12 Ağustos 2020 Çarşamba

BUGÜNLERDE...

  Bugün "Sevgili Günlük" havasındayım. Günler birbirini tekrar eden aynılıkta akıyor ve ben bir şeyler bekleyen ama bunun ne olduğunu bilemeyen ergenler gibi yazmak istiyorum. Zamanında çok yazdım, oradan biliyorum. 

    Gerekmedikçe dışarı çıkmamak, en kötüsü buna alışmak canımı çok sıkmaya başladı. Alıştığıma inanamıyorum. Normal şartlarda her daim sergi kovalardım, hangi film vizyona girmiş takip ederdim, kardeşimle birbirimize konser haberleri atardık. Hepsini çoook özledim. Sanki hiçbiri tekrar yaşanmayacakmış gibi geliyor. Fakat geçtiğimiz kış aylarında bu sene denize girmeyeceğimi de düşündüğüm için ve akabinde birkaç gün de olsa denizle buluştuğumdan içimde bir umut kendini gösterip gösterip geri çekiliyor. Yine sinemaya, tiyatroya, konserlere gideriz değil mi? Aslına bakarsan tiyatro konusunda düzenleme yapılmalı ve salonlar tedbirli şekilde açılmalı diye düşünüyorum. Uçakla birkaç saat yan yana yolculuk yapılıyorsa, bir boşluklu oturma düzeniyle, çok uzun olmayan oyunlar pekala izlenebilir. 

    Bak şimdi aklıma geldi. Her Ağustos Beylikdüzü'nde "Barış ve Sevgi Buluşmaları" olurdu. Paralelinde Sahaf  Sokağı açılırdı. Yazarların, oyuncuların biri gelir biri giderdi. Ahmet Mümtaz Taylan ve Hakan Günday konuşmasını Yekta Kopan sunardı mesela. Bunun gibi toplantılar... Vaktim oldukça konuşmaları kaçırmazdım, muhakkak sahaflardan alışveriş yapardım. Her akşam bir konser olurdu. Edip Akbayram'ı ilk kez burada dinlemiştim. Bu sene hiçbiri yok. Üzücü... 

    Hava çok sıcak, pencereler, balkon kapısı devamlı açık. Yakındaki bir evden sürekli zurna sesi geliyor. Birisi azimle zurna çalmaya çalışıyor. Sebat edenlere saygımızdan ses çıkarmıyoruz ama devamlı aynı ezgileri çalıyor, arada kesiyor başa dönüyor, bazı notaları tekrar tekrar basıyor ve bu benim gerçekten başımı şişiriyor. İlk anlaşılır parçası "Kandıramazsın beniii, susturamazsın beniii" diye bir şarkı vardı ya, o oldu. Üstüne bir de evde Orhun klasik gitar çalışıyor:) İlkokuldaki gazlama zamanlarına döndük. Çalışıp çalışıp bize "Nasıl?" diye soruyor. "Aferin oğlum" diyoruz:) Hakikaten fena da gitmiyor. Kulağı var çünkü çocukken 2-3 sene piyano çalışmıştı. Gençken ben de gitara heveslenmiştim ama becerememiştim. Şartlar bugünle aynı değildi tabii. Şimdi internetten her şeyi izleyip öğrenebiliyorsun. Neyse... Şuna bağlayacağım. Zurna gitardan daha çok ses çıkarıyor.

    Geçenlerde birkaç gün telefonsuz kaldım. Sebep dezenfekte ederken içine sıvı kaçırmak. Ekranı bozuldu. Durduk yere gereksiz bir masraf çıktı. "Üstüne biraz daha ekle telefonu değiştir" diyenler oldu ama telefonumdan memnundum, tamiri tercih ettim. Devamlı telefon değiştirenlerden değilim çok şükür. Bilinçsizce tükettiğimiz her elektroniğin atığı bize çevre kirliliği anlamında geri dönüyor. Tam şu noktada Netflix'teki "Down To Earth With Zac Efron" adlı belgeseli tavsiye edeceğim. Bugünlerde onu seyrediyorum, son bir bölümüm kaldı. Zac Efron -ki isimden tanımasanız da yüzünü görünce oyuncu olduğu aklınıza gelecek- süper gıda uzmanı arkadaşı Darin Olien'le dünyanın özellikli bölgelerine gidiyor, tarım konusunu, yenilenebilir enerjiyi, sağlıklı yaşamı ve bunun gibi konuları anlatıyor, gösteriyor. Son derece bilgilendirici. Örneğin Peru'daki bölüm çok iyiydi. Olası bir felaket durumunda tarımın devam etmesini sağlamak için kurulan merkezlerden biri Lima'daymış. Kıtlık zamanı kullanılacak en pratik yiyecek hangisi? Tabii ki patates. Burada yüzlerce çeşit patates üzerinde çalışılıyordu. Dünya üzerindeki bu gibi noktaların yer aldığı bir haritayı gösterdiler. Böylesi kurumların varlığı beni mutlu ediyor. Ancak birileri insanlık adına çalışırken birilerinin kafasının da yalnızca kötülüğe çalışması ayrıca düşündürüyor ve üzüyor. Adamlar oturmuşlar "Dünya bir felaket yaşarsa insanlığın devamını nasıl sağlarız?" diye kafa patlatıyorlar. İşi gücü boş işlerle uğraşmak olan komplo yanlıları da herkese şüpheyle bakıyor, herkesten kötülük bekliyor, her yenilikten korkuyorlar. Neyse... Konu derin, fikrim bol. Bir başka zamana... Belgesele dönecek olursak, Down To Earth'ün bir parça turizm yönü de var. Programı küresel iklim krizi açısından da izleyebilirsiniz, sadece bir turist olarak da aynı şekilde ilginizi çeker. Bu bakımdan çok başarılı buldum. Sıkmadan, yormadan aktarmak, uyarmak en güzeli. Bir yandan böyle şeyler seyrediyorum, üzerine çokça düşünüyorum. Bir yandan Covid 19 korkusundan telefonumu sabunlayıp bozuyorum. Kendimi çok salak hissediyorum.

    Bugünlerde izlediğim bir başka dizi Marcella. İngiliz polisiyesi. Marcella başarılı fakat inanılmaz sorunlu bir polis. Dizinin havası, başroldeki kadın dedektifin farklı kişilik özellikleri bana İsveç-Danimarka ortak yapımı Bron/Broen'i hatırlattı (Bu diziyi yazmıştım daha önce çünkü çok severim). Bir baktım ikisini de Hans Rosenfelt yazmış, yönetmiş. Bron/Broen'i karamsar bulanlar bunu da sevmeyebilirler fakat tam benlik diziler bunlar. Sorunsuz insan var mı ki, diziler, filmler, romanlar güllük gülistanlık olsun?

    Haydi bir de ne okuduğuma değineyim. "Tatar Çölü'nü" bitirdim, Huysuz Virjin biyografisi olan "Katina'nın Elinde Makası'na" geçtim. Biyografi uzun süredir kitaplığımdaydı. Arkadaş hediyesiydi. Seyfi Dursunoğlu'nun zaman içinde çok röportajını okuduğum için yeterince tanıdığımı düşünüyordum, biyografiyi bekletiyordum. Yakın zamanda hayatını kaybetmesi beni üzdü ve kitaba yöneldim. Tatar Çölü'ndeki -her ne kadar kurgu karakter olsa da böyle insanlar da var malûm- Drogo'nun basiretsizliğinden, çakılıp kalmışlığından sonra Seyfi Dursunoğlu'nun ne istediğini bilip bunları gerçekleştirme gayreti bana çok iyi geldi. Düzenin dışındaki insanlar iyi ki varlar. 

    İşte böyle. Oradan biraz, buradan biraz oldu... Böylesi yazılarda yorumlar çok ilgimi çekiyor. Çünkü herkes kendisine yakın gelen kısımla, ilgilendiği kısımla ilgili yorum yapıyor -tıpkı benim yaptığım gibi-  ve ben hemen otomatik analize girişiyorum:) Çok insan var, çok fikir var. Dolayısıyla herkesin huyu farklı, psikolojisi, beğenisi, zevki farklı. Bu güzel bir şey. Yazının paragrafları arasındaki boşluk için kusura bakılmasın. Neden oldu bilmiyorum. Teknik değişiklikler olduğundan beri zorlanıyorum. Baktım baktım, paragraf aralığını düzeltme yolunu bulamadım. O yüzden aynen yayınlayacağım. Şu an fazla uğraşmak istemiyorum. Geçen yazıda da fotoğrafları silememiştim. Telefonum bozulduğu için fotoğrafları bizimkilerden istemiştim. Örneğin denizdeki o el benim değil, kardeşimin:) Sonra telefon geldi, fotoğraflar geldi. Bence kimse benim kadar güzel çekememiş:) Değiştirecektim fakat kaldıramadım hiçbirini. Yazı karakteri ve puntosu hakkında da sıkıntılarım var. Büyük punto tercih ediyorum. Ancak değişiklikler olduğundan beri, daha önce tercih ettiklerim iyice bir büyüdü. Küçültünce de fazla küçülüyor. Bakalım. Umarım bir ara hallederim. Şimdi ben gideyim, hazır zurna sesi de kesilmişken Down To Earth'ün son bölümünü izleyeyim.

    

    

 

4 Ağustos 2020 Salı

HAYATIMIN EN TUHAF SEYAHATİ...

    Ufak bir seyahatten döndüm dostlar. Yazıyı kaleme aldığım tarih yanıltmasın, bayram başlamadan, bayram kalabalığına kalmadan gidip döndük. Herkes gibi çok bunalmıştık. Ufak bir kaçamak fikri beynimizi kemirmeye başlamıştı. Nereye gidebilirdik? Hangi tarihte ortalık daha sakin olurdu? Bol bol düşündük. Yakın aile çevremizle muhabbet ederken Enez fikri ortaya atıldı ve ani bir kararla yer ayarlandı. İki katlı bir ev tutuldu. Çok küçük olmayan bir gruptuk. En azından kimin nerelerde bulunduğunu, günlerini nasıl geçirdiğini bilen kişiler olduğumuz için fazla kaygı duymadık. Enez'in büyük kalabalıklarca tercih edilmediğini tahmin ettik. Altınkum sahilinin uzunluğu da iç içe olmayı engeller görünümdeydi. Ve Enez'in İstanbul'a yakınlığı önemliydi. Henüz uçak yolculuğuna hazır değiliz. Uzun bir araba yolculuğu da mecburi molalar açısından endişelendiriyor beni. Velhasılıkelam, güzel bir temmuz sabahı yola çıktık ve 3.5 saat sonra kendimizi Edirne'nin Enez ilçesinde bulduk. Yolculuk nasıl iyi geldi anlatamam. Önce İstanbul'a yakın, sitelerle dolu yazlık bölgelerden geçtik. Birçoğu çocukluğumdan beri orada olan binaların arasından denizi gördükçe mutlu olduk. Neyse ki bir noktada bitti beton kalabalığı. Trakya'ya adım atmamızla birlikte ayçiçekleri eşlik etmeye başladılar bize. Zeytin ağaçları... Sürülerini otlatan çobanlar... Enez'e iyice yaklaştıkça çeltik tarlaları... 
    İpsala'ya yaklaşmışken radyoda şarkılar değişti. Birden komşu Yunanistan'ın ezgileri doldu arabaya. Kanalı değiştirmedik. İnsan eliyle çizilmiş sınırla ayrılan benzer topraklardaydık. Kos Adası'nda araba kiralayıp gezdiğimiz gün geldi aklımıza. Böyle böyle ilerlerken sınıra 9 km.kala sola dönüverdik ve Enez'e ulaştık. 5 günümüzü geçireceğimiz evimizi bulduk. Şu dönemde otelde kalmak ayrı düşünce, ev kiralamak ayrı... Her ihtimale karşı kendi eşyalarımızı yanımıza almıştık. Çarşaftan tut, tabağa, tencereye kadar. Temizlik maddeleri de cabası. Böylesi elbette çok yorucu oluyor ancak bu şartlar altında başka bir yol gelmedi aklımıza. Sevindirici olan, evin çok temiz oluşuydu. Rahatladık ancak yine de kendimizce tekrar bir elden geçirdik. Ve tatil boyunca kendi eşyalarımızı kullandık. 
    Daha ilk günden vaktimizin çoğunu sahilde geçirdik. Eve yerleşir yerleşmez denize attık kendimizi. Hem Altınkum sahili, hem deniz tenhaydı. Ne mutlu ki bu yıl da, bu zorlu 2020 yılında da Ege Denizi'yle buluşmuştuk. Yine pırıl pırıl karşıladı bizi. Ne çok soğuk, ne sıcak... Sevilen serinlikte bir su. Oysaki o bölgelerden suyu fazla soğuktur diye kaçınmıştım hep. Yıllar önce Saroz'a gitmiştik. Gidiş o gidiş... Soğuk deniz nedeniyle istememiştim bir daha. Belki de dönemsel bir durumdu. 
    Bir yarım gün hariç Altınkum sahilinden ayrılmadık. Sadece pazar günü belki kalabalık olur diye kahvaltıdan sonra etrafı dolaşmaya çıktık. Denizi pek beğenilen Vakıf Köyü'ne kadar gittik. Vakıf'ta önce şezlong, yiyecek, içecek hizmeti sunan bir kamp alanına düştü yolumuz. Çok kalabalık olduğunu gördük ve hemen ayrıldık oradan. Biraz ileride hiçbir tesisin olmadığı bölgeye geçtik. Burası tenhaydı. Gönül rahatlığıyla yüzdük, eğlendik. Altınkum'da da Vakıf'taki gibi bir durum mevcuttu aslında. Beach demeyi tercih ettiğimiz işletmeler kalabalıkken, istediğin yerden denize girebileceğin yerler boştu. Normal şartlarda, eğer kendi plajı olan bir tesise gitmediysek biz de yeme, içme, şezlong vs. hizmeti alacağımız organize yerleri tercih ediyoruz ama hani durum bu sene biraz farklı ya, kalabalıklara karışmamak önemli ya... O açıdan durum bana enteresan geldi. Sakınmayanlar çok. Kiraladığımız evin sahilde şemsiye ve şezlongları olduğu için rahat konuşuyorum tabii ama bu seneki duruma istinaden yine de yanımıza plaj sandalyelerimizi ve şemsiyemizi almıştık. Kalabalığa karışmamak için hazırlıklıydık. Yeri gelmişken söyleyeyim, Altınkum'da kiraladığınız evlerin genelde şezlong ve şemsiyesi oluyor. Herkes yerini belirlemiş. Enez'in genelinde sakin bir düzen hakim. Çocukluğumun yazlık yerlerini hatırlatan havasını koruyor. Evler özenli bahçeler içinde en fazla iki-üç katlı. Gözü yormayan bir ortam. Burası bir zamanlar askeri bölgeymiş, sonradan imara açılmış. Sanırım bu yüzden eski asker olduğunu tahmin ettiğim bazı yazlık sahibi büyüklerimiz özellikle araba park yeri konusunda biraz korkutsa da her şey benim sevdiğim sakinlikteydi:) Özlediğim medenilikte bir hava var Enez'de. Dilerim bu durum muhafaza edilir. 


    Enez'in bugünü güzel. Peki ya eski tarihlerde nasıldı? Bunu biraz da olsa hayal edebilmek için Vakıf Köyü dönüşünde antik kente uğradık. Enez'in antik dönemdeki ismi Ainos. Ainos'tan ilk bahseden, tabii ki pek sevdiğimiz Homeros. Yine Homeros! Ah Homeros! İyi ki anlattın. Hâlâ ışık tutuyorsun dünden bugüne. 
    Ainos, Yunan kavimlerinden Aioller'in kurduğu bir liman kenti. Öncesinde burada Traklar'ın olduğu söyleniyor. Kalenin ana kapısının üzerinde yer alan Trak süvarisi kabartması bunu belgeliyor. Daha öncesi de var tabii. M.Ö 6000'lere kadar uzanan bir tarih söz konusu. Günümüze yaklaştıkça Pers hakimiyeti, Bizans, Ceneviz, Osmanlı... 


    İstanbul'un fethinden 3 yıl sonra ele geçiyor Enez. Kale içerisinde yer alan Fatih Cami, bu dönemden kalan bir Bizans yapısı. Tıpkı Has Yunus Bey Türbesi gibi. Yunus Bey, Enez'i fetheden donanma komutanı. Tarihin Cenevizliler'e ayrılmış kısmına gelince... 14.yy'da Bizans İmparatoru V.Ioannis Paleologos tarafından, kız kardeşi Maria'nın Ceneviz Francesco Gattilusio ile evlenmesi üzerine Midilli ile birlikte çeyiz oluyor Enez. Ülkemin her köşesi ayrı bir tarih dersi veriyor ve ben bunu çok seviyorum.
    Enez antik kenti ve kalesinde restorasyonu devam eden cami gibi kısımları göremedik. Açık olan kısımlarda güzel bir yürüyüş yaptık. Hem denize hem Meriç Nehri'ne hakîm bir tepeye kurulmuş olan Ainos'un geçmiş günlerini düşündük. Enez'de 50 yıla yakın bir süredir süren kazılarla çıkarılan kültür mirası bugün Edirne Müzesi'nde sergileniyor. Müzeyi uzun yıllar önce ziyaret etmiştim, bir de şimdi uğrayıp bilgileri pekiştirmek vardı. Fakat kısıtlı sürede mümkün değildi tabii. Edirne şehir merkezi biraz uzak kalıyor.

    Tüm kışın psikolojik yorgunluğunu attığımız günlerdi Enez günleri. Uyku sorunu yaşayanlarımız bile mışıl mışıl uyudu. Beraber olunca muhakkak masa oyunları oynarız fakat bunu bile yapamadık. Erkenden uykumuz geldi. Gençlerimiz biraz daha fazla oturdu. Bol bol kikirdediler ama onların sesleri bile biz büyüklerin uykusunu bozamadı. Sabahları zımba gibi kalktık. Kimimiz erken saatlerde de denize girdi. Kimimiz balık tutmaya gitti. Ay şahaneydi, yıldızlar parlaktı, gün batımları enfesti. Kuyruklu yıldız Neowise'ın dünyadan görüldüğü son günlerdi, gözlerimiz devamlı gökyüzünü taradı fakat yakalayamadık. Oysaki umutluydum. O iş olmadı.



    Altınkum sahilinde uzanıp denizin ve güneşin tadını çıkardığımız her gün, ilk önce, sisler arasından yükselen bir masal adası görünümündeki komşu Samothraki'yi selamlıyordum. Bizdeki ismiyle Semadirek'i... 
    Daha önce defalarca bu adaya gitmenin hayalini kurmuştum, nereden nasıl ulaşılır incelemiştim. Öncelikle üniversite yıllarımda tanıdığım Samothraki Nike'si nedeniyle ilgimi çekmişti bu ada. Bilirsiniz, Louvre Müzesi denince akla gelen eserlerden biridir kendisi. Kanatlı Zafer Tanrıçası Nike... M.Ö 3.yy'dan günümüze ulaşmıştır. Bu adanın topraklarından çıkarılmıştır. 
   Nike'yle yakınlık kurduğum Samothraki, Nazlı Gürkaş'ın dönüp dönüp faydalandığım "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan" kitabını okuduktan sonra iyice hayallerimi süsler olmuştu. (Tabii o zamanlar 1 Euro 8 Lira değildi). Gürkaş'ın anlatımına göre bu ada ruhaniliğiyle ön plana çıkmıştı. Bu nedenle yoga ile ilgilenenlerin sevdiği yerlerdendi. Ilıcalarıyla, şelaleleriyle, kumsallarıyla muhteşem bir doğası vardı. Ücretsiz kamp alanları yoğundu, bu nedenle gençler tarafından pek tercih ediliyordu. Gençlik yıllarını aşmıştık fakat ne önemi vardı? :) İşte bu adaya en yakın olduğum nokta Enez'di sanırım. O bana baktı, ben ona baktım. "Bir gün neden olmasın?" dedim.

    Enez'de sadece bir akşam dışarı çıktığımızda turistik çarşıya uğradık. Aşırı yoğunluk yoktu ve en önemlisi dışarıdan gelen herkeste maske vardı. Orada yaşayanların bir kısmında fire verilirken, turistlerin tamamına yakını maskeliydi. Dediğim gibi özlediğim medeni havayı hissettim Enez'de. Popüler turistik bölgelerimizden, büyük şehirlerden bambaşka bir hava... Fakat dondurmacının önündeki maskeli ve mesafeli sıra ne olursa olsun çok enteresandı. Aniden böylesi bir durumla karşılaşmak hangimizin aklına gelirdi? Distopik filmlere taş çıkartan bir görüntü. Maskeyi kanıksamışız yalnız. Çok tuhaf.
    Çarşıdaki hediyelik eşyalara bayıldım. Örneğin deniz kabuklarıyla şahane şeyler yapılmış. El yapımı hatıra eşyalarında yaratıcılık, çeşit boldu. 

    Anlattıklarımdan Enez'in tam bir emekli beldesi olduğu düşünülmesin. İstanbul Üniversitesi ve Trakya Üniversitesi'nin kampları da burada. Kuzenimin tam 25 yıl önce İ.Ü kampına geldiğini hatırlıyorum. Salgın sebebiyle şu an kamplar açık mıdır bilemem ama genç tatilciler de boldu. Ve gördüğüm her biri kalabalık alanlarda maske kullanacak kadar bilinçliydi. Sanırım çevresiyle birlikte bu bölge, bu sene çadır turizmi revaçta olduğu için de sık tercih ediliyor. 
    Uzun zamandır dışarıda yemek yemiyorduk. Ancak ısrarımızı bu tatilde bir kereliğine kırdık. Enez ve Vakıf arasında görüp aklımıza yazdığımız bir yerel lokantada yedik bir akşam. Açık havada az masalı, az çalışanlı bir lokantaydı. Bölgenin enfes satır etine, manda yoğurduna, fırınlanmış peynir helvasına, ev yapımı ekmeklerine yüz çevirmek çok ama çok zordu. Tek kullanımlık masa örtülerinin kullanıldığı, gördüğümüz kadarıyla hijyene dikkat edilen ufacık bir lokanta burası. İsmini bilmiyorum. Dışarıdan fotoğrafını da çekmemişim. Sanırım Küçükevren'deydi. Ama Enver Usta değil. Hiç açıklayıcı olmadı biliyorum:) Şu noktada eklemem gerekir ki Enez'de çok fazla restoran, kafe, büyük market vs. yok. Her şey az ve öz. Yeterli. Gürültüsüz patırtısız. 
    İşte böyle. Küçük ama ruhen dolu dolu bir seyahat oldu bu. Dinlenmeye o kadar ihtiyacımız vardı ki çevreyi fazla gezememek bu sefer üzmedi beni. Biraz yolu göze alarak Erikli ya da Mecidiye sahillerine gidebilirdik örneğin. Gala Gölü'ne uğrayabilirdik. Eğer ilginiz varsa, yolunuz o taraflara düşmüşken Gala Gölü'nü es geçmeyin derim. Burası Ramsar kriterlerine uygun, milli park statüsünde bir sulak alan. Türkiye'nin ikinci büyük kuş cenneti. Biz ancak gelip geçerken göl üzerindeki balıkçıllara selam vermekle yetindik. Zaman ayırmayı çok isterdim. Bir başka sefere diyorum. Zira Enez'e tekrar gitmek isterim, isteriz. 
    
    Herkesin kendi sınırları içine kapandığı böyle bir dönemde her bölgesi farklı güzel bir ülkede yaşamak büyük şans. Yaz gelince denizle buluşmak istiyorsun. İster Karadeniz'den gir denize, ister Akdeniz'den, ister Ege'den hâttâ Marmara'dan. Ülkemin sahilleri birkaç gün de olsa nefes alma imkânı verdi bana. Keşke herkes kıymet bilse. Hem bireysel, hem devlet eliyle doğallığı bozma girişimleri olmasa. Bu konuda yaşanan sorunlar hiç hoş değil ve ben bu yazıyı böyle bağlamak istemezdim. 
Fakat bu da böyle bir dönemin yazısı, böyle bir dönemin düşündürdükleri. 
    Ve şimdi yine gerekli durumlar hariç eve kapanma vakti.