31 Aralık 2012 Pazartesi

HOBBİT... Pİ'NİN YAŞAMI... VE 2012'NİN SON YAZISI.


    2012'yi yazısız bitirmek istemedim. Madem öyle, en son seyrettiğim 2 filmden bahsedeyim yeri gelmişken. 

    İlk filmimiz "Hobbit: Beklenmedik Yolculuk". 

    
    Nereden başlasam? Nasıl anlatsam? En iyisi direkt konuya gireyim. Sevmedim! Kendisi hatıralarımda "sinemada uyuduğum ilk ve (umarım tek) film" olarak yer alacak. Evet! Resmen uyudum. Hayatımda ilk defa bir sinema salonunda film seyrederken uyudum:) Tamam akşamdan uykusuzdum ve ilk seansa girmiştik ama yine de kendimden böyle bir hareketi beklemezdim. Öyle horul horul uyumuş değilim tabii:) İlk yarıda öyle sıkıldım, öyle sıkıldım ki 2-3 dakika kadar dalmışım. Yüzüklerin Efendisi hayranları lütfen kızmasınlar bana ama çok sıkıcı bir filmdi. Yüzüklerin Efendisi serisini severek izlemiş biri olarak söylüyorum bunları. Kusura bakmayın ama bende hayranların etinden sütünden faydalanma amacıyla, yani tamamen ticari kaygılarla çekilmiş bir film izlenimi uyandırdı. Uzata uzata ikiye de bölmüşler bir güzel. 
    İlk yarı tam bir çocuk filmi tadında geçiyor. Salonda benim gibi "bu ne ya? çocuk filmi gibi" diyenler oldu. Diyaloglar vasattı. Esprili bir dil kullanılmasını beklerdim. İkinci yarı daha hareketliydi. 3 boyutlu filmleri çok severim ama bu filmde inanılmaz başım ağrıdı. Ve yine çıkışta aynen benim gibi düşünen "gözlüklerde mi problem vardı acaba? başım ağrıdı" diyen bir kız duydum, erkek arkadaşı da "çok hareketliydi ya ondan herhalde" dedi:) Niye bilmem ama gözlerim çok rahatsız oldu. Bu arada fark ettim ki "benim gibi düşünen" deyip kendimi haklı çıkarmaya çalışıyorum. Bunun sebebi sosyal medyada film hakkında "şahaneydi" şeklinde yorumda bulunan bir çok seyirciye rastlamış olmamdır ve bu durum "acaba tuhaflık bende mi?" şeklinde kendimi sorgulamama yol açmıştır:) Bilemiyorum artık. 
    Filmin içine giremememin bir nedeni de Türkçe dublajlı seyretmek oldu aslında. Biz tamamen yanlışlıkla Türkçe dublajlı olanına girdik. Hiç sevmem. Orjinali iyidir her zaman. Gandalf'ı da Dumledore'u seslendiren sanatçı seslendirmiş mi? Zaten tipleri de benziyor. Adamcağız her konuştuğunda Harry Potter geldi aklıma. Maalesef.
    Beğendiğim sahneler vardı elbet ve Orta Dünya'yı özleyen Yüzüklerin Efendisi hayranları için keyifli bir film olmuş muhakkak. Fakat genelinde çok sıkıldım ve uyuklayarak kişisel tarihime saçma bir anı ekledim. Filmin sonunda (küt diye kesilmesinden ve p..ç gibi kaldıktan hemen sonra) şöyle düşünmeden edemedim: "bu sevgi pıtırcığı filmi bayıla bayıla seyreden, akabinde bayıla bayıla filmden bahseden yetişkinler bu kadar çoksa gerçek hayatta neden bu kadar kötülük var?" Fırsatını bulduğumda kitabını okuyacağım ben. Daha önce okumadım ama şimdi okumak istiyorum. Filminden daha çok sevecekmişim gibi geliyor bana.

    Efendim 2.filmimiz Life Of Pi... 


    Pi'nin Yaşamı... Çoğunluk için bu da sevgi pıtırcığı bir film sayılabilir ama olumlu sonuca hayatın gerçeklerinin farklı ve acımasız olduğunu göstererek ulaşılmış. Tabi sonucun olumlu olduğunu düşünenler için... İpucu vermek istemediğim için fazla bahsetmek istemiyorum fakat filmin konusu ve anlatmak istediği hakkında konuşmak isterdim. Bence herkes farklı duygularla ayrıldı sinema salonundan. Konu açısından hem haç çıkaran, hem namaz kılan, hem Budizm'e inanan (aslında her dini benimsemiş) Pi Patel'in, başından geçen olaylara rağmen inancını kaybetmemek için kendince yöntem bulması, bu filmi dini yönü ağırlıklı gibi gösterebilir belki. Ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Tam tersi açıdan da bakılabilir. Film bitince "Ama! Ama!" diyordum içimden. Çok beğendim. 
    Yan Martel'in aynı adlı romanından uyarlanmış bu film. Best Seller kitaplara olan ön yargımdan dolayı "Man Booker" ödülünü almış bu  romanı okumamıştım. Meğer okuyanı ve beğeneni çokmuş. Ama az önce bahsettiğim Hobbit'in aksine, bunun da kitaptan çok filmini severmişim gibi geliyor. Yönetmen Ang Lee nefis bir iş çıkarmış. Tüm eleştirmenler görsellik konusunda tam not vermişler. Bu film de 3 boyutlu. Avatar'dan sonra seyrettiğim en iyi 3 boyutlu film. Deniz altı görünümleri, kaplanın hareketleri, fırtına sahnesi vs.vs.vs. hepsi çok güzeldi. Hayran hayran bakakaldık. Güldük, ağladık, korktuk, düşündük. İyiydi yani. Tavsiye ederim.

    2012'yi iki film eleştirisiyle bitirdik. Umarım 2013'te daha fazla film seyrederiz, daha çok kitap okuruz, güzel müzikler dinleriz, güzel güzel yolculuklar yaparız, sevdiklerimizle keyifli zamanlar geçiririz, hep iyi haberler duyarız, hoş sürprizler yaşarız, güzel insanlarla karşılaşırız. Umarım 2013'te sağlık fışkırır yanaklarımızdan:) 
HERKESİN YENİ YILI KUTLU OLSUN!


    
    
    

22 Aralık 2012 Cumartesi

PERA MÜZESİ'NDE ALTIN ÇOCUKLAR


    Beyoğlu Pera Müzesi'nde "Altın Çocuklar, 16-19.yy Avrupası'ndan Portreler" sergisini gezdim. İstanbul'da kar yolları kapatmadan 1 gün önce... Hava hafiften bozmaya başlamışken müzenin sıcak ortamında İspanya'dan gelen çocuk portrelerini seyretmek, ardından yine aynı mekanın kafeteryasında nefis bir dilim pastanın yanında likörlü kahvemizi yudumlamak çok iyi geldi. Çok sevdiğim dostumla sohbet de cabası... 
    İşin keyif kısmını bir yana bırakıp sergiye gelecek olursak... Efendim sergi 16-19.yy Avrupa kraliyet aileleri ve aristokrat sınıfına mensup çocukların portrelerinden oluşuyor. Ülkemize İspanya'dan, Yannick Vu-Ben Jakober Vakfı'ndan gelmiş bu portreler. Ve porte geleneğine uygun olarak, resmedilen kişinin fiziksel özelliklerini yansıtmanın yanı sıra; belirtilen dönemdeki Avrupa siyasi tarihine, kraliyet ve aristokrasi geleneklerine, inançlarına, hatta modasına ışık tutuyorlar. 

   
    Sergi salonunda önce Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan karşılıyor ziyaretçileri.
    Sonra...
    Almanya'dan, Avusturya'dan, Fransa'dan, Hollanda'dan çocuk portreleri... 
    Kimisi zırhlar içinde... Çünkü ileride tahta geçecek. 
    Kimisi henüz kundakta... Vücudu düzgün olsun diye sarıp sarmalanmış. 
    Kiminin elinde sadakati simgeleyen saka kuşu...
    Kiminin elinde meyve var. Çünkü annesiyle babasının aşkının meyvesi o... 
    Bazısının yanında en sevdiği oyuncağı... 

   
    Kiminin boynunda mercan bir kolye... Mercan kötülüklerden korur. 
    Kiminin elinde bir vanitas simgesi. Yani dünyanın geçiciliğini hatırlatan bir obje... Çünkü o yıllarda çocuk nüfusunun yarısı 18 yaşına ulaşamıyor.
    Kiminin elinde bir çıngırak... Çıngırak, çocuğun henüz diş çıkarma evresinde olduğunu anlatıyor.
    Bir bebeğin yanında bir melek var. Demek ki henüz bebekken ölmüş birine ait bir portre bu. Ailesi onu anmak için yaptırmış olsa gerek. 
    Erkek olduğu belli olan ama etekli elbiselerle resmedilmiş çocuklar var. Çünkü henüz 7 yaşını bitirmemişler. 

    
    Avrupa'da o dönemde küçük çocuklar, kız ya da erkek fark etmez, etek giyiyorlar. 7. doğum günü çocukluğun bitimi sayılıyor. Bu yaştan sonra birer yetişkin gibi giyinmeye başlıyor asil çocuklar. Ve portreleri yapılıyor. Şık, gururlu, asil, sağlıklı, güzel resmediliyorlar bu portrelerde. Ve bu portreler başka ülkelerin kraliyet ailelerine yollanıyor. "Evlendirelim çocuklarımızı, hanedanlarımız birleşşsin, gücümüz artsın, dostluğumuz sürsün" diyerek. Evlilik gerçekleşiyor. Kimi beğeniyor eşini. Kimi de Napoli Prensesi Maria Antonia gibi hayal kırıklığına uğruyor. Maria Antonia, geleceğin İspanya Kralı olan kocası V.Fernando'yu gördükten sonra kuzenine yazdığı mektupta şöyle diyor: "Portresi onu daha yakışıklı gösteriyordu. Oysa kendisini gördüğümde, portredekinin neredeyse bir Adonis olduğunu düşündüm."(*) 
    Sergi 6 Ocak 2013 tarihine kadar sürecek. Şimdi çok uzaklarda olan bu çocukları görmek isterseniz Pera Müzesi'ni ziyaret etmenizi öneririm. Ayrıca 2.bir sergi olarak tüm bu portrelerin sahibi Yannick Vu ve Ben Jakober'in çalışmalarını da görmüş olacaksınız. 

    Binanın bir katı aynı zamanda birer sanatçı olan bu iki ismin eserlerine ayrılmış. O da çok keyifli bir sergi. Tavsiye ederim efendim.

(*) Kaynak: P Dünya Sanatı Dergisi- Sayı:34





    
   


12 Aralık 2012 Çarşamba

ALİ POYRAZOĞLU VE BORUSAN İSTANBUL FİLARMONİ ORKESTRASI

 
    Dün akşam anne-oğul Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın (BİFO) özel konserindeydik. BİFO, 2006 yılından beri gerçekleştiriyor bu özel konserleri. Her yıl değişen "konuk şef" yönetimindeki Borusan Filarmoni Orkestrası sanatını icra ediyor, bizler büyük bir keyifle dinliyoruz onları ve konserin geliri yetenekli genç müzisyenlerin yurt dışındaki eğitimleri için kullanılıyor. Fikir güzel, amaç güzel, orkestra güzel, konser güzel...
    Bu yılki konserin konuk şefi ünlü tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu'ydu. Bizet'nin Carmen Operası'ndan seçtiği bölümleri yönetti. Aralarda o güzel sesiyle ve esprili tavrıyla Carmen'i anlattı. Konu günümüzde iktidarın sanata bakışı ve tavrına gelince esprili halinden eser kalmadı. Deyim yerindeyse verdi veriştirdi. Yılların tiyatro sanatçısı olarak çoook haklıydı. Ayakta alkışlandı uzun uzun.


    
    Carmen çok keyifli bir eser. Ali Poyrazoğlu'nun anlatımıyla daha da keyifli oldu. Orkestra zaten çok iyi. Muhteşem bir gece yaşadık. Projenin önceki bursiyerlerinden kemancı Nihat Ağdaç'ı dinleme fırsatı bulduk. (Emekler boşa gitmemiş.)
    Borusan, sanatçı adayı gençlere verdiği destekle, Beyoğlu'nda açmış olduğu sanat merkeziyle, müzik kütüphanesiyle, basılı yayınlarıyla, benim çok çok sevdiğim Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk Çağdaş Sanat Müzesi'yle Türkiye'nin en önemli sanat banilerinden biri olmuştur. Tebrik etmek lazım, etkinlikleri takip etmek lazım.


   
   Orkestra Borusan sposorluğunda çaldı, biz babamızın sponsorluğunda dinledik:) Bizim evin sanatseverleri Orhun ve Sezer ikilisidir. Biz anne-oğul sergilere, müzelere, tiyatrolara gideriz, babamız destekler. Bazen bizimle geldiği de olur ama. Hakkını yemeyeyim. Gerçi onu da genelde ben ayarlarım "bak sen bunu seversin" diye:)  Bizim evde Amerikan müziğini dinleyen 41 yaşındaki babadır; klasik müzik, caz, blues, ortaçağ ve rönesans müzikleri dinleyen,  hip hop, R&B vs. müzikten hiç hoşlanmayan 15 yaşındaki çocuktur:) İlginç ama böyle. Herkesin huyu, zevki farklı. Yapacak bir şey yok. Bu konuda Orhun'la kafamızın uyuşması daha önemli. Çünkü o genç. Yarının yetişkini. Çevresine duyarlı, sanata duyarlı, belli bir genel kültüre sahip, gündemden haberdar bir insan olacak ki kendi çocuklarını da o şekilde yetiştirebilsin. Biz bu konuda şanslıyız çok şükür. Konserde dikkat ettim, tüm parçaları biliyordu ve mırıldanarak eşlik ediyordu, ayağıyla tempo tutuyordu:) "Çünkü ben ona daha anne karnındayken Mozart dinlettim" diyemeyeceğim çünkü öyle bir şey yapmadım:) Bazı şeyler zorlamayla olmaz. Öncelikle örnek olacaksın. Tabii bir de çocuğun içinde olacak. Su akacak yolunu bulacak.
   Uzun lafın kısası... Güzel bir geceydi. Hayatımızı güzelleştiren hoşluklar bunlar. Çoluğumuzla çocuğumuzla yaşayacağımız nice keyifli günlerimiz olsun efendim!




   

7 Aralık 2012 Cuma

İNCİ PASTANESİ:(


    Bugün Beyoğlu'ndaki İnci Pastanesi'nin boşaltıldığını öğrendim. İnanılmaz üzüldüm:( Çocukluğumdan beri bildiğim, meşhur profiterolüne bayıldığım, romanlarda okuduğum, filmlerde rastladığım, küçüklüğünden beri her Beyoğlu'na gidişimizde oğlumun muhakkak uğramak istediği bu mekan artık olmayacak. Benim kadar Orhun'un da çok üzüldüğünü belirtmek isterim. 
    
    
    Olan oldu. 1944 yılında açılıp, İstanbul'un simgelerinden biri olmuş bu mekan da Kentsel Dönüşüm'e kurban edildi. Ne diyeyim? İçim acıdı mı diyeyim? Böyle bir mekan başka bir ülkede olsaydı gözleri gibi bakarlardı mı diyeyim? Ne faydası var? Kentsel Dönüşüm diye diye anılarımızı, geçmişimizi, keyiflerimizi elimizden alıyorlar, almak istiyorlar. Ben bunu bilir, bunu söylerim. Nokta.




4 Aralık 2012 Salı

SEMİ'YLE BULUŞTUUUK!

 
    2009 yılında "kimse okumazsa ben okurum" diyerek açtım bu blogu. Gerçekten de benim için öncelik okunmak değil, yazmaktı. Unutmak istemediğim olayları, bilgileri, gezileri, fotoğrafları zamana kaydedecektim. Öyle de yaptım. Kendi kendime takılıyordum. Yaklaşık olarak 5-6 ay önce keşfettim blog dünyasının ayrı bir alem olduğunu. Ve aslında ne kadar keyifli olduğunu... O zamandan beri daha aktif kullanıyorum sayfamı. Okuma ve okunma oranım, paylaşımlarım arttı. Ama en güzeli... Çok tatlı insanlar tanıdım bloggerlar dünyasından. Bir çok kişiyi takip ediyorsun, oradan oraya atlarken pek çok yazı okuyorsun, yorum yapıyorsun, senin yazılarına yorumlar geliyor, okunuyorsun. Ne hoştur ki eninde sonunda kendi kafana, yaşına, yaşantına uygun bir grubun içinde buluyorsun kendini. Mesafe olarak uzak, ama aslında birbirine yakın yürekler çekiyorlar birbirlerini. Böyle olabileceğini, blog üzerinden arkadaşlıklar kuracağımı hiç  düşünmemiştim açıkçası. Ama oldu. Birkaç arkadaş kafama uydu, gönlümü çaldı:) 
    İşte bu arkadaşlardan biriyle buluştuk geçtiğimiz perşembe günü. Blog aleminin Mutlu Eller'i Semi'yle buluştuk. Çok samimiyim, uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi hissederek sarıldık, gezdik, sohbet ettik. 

    
    Neler mi yaptık? Daha önceden kararlaştırdığımız gibi 1.İstanbul Tasarım Bienali'nin ana mekanlarından biri olan İstanbul Modern'de "Musibet/Büyük Dönüşüm Ekseninde, Tasarımda Bağlam ve Anti-Bağlam'ın Estetizasyonu" isimli sergiyi gezdik. Oradan Bienal'in bir diğer mekanı olan Galata Rum Okulu'nda yer alan Adhokrasi isimli sergiye geçmeden önce meşhur Karaköy Lokantası'nda lezzetli bir yemek eşliğinde lezzetli sohbetler ettik. Annelik ağır bastı, en çok çocuklarımızdan konuştuk:) Hatta Karaköy'deki Kağıthane'ye uğrayıp, evde bizi bekleyen kuzulara defter, kitap ayracı vs. almayı ihmal etmedik. Sonra ver elini Galata Rum Okulu. O eski binanın hüzünlü atmosferinden etkilendik. Ama yepyeni ve farklı tasarımlar da bir o kadar cezbetti bizi. 
    Semi'nin dönüş için bineceği feribotun saati yaklaşırken biraz daha sohbet edebilmek ve yorgun ayaklarımızı dinlendirmek adına Galata Rum Okulu'ndaki ziyaretimizi sonlandırdık. İskelenin karşısındaki Kahve Dünyası'na daldık. Kahvelerimizi içip, biraz daha muhabbet edip, tekrar buluşma kararıyla günü sonlandırdık. Semi'yi Bursa'ya uğurladım. Ben de yeni bir dost kazanmanın keyfiyle evime döndüm. Çok güzel bir gündü. Çok mutlu oldum. Yeni dostlar edinmek, onlarla güzel anılar paylaşmak çok önemli. Hayatı yaşanılır kılan, hoşluk katan anlardır bunlar. (Birkaç arkadaş daha var görüşmeyi istediğim. Mesela birisi çoook uzakta:) A harfi ile başlayan bir yerde:) Umarım onunla da buluşuruz.)       
     
 
     Ben Semi'nin fotoğrafını çektim, o benimkini çekti ama beraber fotoğraf çektirmeyi hep unuttuk. Son anda aklımıza geldiğindeyse aceleyle çektirdiğimiz vatandaş bu işi beceremediği için 1 adet titrek fotoğraf var elimizde:) Bir sonrakine artık...
    Bu arada... Tasarım Bienali 12 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Çok başarılı ve keyifli çalışmalar var.  Görmek isteyenlere, isteyip de henüz ziyaret etmeyenlere ya da "Aaaa!Tasarım Bienali mi varmış" deyip ilk defa duyanlara hatırlatırım, tavsiye ederim. Ben bu yazıda Bienali anlatmaktan kurtuldum. Çünkü az önce gördüm ki Semi bu konuda çok güzel bir post hazırlamış. Sizleri hemen oraya yönlendiriyorum efendim:) Semi'nin Yazısı
(Ebru Salah'ın ve Aydan Çelik'in çalışmalarına dikkat. Bayıldım her ikisine de.)
   

2 Aralık 2012 Pazar

NEYE NİYET, NEYE KISMET!



    Dün akşam Okul Aile Birliği üyeleri olarak eşlerimizi de alıp bir eğlence mekanına gittik. Çoğunluğu birbirini senelerdir tanıyan veliler olarak amacımız -deyim yerindeyse- felekten bir gece çalmaktı. Mekana girmemizle "........ Eğitim ve Kültürü Destekleme Derneği" pankartını görmemiz bir oldu. Meğer o gece orada bu ilçe derneğinin Öğretmenler Günü kutlama yemeği varmış. Mekanı işletenler böyle bir şey söylememişlerdi bize. Hiç bir müşteriyi kaçırmamak istememişler belli ki. Neyse efendim... Olabilir... Bize ayrılan iki uzun masaya yerleştik. Yemeklerimizi yemeye başladık. Orkestra ufak ufak müzik yapmaya başladı. Bir süre sonra bir kızcağız çıktı sahneye. "Derneğimizin gecesine hoşgeldiniz" falan derken herkesi Atatürk ve şehit öğretmenlerimiz için bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Haydaaa! Kalkmasan olmaz. Hep beraber ayağa kalktık, saygı duruşunda bulunduk. Arkasından doğal olarak İstiklal Marşımızı söyledik. Yanlış anlaşılmasın, saygı duruşuna ve İstiklal Marşı söylenmesine her  zaman dünden hazır bir halim vardır. Ama böyle bir insan olduğum halde bana bile bir acayip geldi o anda. Doğal olarak hiç beklemiyorduk o akşam orada saygı duruşunda bulunup, İstiklal Marşımızı okuyacağımızı:) Bu törenin arkasından İlçe Milli Eğitim Müdürü çıktı, konuşma yaptı. 10-15 dakika konuştu. Ondan sonra dernek başkanı çıktı konuşma yaptı. Ardından yılın öğretmenini seçtiler. Yılın öğretmeni çıktı, ödül aldı, konuşma yaptı. Biz de mecbur dinliyoruz, alkışlıyoruz. Aksi halde ayıp olacak. Bu arada... Bir başka masada da özel bir bankanın çalışanları vardı bizimle aynı kaderi paylaşan:) Arada dernek başkanı bize dönüp  "kusura bakmayın sizin de vaktinizi alıyoruz" dedi ama yapacak bir şey yok. Bizim hangi okuldan geldiğimizi öğrenmişler ama yanlış anlamışlar, bizi de öğretmen zannediyorlardı. Bir ara kim olduğunu kaçırdığım bir bey, konuşması sırasında bize teşekkür etti çünkü başarı sıralamasında ilçe olarak ilk beş içerisindeymişiz. Bunda bizim de katkımız varmış:) En az 45 dakikamız bu şekilde geçti. Daha sonra hep beraber göbek atarken, tam hızımızı almışken dernek yararına çekiliş yapıldı. Bizler de bilet aldık tabii. Büyük ödülü banka masasından bir kız kazandı:) 
    Velhasılıkelam... Neye niyet, neye kısmet. Böyle değişik bir gece oldu.  Haaaa! Eğlenmedik mi? Eğlendik. Orası ayrı... 

   

29 Kasım 2012 Perşembe

OKULLARDA KILIK KIYAFET SERBESTLİĞİ ÜZERİNE...


    Milli Eğitim Bakanlığı, 1981 yılında çıkarılan kılık kıyafet yönetmeliğini değiştirerek okullarda kılık kıyafeti serbest bıraktı. Yeni uygulamaya önümüzdeki öğretim yılında başlanacak. Başörtüsü uygulaması ise hemen uygulamaya konulacak. 
Görsel:www.pennlive.com
    Ben lise çağında öğrencisi olan bir veli olarak bu uygulamaya karşıyım. Oğlumun dış görünüme takılmayan bir genç olmasına rağmen... Yani benim oğlum "o şunu giydi, ben de giyeyim; diğeri şu marka ayakkabı almış, bana da alın" vs. diyecek bir çocuk değil. Yeni yönetmelik konusunda da hiç bir tepkide bulunmadı zaten. Ama her çocuğun böyle davranacağı anlamına gelmez bu. Bu ülkenin çocukları hepimizin çocuklarıdır. Bizde sıkıntı yok diyerek olan bitene sırtımı dönemem ben. 
    Peki yeni yönetmeliğe göre neler yaşanacak seneye? Öğrenciler, özellikle ergenliğin verdiği doğal bir dürtüyle giyim kuşam konusunda yarış içine girecekler. Birbirlerini giyim kuşam üzerinden eleştirenler, dalga geçenler olacak. (Olmaz denmesin, olacak maalesef). Marka giyinmek uğruna anne babalarına baskı yapacaklar. Maddi durumu yeterli olmayan ailelerin çocukları -bana göre son derece üzücü bir şekilde- gereksiz sıkıntılar içine girecekler. Yine doğal bir dürtüyle güzel görünmek isteyecek kız çocukları... "Yarın ne giysem?" diye düşünerek, derslere ayırmaları gereken vakitten çalacaklar. Bu, olayın psikolojik yönü. Bir de uygulamada yaşanabilecek olumsuzluklar olacak. Kurallar şöyle yeni yönetmeliğe göre: "Okulun arması dışında arma ve benzeri takılar takılmayacak. Mevsim şartlarına uygun olmayan kıyafetler giyilmeyecek. Yırtık veya delikli kıyafetler kullanılmayacak. Vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek (etek konusuna epeyi kafa yorulmuş belli), kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek yasak olacak. Siyasi sembol içeren kaşkol, bere, çanta vs. kullanılmayacak. Saçlar boyasız olacak, makyaj yapılmayacak, sakal bırakılmayacak." Olacak da olacak... Kural dışına çıkılmasının önüne nasıl geçecekler, neye göre değerlendirme yapacaklar çok merak ediyorum. Öğretmenler kıyafet avcılığına başlayacaklar belli ki. Başka işleri kalmamış gibi...
    Özel okullarda ise velilerin yüzde 60'ının kararına göre hareket edilecekmiş. Bu durumda özel okullarda da muhafazakar olanlarla, çağdaş çizgide hareket edenlerin arasındaki fark gözle görülür hale gelecek. 
    İki gündür medyadan takip ettiğim ve çevremde gördüğüm kadarıyla uzmanlar bu yönetmeliğin doğuracağı sonuçlar hakkında olumsuz konuşuyorlar, birçok veli bu uygulamayı istemiyor. Çocukların bile tamamı sevinmiyor bu işe. Hal böyleyken bu yönetmelik uygulamaya konulduysa ben bunun arkasında art niyet ararım. Yine anlayamadığım - belki de anlamak istemediğim- bir takım uygulamalara maruz kalıyoruz ve yine olan fakir fukaraya olacak:(


Hamiş: Prof.Dr.Bengi Semerci bu konuda "okul kıyafeti bir yere ait olmayı simgeler. Dışarıdaki tehlikelere karşı çocuğu korur. Çocuğun bir yere ait olduğunu, sahiplenildiğini hissettirir dış dünyaya karşı" dedi ki bu da işin dikkate değer bir diğer yönüdür.


23 Kasım 2012 Cuma

İSTANBUL KİTAP FUARI'NDA BU SENE...


     Dün TÜYAP'taydım. Kitap Fuarı'nda... "Of ya! Fuar çok uzaktaydı!" diyemeyeceğim çünkü benim evime çok yakın. Minibüsle gittim, taksiyle döndüm:) Mutluyum, gururluyum. Bir çok etkinlik için saatlerce yol tepen biz Beylikdüzü sakinlerine çok iyi geliyor bu TÜYAP Fuar Merkezi.
    Öğle saatlerinde TÜYAP'taydım. Önce Sanat Fuarı'nı gezdim. Ortaokullu ve liseli ergenlerin nü tablolara ve heykellere bakarak gülüşmeleri, önlerinde fotoğraf çektirmeleri dikkatimi dağıtmadı değil:)
    Sonra kitap bölümüne geçtim. Hemen hemen saat 16.00'ya kadar okullu çocukların, gençlerin arasında yolumu bulmaya çalışarak gezindim. Dediğim saatten sonra öğrenciler servislerine binip okullarına, evlerine dönünce ortama nasıl bir huzur geldi anlatamam:) Abarttım biraz ama durum buna yakındı. Her şeye rağmen çocukların, gençlerin başımızın üzerinde yerleri var. Tabii ki gelecekler, alışveriş yapacaklar. Yalnız yanımdan geçerken dan-dun çarpıp durmasalardı iyiydi.

    Alışveriş için ayırdığım bütçeyi dibine kadar harcayarak aldım bir şeyler. 
    Şunlar gibi mesela:



           Bir de bunlar var:

        Bilinçli olarak kredi kartı almadım yanıma. İyi ki de almamışım.

       Orhun da okul arkadaşlarıyla birlikte fuardaydı. Bana şu kitabı ısmarladı:


         Kendisi bunları almış:



    Adam her sene gidip gidip 3 boyutlu Rekorlar Kitabı alıyor. Yine "oğlum alma şunu Allah aşkına! Onun yerine başka şeyler al" dedim ve o da bana tekrar "niye ki? ne güzel baksana" dedi!!! Bu sefer Penguen afişlerini toplayıp getirmemiş ama. Çok kalabalıkmış Penguen'in standı, bekleyememiş.
   Aşağıdaki kitapları da arkadaşım, onun oğlu ve yeğenim için aldım. Yeğenimin adı Naz Nisan. Bayılacak Topaz Perisi Naz'a:) Bir sürü isim vardı. Satış elemanına "bunun Nisan'ı var mıııı?" diye seslendim ama yokmuş. Ben de Naz'ı aldım.


    İşte böyle... Gerçi hep söylüyorum ama ben bir süre kitap almasam iyi olacak. Taşınma telaşıyla zaman ayıramayıp okumadığım kitaplar var daha evde. Önce onları bitirmem lazım. Diyorum ki... Fuar falan düzenleyip insanı baştan çıkarmasalar mı acaba? 


21 Kasım 2012 Çarşamba

2013 TV ÜNİTESİ MODASI:)



    Yeni eve geçince fırsat oldu ve ne zamandır yaptırmayı düşündüğüm bol raflı TV üniteme kavuştum. "Bol raflı" diyorum çünkü bol bol kitap yerleştirmek isteğindeydim. "Aman çok toz olur; ne yani kitapla mı dolduracaksın?" gibi söyleyişlere aldırmadım ve kafamdaki üniteyi yaptırdım nihayet. Veee ayda yılda bir dekorasyon bloglarına özenerek fotoğraflarını paylaşmak istedim:) Normalde ne modadan anlarım, ne dekorasyondan. Beni iyi hissettiren eşyalarla doludur evim ve dolabım. Şöyle ki:



        Kitapları hep gözünün önünde olsun isteyenlerdenim. Arada bir incelerim onları. Tekrar tekrar çıkarım bakarım bazı bölümlerine. Kimisini bir kez daha okurum. Bana kalsa evin tüm duvarlarını kütüphane şeklinde düzenleyebilirim ama öyle olmuyor işte gündelik hayatta. O yüzden ben de alabildiğim kadarını aldım gözümün önüne. Kalanını nerelere yerleştireceğimi bulamadım henüz. Ortalarda duruyorlar. Evde çok fazla kitap tutmak ne derece doğru bilemiyorum. Ara ara yardım kampanyaları vesilesiyle azaltıyorum ama hiç vazgeçemeyeceğim kitaplarım var ve benim ardımdan bunları okuyabilecek olan oğlum geliyor. 

    Görüldüğü gibi üniteyi sadece kitapla doldurmadım. Aralara gönlüme göre hoşluklar katayım istedim. Mesela şu küçük Puca gibi:) Bayılıyorum Puca'ya...


    
    Bazı bölmelere yurt içi ve yurt dışı gezilerimizden edindiğimiz objeleri yerleştirdim. 

   
     Bu eşyalara bakıp o gezileri hatırlıyorum ve mutlu oluyorum.  Farklı yerlerden gelen farklı objeler birleşip enerji veriyorlar bize. Yanlış anlaşılmasın öyle kuantum, reiki, bilmem ne konularıyla ilgilenenlerden değilim. Sadece kendime göre inanışlarım var. Mesela farklı farklı denizlerden topladığım çakıl taşları ve deniz kabukları da sehpamın üzerindedir. Minimum düzeyde de olsa, yerkürenin ruhunu hissederim o taşları gördükçe. (Bir yerde okumuştum, tipik yay burcu hareketiymiş bu)    

    Bir de o objelerin kıyısına bir THY uçağı yerleştirdim ki daha bir sürü yere gidelim:) Totem yaptım yani:)


    Tarzım karışıktır:) Biraz da geleneksel takılayım istedim. Mersin'de kazı çalışmaları için bulunurken, hatıra kalsın diye Mersin Arkeoloji Müzesi'nden aldığım Osmanlı bardağının yanına çok hoşlandığım kaftan bibloyu ekledim.



    Ve tabii olmazsa olmazımız... Oğlumun fotoğrafı. 5-6 yaşlarındaydı bu fotoğraf çekildiğinde. Evin her yeri Orhun'un fotoğraflarıyla doluydu bir ara ama irademi kullandım ve biraz azalttım:) Çıkarıp çıkarıp fotoğraflara bakmaktan vazgeçmedim ama:) Ünitenin alt kısmındaki çekmeceler fotoğraf dolu. 


        İşte böyle. Görmek istediklerim nispeten gözümün önünde. Dışarıda bu şekilde bir ünite göremediğim için yaptırmak durumunda kaldık. Belki vardır ama biz bulamadık. İsteğime yakın olanlar da pahalıydı. Bu şekilde daha uygun fiyata geldi. 
    Bu da benden bir dekorasyon yazısı olsun. Biraz karmaşık, çokça kişisel ama olsun:) Belki ilham verir birilerine. Belli olmaz...


15 Kasım 2012 Perşembe

YAN ODA KURULUMU İSTER MİSİNİZ? İSTERSİNİZ! İSTERSİNİZ!



    Şikayet etmeyeyim diye direniyorum ama zorla ürün satmaya çalışan bazı firmalar beni delirtiyorlar. Her gün en az 2-3 kere karşılaşıyorum bu durumla. Telefon numaramı her yere vermemeye çalışıyorum ama bir şekilde ulaşıyorlar. Bu sefer isim de vereceğim. Bugünlerde Digitürk elemanları beni deli ediyorlar. Adres değiştirdiğimizi öğrendiler ve "Digitürk bağlayalım" diyerek aramaya başladılar. "Var" dedik. Birkaç gün sonra "herhangi bir probleminiz var mı?" diyerek aradılar. "Yok" dedik. "O zaman diğer odaya bağlayalım" dediler. "Gerek yok" dedik. Daha sonra tekrar aradılar. Tekrar "gerek yok" dedik. Sanki öyle söylememişiz gibi bu akşam 22.30 civarı (dikkatinizi çekerim 22.30) arayarak (bu sefer eşimi arayarak) "online yan oda kurulumu talebinde bulunmuşsunuz" dediler. "Hayır, öyle bir talepte bulunmadım" diye seslendim eşime. "Pardon o zaman" dediler. Bu nedir şimdi? Atıp tutturma politikası. İşin daha da saçma bir boyutu var. İlk ondan bahsetmeliydim aslında. Yeni taşındığımız evde aynı anda farklı odalarda televizyon seyredemiyoruz. Aslında seyredebiliriz ama ne şartla? İki odada da Digitürk kullanırsak seyredebiliriz!!!!! Bizde hem D-Smart, hem de Digitürk var. Digitürk'ü Lig TV için aldık. D-Smart'tan vazgeçmeyi düşünmüyoruz. Oturduğumuz sitenin uydu bağlantılarını yapan şahıslar öyle bir ayarlama yapmışlar ki D-Smart'ı ve Digitürk'ü aynı anda farklı odalarda seyredemiyoruz. Aradık tabii kendilerini. "O odaya da Digitürk bağlayalım" dediler. Yok fiyatı bu kadar da, size şu kadar bilmem ne! Oldu canım. Sinirlendik tabii. Site yönetimine söylendik. Bugün gelip bakacaklardı güya, cumartesi gününe ertelediler. 
    Kimsede iş ahlakı diye bir şey kalmadı. Satışımızı yapalım da, nasıl olursa olsun mantığında herkes. İnsanları rahatsız etmişler, etmemişler umurlarında değil. Hiç hoşlanmıyorum bu durumdan. Bahsettiğim olayda direk Digitürk sorumlu olmayabilir. Digitürk kurulumunu yapan elektronikçiler var ya... Sanırım bizi arayıp duranlar onlar. Öyle olsa bile Digitürk'ün denetleme yapması gerekir. Velhasılıkelam... Durum budur. Yan oda kurulumu istemiyorum kardeşim! Yapım gereği "telefonla satış yapmaya çalışanlar da ekmeklerinin derdindeler" diye düşünüp kibar olmaya çalışıyorum, sabırla cevap verme gayreti gösteriyorum ama özellikle Digitürk'ten arayıp "yan oda kurulumu yapalım mı?" diyen ilk kişiye fena patlayacağım.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Saygıyla... Hasretle...







Ey dağlar açınız başlarınızı
Bağrınıza basın taşlarınızı
Bulutlar saçınız yaşlarınızı
Atatürk... Atatürk sağ olmalıydı...


SAYGIYLA... 

HASRETLE... 

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK KAHRAMAN!





7 Kasım 2012 Çarşamba

OBAMA'NIN BALKON KONUSMASI(!)

 
    Amerika'ya ve Amerikalilara zerre hayranligim yoktur ama... Obama secim zaferinden sonra cikti, karisina ilan-i ask etti. Romney icin "cok guzel bir kampanya yuruttu. Neticede hepimiz Amerika'yi seviyoruz, Amerika icindi bu" dedi. Tamam... Bunlar politikaci... Her hareketleri planlidir ama... Bunlar yine de bizimkilerin "bahtsiz bedevi-kutup ayisi" soylemlerinden iyidir diye dusunuyorum.


Not: Bu yazi da telefondan oldu. Sorry:)






5 Kasım 2012 Pazartesi

Degisik bir yazi...

Bu yaziyi telefonumdan yaziyorum. Belli oluyordur herhalde. Deneme yapayim dedim. Daha once akilli telefon uygulamalarini kullanmiyordum. Dun yeni evimize tasininca ve internet henuz baglanmadigi icin, telefondan giriyorum internete. Fakat ev telefonu 1 gunde baglandi. Cok sasirdim.
Dedigim gibi, dun yeni evimize gectik. Yerlesme calismalari devam ediyor. Coook yoruldum ama mutluyum. Tamamen yerlesince daha da mutlu olacagim:) Deneme dedik uzattik yine. Bu aralar durumlar boyle. Sesli ve cengelli harflerin durumu icin yaziyi okuyanlardan ozur dilerim. Neylersiniz, acemilik:)


Ya aslinda boyle fotograf koymak ayip geliyor bana ama dayanamadim, cunku bu yeni abajurumu cok sevdim. Bakar misiniz sunun sirinligine:) Isil isil Istanbul. Bunun altinda oturup kitap okuyacagim kismetse...





1 Kasım 2012 Perşembe

BUGÜNLERDE...

    Bugünlerde pek bir perişanım, pek bir yorgunum. Bir o kadar da heyecanlıyım. Çünkü taşınıyoruz.. Çünkü ev değiştiriyoruz. 11 yıl aradan sonra toparlanma, koli yapma, yeni evle eski ev arasında mekik dokuyup eksikleri tamamlama işleri pek bir yabancı geldi. Oturdum oturdum şimdi sıkıştım. Aslında daha önce hallolabilirdi her şey ama araya maalesef bayram girdi. Bayram tatili dolayısıyla resmi işler tamamlanamadı. Haliyle bütün bayram oflaya poflaya, gün sayarak geçti. Tamam konuşup anlaşmıştık ama tapuyu elimize almadığımız için "dur bakalım, dur bakalım" diye diye doğru dürüst toplanamadım. Yani bunda benim tembelliğimin hiiiiç             payı yok:) Suç devlet dairelerinin:) 
    Oflaya poflaya, içimde yapılmamış kolilerin sıkıntısıyla(!) geçirdiğim bayram tatiline bir adet Monet sergisi, bir adet Fenerbahçe maçı sıkıştırmayı başardım efendim:) 
    Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki "Monet'nin Bahçesi" sergisine nasıl olsa gidilecekti. Bayramda İstanbul nispeten boşalmışken ve trafik fena değilken; havalar da henüz soğumamışken aradan çıkaralım dedim. Ailecek gezdik. Sergi, Monet'yi ve İzlenimcilik akımını tanımak açısından faydalı. Ağırlıklı olarak sanatçının son dönem resimleri getirilmiş. Bu resimlerin özelliği, sanatçı katarakt olduğu halde ve 75 yaşındayken yapılmış olması. Demek ki yaratma dürtüsüyle hareket eden insanlar, sonuna kadar bu arzularından vazgeçemiyorlar.
    Sergide Monet'nin birkaç parça kişisel eşyası da yer alıyor. Bir de ayrıca Auguste Renoir'e ait meşhur Monet portresi var ki onu gördüğüme de çok sevindim. Görünce hatırlayacaksınız hangi portre olduğunu... 
    Efendim, sergi 6 Ocak'a kadar gezilebilir.


    Fotoğraf çekmek yasaktı. Bu fotoğrafı, tabloların sergilendiği alanın dışında olduğu için çekebildim. Çekmek zorunda mıydım? Hayır ama insan hatıra olsun istiyor yahu! Bayılıyorum fotoğraf çekmeye, durup durup onlara bakmaya, başkalarının fotoğraflarına bakmaya, hatta kendi fotoğraflarımızı zorla eve gelen misafirlere göstermeye:) 

    
    Bir de maça gittim demiştim. 29 Ekim günü Fenerbahçe'nin maçı vardı. Son cezalı maçtı. Erkek seyircilerin değil, kadın seyircilerin stada alındığı maçlardan hani? Nasıl bir cezaysa bu? Sinir olmamak işten değil ama bu ayrı bir tartışma konusu... 
    Ben kadın seyircili maça gitmemiştim daha önce. Merak ediyordum. Fırsat bulunca da kaçırmadım. Neticede Saraçoğlu'nda maç seyretmek her zaman keyif verir. Daha doğrusu... Verirdi... 3-1 yenildik:) (Sinirden gülüyorum:)) 2 yıldır kendi stadımızda yenilmiyorduk. Serinin bozulmasını görmek kardeşimle bana da kısmet oldu:) Skor kötüydü ama Cumhuriyet Bayramı seremonisi güzeldi.


        Kadın kadına maç seyretmek nasıldı peki? Vallahi kadınlar erkekleri hiç aratmıyorlar onu söyleyeyim öncelikle. Tepkiler yerinde, küfürse küfür, ıslıksa ıslık:) Bazı yorumcular kadın taraftara haksızlık ediyorlar. Rıdvan'ı çok severim ama "kadın taraftarlar göbek atmaya geliyorlar" demiş galiba. Maç öncesi öyle bir durum oluyor açıkçası. Ama maç sırasında herkes pür dikkat izliyor kusura bakma Rıdvancım! Tepkiler de anında ve doğru oluyor. Futbolu sırf erkeklerin tekelinde görmekten vazgeçin artık. Futbol zeka işidir ve onu da yalnızca erkekler anlar gibi bir fantaziniz var ya hani... İşte o çok saçma... CERN'de deney yapmıyoruz futbol seyrediyoruz alt tarafı. Neyse... Uzatmayayım, kadın kadına maç seyretmenin ilginçliklerine geleyim tekrar. Şöyle ki:
    1- Takım sahaya çıkınca kadın taraftarlar öyle bir çığlık attı ki, sanırsın bir pop yıldızı sahneye çıkmış. Ses gerçekten çok tiz ama ne yapalım Allah bizi de öyle yaratmış.
    2- Rakip takımdan bir futbolcu sakatlanıp yerde kıvranırken kadın taraftarlar acımasızca "oooh!ooh!" çektiler.
    3- Golleri yedikçe sağdan soldan "Alex'i de yolladın, bak şimdi ne oldu?" konuşmaları gelmeye başladı. Üçüncü golden sonra kadınlar dayanamadılar "Aykut istifa!", "Aykut söyle, Alex nerede?" diye çemkirmeye başladılar. Ben "Aykut istifa" demedim, kardeşim dedi. Hiç acımadı vallahi.
   4- Maçın başından sonuna kadar Volkan'a tezahürat yapıldı. Bir de Semih girince coştu kadın taraftarlar.
   5- Maçın sonunda Antalyaspor'lu futbolcuları alkışlayacak kadar da centilmendik ve Fenerbahçeli futbolculara da bir o kadar kızgındık.
   6- Hep bir ağızdan 10.Yıl Marşı şahaneydi.
   7- Yenildiğimiz yetmezmiş gibi daha stada girerken atkımı düşürdüm, kaybettim:( 100.yıl atkısıydı. Çok üzüldüm. Stadın içindeki Fenerium'dan bir tane daha aldım.

   Böyleyken böyle... Geçen hafta bunlar oldu. Ben gidip biraz koli yapayım!

29 Ekim 2012 Pazartesi

BUGÜN 29 EKİM






Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" kuşaklar ister.
Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizsiniz; Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve sürdürecek olanlar sizlersiniz!







18 Ekim 2012 Perşembe

AMPUTE MİLLİ FUTBOL TAKIMIMIZ DÜNYA ÜÇÜNCÜSÜ OLMUŞ DUYDUNUZ MU?



 
    Bugün Yılmaz Özdil'in Hürriyet'teki yazısından öğrendim Türkiye Ampute Milli Futbol Takımı'nın Dünya üçüncüsü olduğunu. Utandım... Kızdım... Bir de futbolla ilgilendiğimi sanıyorum. Bu haberi atladığım için utandım. Bu haberi bize ulaştırma konusunda sorumsuz davrananlara da kızdım. 
    Geçtiğimiz hafta sonunda dünya üçüncüsü olmuş bu sporcular. Pazar ve pazartesi akşamları yayınlanan sözde spor programlarında kendilerinden bahsedildiğine rastlamadım ben. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün eski doktorunun ağzından laf almaya çalışıyorlardı ve Alex, Aykut, Aziz Yıldırım denklemini çözmeye çalıştılar saatlerce. Yazık! Gerçekten yazık! 
    Dünya üçüncüsü takım pazartesi akşamı Atatürk Havalimanı'na inmiş. Karşılayan olmamış. Özdil'in söylediği gibi... "Ne Futbol Federasyonu, ne Bedensel Engelliler Federasyonu, ne bir siyasi parti temsilcisi, ne de vatandaş... Hiç kimse yoktu..." Diyelim vatandaşın haberi yok. Nasıl olur da ilaç için bir yetkili olsun karşılamaz bu sporcuları? Nasıl olur da desteklemez? Bitmedi. Daha fenası da var. Ampute Milli Futbol Takımı oyuncularına Dünya Kupası'na gitmeden önce kamp için 250'şer lira harcırah verilecekmiş. (Dikkatinizi çekerim 250 lira) Hala hesaplarına yatmamış. Ayıp yahu! Utanır insan. Oysa Macaristan'ı yenmeleri halinde diğer milli futbolculara 150'şer bin lira prim verilecekti. Yine yenildiler tabii. Kurtaracaksınız Türk futbolunu! Ha gayret!
    Aslında şaşırmak yersiz. Bizde popüler olan gözdedir. Popüler olan desteklenir. Gerçek başarı ise asla gereken desteği, ilgiyi görmez. Ben bunu bilir, bunu söylerim!

Yılmaz Özdil'in yazısı...


10 Ekim 2012 Çarşamba

BEYOĞLU SAHAF FESTİVALİ... NELER ALDIM?


    Geçtiğimiz hafta sonu hava ne kadar güzeldi İstanbul'da. Bu yıla dair görüp görebileceğimiz son sıcak günlerdi herhalde. Gerekmedikçe hava durumunu takip etmediğim için yine bu şekilde birkaç gün yaşar mıyız bilemem. Hava durumu programlarına değil hissettiğime bakıyorum ben. Bugün üşüdüm mesela:)                     Ufaktan ufaktan geliyor soğuklar.
    Efendim hal böyleyken pazar günü Orhun'la kendimizi Taksim'e attık. Orhun, PC ve Play Station oyunları oynamaya meraklı her genç gibi Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki GameX 2012 Oyun Fuarı'na gitmek istedi.  Eşim iş yerinde yoğun bir hafta geçirdiği için "hadi sen dinlen o zaman" dedim. Orhun'un bir arkadaşıyla birlikte 2 delikanlıyı fuara götürme işini üstlendim. "Hava da güzel. Onlar fuarda takılırken ben de Sahaf  Festivali'ne göz atarım" diye düşündüm. Fuara bıraktım önce onları. Kapıda uzuuuuun bir kuyruk. Tahmin ediyordum öyle olacağını. Gençler digital oyunlarla kafayı yemiş durumda. Mesela benim 17 yaşındaki kuzenim fuarda yatıp kalkacaktı neredeyse:) 3 gün oradaymış. Orhun abartmıyor Allah'tan. Aslında ben de 15-25 yaş aralığında genç bir insan olsaydım aynı durumda olurdum. Farkındayım. O potansiyel bende de vardı:) Ama Orhun'un digital oyunlarla kafayı bozmasını istemezdim. Anime kılığına falan bürünen gençlerden olmasını mesela... Hiiiç istemezdim. Annem ve kardeşim fazla olduğunu düşünüyorlar ama bence dozunda oynuyor. Derslerini aksatmıyor, başka faaliyetlere de zaman ayırıyor. Ha bir de oynadığı oyunlar da önemli. Daha çok strateji oyunlarını seviyor. Ülke kursun, diğer ülkelerle savaşsın, barışsın, ticaret yapsın:) O yüzden biz de pek ses çıkarmıyoruz. 
   Yine lafı uzattım. Neyse... Delikanlıları fuar kuyruğunda bıraktım. Ben Beyoğlu Sahaf Festivali'ne doğru yol aldım. Yerini bilmeyen yoktur herhalde ama ben yine de hatırlatayım. Festival alanı Tepebaşı'nda TRT binasının yanında. 14 Ekim'e kadar da açık olacak.
    Festival kapsamında genelde Galata ve Kadıköy'deki sahaflar sergi açmışlardı. Vaktim de varken hepsini tek tek gezdim. Kitapları, dergileri karıştırdım. Pek bir şey alma niyetinde değildim açıkçası. Ne de olsa her zaman Beyoğlu'nda sahaflara uğrama imkanım var. Tamamen incelemek maksadıyla gezerken çocukluğuma, gençliğime döndüm. Bu anlamda en çok dergilerle ilgilendim. Zamanında her türlüsünü aldığımız fakat ilaç olsun diye bir tanesini bile saklamadığımız dergilerle...   Ki bu konudan annem sorumludur. Asla evde tutmazdı dergileri. Rahmetli babam çok okurdu. Kitabı da... Dergiyi de... Bir de ben severdim okumayı. Kardeşim pek ilgilenmezdi. Onun için varsa yoksa okul, ders:) Hala öyledir. Benim canımın içi şimdi müthiş çalışkan bir iş kadını. Ben de "beni rahat bıraksınlar okuyayım, yazayım" modundayım hala:) "İnsan 7'sinde neyse 70'inde de aynıdır" diye boşuna dememişler demek ki. Herkes belli bir huyla, belli bir yapıyla geliyor dünyaya. Ooof! Yine fazla daldım. Velhasılıkelam babam bana dergiler alırdı. Kendisine de alırdı. Karikatürden, çizgi romandan, magazinden tarih dergilerine kadar... Her türlüsünü... Ben onları da okurdum. İşte o dergilere yeniden göz attım pazar günü. Çocukluğuma döndüm. Babamı andım. Benim için böyle bir güzelliği oldu Sahaflar Festivali'nin. Yoksa ortaya atılmış 3-4-5 liralık bestseller'lar hiç ilgimi çekmedi. Bir de aslında birkaç dükkanda olduğu halde "bu kitabın bulunması zordur" deyip, o kitaba kafasına göre fiyat biçenler hiç hoşuma gitmedi. Tamam sahaflarda eski basımlar bulunur, az oldukları için değerlidirler ve mümkün olduğu kadar fazla para kazanmak istenir o kitaplardan ama fiyatını sorduğun bir kitabı başka bir sergide çok daha ucuza görmek onun aslında nadir olmadığını ve kimi satıcının daha fazla para kazanmak derdinde olduğunu anlatmaz mı? Festivale gidenler alışveriş yapmadan önce bir güzel gezsinler derim ben. 


    Dediğim gibi, alışveriş amacıyla gitmemiştim ama görünce dayanamayıp birkaç kitap aldım. Mesela bu Atatürk kitabını aldım. "Atatürk'ü Anıyoruz". Köşesindeki Koza Yayınları amblemi çocukluğuma götürdü beni. Evimizde bu amblemi taşıyan kitaplar vardı. Konu bir de Atatürk olunca dayanamadım. Fotoğrafta belli olmuyor ama küçücük bir kitap. Şeffaf naylon ciltli. Eskiden öyleydi bazı kitaplar. Şeffaf ciltleri vardı. Çok ama çok sevdim bu kitabı. Öğrenciler için hazırlanmış. İçinde Atatürk'ün hayatından parçalar, anılar, Atatürk'ün sözleri, Atatürk için söylenmiş sözler, şiirler var. 1973 basımı. Ben doğmadan 1 yıl önce basılmış. Kitaptan bir alıntı yapayım mı?                   Fransız Gazeteci Sanerweiin şöyle demiş Atatürk'ün ardından: "Atatürk öldü. Barış kubbesinin doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende kimse barışı garanti edemez".

 
    "Dostum Mozart". Cumhuriyet başyazarlığı da yapmış, önce Demokrat Partili, daha sonra bağımsız milletvekilliği görevlerinde bulunmuş gazeteci ve yazar Nadir Nadi'nin kitabı. Mozart biyografisi ama aynı zamanda yazarın kendisinin müzikle ilişkisi de var kitapta. Henüz okumadım tabii ama karıştırdığım ve bildiğim kadarıyla böyle.1988 basımı. Kitabın sahibi "22 Mart 1989/Eskişehir" yazmış ilk sayfaya. Kitabın içinden de yarım bir defter sayfası çıktı. Üzerinde "sazende, hanende, kakafoni, prestissimo, prima vista, senfoni, sonat, konçerto, arya, messe, düet, kuarte, allegro, rondo, gusto" yazıyor:) Müzik öğrencisi miydi acaba kitabın sahibi?

 
 


"Kiracı". Bu kitabı da Altan Erbulak çocukluğuma ait isimlerden biri olduğu için aldım. Çok eski değil. 1993 basımı. İçinde Erbulak'ın karikatürleri ve yazıları var.

   
    "Haçsız Haçlılar". Arthur Koestler'in bir romanı. 1973 basımı. Bildiğim fakat okumadığım bir roman. Fakat ben Orhun için aldım daha çok. Şöyle yazıyor arka kapakta "Son dünya savaşında Gestapo'nun eline düşmüş bir militanın, sakat ve hasta bir halde sığındığı tarafsız ülkede İngiltere ve Amerika'ya yerleşmek için yaptığı başvurmaların sonucunu beklerken, dünyayı daha yakından tanıdıktan sonra bütün inançlarından kopmuş bir halde yaptığı vicdan muhasebesini ve umutsuzluğu ile savaşını adım adım izleyeceksiniz". 2.Dünya Savaşı, savaş sonrası, savaşa katılmış askerlerin psikolojileri vs. benim tarihe meraklı, sosyal bilimci oğlumun ilgisini çekiyor bugünlerde. Tarihe, politikaya çok meraklı. Ve ne yalan söyleyeyim övünmüyor da değilim.     Çok da güzel kitaplar okuyor. Nelerle ilgilendiğini bildiğim için ben de yönlendiriyorum kitaplar konusunda (çünkü daha çok genç) ama benim önerdiklerimden beğenmediği olmadı hiç. Bunu da okuyabilir diye düşünüyorum. Ama önce ben okuyayım, değerlendireyim, öyle vereceğim kendisine. Ne yapayım ama? :)

 
 

   Dergilere baktım dedim ama bu FIRT'tan başka dergi almadım. GIRGIR ve FIRT dergileri eksik olmazdı bizim evde. Çok severdim. Benim aldığım 13 Haziran 1989 tarihli. 

    
    Kapağını açınca 2. sayfada Aykut Kocaman'ı görünce almak istedim:) Bir de o yıl biz şampiyon olmuşuz. Fenerbahçe karikatürleri vardı bol bol:) Aslında daha önceleri 2.sayfada yarı çıplak güzel bir kadın fotoğrafı olurdu. Fotoğrafın çevresinde bir sürü karikatür yer alırdı. Yavrunuzun Sayfası'ydı adı:) Sonra fotoğrafta da görüldüğü gibi Evrim Teorisi'ne dönüşmüştü sayfa. Her hafta bir ünlüyü çizerlerdi. O hafta da Aykut'u çizmişler ki ben bu sayıyı vallahi de billahi de hatırladım. Yaa Aykut! Bir zamanlar sen de futbolcuydun. Çok severdik seni. Bir zamanlar futbolcu olduğunu unutmamış olsaydın Alex krizini daha iyi yönetebilirdin. Tabii sen de Alex... İleri de teknik direktör olabileceğini düşünerek hareket etseydin işler bu noktaya gelmeyebilirdi. Nasıl ama? Ben çözdüm bu işi:) 

   
    Bir de çok güzel yabancı bir karikatür kitabı aldım ama 2 günde evin içinde kaybettim. Bulmam lazım. Çok güzel çizimler var içinde ve en az 20-30 yıllık bir kitap o da. 
    
    İşte böyle. Beyoğlu Sahaf Festivali'ni gezdim. Mutlu oldum. Çocukluğuma döndüm. Ama yaşlandığımı da anladım. O iyi olmadı işte:)





   

4 Ekim 2012 Perşembe

YİNE AYLARDAN EKİM!

 
    Ekim ayı bana hiç yaramıyor. Tıpkı geçen sene bu zamanlarda olduğu gibi şimdilerde de depresif bir ruh hali içinde gezinip duruyorum. Ekim tam bir geçiş dönemi benim için. Yaz aylarında "Ohh! hayat bana güzel" şeklinde oğluyla, eşiyle, arkadaşlarıyla gününü gün eden bünye; Ekim ayı gelince bir boşluğa düşüyor.         Tatlı Haziran, Temmuz, Ağustos ayları bitmiş; okul hazırlıklarıyla geçen Eylül ayı savuşturulmuş oluyor artık. Oğlan okula başlamış, eşin izinleri bitmiş... Peki ben ne yapacağım? İşte tam bu zamanlarda oğlumun doğumuyla bıraktığım çalışma hayatını özlüyorum. Halbuki 1-2 öğretmenlik başvurusu haricinde pek bir girişimde bulunmadım tekrar çalışma hayatına dönmek için. Doğrusunu söylemek gerekirse çok da kararlı değilim bu konuda. İki aradayım...



    Aslında keyfim yerinde. Artık kendini idare edecek duruma gelmiş olsa bile oğlumla yakından ilgilenmeyi seviyorum. Sabahları ona kahvaltısını hazırlayıp, uyandırmayı... Servise binerken el sallamayı... Okuldan eve döndüğünde yemeğini yerken onunla sohbet etmeyi, dersleriyle ilgilenmeyi seviyorum. Ben ortaokul ve lisedeyken annem çalıştığı için kapıyı kendim açardım, kendim girerdim eve. Yemeğimi kendim hazırlardım. Kardeşim genelde öğlenci olurdu, ben sabahçıydım. Ve her gün evin kapısını açarken  annemin evde olduğunu, mutfaktan mis gibi yeni pişirilmiş kek kokusunun geldiğini hayal ederdim. O yüzden şimdi oğluma güler yüzle kapıyı açmak beni çok mutlu ediyor. Aslında bu takıntım dışında klasik bir ev kadını da değilim ki sıkılayım. Hayatımda "gün" olayına girmedim:) Komşuculuk oynamayı da sevmem. Pek hamarat olduğum da söylenemez:) Arkadaşlarım vardır. Onlarla görüşürüm, buluşurum, gezerim. Güncel sergileri kaçırmamaya çalışırım. Tiyatro, sinema etkinlikleri de artar kışın. Mutlaka bir el sanatları kursuna giderim her yıl. Evdeysem bol bol okurum. Yazarım. Yani niye kaşınıyorum "Acaba tekrar çalışma hayatına dönsem mi?" diye düşünerek. (Üstelik eşim de sağ olsun bana asla karışmaz bu konuda). Bu daha çok huyla ilgili galiba. Boş durmayı sevmem. Üretmeyi severim. Bağımsız olmayı... Erkeklerin çoğunlukta olduğu her iş alanında kadınların kat be kat artmasını arzularım.  Çalışma hayatından uzak kaldığım için kızarım bazen kendime. Ama bir yandan da ev hayatından; kendime, eşime, oğluma, arkadaşlarıma doya doya zaman ayırmaktan  mutlu olduğumu hissederim. Birçok hemcinsimin de benim gibi hissettiğine eminim. Bizim işimiz erkeklerden çok daha zor. Erkek dışarı da çalışır, çalışmalıdır. Kadınlar ise iki arada bir derede kalır. Özellikle kız isterken bile "kızımız kadrolu mu, yoksa sözleşmeli mi?" diye sorulan ve ona göre bir değerlendirme yapılan günümüzde (ki bu olayı birinci ağızdan dinlemişliğim vardır). 
    Yaa işte böyle! Nerelerden nerelere geldim. Şu birkaç günü atlatayım. Resim kursum başlayacak, Okul Aile Birliği toplantıları başlayacak:) Aklımda başka uğraşılar da var. Bakalım beni kesecek mi? Bilmiyorum. Bakacağım. Göreceğim. Belki farklı projeler üreteceğim. Öyle ya da böyle... Yeneceğim seni EKİM!!!



Hamiş: Zaten tuhaf hallerdeyim, bir de savaşın eşiğinde bulunmamız hiç iyi olmadı. Al işte! Yine Ekim! Yine Ekim! Umarım işler daha kötüye gitmez. Savaşların aslında kimlerin işine geldiğini bilen, masumların hayatlarından neler alıp götüreceğinin farkında olan tüm insanlar gibi ben de SAVAŞA HAYIR! diyorum.

27 Eylül 2012 Perşembe

HAFTA SONUNDA ÜRGÜP-GÖREME

 
    Bazen Facebook'a laf atanlar, küçümseyenler oluyor ya hani... İşte ben onları her zaman kınamışımdır:) Facebook sayesinde ilkokul arkadaşlarımı buldum mu? Buldum! Yeniden bir araya geldik mi? Geldik!     Seneler sonra Facebook sayesinde yeniden buluştuğum çocukluk arkadaşlarımdan birinin düğünü için Ürgüp'teydim geçtiğimiz hafta sonu. Ve bu çok güzel bir duyguydu. Hem arkadaşımın mutlu gününü paylaşmış oldum -ki beni gördüğüne gerçekten çok sevindi- hem de eşimle ben oğlumuzu anneanneye bırakıp küçük bir kaçamak yapmış olduk. Cumartesi sabah erkenden Kayseri'ye uçup, oradan Ürgüp'e geçtik. 1 gece Ürgüp'te kalıp pazar akşamı İstanbul'a döndük. Kısa bir geziydi ama ben her zamanki gibi görebileceğim kadar yer görme gayretiyle koşturup durdum eşimi:)
   
  Cumartesi sabahı erkenden Kayseri'ye uçtuk. 

Kayseri göründü...
    Nevşehir üzerinden de gidebilirdik ama benim Kayseri'de görmek istediğim tarihi bir yapı vardı (ki onu daha sonra anlatacağım). Kayseri-Ürgüp arası yaklaşık 1 saat. Nevşehir-Ürgüp arası daha kısaymış. Ürgüp'te sohbet ettiğimiz bir taksici, Kapadokya'ya Nevşehir üzerinden gelinmesini tercih ettiklerini söyledi. Ne de olsa kendi şehirleri. "Bizim hava alanımız çok daha güzel ve daha büyüktür" dedi. Benden söylemesi. (Fakat İstanbul-Kayseri arası sefer sayısı daha fazla, onu da belirteyim.) Akşam saatindeki düğünümüze kadar Ürgüp'ü gezdik.

   Ürgüp, doğal sebeplerle oluşmuş peribacalarıyla, kaya evleri ve kaya kiliseleriyle meşhur masalsı Kapadokya bölgesinin önemli merkezlerinden biri.

  Ürgüp manzarasına hakim Temenni Tepesi görülüyor aşağıdaki fotoğrafta. Burada yer alan 2 kümbetten biri olan türbede Selçuklu Sultanı IV.Rüknettin Kılıçarslan ve III.Alaaddin Keykubat'ın yattığına inanılıyor ama işin aslı öyle değilmiş. Aslında türbe 19.yy'da yaptırılmış. Moğollarla savaşırken buradaki mağaralara sığınmak isteyen III.Kılıçarslan bir süre Ürgüp'te yaşamış. Türbe bu yüzden kendisine atfedilmiş olmalı.
    Temenni Tepesi'ne tırmanıp Ürgüp manzarasını seyretmek ve yine burada yer alan kafeteryada bir şeyler yiyip içmek mümkün fakat tarihte bu tepenin birkaç kez yıkıldığını belirteyim. Ben de sonradan öğrendim:)




   
   Hasandağı ve Erciyes dağlarının püskürttüğü lavlarla oluşan yumuşak kayalara insan eliyle oyulan evler...




    Ürgüp'te birçok güzel bina var. Örneğin Öğretmen Evi ve Akşam Sanat Okulu binası. Yanlış anlamadıysam sadece personele yönelik olmayıp dışarıdan da misafir kabul eden bir konaklama mekanı.


    Bir başka güzel yapı. Tahsin Ağa İlçe Halk Kütüphanesi. Cumartesi günü bile açıktı. Ürgüplü Tahsin Ağa, Abdülmecid zamanında sarayda kütüphaneciymiş. Padişahın iznini alarak, sarayda birden fazla nüshası bulunan 800'den fazla el yazması eseri Ürgüp'e getirmiş. Bunları Temenni Tepesi'nde yaptırdığı kümbete yerleştirmiş. Ve bugün de o tepede bulunan kümbet, kütüphane ve medrese olarak kullanılmış. Peki 1952 yılında Temenni Tepesi'ndeki eserleri bu binaya getiren kim olmuş biliyor musunuz? 7 katır ve 3 atı ile 36 köye seyyar kütüphane hizmeti götürdüğü için "Eşekli Kütüphaneci" olarak bilinen Mustafa Güzelgöz... Ne güzel bir insanmış... Bir yandan Ürgüp'ün kütüphanesi geliştirip Tahsin Ağa Halk Kütüphanesi'ni kurmuş, bir yandan da buraya gelemeyen vatandaşların ayaklarına kadar taşımış kitapları. (Mustafa Güzelgöz'ün hikayesi hakkında daha fazla bilgi edinmek için şu kitap okunabilir: "Eşekle Gelen Aydınlık, Tayfun Talipoğlu-Aydın İleri")


    Dikkatimi çeken bir diğer bina. Ürgüp T.H.K Binası. Kapının üzerinde şöyle bir ibare var: "Gökte uçanların yerde yuvası, ufak yardımlarla oldu burası". Bina, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında yardımsever Ürgüplüler tarafından yaptırılmış        ve Hilal-i Ahmer'e, yani Kızılay'a bağışlanmış. Sonraları bina bir şekilde T.H.K'ya devredilmiş. Bir ara Halkevi olarak kullanılmış, Ürgüp'e gelen önemli misafirler hep burada ağırlanmış. Bina bugünlerde restorasyonda. Nevşehirli bir işadamı tarafından butik otel ve restoran yapılmak üzere satın alınmış.


    Bir de Ürgüp El Sanatları Çarşısı'nın girişinde yer alan şu heykel çok hoşuma gitti. İlk figür "üreten" (ki elinde iplik var), ortadaki "satan" (galiba elinde kağıt var), en sondaki de "satın alan" (elinde artık dokunarak son haline gelmiş kumaş var). Heykel, 1970 yılında Derinkuyulu sanatçı Hakkı Atamulu tarafından yapılmış.


    Gezebildiğimiz kadar gezdik Ürgüp'ü. Akşam da düğünümüzü yaptık. Pazar günü dönüş uçağı saat 17.20'de. Sefer saati gelene kadar Göreme'yi gezelim dedik. Bu bizim Kapadokya'ya 2.gelişimiz. Daha önce turla gezmiş olduğumuz için görülebilecek bir çok yer yarım kalmıştı. Göreme de bunlardan biriydi. Şarap evlerine, doğal taş atölyelerine ve seramik atölyelerine alışveriş için ayrılan bol vakit; Kapadokya'nın asıl güzelliklerine ancak baktım-kaçtım şeklinde uğramamıza neden olmuştu. Bu yüzden hiç sevmiyorum tur olayını. Kesinlikle kendin gezeceksin. Gerçi yine tam anlamıyla gezemedik ama en azından bu sefer Göreme Açık Hava Müzesi'nde aklım kalmamış oldu.
    Ürgüp-Göreme arası yaklaşık 15dk.sürüyor. Çift saatlerde Ürgüp'ten, tek saatlerde Göreme'den minibüsler kalkıyor. Biz minibüsü kaçırdığımız için taksi kullandık. Taksi şoförüyle sohbet ede ede yolculuk yaptık. Arada bir durup bize bilgi verdi, fotoğraf için bekledi sağ olsun. Bir daha Ürgüp'e gelirsek sabahtan akşama kadar gezdirebileceğini söyleyerek kartını da verdi. Günübirlik tur için turistlerden 150 lira alıyorlarmış ama bize daha uygun olurmuş.

  Ürgüp-Göreme arasında rastladık bu peribacası ailesine... Annesi, babası ve oğlusu:) (Küçükken Orhun kullanırdı "oğlusu" lafını)


    Göreme, Kapadokya'nın en güzel bölgelerinden biri. Peribacalarıyla ve 7-13.yy'lar arasında Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olması nedeniyle kaya kiliseleriyle ünlü. Göreme Milli Parkı,  UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor. Bence fotoğraflar anlatsın durumu...



    Pek adetim değildir ama bu ağacı görüp de nazar boncuğu bağlamamak, dilek dilememek mümkün mü?


Güzel Atlar Ülkesi'nin güzel atları...











    Aşağıdaki fotoğraflar da Göreme Açık Hava Müzesi'nden... Bölge, Aziz Basil tarafından 4.yy'da kurulmuş. O tarihte başlayan manastır hayatı yaklaşık 1000 yıl sürmüş. Kayalara kiliseler, yemekhaneler, mezarlar oyulmuş. Kaya kiliselerinde görülen duvar resimleri 10.yy-13yy. tarihli.






Mezarlar




Yemekhane



    Kapadokya masal gibi bir yer. Tam manasıyla dünya harikası... 
Görülecek daha çoook yer var Kapadokya'da. Avanos, Uçhisar, Ortahisar, Güvercinlik var... Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara Vadisi, Çavuşin, Zelve var.
 Ufak ufak tamamlıyorum işte:)
 2.seferimdi bu... 3 olsun, 4 olsun, 5 olsun... Yine olsa yine giderim.