24 Ağustos 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (25)

     PAOLO UCCELLO (1397 - 1475) - SAN ROMANO SAVAŞI 

   Eskiden evde bitki yetiştiremezdim ve bu duruma çok üzülürdüm. Fakat bir süredir fena gitmiyorum. 
Neredeyse 2 yıl önce aldığım bitkiler yaşıyorlar, büyüyorlar, gelişiyorlar. Mutlu oluyorum, ufak ufak yenilerini ekliyorum yanlarına. Ve her birine özel adlar takıyorum. Evimize en son areka palmiyesi geldi. Düzenli, ince yaprakları bana Uccello'nun savaş resimlerindeki mızrakları hatırlattı. İnanın bu seriye konu olsun diye söylemiyorum, palmiyeme bakınca o mızraklar belirdi gözümün önünde:) Çünkü lisans eğitiminin ilk senesinde, resimde kompozisyonun özellikleri anlatılırken sıra ritme geldiğinde gösterilen örnekler arasında bahsettiğim savaş resimleri de vardı. Yeri gelince zihnimin derinliklerinden fırlayıverdiler. Bu sebeple yeni bitkime Uccello adını koyup koymamak konusunda düşündüm:) Acaba kısaca Ucce mi desem? 
    1397 Floransa doğumlu Paolo Uccello erken Rönesans sanatçılarından biri. Perspektif denince akla ilk gelen isim. Bu konuda çok çalışmış. İlk sanat tarihçisi sayılan Giorgio Vasari (1511-1574) onun için şöyle söylüyor: "Paolo Uccello perspektifin inceliklerine harcadığı ve kaybettiği zamanı insan figürlerine ve hayvanlara vakfetmiş olsaydı, Giotto'dan beri yaşamış en büyüleyici ve en yaratıcı ressam olabilirdi". Vasari'ye göre doğa Uccello'ya keskin ve kavrayışlı bir akıl bağışlamış. Ancak o herkesten uzak bir keşiş gibi yaşamış çünkü haftalarca, aylarca evine kapanıp resimde perspektif üzerine araştırmalar yaparmış. Vasari onu "Dolayısıyla ömrü boyunca şöhretten çok yoksulluk içinde yaşadı" diyerek eleştirse de ben onun adanmışlığını, ilgi duyduğu konuya yönelttiği tutkusunu seviyorum. Üstelik atölyesinden hiç çıkmamış da değil. Öyle olsaydı Floransa'nın ileri gelenlerinin ısmarladığı resimleri yapmış olamazdı. Kiliselerde, şapellerde onun resimleri yer almazdı. Bugün Floransa'ya giden meraklı bir turist onun resimlediği, Floransa Katedrali'nin girişinde yer alan saati göremezdi. 
    Uccello neden perspektife takıntılı? Çünkü o tarihlerden önce resimde perspektif yoktu. Ortaçağ Avrupası'nda düşünce dinle şekillenmişti, günahkâr doğan insanın bedeni ve onun içinde yer aldığı dış dünya önemsizdi. Her bilgi dini kitaplardaydı. Deneyin, gözlemin, araştırmanın önü kapalıydı. Gel gör ki doğası gereği insan düşünür, sorar, ilgi duyar. Bireye ve dış dünyaya yönelen gözlemler Ortaçağ düşüncesinin sonunu getirip Rönesans'ın önünü açtı. Böyle bir zamanın sanatçısıydı Uccello. Bir araştırmacıydı. Dış dünyayı nasıl daha gerçekçi resmedeceğini düşünüyordu. Bunun için perspektif önemliydi. Ortaçağ resminde kullanılmayan perspektif... 
    Yazının görseli olan San Romano Savaşı'nda Uccello'nun ön plana yerleştirdiği atların boyutları ve duruşlarıyla bu konuyu çalıştığını görebiliriz. Sağ tarafta yerde yatan atın arkaya doğru uzanmış olması, onun arkasında çifte atar pozisyondaki atın arka ayaklarının bize doğru yönelmesi perspektif oluşturma gayretiyle yapılmıştır. Ayrıca at figürlerinde ışık etkisi daha fazladır. Öndeki obje ve figürlerin arkadakileri kısmen örtmesi, bunların giderek küçülmesi, renklerin önden arkaya doğru değişmesi, arkaya doğru flûlaşma (hava perspektifi)  derinlik yaratmak, yani perspektif oluşturmak için kullanılan yöntemlerdir. Bir de çizgisel perspektif denen matematik konusu vardır ki tekniğe girer. Uccello çizgisel perspektif üzerinde çok çalışmıştır. San Romano Savaşı'nda arkaya doğru giderek küçülüyor olduğunu gördüğümüz askerler ve ağaçlar bugün bize "E ne var bunda? Tabi ki öyle olması lâzım" dedirtiyor olabilir. Bu kadar basit ve doğal gördüğümüz bir konuda dahi belli güçlerce belirlenmiş kurallara bağlı kalınan dönemlerin yaşandığını unutmamak gerek. Gerçeğin peşindeki Uccello'yu seviyorum. Her ne kadar mantıklı yanına değinen bir yazı yazmış olsam da kuşları çok sevdiğinden dolayı ona "Kuşların Paolo'su" denmesi, bu naif yanı beni gülümsetiyor. Kıskançlıktan uzak yanını da seviyorum. Vasari'nin aktardığına göre gelecek kuşakların tanıması için yeteneğine güvendiği isimlerin resmini yapması şahane bir davranış. Uzun bir pano üzerine ressam Giotto'nun, mimar Brunelleschi'nin, heykeltraş Donatello'nun, matematik üzerine sohbetler yaptığı Rönesans aydını Manetti'nin portrelerini yapmış ve kendi evinde tutmaktaymış. Yanlarına beşinci kişi olarak kendisini eklemeyi ihmâl etmemiş:) 
    San Romano Savaşı, İtalya'nın şehir devletlerine ayrılmış olup bolca savaştıkları dönemlere ait bir resim. Floransa ve Siena arasındaki savaşı anlatıyor. Uccello bu resmi sipariş üzerine yapmış ve üç ayrı pano halinde, ahşap üzerine tempera tekniğiyle boyamış. Sekiz saat süren savaşı sabah, öğle ve akşam vakitlerindeki haliyle betimlemiş. 3 ayrı resim,  bugün biri Londra National Gallery'de, biri Paris Louvre Müzesi'nde, yukarıda görülen parça ise Floransa Uffizi Galery'de olmak üzere 3 ünlü müzede yer almakta.
    İlk satırlarda bahsettiğim ritm konusuna gelecek olursak... Bu konuda kısaca bilgi verip yazıyı bitirmek isterim. Kompozisyon, yapıtı oluşturan elemanların belirli düzen bağlantıları içinde bir araya getirilmesi ve bu çalışma sonucunda ortaya çıkan yapıtın kendisidir. Kompozisyonda aranması gereken özellikler oran, birlik, denge ve ritmdir. Ritm, kompozisyonu oluşturan elemanların kendi aralarında oluşturdukları ardışık zaman ve mekân aralıklarının belirlediği düzendir. Tekrara dayanan uyumdur. Bu resimde ritm, mızrakların dizilişiyle yakalanmıştır.
    Uccello'nun resimde mızraklarla yakaladığı ritmi doğa kendi düzeni içinde sessiz sedasız oluşturmakta. Evdeki minik palmiyemin ardışık yaprakları, her bakışımda ruhumun ritmini yakalamamı, doğayla uyumu hissetmemi sağlıyor. Ve sanat... O zaten her daim ruhumu besliyor.



Serinin Rönesans resim sanatıyla ilgili bir diğer yazısı: Bir Ressam, Bir Resim(3) - Sandro Botticelli 
Yazıda bahsi geçen kaynak: Sanatçıların Hayat Hikâyeleri / Giorgio Vasari - Sel Yayıncılık 



15 Ağustos 2021 Pazar

BUGÜNLERDE...

     Bu aralar Paulo Coelho'nun biyografisini okuyorum. Fernando Morais imzalı, başarılı bir çalışma. Coelho'nun 
ne kadar enteresan bir karakter olduğunu gösterdi bana. Kitaplarından birkaçını okudum ancak yaşam öyküsünü pek bilmiyordum, ilgilenmemiştim. Şaştım kaldım. Ailesinin standartlarına uymadığı için yanlış değerlendirilip neredeyse çocuk yaşta akıl hastanesine yatırılmış olması üzdü beni. Ancak yanlış anlaşılmasın, tamamen masum da değil Paulo. Sadece daha farklı yaklaşılması gerekirdi. Sanırım olayların 60'lı yılların Brezilyası'nda geçtiğini dikkate almak lâzım. Bakalım... Kitabın ortalarındayım, bir ara satanizme yönelecek kadar karanlık bir yanı da olan yazarın kendisini nasıl terbiye ettiğini, ruhunu nasıl dinlendirdiğini okuyarak öğreneceğim. 
    Modern Family izliyorum. Birkaç yıldır listemdeydi. Başlamak için geç kalmışım. Kâbuslarla dolu ülke gündeminin içinde öyle iyi geliyor ki. Bunalıyorum, bunalıyorum, antidepresan niyetine uyumadan önce bir bölüm Modern Family izleyip yatıyorum. İzlemek demişken... Dün akşam 1917'yi izledik. Hatırlayacaksınız, Oscar 2020 En İyi Film adaylarından biriydi. Vizyona girmesini bekledik, haberleri sabırla takip ettik ama lanet salgın patlayınca sinemalarda gösterilmedi. Covid19 öncesi ne verimli bir seneydi o. Bütün filmleri sevmiştim. 1917'ye de bayıldım. Hâttâ Oscar heykelciğini Parazit'ten aldım ona verdim. 
    Geçen gün Orhun'un Taksim'de işi vardı, ben de peşine takıldım. İşini tamamlayınca biraz takılırız dedim. Uzun bir aradan sonra ilk gidişimdi. 2 doz aşıyı oldum ve üzerinden birkaç hafta geçti, maskeyi ihmâl etmeden ufak ufak açılırım ben. Artık biraz da salgına ve aşıya inanmayanlar otursun. Bu konuda düzenleme gelecek olursa sonuna kadar desteğim. Aşı yetersiz kaldıkça virüs konak bulacak, konak buldukça mutasyona uğrayıp devam edecek. Temel biyoloji bilgisi. Neyse... Beyoğlu'nda çok dükkan kapanmış, yerine yenileri açılmış. Her yer turistlere yönelik lokumcu, şekerciyle dolmuş. Turist var. Sadece Yakın Doğu'dan değil, her coğrafyadan var gibi geldi bana. Turist olsun. Ama sağlıkla olsun. Şu günler (pek çok anlamda) atlatılsın, Türkiye turistik açıdan hak ettiği değere kavuşsun. 
    Beyoğlu'nda İstanbul Madam Tussauds'un önünden geçerken dayanamadık içeri girdik. Ziyaret keyifliydi fakat kısa süreliydi. Zira balmumu heykel sayısı fazla değil. Ücret de ona göre epeyi pahalı. Bazıları tamam ama her heykelin başarılı olduğunu da söyleyemeyeceğim. İlk müzeyi, yani Londra'dakini gezmedim. Bir günlük Amsterdam ziyaretimiz sırasında önünde uzun bir kuyruk gördüğümüz Madam Tussauds'a da girmedim. Kısacası birebir karşılaştırma imkânım yok ancak özellikle bizim yerli karakterler -bu müzenin popülaritesini dikkate alırsak- özenli değildi. Orhun Londra'daki müzeyi gezmişti. Fikrimi ona söyledim. Karşılaştırmayı o yaptı. Tahmin ettiğim gibi, gerçekçilik açısından, orijinal müzede heykellerin yüzündeki tüyler bile gözardı edilmemiş. Orada içimden "Allahım ne olur Londra'daki Madam Tussauds'u da gezeyim. Lütfen! Lütfen!" dedim. Burada söz konusu olanın balmumu heykel aşkı değil, Londra seyahati olduğunun altını çizmek isterim. Bir gün olur diye diye ertelediğimiz Londra. Görmeyi en çok istediğim şehir. Neden bu kadar geç kaldı bilmem. Vardır bir sebebi. Belki en güzel şekilde olacaktır. 
    Yurt dışı seyahatleri o kadar özledim ki... Geçenlerde ilk kez ince patlıcan dilimlerini un, su ve tuz karışımına bulayıp kızartmıştım. Baktım 6-7 sene önce Malaga sahilinde yediğimiz patlıcan kızartmasına benziyor. Bir tek pekmezi eksikti. Hemen üzerinde ince ince gezdirdim pekmezi. Malaga tatilini anarak afiyetle yedik. Sahilde dizi dizi salaş lokantalar vardı. Dekoratif amaca hizmet eden sandaldaki ızgarada cızırdayan sardalya, pekmezle tatlandırılmış patlıcan kızartması, salata... Denizden yeni çıkılmış, karınlar açıkmış. Ne güzeldi... 
    İşte böyle... Aklımıza mukayyet olmaya çalışarak tükettiğimiz günlerde ısrarla üretmeye çalıştığımız ufak tefek keyiflerin, durmadan yoklayan uzak düşlerin bu ara bana düşenleri bunlar. İki fotoğrafla bağlıyorum yazıyı. Biri Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Sanat'tan aldığım güzelim kitaplarımın fotoğrafı. Diğeri de Madam Tussaud İstanbul'a olumsuz lâf etmenin sıkıntısını gidermek için eklediğim, en başarılı heykellerden birinin fotoğrafı. 
Brad Pitt iyiydi, iyi! Adamın balmumu heykelini bile çirkin yapamamışlar. 






9 Ağustos 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (24)

     MARC CHAGALL (1887 - 1985) - VITEBSK ÜZERİNDE 

    Depresif ruh halleri içinde debelenme zamanlarındayız. Özelde ülke gündemi, genelde dünya halleri asla ama asla rahat bırakmıyor. İki günü iyi geçirdiysek, bir parça oh dediysek, devamında gelen üç gün tüm iyi hisleri alıp götürüyor. Neler olup bitiyor tek tek saymayacağım. Hepimiz biliyoruz. Kimimiz daha az rahatsız oluyoruz, kimimiz çok sıkılıyoruz ama hepimiz olan biteni biliyoruz. Şuraya girip herhangi bir yazı yazmaya mecalim yoktu fakat zorladım kendimi, açtım bilgisayarımı. "Rutininden uzaklaşma" dedim kendime, "böyle böyle toparlanılır belki". Seriye bağladığım resim yazıları için düşündüm ancak notlarımı araştıracak enerjiyi bulamadım. İlham perileri de ziyaretime gelmedi. Tam "Onlar da unuttu galiba bizi" derken, şairlere esin kaynağı olan Chagall yokladı zihnimi. O Chagall ki Ece Ayhan onun resimleri için "Enfes renkler, şiirler havada uçuşuyor" demişti. Cemal Süreya, ressamlar kadar şairlerin de ondan öğreneceği çok şey olduğunu söyleyip "Yazmam Daha Aşk Şiiri"ni onun bir tablosundan esinlenip yaratmıştı. Muhakkak rastlamışsınızdır, Chagall resimleri hakkında daha pek çok şair, yazar ve müzisyenin söylemi var tam şu anda hatırlayamadığım. 
    Marc Chagall, 1887 Vitebsk doğumlu. Bugün Belarus'un bir şehri olan Vitebsk, o yıllarda Rusya'ya bağlı. Chagall Yahudi kökenli ve Rusya'da bunun zorluğunu yaşamış olduğunu söylüyor. Vitebsk, ressamın doğduğu, unutamadığı çocukluk günlerini yaşadığı, resimlerinde defalarca betimlediği kent. Fakir ama mutlu bir çocukluk, ufak tefek ama güçlü bir anne, akrabalarla, komşularla, bitmeyen hareketle, Yahudi gelenekleriyle yoğrulmuş ilk yıllar... Vikipedi'de babasının ringa balığı ticareti yaptığı söylentisine bakmayın. Ressamın anılarını okudum, onun sözleriyle babası "yanaşma, ayak işçisi". Bunu küçümsemek için söylemiyor, gerçeği dile getiriyor. Beden gücüyle ekmeğini kazanan bir baba. Marc sanatçı olmak için St.Petersburg'a gitmek istediğinde "Tek param bu" deyip kızgınlıkla yere savuran, Yahudilerin seyahat kısıtlaması olduğu için çalıştığı yerden oğlu adına bir şekilde bir belge ayarlayıp onun önünü açan, yani içten içe destekleyen bir baba. Yazı duygusallığa doğru evrilecek diye düşünmeyin. Chagall Vitebsk'te çok mutlu. O yüzden resimleri hep renkli. O yüzden onun resimlerinde uçan inekler var. Kemancılar var, aşıklar var. Her birinin ayrı hikâyesi olduğunu söylediği evler var onun resimlerinde. Yıllar sonra bu zorlu günlerde bakmak için, umutlanmak için yapılmış olabilirler mi acaba? Bizi de mutlu ederler mi?
    Peki hiç mi zorluk yaşamamış Chagall? Bu mümkün olabilir mi? İnsan olup zorlanmadan hayatı tamamlamak olası mı? Değil! Örneğin -ne kadar etkilendi bilmiyorum- çocukluğunda kekemeydi, yaşlılık yıllarında alamadığı ödemeler karşısında "Tanrım! Tamam bana yetenek verdin, en azından öyle diyorlar. Ama neden bana, insanlar korksunlar ve saygı duysunlar diye, etkileyici bir surat vermedin?" diye isyan etmişti. İki dünya savaşını da yaşadı. Üstelik bir Yahudi olarak. Naziler, dönemin tüm modern ressamlarının eserleriyle birlikte onunkileri de toplayıp yaktılar. "İkinci Vitebsk'im" dediği Paris'te yaşarken Amerika'ya kaçmak zorunda kaldı. Fakat o yılmadı. "Gülümseyeceksin, şaşacaksın, güleceksin ey fani insan!" sözleri de ona aitti. Dünyanın her yerini dolaştı. Hep üretti. Tiyatro dekorları, kostümler tasarladı; vitraylar, seramikler boyadı. La Fontaine masal kitaplarını süsledi, Gogol'un Ölü Canlar'ını resimledi,  Paris Operası'nın tavanını desenleriyle bezedi. Ve daha pek çok şey... Kendine özgüydü. Bir kere moderndi. Okul ona göre değildi. Girdiği sanat okullarını tamamlamadı. Eski ustalara saygıyı ihmâl etmedi fakat 20.yüzyılın başındaki her modern hareket ona göreydi, çocukluğundan kalma duygularını, ona atfedilen mistik yanını, lirizmi özgürce yansıtmak için birer araçtı. Sembolizmi, kübizmi, fütürizmi,süprematizmi, fovizmi, sürrealizmi, orfizmi kullandı. Fakat hep kendine özgü tarzıyla çizdi, boyadı, anlattı. "Bana uçuk demeyin! Tem tersine gerçekçiyim" ben demişti çünkü onun gördüğü dünya her şeye rağmen çok renkliydi. Bir de Bella var. Çok sevdiği, 1944 yılında kaybettiği eşi. Birçok resminin ana kahramanı Bella. Resimlerinde ve hayallerinde el ele Vitebsk'in evleri üzerinde uçuyorlar. Tıpkı bu yazının görseli olan, 1913 tarihli "Vitebsk Üzerinde" tablosunda olduğu gibi... 
    Oldukça yalın bir kompozisyon. Kübizmin geometrik formlarına hafifçe yaklaştırılmış renk alanları. Deforme edilmiş figürler. Kolay değil uçuyorlar, hafiflemişler, her şeyden soyutlanmışlar. Marc, Bella'yı bir eliyle sıkı sıkı kavramış. Çoğunluğu beyaza yakın gri hakim ancak genç aşıkların kıyafetleri Chagall'ın en sevdiği renklerde. 
Bir de mor olsaymış tam olacakmış. Sanatçının "Evimizin yanında başka evler vardı, içinde yaşayanların koşuşturup durduğu" diye anımsadığı evlerden oluşmuş kompozisyon içinde kırmızı bir ev dikkat çekmekte. Acaba bu doğup büyüdüğü ev mi? Hani bir gün her yerde aradıkları dedesini çatıda havuç yerken buldukları o ev? Olabilir. Gönlümüzce beyin fırtınası yapabiliriz. Herkes Chagall'ın resimlerinde onun geçmişinden ya da hayata dair düşüncelerinden bir iz arar. O yaptıysa bir anlamı vardır. Örneğin birçok resminde görülen uçan inekler neyi simgeler? İyi niyetin simgesi diyenler var. Ya da mükemmelliğin. Ama... Düşündüm de... Dedesi kasapmış. 
Pek çok Vitebsk görünümü çizmiş Chagall. Şöyle diyor onun hakkında: "Değnekler ve damlar, mertekler, çitler ve arkalarındaki her şey beni adeta büyülüyordu. Dizi dizi kulübeler, küçük evler, pencereler, avlu kapıları, tavuklar, kapalı bir fabrika, bir kilise, küçük bir tepe, eski mezarlık... Tavan aramızın küçük penceresinden, iyice aşağı sarkarak, daha fazla ayrıntı gözleyebiliyordum. Başımı dışarı çıkarıp taze ve mavi havayı içime çekiyordum. Kuşlar uçarak önümden geçiyor." 
    Sıkıntılı bir zamanda günüme renk getirdi Chagall. Bu yazı için kütüphanemdeki "Hayatım" isimli otobiyografisini tekrar gözden geçirmiş oldum, bir kez daha onun dünyasında buldum kendimi. Kitapseverlere, resim sanatına ve Chagall'a ilgi duyanlara tavsiye ederim. Biliyor musunuz? Aslında ölü doğmuş Chagall. Doğduğunda nefes almıyormuş. Zira tam o doğacağı sırada bir yangın sarmış Vitebsk'i. Tesadüfe bakar mısınız? Tıpkı bu ara pekçok köyümüzü, kasabamızı sardığı gibi. Anneyi apar topar şehrin bir ucuna taşımışlar. "Yaşamak istemiyormuşum" diyor sanatçı. "Yaşamak istemeyen beyaz bir hava kabarcığı düşünün. Sanki Chagall tablolarıyla tıka basa doluymuş gibi". Ve ardından ekliyor: "Psikologların bundan münasebetsiz sonuçlar çıkarmasını istemem. Lütfen!" 
    Hayat öyle başlar, böyle devam eder. İnişler de yaşanır çıkışlar da... Galiba umut hep var arkadaşlar!