Bugün "Sevgili Günlük" havasındayım. Günler birbirini tekrar eden aynılıkta akıyor ve ben bir şeyler bekleyen ama bunun ne olduğunu bilemeyen ergenler gibi yazmak istiyorum. Zamanında çok yazdım, oradan biliyorum.
Gerekmedikçe dışarı çıkmamak, en kötüsü buna alışmak canımı çok sıkmaya başladı. Alıştığıma inanamıyorum. Normal şartlarda her daim sergi kovalardım, hangi film vizyona girmiş takip ederdim, kardeşimle birbirimize konser haberleri atardık. Hepsini çoook özledim. Sanki hiçbiri tekrar yaşanmayacakmış gibi geliyor. Fakat geçtiğimiz kış aylarında bu sene denize girmeyeceğimi de düşündüğüm için ve akabinde birkaç gün de olsa denizle buluştuğumdan içimde bir umut kendini gösterip gösterip geri çekiliyor. Yine sinemaya, tiyatroya, konserlere gideriz değil mi? Aslına bakarsan tiyatro konusunda düzenleme yapılmalı ve salonlar tedbirli şekilde açılmalı diye düşünüyorum. Uçakla birkaç saat yan yana yolculuk yapılıyorsa, bir boşluklu oturma düzeniyle, çok uzun olmayan oyunlar pekala izlenebilir.
Bak şimdi aklıma geldi. Her Ağustos Beylikdüzü'nde "Barış ve Sevgi Buluşmaları" olurdu. Paralelinde Sahaf Sokağı açılırdı. Yazarların, oyuncuların biri gelir biri giderdi. Ahmet Mümtaz Taylan ve Hakan Günday konuşmasını Yekta Kopan sunardı mesela. Bunun gibi toplantılar... Vaktim oldukça konuşmaları kaçırmazdım, muhakkak sahaflardan alışveriş yapardım. Her akşam bir konser olurdu. Edip Akbayram'ı ilk kez burada dinlemiştim. Bu sene hiçbiri yok. Üzücü...
Hava çok sıcak, pencereler, balkon kapısı devamlı açık. Yakındaki bir evden sürekli zurna sesi geliyor. Birisi azimle zurna çalmaya çalışıyor. Sebat edenlere saygımızdan ses çıkarmıyoruz ama devamlı aynı ezgileri çalıyor, arada kesiyor başa dönüyor, bazı notaları tekrar tekrar basıyor ve bu benim gerçekten başımı şişiriyor. İlk anlaşılır parçası "Kandıramazsın beniii, susturamazsın beniii" diye bir şarkı vardı ya, o oldu. Üstüne bir de evde Orhun klasik gitar çalışıyor:) İlkokuldaki gazlama zamanlarına döndük. Çalışıp çalışıp bize "Nasıl?" diye soruyor. "Aferin oğlum" diyoruz:) Hakikaten fena da gitmiyor. Kulağı var çünkü çocukken 2-3 sene piyano çalışmıştı. Gençken ben de gitara heveslenmiştim ama becerememiştim. Şartlar bugünle aynı değildi tabii. Şimdi internetten her şeyi izleyip öğrenebiliyorsun. Neyse... Şuna bağlayacağım. Zurna gitardan daha çok ses çıkarıyor.
Geçenlerde birkaç gün telefonsuz kaldım. Sebep dezenfekte ederken içine sıvı kaçırmak. Ekranı bozuldu. Durduk yere gereksiz bir masraf çıktı. "Üstüne biraz daha ekle telefonu değiştir" diyenler oldu ama telefonumdan memnundum, tamiri tercih ettim. Devamlı telefon değiştirenlerden değilim çok şükür. Bilinçsizce tükettiğimiz her elektroniğin atığı bize çevre kirliliği anlamında geri dönüyor. Tam şu noktada Netflix'teki "Down To Earth With Zac Efron" adlı belgeseli tavsiye edeceğim. Bugünlerde onu seyrediyorum, son bir bölümüm kaldı. Zac Efron -ki isimden tanımasanız da yüzünü görünce oyuncu olduğu aklınıza gelecek- süper gıda uzmanı arkadaşı Darin Olien'le dünyanın özellikli bölgelerine gidiyor, tarım konusunu, yenilenebilir enerjiyi, sağlıklı yaşamı ve bunun gibi konuları anlatıyor, gösteriyor. Son derece bilgilendirici. Örneğin Peru'daki bölüm çok iyiydi. Olası bir felaket durumunda tarımın devam etmesini sağlamak için kurulan merkezlerden biri Lima'daymış. Kıtlık zamanı kullanılacak en pratik yiyecek hangisi? Tabii ki patates. Burada yüzlerce çeşit patates üzerinde çalışılıyordu. Dünya üzerindeki bu gibi noktaların yer aldığı bir haritayı gösterdiler. Böylesi kurumların varlığı beni mutlu ediyor. Ancak birileri insanlık adına çalışırken birilerinin kafasının da yalnızca kötülüğe çalışması ayrıca düşündürüyor ve üzüyor. Adamlar oturmuşlar "Dünya bir felaket yaşarsa insanlığın devamını nasıl sağlarız?" diye kafa patlatıyorlar. İşi gücü boş işlerle uğraşmak olan komplo yanlıları da herkese şüpheyle bakıyor, herkesten kötülük bekliyor, her yenilikten korkuyorlar. Neyse... Konu derin, fikrim bol. Bir başka zamana... Belgesele dönecek olursak, Down To Earth'ün bir parça turizm yönü de var. Programı küresel iklim krizi açısından da izleyebilirsiniz, sadece bir turist olarak da aynı şekilde ilginizi çeker. Bu bakımdan çok başarılı buldum. Sıkmadan, yormadan aktarmak, uyarmak en güzeli. Bir yandan böyle şeyler seyrediyorum, üzerine çokça düşünüyorum. Bir yandan Covid 19 korkusundan telefonumu sabunlayıp bozuyorum. Kendimi çok salak hissediyorum.
Bugünlerde izlediğim bir başka dizi Marcella. İngiliz polisiyesi. Marcella başarılı fakat inanılmaz sorunlu bir polis. Dizinin havası, başroldeki kadın dedektifin farklı kişilik özellikleri bana İsveç-Danimarka ortak yapımı Bron/Broen'i hatırlattı (Bu diziyi yazmıştım daha önce çünkü çok severim). Bir baktım ikisini de Hans Rosenfelt yazmış, yönetmiş. Bron/Broen'i karamsar bulanlar bunu da sevmeyebilirler fakat tam benlik diziler bunlar. Sorunsuz insan var mı ki, diziler, filmler, romanlar güllük gülistanlık olsun?
Haydi bir de ne okuduğuma değineyim. "Tatar Çölü'nü" bitirdim, Huysuz Virjin biyografisi olan "Katina'nın Elinde Makası'na" geçtim. Biyografi uzun süredir kitaplığımdaydı. Arkadaş hediyesiydi. Seyfi Dursunoğlu'nun zaman içinde çok röportajını okuduğum için yeterince tanıdığımı düşünüyordum, biyografiyi bekletiyordum. Yakın zamanda hayatını kaybetmesi beni üzdü ve kitaba yöneldim. Tatar Çölü'ndeki -her ne kadar kurgu karakter olsa da böyle insanlar da var malûm- Drogo'nun basiretsizliğinden, çakılıp kalmışlığından sonra Seyfi Dursunoğlu'nun ne istediğini bilip bunları gerçekleştirme gayreti bana çok iyi geldi. Düzenin dışındaki insanlar iyi ki varlar.
İşte böyle. Oradan biraz, buradan biraz oldu... Böylesi yazılarda yorumlar çok ilgimi çekiyor. Çünkü herkes kendisine yakın gelen kısımla, ilgilendiği kısımla ilgili yorum yapıyor -tıpkı benim yaptığım gibi- ve ben hemen otomatik analize girişiyorum:) Çok insan var, çok fikir var. Dolayısıyla herkesin huyu farklı, psikolojisi, beğenisi, zevki farklı. Bu güzel bir şey. Yazının paragrafları arasındaki boşluk için kusura bakılmasın. Neden oldu bilmiyorum. Teknik değişiklikler olduğundan beri zorlanıyorum. Baktım baktım, paragraf aralığını düzeltme yolunu bulamadım. O yüzden aynen yayınlayacağım. Şu an fazla uğraşmak istemiyorum. Geçen yazıda da fotoğrafları silememiştim. Telefonum bozulduğu için fotoğrafları bizimkilerden istemiştim. Örneğin denizdeki o el benim değil, kardeşimin:) Sonra telefon geldi, fotoğraflar geldi. Bence kimse benim kadar güzel çekememiş:) Değiştirecektim fakat kaldıramadım hiçbirini. Yazı karakteri ve puntosu hakkında da sıkıntılarım var. Büyük punto tercih ediyorum. Ancak değişiklikler olduğundan beri, daha önce tercih ettiklerim iyice bir büyüdü. Küçültünce de fazla küçülüyor. Bakalım. Umarım bir ara hallederim. Şimdi ben gideyim, hazır zurna sesi de kesilmişken Down To Earth'ün son bölümünü izleyeyim.