşılamış bu başarılı insanın ödül aldığı tarihi kişisel bloguma not düşmek istedim. Herkes bilim adamı olamaz, herkes uluslararası büyük ödüller kazanamaz. Ancak her ne yapıyorsak, ne ile meşgulsek, işimiz ne ise, en iyisini yapmaya çalışmalıyız. Huzurumuz için, yerimizde saymamamız için bu çok önemli. Başka türlü çıkamayız bu dar boğazdan. Öncelikle çağdaş ve kaliteli bir temel eğitim, sonrasında ülke sevgisi ve işini layığıyla yapma duygusu... İhtiyacımız olan budur, ihtiyacımız olan Prof.Dr.Aziz Sancar gibi insanlardır. Kendisini tekrar tekrar tebrik ediyorum, ülkemiz adına böylesi başarı öykülerinin çoğalmasını tüm kalbimle diliyorum. 







6 Ekim 2015 Salı

FİLMEKİMİ'NDEN LİFE... SAHAF FESTİVALİNDEN BAMBİ...

    Bu sene ücretli öğretmenlik için MEB'e başvurmadım. Orhun'un lisede son senesi olduğu ve malum sınava gireceği için bu kış ona tam destek olma düşüncesindeyim. Ha daha önce yarım destek miydik? Tabii ki hayır! :)) Ama işte tam sınav zamanı, okuldan gelince evde biri olsun, yemeğini rahat yesin, dersini rahat çalışsın diye kendimce dertlenmelerdeyim. Bir de işin aslı hani seneye üniversiteli olacak ya, kendi yolunu çizmeye başlayacak, belki başka yerde okuyacak diye bu sene iyice yapıştım çocuğa. Tuhaf duygular içerisindeyim. Çocuklarımız büyürken hem gururlanır hem hüzünleniriz ya öyle bir şey... Yine dağıldım, aslında demek istediğim başkaydı. Yani çalışmadığım için sosyal açıdan yine rahata kavuştum diyecektim ve dün mis gibi havada Beyoğlu'na uzandığımdan bahsedecektim:)
    İstanbul'da Filmekimi zamanı. Enfes ödüllü filmler gösterimde. Öncelikli amacım Mustang'i izlemekti. Hani Fransa'nın Yabancı Filmler dalında Oscar'a yolladığı Mustang... Yönetmen Deniz Gamze Ergüven. Genç bir Türk kadınının uluslararası alanda başarılı olması inanılmaz gurur verici. Dillerine düşkünlükleriyle bilinen Fransa'nın baştan sona Türkçe olan bir filmi Oscar'a aday olarak yollamaları da bize ilk önce tuhaf gelen bir durum. Ancak adamlar profesyonelce düşünüyorlar. 
Türkiye-Almanya-Fransa-Katar ortak yapımı olan bu film Türkiye'den de aday olabilirmiş. Bu konuda başvuru yapılmış ama Türkiye'den "Hayır" cevabı alınmış. Fransa zaten o arada filmi Oscar'a aday olarak seçivermiş. Pek tabii merak ediyorum bu filmi. Mustang, Filmekimi programına alınmış ancak bilet bulmak ne mümkün? Biletler çıkar çıkmaz bitmiş. Programı şöyle bir inceledim. Geç kalmışım, iyi filmlere ve saatlere bilet yok. Ailecek, üçümüzün de beğenisine hitap edecek, üçümüzün de boş vaktine uyacak bir film ayarlayamadım. Dün onlar işe ve okula gidince -hafta içi avantajını kullanarak- ben de tek başıma Beyoğlu Sineması'nda aldım soluğu. 
Life filmini seyrettim. James Dean ilgimi çeken, erken yaşta ölümüyle beni hüzünlendiren bir yıldız. Bu film, onun Life dergisi için fotoğraflarını çekmek isteyen Dennis Stock'la birlikte Indiana'ya yaptıkları yolculuğu anlatıyor. 
Bu yolculuk James Dean'in büyüdüğü, çok sevdiği Indiana'ya yaptığı son yolculuk oluyor. Bu gezinin ve söz konusu fotoğrafların çekiminden 7 ay sonra bir trafik kazasında hayatını kaybediyor genç oyuncu. 
    Life'a gelecek olursak. James Dean'in biyografisini okuduğum için kişisel ayrıntıları yakalamam keyifli oldu. Hayatını hiç bilmeseydim film biraz yüzeysel kalabilirdi benim için. Görüntüler iyiydi, dönemi yansıtması açısından başarılıydı. Filmde sadece James Dean değil magazin fotoğrafçısı Dennis Stock'un yaşamı, geçim kaygısı, ailesine uzaklığının verdiği üzüntü de önemli yer tutuyordu. Yönetmen Anton Corbijn, ölümünden sonra daha da önem kazanan Dean fotoğraflarının arkasındaki insanı anlatmak istediğini belirtmiş. Bunu başarmış da. Yani filmi sevdim ancak James Dean rolünü Dane DeHaan'a yakıştırdığımı söyleyemeyeceğim. En basiti, James Dean keskin yüz hatlarına sahipken, bu çocuk biraz fazla toparlak kalmış. Bu zaten fotoğrafçının filmi diye düşünürsek Dennis Stock rolündeki Robert Pattinson'u başarılı bulduğumu eklemek isterim. (James Dean biyografisinden alıntılar için şu yazımı okuyabilirsiniz: James Dean...Daima Genç... )

    Beyoğlu'na gitmişken Sahaf Festivali'ne uğramayı da ihmal etmedim elbette. 
Her seferinde dayanamayıp çokça kitap alırdım ama bu sefer tuttum kendimi. Zira kitap alışverişini abarttım bu aralar. Tabii bu festivalden aldıklarım yenilere benzemez, eski basım kitaplar oluyorlar ama yine de fren yapmam gerekiyordu. Sadece bir kitapla yetindim bu kez. Çocukken çok severek okuduğum, çok beğendiğin bir kitabı bitirdiğinde hissettiğin o mutlu duyguyu bugün bile bana hatırlatan Bambi'yi görünce almamazlık edemedim.
    Bir zamanlar severek okuduğun kitapları saklamazsan gün gelir böyle sahaftan tekrar almak zorunda kalırsın işte. Eskiyeni asla elinde tutmayan annem sağ olsun:)
    Dün benim günüm böyle geçti. Güzel bir film, güzel bir kitap... Daha ne olsun?







2 Ekim 2015 Cuma

GÜRAY MÜZE... KAPADOKYA'NIN EN YENİ, EN ŞIK MÜZESİ...

    En güzel ve özel turizm bölgelerimizden biri olan Kapadokya'da yeni açılan bir müzeyi anlatmak istiyorum. Zira ben bayıldım. Söz konusu müzemiz, Avanos'ta bir yeraltı seramik müzesi olan Güray Müze. Önce bu müzeye yolumun nasıl düştüğünden bahsedeyim.
    Geçtiğimiz ay, bir arkadaşımla birlikte Ürgüp'te yaşayan bir başka arkadaşımıza ziyarete gittik. Her ikisi de ilkokul arkadaşım. Bir ara kesintiye uğrayan arkadaşlığımız, Facebook sayesinde birbirimizi bulmamızla kaldığı yerden devam etmeye başladı. Hatta daha da iyi bir boyut kazandı diyebilirim çünkü artık 10 yaşında değiliz, daha bilinçliyiz:) Sık sık görüşüyoruz, yazışıyoruz. Ne zamandır Ürgüp'te buluşma planları yapıyorduk ve nihayet bunu hayata geçirebildik. Çok keyifli bir hafta sonu geçirdik. 
Ev sahibi arkadaşım eşini bir üst kattaki dairelerine yolladı, bize meşhur Kapadokya şaraplarının eşliğinde bol bol sohbet edip gülüşmek kaldı:) Gündüzleri de gezdik tabii, fotoğraf üstüne fotoğraf çektik. Kapadokya'ya 3.gidişimdi bu. Her seferinde farklı yerler gördüm. Gez gez bitmez bir bölge burası. Bu sefer de farklı olarak arkadaşımın rehberliğinde, daha önce görmediğim Mustafa Paşa (Sinasos) mahallesinin tarihi sokaklarında gezdim; yaşayan bir müze görünümündeki şahane otel Museum Hotel'de leziz bir kahvaltı yaptıktan sonra, bir gecesi yüzlerce dolar olan odalarının bazılarını görme fırsatı buldum; Sallanan Köprü'de başım döndü; farklı farklı kafelerde dinlendim; yeni açılan Güray Müze'ye hayran kaldım. Nuri Bilge Ceylan'ın bizi gururlandıran ödüllü filmi Kış Uykusu'nun çekildiği evi de görebilirdik ama olmadı. Arkadaşım, tanıdığı olan ev sahibini aradı, ancak müşteri olduğu için gidemedik. Pansiyon olarak kullanılıyormuş bu ev. Dolu dolu bir hafta sonunun ardından bu kez hep beraber otomobille İstanbul'a döndük. Arkadaşım teyze olacağı için İstanbul'a gelecekti, biz de ona yolda eşlik etmiş olduk, her şey denk geldi yani. 
Nasıl güzel bir yerdir burası... Kapadokya'yı seviyorum.
    Şimdi gelelim Güray Müze'ye... Güray Porselen'i biliriz, işte burası Avanosta'ki kendi atölyelerinin yanında düzenlenmiş bir müze. Tanıtım broşürlerinde Hititler'den beri çömlekçilik yapılan bu bölgeye bir müze kazandırmakla mutlu olduklarını belirtmişler. 2009 yılından itibaren, bir yandan kendi koleksiyonlarında bulunan tarihi seramik eserlere yenilerini katarak, bir yandan da kaya içerisinde yerin 20 m. altındaki inşaat faaliyetlerini yürüterek, Türkiye'de bir ilk olan bu yeraltı müzesini hazırlamışlar. 
Müze, geçtiğimiz Nisan ayında ziyarete açılmış.

    Evet, burası bir yeraltı müzesi. Dışarıda bunaltıcı bir sıcak varken serin doğal kayaların içinde yürüyor olmak, bir de o sırada bizden yüzlerce, binlerce yıl önce yaşayanların ürettikleriyle birlikte günümüz sanatçılarının eserlerini izlemek, inanılmaz keyifli. 

    Bir de çok şık ve modern düzenlenmiş kafeterya bölümleri var ki burada saatler geçirebilir insan. Geçmişin ve günümüzün iç içe olduğu farklı bir atmosfer yaratılmış. 


    Güray Müze 3 bölümden oluşuyor. Birinci bölümde ilk çağdan 20.yy.'a kadar seramik alanında Anadolu ve Yakındoğu'nun kültür mirasları olan parçalar sergileniyor. 
Kalkolitik dönemden ana tanrıça figürinleri

Roma döneminden kandiller

Osmanlı döneminden

    İkinci bölüm ise çağdaş seramik sanatçılarımızın eserlerine ayrılmış. Üçüncü bölüm sergiler, çeşitli sanat etkinlikleri ve toplantılar için düzenlenmiş. 


    Müze çıkışında ise elle yapılan boyamaları izleyebileceğin atölye bölümü ve mağaza bölümü yer alıyor. 
    Tarihi eserlere meraklıyım, saatlerce bakıp hayal kurabilirim, geçmişe yolculuk yapabilirim ama çağdaş sanatçıların çalışmalarına da bayıldım. Ne yalan söyleyeyim, ilk kez bu müzede çağdaş seramik sanatçılarından birinin eserine sahip olmak istedim. Özellikle Saim Kolhan'ın tasarımlarının önünden ayrılamadım.
Saim Kolhan tasarımı. Gerçeği fotoğraftan çok daha güzel
    
Yukarıdakiyle birlikte bu zümrüdü anka tasarımlı seriye bayıldım.
    Mağaza bölümünde, ürünler el yapımı olduğu için fiyatlar çoğunlukla üst seviyelerde gezinse de her keseye uygun seramik eşyalar bulmak mümkün. Aklım çok şeyde kaldı ama sırf hatıra olsun diye -ve aslında lazım olduğu da orada aklıma geldi- nar ağacı desenli bir nihale almakla yetindim:)

   Güray Müze'ye giriş ücretli ama ne kadar olduğunu unuttum ve internet sitelerinde de bilgi yok bu konuda. Ya 3 liraydı ya da 5 lira. İlk zamanlarında ücretsiz olduğunu söyledi arkadaşım. Demek yeni ücretlendirmişler. Yüksek bir miktar olmadıkça özel müzelere girişin ücretli olması yanlış gelmiyor bana. Böyle bir müzenin bakımı kolay değildir.

   Kapadokya bölgesine gittiğinizde bu şık ve farklı müzeye bir uğrayın derim. Bir de iyi bir fotoğraf makineniz varsa yanınıza almayı unutmayın. Yeraltı ortamının aydınlatılmasıyla oluşan ışık-gölge oyunları enfes fotoğrafların ortaya çıkmasını sağlıyor. Ama şimdi ne yazık ki bu yazı için, benim her gezimde kahrımı çeken, kendini artık telefon değil de fotoğraf makinesi sanan, yaşı da epey ilerlemiş emektar telefonumun yakalayabildikleriyla idare edeceksiniz:)













1 Ekim 2015 Perşembe

NİLÜFER KONSERİNİN ARDINDAN...



    Neden daha önce hiç gerçekleşmedi bilmiyorum ama geçtiğimiz ağustos ayında ilk defa Nilüfer konserine gittim. Ailenin en küçüğünün doğum günü için yine dayı, teyze, kuzenler bir arada, Bodrum'daydık. O sırada Bodrum antik tiyatroda konser dizisi vardı. Kardeşim sağ olsun Nilüfer konserine gitme işini bizler için organize etti. İyi de yaptı. 
    Nilüfer'in sanat hayatı hemen hemen benimle yaşıt. Yani onun şarkılarıyla büyümüşüm. Çoğumuz gibi... O yüzden bunca seneden sonra kendisini sahnede 
canlı izlemek birçok farklı duyguyu yaşattı bana. Bir kere tam anlamıyla bir zaman yolculuğuna çıktım. Çocukluğumun TRT'li günleri aklıma geldi ilk önce. Sonra başımızda kavak yellerinin estiği o ilk gençlik yıllarında kardeşimle Yine Yeni Yeniden albümünü nasıl döndüre döndüre dinlediğimiz geldi. Kaset halini tabii. Teyp ve kaset... Ah anılar! :) Bir de Nilüfer'i ne kadar farklı bildiğimi anladım o gece. Sevimli ama mesafeli bir tavrı vardır ya hani? O yüzden soğuk bir insan gibi gelirdi bana. Çok yanılıyormuşum, yanlış anlamışım. O gece çok sıcak, çok samimi ve birtakım şeyleri aşmış bir yıldız gördüm. Evet, Nilüfer "Yıldız" ifadesini sonuna kadar hak ediyor. Ufacık fiziğine tezat bir aurası, farklı bir çekiciliği var. Enerjisi inanılmaz. Son derece kibar ama bir o kadar da cilveli dans etmeyi nasıl başarıyor bilemiyorum:) Yaşını da göstermiyor. Sanki sahnede 18-19 yaşlarında çıtı pıtı bir genç kız var. Ve son derece esprili. Şarkı aralarında anılarını anlatıyor, espriler yapıyor. Bol bol konuşuyor ama asla sıkmıyor. Samimiyetinden şüphe duymuyorsun. Belli bir olgunluğa erişmiş sanatçıların hali gerçekten farklı oluyor. Bir de üstüne Nilüfer'de olduğu gibi etkileyici bir ses ve ölümsüz şarkılar eklenince her şey tamam oluyor. 
    Nilüfer o gece konserine çok sevdiğim"Son Arzum" şarkısıyla başladı. Hani ta 70'lerden "Son arzun nedir diye gelip de bana sorsalar, gözlerime bakıp da her şeyi anlasalar..." dediği şarkı var ya? İşte o! Muazzam! 70'ler, 80'ler, Kayahan'lı günler derken, "Hadi Yürüyün Beyoğlu'nu Basmaya Kızlar" şarkısıyla bugüne kadar getirdi biz seyircileri. Yaklaşık 3 saate yakın sahnede kaldı, 3 enfes kostüm giydi, "Ne varsa eskilerde var" dedirtti. 
    Ama, üzülerek belirteyim ki seyircisine karşı saygısı her halinden belli olan sanatçıya saygısızlık yapanlar oldu o gece. Belli bir vakitten sonra çıkmak isteyen densiz seyirciler, amfi tiyatronun basamaklarını birer birer inip milletin önünden, seyirciyle sahnenin arasındaki boşluktan yürüyüp dışarı çıktılar. Bu müthiş bir terbiyesizlik! 
Eğer geç kaldıysan, gitmek zorundaysan, ya da hadi sıkıldıysan adam gibi en tepeye çıkar, en kenara gider, oradan çaktırmadan inmeye çalışırsın. Milletin önünden ve sanatçının önünden sallana sallana geçmezsin. İnanılır gibi değil. Ve bu yalnızca Nilüfer'e yapılmış bir hareket de değil, günümüzde böyle artık; istediğim gibi girerim, istediğim gibi çıkarım, istediğim yerden yürürüm. Kimsenin rahatsızlığı beni ilgilendirmez kafası! Çok üzülüyorum ve sinirleniyorum böyle durumlarda. Bir ara birbirinden görüp arka arkaya çıkanlar oldu (Seyirciyle sahne arasından, önden tabii) kadıncağız şarkısını kesmek zorunda kaldı. Erkekler Ağlamaz'ı söylüyordu hem de ya:) "Nereye gidiyorsunuz bakayım?" diye şakaya vurdu. Çocuklu bir aile vardı, onları bahane ederek "Neyse çocukları varmış" dedi, güldü falan ama ben onun adına rahatsız oldum. "İlk yıllarımda ben sahnedeyken giden biri olursa çok üzülürdüm" diye eskilerden bahsetti yine, artık aştım bazı şeyleri demeye getirdi. Sonra "Nerede kalmıştım? Şarkıyı da unutturdunuz bak" diyerek kahkaha attı ve Erkekler Ağlamaz'a tekrar başladı. Sonra yine ara ara önden çıkıp gidenler oldu tabii. Ne yazık ki yüzsüzlük bazılarının kanına işlemiş durumda. Bunlar çoğunluğu oluşturmuyordu Allah'tan. Sonuna kadar kalan seyirci mest olmuş şekilde tamamladı geceyi. Hayır anlamıyorum, tamam konser geç başladı, uzun sürdü ama oradaki seyircinin çoğu tatile gelmiş olanlardır, tatildeysen niye koştur koştur gidiyorsun? Bodrum yerlisi isen ve ertesi günü iş varsa, bir gece sabredemiyor musun? İstanbul trafiği gibi trafik yok ki sizde, evine de işine de nispeten rahat gidersin. Sabır, görgü, empati gibi hasletler bizden çok uzaklarda artık.
    Nilüfer Bodrum'da, antik tiyatronun etkileyici atmosferinde çok keyifli bir gece yaşattı bize. Gönlümdeki yeri daha da büyüdü. Kendimi bildim bileli olduğu gibi, o söylesin ben dinleyeyim...