28 Şubat 2014 Cuma

ÖF!

  
    Sabah uyandığımdan beri bir o haberi okuyorum, bir bu haberi. Canım sıkıldıkça sıkılıyor. Önce rüşvet ve yolsuzluk soruşturması kapsamında tutuklu bulunan malum şahısların tahliye edilmeleri haberini duydum. Herkes tepkili ama olan olmuş, salıverilmişler bile. Kimileri yıllarca suçunu bilmeden yatarken, kimileri de böyle kısa sürede özgürlüğüne kavuşuveriyor işte. Ben anlamıyorum, anlayan varsa beri gelsin. 
    Sonra Ukrayna'da yaşanan karışıklar var. Geçen hafta sinir bozucu görüntülere tanık olduk, onlarca insan hayatını kaybetti. Şimdi işin içine Kırım Türkleri de girdi. Rusya'nın Kırım'a girdiği haberleri var. Üzücü. Anne tarafından Kırımlı'yız. Uzun yıllar öncesi Kırım'dan göç edilmiş. Bu yüzden ayrı bir üzülüyorum galiba ama nereli olursak olalım dünyanın herhangi bir yerinde olan karışıklık ve arada masum insanların hayatlarının kararması etkiliyor beni. 
    Bir yandan tahliye olayı, bir yandan Rusya-Ukrayna-Kırım haberlerini takip ederken arada bir de Fenerbahçe yönetici ve avukatlarının basın toplantısını izledim iyice gaza geldim:) Hangi takımı tutarsanız tutun 3 yıldır artan bir şekilde Fenerbahçe'ye ve Fenerbahçe taraftarına yapılan haksızlıkları görmezden gelemezsiniz. Gerçi kimler haksızlığa uğramıyor ki bu devirde. Öyle ya da böyle, bir şekilde haksızlığa uğruyoruz. Her gün aksiyon, her gün heyecan, her gün sinir bozukluğu. 
    Az önce blog sayfamı açtım, aslında Bursa müzelerini tanıtmaya devam edecektim ama iç sıkıntımı aktarmadan geçmek istemedim. Ortalık yangın yeriyken "bu da bir müze tutturmuş" diye düşünülebilir sonuçta. Ama akıl sağlığımızı da düşünmemiz gerekiyor değil mi? Bazen gündemden kaçmak istiyor insan? En iyi sığınma alanlarından biri de -eski, yeni, kitap, sinema, tiyatro, müzik vs. hiç fark etmez- sanat oluyor bu durumda. Bir sonraki post Karagöz Müzesi ile ilgili olacak. Beni izlemeye devam edin. İyi kaçışlar efendim!




26 Şubat 2014 Çarşamba

MERİNOS ENERJİ MÜZESİ (BURSA NOTLARI - 2)

    Bir önceki yazıda, çok beğendiğim Bursa Merinos Tekstil Sanayi Müzesi'ni anlatmıştım. (burada) Merinos Enerji Müzesi var sırada. 
    Bursa'nın Merinos semtinde Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi bünyesinde yer alan Enerji Müzesi, tıpkı Tekstil Sanayi Müzesi gibi tarihi bir öneme sahip. Bir önceki yazımda tarihi öneme ayrıntısıyla değindiğim için bu sefer bazı ayrıntılardan kaçınacağım. 
    2004 yılında faaliyetine son verilen Merinos Tekstil Fabrikası büyük bir müesseseydi. Fabrikanın enerji ihtiyacını karşılamak üzere bir elektrik santrali yapılmasına karar verildi ve Atatürk'ün emriyle 28 Kasım 1935 tarihinde santralin temelleri atıldı. Öncelikle sadece fabrikanın enerji ihtiyacını karşılayan santral, 15 yıl içerisinde gelişti ve 1973 yılına kadar Bursa kentinin ihtiyacı olan elektriğin bir kısmını da karşılamaya başladı. Merinos Tekstil Fabrikası kapanınca; Merinos Elektrik Santrali, Merinos Enerji Müzesi olarak düzenlendi ve hizmete sunuldu. Yani Merinos Tekstil Müzesi'ni ve Enerji Müzesi'ni  bir değerlendirmek gerekiyor.
    
    Merinos Enerji Müzesi'ni de çok beğendim, ilgiyle gezdim. Tarihi ve teknik anlamda bilgilendirme son derece yeterli. Sıkılmadan, rahat rahat gezilen düzenli, şık ve eğlenceli bir müze. 
    
    Neler var müzede? Öncelikle zamanında santralde kullanılan kazanlar ve makineler var. Birçok mankenle bu makinelerin zamanında nasıl kullanıldığı anlatılmaya çalışılmış. Gündelik yaşam sadece teknik anlamda değil, ufak tefek bazı ayrıntılarla canlandırılmış. Öyle ki üst katta bir bölümü gezerken, yerdeki bir boşluktan kazan dairesinden yukarıya doğru başını kaldırmış sana bakan bir işçiye rastlayabiliyorsun, ya da Permutit bölümünü gezerken soğuk algınlığı olan bir Merinos personelini içinden sıcak su akan  borulardan birine oturmuş şifa bulmaya çalışırken görebiliyorsun:) 



    Zamanında santralde çalışan işçiler unutulmamış. İşçilere ait fotoğraflar ve kayıt defterleri de sergileniyor. Müzenin kurulum aşamasında santralin emekli çalışanlarına danışılmış. Ayrıca talep edilmesi halinde, santralin müze gönüllüsü emekli çalışanları, ziyaretçilere eski çalışma prensibiyle ilgili bilgiler vermekteymiş.



    Müzede Dünya'da, Türkiye'de ve Bursa'da elektriğin tarih boyunca izlediği yolu belge ve fotoğraflarla takip etmek mümkün. Ayrıca Bursa'da elektrik öncesi dönemde kullanılan aydınlatma araçları da sergilenmekte. Örneğin şu sokak lambası gibi. Romanlarda, filmlerde rastladığımız, ancak hayal edebildiğimiz, gaz yağıyla çalışan bu lambanın başından ayrılamadım bir süre. Tabelada şöyle yazıyor: "19.yüzyılda Bursa Atatürk Caddesi üzerinde kullanılmış gaz yağı ile çalışan sokak lambası".


   
    
    Eski radyoların sergilendiği Elektrik Dağıtım Bölümü de ilginç. Bu bölümdeki Enerji Sanat Galerisi'nde zaman zaman sergiler düzenleniyormuş. Ayrıca yine bu bölümde farklı interaktif etkinlikler programlanıyormuş.


    
    Anladığım kadarıyla interaktif etkinlikler ve eğitim konusunda müze çok iddialı. Okul gruplarına enerji konusunda (yokluğu, varlığı, gerekliliği, üretim çeşitleri, çevre kirliliği, küresel ısınma vs.) eğitim amaçlı programlar yapıldığı gibi, yine öğrenciler için film gösterim alanı düzenlemesi de unutulmamış. Bizim ziyaret ettiğimiz gün bir grup öğrenci, öğretmenleri eşliğinde güle oynaya deneyler yapıyorlardı, hoşuma gitti doğrusu, hepsi çok keyifliydi. 

   Ve burası da en eğlenceli bölümlerden biri:) Permutit (Yumuşak Su) Bölümü. Yani buhar enerjisinin elektriğe çevrildiği bölüm. Burası aynen korunmuş. Ama ışık lazer ve sis gibi görsel öğelerle desteklenmiş. Müzik de unutulmamış. 

    
    Yukarıdaki fotoğraf pastel renklerin döndüğü zamanda çekildi, bekledim ve her renk geçişinde bir görüntü istedim:)İşte böyle. 
Normalde daha fazla renk var:)
    Kabul ediyorum, aslında  oldukça arabesk bir uygulama:) Ama dikkat çekiyor işte. Eğlenceli. Buharın elektriğe çevrildiği bölüm olduğunu unutmak kolay değil şimdi.
    Aslında bu renklendirme tekniği, santralin farklı bölümlerinde de var ama en etkileyici ve güzel fotoğraf veren bölüm burası.

    Kısacası Merinos Enerji Müzesi, eğlendirirken öğretme misyonunu gerçekten uygulayan bir müze. Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi buradaki fotoğraflar yetersiz kalıyor. Örneğin -söylemeyi unuttum- eski elektrikli ev aletlerinin ve bunların reklam afişlerinin yer aldığı bölüm de çok ilginçti. 
   
    
    Gezilmesi görülmesi gereken bir müze Merinos Enerji Müzesi. Tıpkı Merinos Tekstil Sanayi Müzesi gibi ücretsiz gezilebiliyor. Bursa Belediyesi'ni takdir ediyorum bu konuda. Diğer müzede olduğu gibi yine kaliteli kitapçıklar düzenlenmiş, tekerlekli sandalye ile gezecek vatandaşların rahatlığı düşünülmüş ve müze bünyesinde işitme engelli ziyaretçiler için rehber de görev almaktaymış.
    Merinos Enerji Müzesi, Bursa'nın Merinos semtinde Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi içerisinde Merinos Tekstil Sanayi Müzesi ile yan yana yer alıyor. Merinos'a Bursa içerisinde metro, dolmuş, otobüs her türlü ulaşım var. Merkez sayılan Heykel'e 15-20 dk. yürüme mesafesinde. Bursa'ya yolu düşen herkese, her iki müzeyi de şiddetle tavsiye ederim. 





25 Şubat 2014 Salı

MERİNOS TEKSTİL SANAYİ MÜZESİ - ( BURSA NOTLARI - 1)


    Cumhuriyet'in ilanından sonra; kalkınma adına, bir ülkenin dış güçlere bağımlı olmadan kendi kendine yetebilmesi adına, üretmek adına gerçekleştirdiği atılımlar neticesinde, ardı ardına kurulan fabrikalardan biridir Merinos Yünlü Sanayi Müessesesi. Sümerbank'ın Bursa'da kurmayı planladığı bu fabrikanın isim babası Mustafa Kemal Atatürk'tür.
    2 Şubat 1938 tarihinde açılır Sümerbank Merinos Fabrikası. Açılışı Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk yapar. Bu onun Bursa'ya yaptığı son ziyarette gerçekleşmiştir. Açılış gününün akşamında, fabrikanın açılışı şerefine ve Atatürk'ün onuruna belediye salonunda bir balo düzenlenir. 10 gün önce kendisine siroz teşhisi konmuş olan Atamız, rahatsızlığına rağmen baloya katılır. O gece neler olduğunu Sarı Zeybek belgeselini izleyenler çok net hatırlayacaklardır. Şöyle anlatılır Sarı Zeybek'te:
   "...Atatürk belki de bu baloya katılamayacak kadar hasta olmasına rağmen, Belediye'ye gidecek, yaşamla ölüm arasındaki o çizgide çok mutlu bir gece geçirecektir. Biraz da hüzünlüdür.
    ...Her türlü yorucu hallerden sakınması gerektiği daha 1 hafta önce kendisine söylenen Atatürk, pistte hafif ve zarif hareketlerle vals yapıyordu. herkes onun dansını seyretmeyi, dans etmeye tercih ediyordu. 4,5 ay sonra yataktan çıkamayacak kadar hastalığı artacak olan Atatürk'ün, bu dansın ardından takatsiz koltuğa çökmesini bekleyenler öyle yanıldılar ki.
    ... O gün orada olanlar vals boyunca topuklarının bir kez bile yere değmediğini anlatırlar... Atatürk, vals çalmaya devam eden orkestrayı aniden durdurup 'Sarı Zeybek!' der. Perhizine dikkat ederse 9 ay daha yaşayacağı söylenen birinin dizlerini yere vura vura Zeybek oynamasını herkes şaşkınlıkla izler".
    Sümerbank Merinos deyince öncelikle hep bu son dans gelir benim aklıma. Atam'ın son Bursa ziyareti, son mutlu gecelerinden biri, her zamanki zarafetiyle gerçekleştirdiği  ve ona çok yakışan zeybek dansı gelir. Bursa Sümerbank Merinos Tekstil Fabrikası, bir devrin kalkınma yükünün bir kısmını taşıması bakımından ve Cumhuriyet döneminin sembollerinden biri olması açısından önemli olduğu kadar, bu hüzünlü hatırayla da belleklerde yer etmiştir.
    Merinos Tekstil Fabrikası bugün yok. 2004 yılında Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından kapatıldı ve Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne devredildi. Fabrika arsasına Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi, Merinos Tekstil Sanayi Müzesi ve Merinos Enerji Müzesi yapıldı. Fabrikanın teknik ekipmanları ve yine fabrikaya ait, depolarda saklanan koleksiyon ortaya çıkarıldı, yıllar önce işletmede görev yapan personelden bilgi ve belgeler istendi, böylece Türkiye'nin ilk Tekstil Sanayi Müzesi oluşturuldu.
    Merinos Tekstil ve Sanayi Müzesi'ni çok beğendim. İsterdim ki fabrika olarak üretime devam etsin. Ancak bir dönemin ruhunun yabana atılmamış olması, özenle kurulmuş bir müzede yaşatılması da önemlidir diye düşünüyorum. Bizlere düşen bu müzeyi gezmek, bilhassa çocuklarımızı gezdirerek dönemin ruhunu anlatmak olacaktır. Hatırlarsak, unutmazsak, kendi kendine yetebilmenin, hazır yemenin değil üretmenin önemini çocuklarımıza benimsetirsek, bir gün gelir yerli fabrikalar tekrar açılır diye umut ediyorum.

    Şimdi fotoğraflara geçelim en iyisi. Çok fazla fotoğraf çekemedim çünkü müzeyi gezmek, incelemek daha keyifli geldi bana. Müzenin, benim fotoğraflarda yansıttığımdan çok daha güzel olduğunu belirtmem gerekiyor.




    Aşağıdaki fotoğrafta fabrikanın ilk çalışanları yer alıyor. 10 erkek, 10 kadın. Bursa göç alan bir şehir olduğu için, neredeyse tamamı Balkan göçmeni.



    Aşağıdaki fotoğrafta ipekböceği kozaları... İlgiyle incelediğimi gören görevli "İsterseniz alabilirsiniz" dedi. Bir tane kendime, bir tane de yeğenim Nisan'a aldım. Nisan çok mutlu oldu, okula götürmüş arkadaşlarına göstermek için, öğretmeni de ipeğin hikayesini anlatmış onlara. Kozanın 1 tanesinden 1400 m.ipek iplik elde ediliyormuş. Eğer müzeye salı ya da perşembe günü gidecek olursanız kozadan nasıl ipek yapıldığına şahit olabilirsiniz. O günlerde bir görevli ipek yapımını gösteriyormuş. Ben cuma günü gittim:(


Şimdi susmuş olan makinalar...




Kadın işçilere bir güvenlik uyarısı. "Saçlarını Bağla!" 

    Gerçekten çok az resim çekmişim. Müzede benim gösterebildiğimden çok daha fazlası var. Fabrikanın tarihçesi var, fabrikaya verilen plaketler var, fabrikaya ait telefon santrali var, personel kayıt defterleri var, makina başında çalışan temsili işçiler var, zamanında misafirlerin ağırlanmış olduğu bölüm var, Merinos'un orijinal kumaşları var, çalışanlara balo salonunda gösterilen filmlerin sinema makinası var, laboratuvar var, Atatürk odası var, zamanında fabrikayı ziyaret etmiş önemli isimler var, elektronik ekranlarda gösterilen Merinos belgeselleri var. Ve tabii fabrikaya ait bir çok makine var. Tüm bunların hepsi çok şık bir düzen içerisinde sergilenmiş. Kalıcı serginin yanı sıra müze bünyesinde geçici sergiler de düzenlenmekte.   
    Tekstil Müzesi'nin yanında bir de Enerji Müzesi var ki onu bir sonraki yazıda tanıtacağım. Fabrika'ya ve Bursa'nın bir kısmına elektrik sağlayan santral de müze haline getirilmiş. İkisi de çok şık, çok düzenli, sıkılmadan gezilebilecek müzeler olmuşlar. Kadın, erkek tüm görevliler oldukça güler yüzlü ve bilgi vermeye hazır durumdalar. Bu müzeleri ziyarete açan ve özenle koruyan, tanıtmaya çalışan Bursa Belediyesi'ni kutluyorum. Her iki müzeye giriş ücretsiz. Bu açıdan da tebriği, teşekkürü hak ediyorlar. Ayrıca çok kaliteli kitapçıklar hazırladıklarını da belirtmek isterim. Bursa Merinos Tekstil Müzesi kesinlikle görülmesi gereken bir müze. Ben çok sevdim, çok duygulandım. Yolunuz Bursa'ya düşerse kesinlikle tavsiye ederim.
Ayrıca Bursa seyahatimin ilk günü buluştuğum, Merinos Tekstil Sanayi Müzesi ve Enerji Müzesi'ni bana tanıtan, hatta üşenmeyip gezdiren sevgili arkadaşım Semi'ye (Mutlu Eller) teşekkürü bir borç bilirim.

Not:Müze, Bursa'nın Merinos semtinde. Merkezi Heykel alırsak (yani Ulu Cami'nin olduğu bölge), yürünebilecek mesafede. Bursa'da ulaşım rahat. Merinos'a otobüs, dolmuş, metro, tramvay her türlü ulaşım var. 



21 Şubat 2014 Cuma

MEMLEKET KOKUSU...



Anadolu'dan İstanbul'a gelenlere "Gemlik'e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma" demiş ya Orhan Veli... İşte o deniz bu deniz.

    Geçtiğimiz hafta sonunu Gemlik'te geçirdim. Gemlik benim baba tarafından memleketim. Çok seviyorum. Çocukken tatillerimizin bir kısmını geçirirdik burada, babaanneme giderdik ve benim o günlerden kalma deniz kokan hatıralarım var. Güzeldir Gemlik.
    Babaannem orada yaşıyor. Bir de halam ve birkaç kuzenim... Gitmeden önce herkese "Ben geliyorum bakın ona göre" diye haber verdim.:) Herkesi görmek istiyordum çünkü. Hatta arkadaşlarıma bile haber verdim. Blog arkadaşım Semi'yle buluştuk Bursa'da mesela. Bir de üniversiteden arkadaşımla görüştüm. 3,5 güne neler sığdırdım neler.   2 gün Bursa'da gezdim. Bir gün Semi'yle, bir gün de kuzenimle... Semi beni Merinos Tekstil Müzesi'ne, Enerji Müzesi'ne götürdü. Bayıldım. Kuzenle de Kent Müzesi'ni gezdik, Karagöz Müzesi'ni gezdik, seneler sonra çok sevdiğim Ulu Camii'yi ziyaret ettim. Koza Han'da İskender yedik:) Bursa'ya gittiğimi öğrenenlerin kaçınılmaz sorusuna bir de buradan cevap vereyim: "Hayır, Şehzade Mustafa'nın türbesine gitmedim":) Pazartesi günü evime dönmeden önce Gemlikli üniversite arkadaşımla kahvaltı ettik, kordon boyunda yürüyüş yaptık. Gemlik Körfezi güneşin batışının en güzel seyredildiği yerlerden biridir, Babaannem ben çocukken kordon boyunda bir evde otururdu ve akşama doğru denizin üzerinde nasıl bir manzara olurdu anlatamam. O gün ben oradayken vakit erken olsa da işte bunları düşünerek gezdim kordon boyunda. Yine güzeldi kordon boyu.

    Havalar iyi diyoruz ama ne de olsa kış mevsimindeyiz, gezerken üşüttüm.               Bir güneş, bir serinlik etkiledi beni. Geldiğimden beri dinlenmeye, iyi olmaya çalışıyorum. Buralara uğrayamadım. Oysa anlatacaklarım vardı. Bu yazı girizgah olsun, gezdiğimi gördüğümü anlatacağım. Evdekileri özlesem de, hafta sonu Bursa, Gemlik, akrabalar, arkadaşlar bana çok iyi geldi:) Arada böyle kaçamaklar herkese lazım.





14 Şubat 2014 Cuma

KAPLUMBAĞA...

       
    
    En uzun ömürlü canlının hangisi olduğunu düşündüğümüzde ilk akla gelen isimdir "Kaplumbağa". Belki bu yüzden imreniriz ona. Fakat çok çok uzun yaşamak iyi           bir şey midir gerçekten? Düşünsenize, tarih sahnesinden geçen onlarca korkunç olayı görmek, bilmek hatta bizzat içinde yer almak var. Yorucu, yıpratıcı olmaz mı böylesi? Bunları düşündüm dün akşam Ali Poyrazoğlu'nun yeni oyunu Kaplumbağa'yı seyrederken. Tam 200 yaşında bir kaplumbağa vardı sahnede. Evrim kuramcısı Darwin'in 1800'lü yılların başında Galapagos Adaları'ndan getirdiği kaplumbağa     Harry Robinson... Harry, bir noktada Darwin'in yanından ayrılıyor ve 200 yıl boyunca Avrupa'yı geziyor. 1.Dünya Savaşı sırasında yediği zehirli gazlarla hızlı bir evrim geçiriyor ve insan boyuna ulaşıyor, 2 ayağı üzerinde yükseliyor. Hiroşima'ya bomba atıldığını görünce konuşuyor ilk kez. Dudaklarından kocaman bir "Hayır!" dökülüyor. Hitler'i tanıyor, Lenin'i, Stalin'i... Guernica'nın bombalanmasına tanık oluyor. Renkli anıları da yok değil. Kabarelerde, sanat galerinde sergileniyor, Salvador Dali'yle tanışıyor örneğin ama aklında kalan ve öğrendiği en önemli şey, insanoğlunun ne denli kalleş olduğu... Yoruluyor Harry... Galapagos Adaları'na dönmek ve orada ölmek istiyor. Çabuk gidebilmek için ünlü bir tarihçinin kapısını çalıyor. "Sana gördüklerimi, yaşadıklarımı, resmi tarihe dahil olmayanları anlatırsam beni Galapagos Adaları'na götürür müsün?" diyor. Tarihçi şaşırıyor. Onun insan özellikleri gösteren bir kaplumbağa olduğuna inanınca kabul ediyor bu teklifi. Harry anlatıyor, tarihçi yazıyor. Bir süre sonra işin içine tarihçinin karısı ve hastalandığında Harry'ye bakan doktor da giriyor. Her biri farklı amaçlarla, farklı beklentilerle yaklaşıyor bizim yaşlı kaplumbağamıza. Ya sonra? Sonrası oyunda.


    Ali Poyrazoğlu oyunculuğuna, zekasına ve bilgisine hayran olduğum usta bir isim. İspanyol tiyatro yazarı Juan Mayorga'nın karşılıklı felsefi konuşmalarla bezeli bu eserini, kendine özgü dokunuşlarla sıkılmadan seyredilecek hareketli bir oyun haline getirmiş. Ki oyunun sonunda bu konuda nasıl düşündüğünü, neler uyguladığını anlattı biz seyircilere. Müthiş bir tevazuyla oyuncu ve seyircinin aslında bir olduğunu belirtti ve bizleri tebrik etti. Gecenin sürprizi ise Yıldız Kenter'in de o akşam salonda olması ve seyirciyi selamlamasıydı. Kısacası müthiş bir akşamdı. Darwin'in Kaplumbağa'sı Harry ile zamanda yolculuk ettik, kimi zaman güldük, kimi zaman insanoğlunun zalimliği karşısında düşüncelere daldık, hatta utandık. 
    Kaplumbağa, farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, farklı şehirlerde oynamaya devam ediyor. Ali Poyrazoğlu ile beraber Bülent Kayabaş, Özdemir Çiftçioğlu ve Nur Gürkan'ın sergilediği bu benzersiz oyunu şiddetle tavsiye ediyorum.





11 Şubat 2014 Salı

PARA AVCISI




    Sen ne yaptın Martin? 71 yaşında adamsın, onlar nasıl sahneler öyle?:) Şaka tabii! Martin Scorsese'yi çok seviyorum. İstediği filmi, istediği gibi çeker, ben de muhakkak seyrederim.
    Para Avcısı (The Wolf Of Wall Street) dehşet bir film. 18 yaş sınırı var ve kesinlikle uyulması gerekiyor. Bizim arkamızdaki sırada aklı evvel bir aile vardı, çocuklarını da getirmişler. Çocuğa "Gözlerini kaparsın" dediler inanamadım. Tüm filmi gözü kapalı izlemesi lazım çocuğun. Üstelik 3 saat boyunca. Muhteşem bir hafta sonu aktivitesi ayarlamışlar ailecek. Bazı anne-babaları anlamam mümkün değil. O gün unuttum ama bir daha aynı sinemaya gittiğimde yaş sınırı konusunda şikayetlerimi ileteceğim.
    Neyse biz gelelim Para Avcısı'na. Yönetmen Martin Scorsese film hakkında şöyle demiş: "Kahramanım Jordan Belfort, Wall Street'teki hedonist yaşamı ve saplantılı açgözlülüğüyle günümüz toplumundaki tüm yanlışların yansıması". Filmin özeti aynen bu. Zengin olmayı kafaya koymuş Jordan Belfort, çok genç bir yaşta Stratton Oakmont yatırım şirketini kurar. Yanına eğitimsiz ama hırslı satışçıları toplar. Her türlü satış hilesiyle yatırımcıları kandırarak müthiş paralar kazanır Jordan. Öyle ki bu paraları nasıl harcayacağını bilemez. Kadınlar, içki, uyuşturucu çemberinde hedonizmin sınırlarında bir yaşantı içerisine girer. Tüm şirket çalışanları da yanındadır. Peki bu hep böyle sürer mi? Bunu söylemek filmin sonunu söylemek olur.

    Para Avcısı, 18 yaş sınırını aşan sahneleriyle Amerika'da tartışılan bir film olsa da, gişe başarısı oldukça yüksekmiş. Evet, Jordan Belfort ve takımının seks, uyuşturucu, partileme, kandırma, yolsuzluk konusunda her türlü utanma duygusundan uzak, akla hayale gelmeyecek saçmalıkta aşırı hareketlerini izleyince " Yok artık, bu kadar da olmaz" diye düşünüyorsun ama tüm bunlar o kadar komik işlenmiş ki olaylara gülmece tarafından bakabiliyorsun ancak. Film hızlı başlıyor ve aynı hızla devam ediyor. 3 saat gibi uzun bir süresi olmasına rağmen sıkılmıyorsun. Ben çok güldüm açıkçası. Leonardo DiCaprio, Jordan Belfort rolünde inanılmaz sevimli, adama sinir olamıyorsun bile. Ki bu rolüyle Golden Globe ödül töreninde Komedi Müzikal dalında En İyi Erkek Oyuncu seçildi ve yine aynı rolle Oscar'a da aday gösterildi. Para Avcısı, En İyi Film de dahil olmak üzere 5 dalda Oscar'a aday eğlenceli bir film. Fakat tekrar hatırlatayım 18 yaş sınırını sonuna kadar hak ediyor. Rahatsız olurum, saçma bulurum diyen hiç gitmesin.
    Para Avcısı iyi, hoş, eğlenceli diyoruz ama her ne kadar abartılı yansıtılsa da olaylarda gerçeklik payı var. Jordan Belfort diye biri gerçekten var ve yatırımcıları kandırarak zengin olmuş, parasını deli partilerde harcamış, yolsuzluklar ortaya çıkınca yargılanmış ve hatta arkadaşlarını ele vererek cezai indirimden yararlanmış. Şimdilerde yaşadıklarını yazdığı kitabıyla ve motivasyon konusunda verdiği seminerlerle geçinmekteymiş. Filmi gülerek seyrettim tamam ama insanları kandırmayı iş edinen ve bunu utanmadan uygulayan, çevresindekileri ilk fırsatta satan bir adamdan motivasyon dersleri alır mıydım o konuda emin değilim. Alanlar varmış demek ki. Filmi izledikten sonra müşterileri artar mı, azalır mı bilmem? Ama artarsa hiç şaşırmam. Çünkü filmin bir sahnesinde Jordan şöyle diyordu:                   "Stratton Oakmont, Amerika'nın ta kendisidir". Vaaay! Bunu siz söylediniz dostum!





KARLAR ÜLKESİ



    12 Yıllık Esaret'i izledikten hemen sonra, hemen ertesi günü bu animasyonu seyretmek çok iyi geldi. 9 yaşındaki yeğenim Nisan'la gittik sinemaya. O 2.kez seyrediyordu:) Bir kız çocuğu olarak bayılmış tabii. Bir daha seyretmek istiyormuş.
    Ben de çok beğendim 3 boyutlu izlediğimiz Karlar Ülkesini. Disney yine yapacağını yapmış. O ne güzel çizimler öyle. Anna ve Elsa'yı hayranlıkla izledim. Beyazların, mavilerin ağırlıkta olduğu pırıl pırıl bir masal... Bu kış kayda değer miktarda kar görmeyen bir İstanbullu olarak, karın yağmasını nasıl istedim anlatamam. 
    Sinema salonunda çok küçük çocuklar da vardı ve aslında bu animasyon 3-4 yaşlarındaki çocuklara göre değil. Sıkılabilirler anlamında söylüyorum. Yetişkinlerin de severek izleyeceği bir konusu ve ilerleyişi var. Fakat görüntüler öyle göz alıcı ve Anna karakteri o kadar sevimli ki küçükler bile gözlerini ayırmadılar perdeden. Elsa'nın Anna'yı hayata döndürmek için sarıldığı sahnede salonda çıt çıkmıyordu, kalakaldı garipler:) 
    Filmin konusuna gelecek olursak... Elsa ve Anna iki kardeş prenses. Elsa'nın dokunduğu her şeyi buza döndürmek gibi bir gücü var. Bir gün oyun oynarlarken Elsa'nın buza dönüştürme gücü yüzünden Anna yaralanıyor. Anne ve babaları, yani kral ve kraliçe çocuklarını büyücüye götürüyorlar. Anna kurtuluyor fakat Elsa'nın bir odaya kapatılmasına, fazla göz önüne çıkmamasına, Anna'yla ilişkisini kesmesine karar veriliyor. Anna senelerce ablasının odasının kapısında "Oyun oynayalım mı?" diye yalvarıyor, en sonunda ümidi kesip vazgeçiyor. Bir gün anne ve babaları bir deniz kazasında ölüyor. Arendelle ülkesinin kraliçesi olacak olan Elsa'nın taç giyme günü gelip çatıyor. Elsa mecburen halkın önüne çıkıyor ama hiçbir şeye dokunmamak zorunda. Törende kardeşi Anna'ya da soğuk davranıyor. Aralarında çıkan bir anlaşmazlık sonucu Elsa sinirleniyor ve her şeyi buza dönüştürüyor. Böylece sihri ortaya çıkmış oluyor, ülkeye sonsuz bir kış geliyor. Elsa kaçıyor ve bir dağda yarattığı sarayda kendi kendine yaşamaya başlıyor. Anna ablasının peşinden gidiyor. Amacı ülkesinin üzerindeki sonsuz kışı kaldırmak. Yolda Kardan Adam Olaf ve buz satıcısı Kristoff ile tanışıyor. Aşklı, meşkli, maceralı bir şekilde ilerliyor masalımız:) 

    Karlar Ülkesi, orijinal adıyla Frozen, En İyi Animasyon Film dalında Golden Globe ödülünü kazandı. Yine aynı dalda ve En İyi Orijinal Şarkı dalında, "Let It Go" ile Oscar'a aday. Filmin Oscar'a aday şarkısı bütün çocukların dilinde. Nisan bütün gün söylüyor mesela. İngilizce'sini, Türkçe'sini, İspanyolca'sını ayrı ezberlemiş:) 


    
    Yönetmenliğini Chris Buck ve Jennifer Lee'nin yaptığı bu güzel masalı çocuğu olsun olmasın herkese tavsiye ediyorum. Karlar Ülkesi, yetişkin ya da çocuk herkese hitap eden animasyonlardan. Şahsen gözümü kırpmadan izledim.








12 YILLIK ESARET

   
    
    Çok beğendim. Çok etkilendim. Ağır ve üzücü konusuna karşın ilginin düşmesine izin vermeyen bir film ortaya çıkarmış Steve McQueen. 
    12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave), gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor. 1800'lü yıllarda, varlıklı, özgür bir müzisyen olan Afro-Amerikalı Solomon Northup, kendisine iş teklif eden 2 adamla birlikte Washington'a doğru yola çıkıyor. Bir süre sonra aynı adamlar tarafından kaçırıldığını ve köle olarak satıldığını anlıyor. Ve 12 yıl boyunca, yaşadığı zorlu  köle yaşantısından kurtulup ailesine kavuşmak için mücadele veriyor. Seyrettiklerimizin hepsi gerçek. Çünkü Solomon Northup, özgürlüğüne kavuştuktan sonra yaşadıklarını yazan ve siyahların beyazlar karşısındaki mücadelesi için çalışan gerçek bir karakter. Bu yüzden seyrettiklerim daha da üzüyor beni. Her seferinde olduğu gibi bir kez daha kölelik gibi bir kurumun varlığını aklım almıyor ve bir insanın kendisi gibi olmayan başka bir insana yaptığı işkencelere inanamıyorum.
    Filme dönecek olursak... Chiwetel Ejiofor'un canlandırdığı Solomon Northup kaçırılıyor, bir mal gibi sergileniyor ve satılıyor. İki çiftlikte köle olarak çalışıyor, yaşıyor. Her fırsatta kendisinin özgür bir siyah olduğunu, özgürlük belgesinin bulunduğunu söylüyor ama ya kendisine inandıramıyor ya da iyi niyetli olan ancak kurulu düzene karşı gelemeyenler tarafından görmezden geliniyor. Solomon'a devamlı eski hayatını unutmasını, bilgili bir insan olduğunu belli etmemesini, okuma-yazma bildiğini kimseye söylememesini tembih ediyorlar. İlk sahibi iyi bir insan olmasına rağmen, çiftlik kahyasıyla yaşanan problemler, sahibinin onu bir başkasına satmak zorunda kalmasına neden oluyor. Solomon'un ikinci sahibi Mr.Epps ve karısı, evlerden ırak iki psikopat. Kölelerine yapmadıkları işkence yok. Ben ki sessiz sedasız film seyrederim, pek tepki vermem ama Mr.Epps'in göründüğü sahnelerde "patlat şuna bir tane, gebertsene şunu" derken buldum kendimi:) 
    Filmin sonunda Solomon'un özgürlüğüne kavuşacağını ve ailesine döneceğini biliyoruz ama geride kalanların köle olarak yaşayacağını bilmek canımızı sıkıyor. En çok Patsy için üzülüyoruz. Söz konusu çiftlikte köle olarak doğan Patsy'nin, her şeye rağmen şarkılar söyleyebilen, otlardan bebekler yapan güzel bir genç kızdan, karı-koca Eppsler'in elinde yaşadığı işkencelerle nasıl yaralı bir (hem fiziksel hem duygusal anlamda yaralı) kadına döndüğüne şahit oluyoruz. 
    Kölelik kötü. Zamanında siyahlara yapılan eziyetler, haksızlıklar herkesin malumu. 12 Yıllık Esaret'te bunu bir kez daha görüyoruz ama yönetmen Steve McQueen, her beyazın aynı olmadığını özellikle vurgulamış. Solomon'un kurtulmasını sağlayan kişi, köleliğe karşı olan bir beyaz. Aynı şekilde, Solomon'un ilk sahibi olan Mr.Ford, gözü dönmüş kahya tarafından öldürülmesin diye kölesinin başında nöbet tutan iyi yürekli bir insan. Bu karakterleri Brad Pitt ve Sherlock Holmes dizisinden tanıdığımız Benedict Cumberbatch canlandırıyorlar ki kısa da olsa filmde yer almaları çok hoş olmuş. 

    Aynı ülke içerisinde bazı siyahların özgür, bazılarının köle olması ve hepsinin durumlarını belirten belgelerinin olması çok utanç verici. Yani özgür de olsan bunu belgelemek zorundasın. Bilindiği gibi Amerika'nın kuzeyinde özgür siyahlar yaşarken, güneyin ekonomisi kölelik sistemine dayanıyordu. Northup'un yaşadıklarından hemen sonra, kuzey-güney arasında kölelik kalsın-kalkmasın kaynaklı iç savaş yaşanmıştı ve savaşın sonunda kölelik kaldırılmıştı. Yine de siyahların üzerindeki baskının kalkması uzun uzun yıllar almıştı o ayrı. Bu yüzden kölelik konusu Amerikan sineması, televizyonu ve edebiyatı için önemli bir konudur. Bu filmin konusunun da akademi üyelerinin sevdiği konulardan olduğu için Oscar'ı alacağını söyleyenler var ama eğer alırsa sırf bu yüzden olduğunu söylemek haksızlık olur gibi geliyor bana. Görüntü, hikaye, müzik, oyunculuklar ve seyirciyi içine almasıyla dört dörtlük bir film. Golden Globe 2014'te Drama dalında En İyi Film ödülünü aldı bile. Bakalım kaç Oscar ödülü alacak?
    







AMERİCAN HUSTLE


    Bugünlerde arka arkaya vizyona giren filmler pek hoş, pek seyredilesi... Ve ben de bu aralar deli gibi film izlemek istiyorum. Oscar'a aday filmleri de tamamlamak lazım. Sırasıyla Düzenbaz, 12 Yıllık Esaret, Karlar Ülkesi ve Para Avcısı'nı seyrettim.             Her birinden ufak ufak bahsetmek isterim. Fakat ayrı yazılarda... Bu yazı American Hustle, yani Düzenbaz hakkında:

   American Hustle'ı henüz vizyona girmeden merakla bekliyordum. Sizce de reklamı biraz fazla yapılmadı mı? Yüksek beklentilerle izledim ama açıkçası çok çok etkilendiğim bir film olmadı. 
    David O.Russell'ın yönettiği filmin Jennifer Lawrence, Christian Bale, Bradley Cooper, Amy Adams, Jeremy Renner'dan oluşan kalabalık bir kadrosu var.         Robert de Niro da tadımlık bir rolle yer almış filmde. Film, Amerika'da gerçekten yaşanmış bir yolsuzluk skandalından (Abscam Skandalı) yola çıkarak çekilmiş.         Biraz daha mizahi bir dille, dikkat çekici starlarla parlak bir hikayeye dönmüş bu rüşvet ve yolsuzluk skandalı. 
    Ufak çaplı düzenbazlıklarla geçinen  Irving ve Sydney, büyük bir olay yakalamayı kendisine amaç edinmiş FBI ajanı Di Maso tarafından yakalanırlar ve işbirliğine mecbur bırakılırlar. Di Maso'nun planı eyaleti kalkındırmak isteyen New Jersey valisini ve kongre üyelerini uygunsuz işler yaparken yakalamaktır. Vali, bir Arap Şeyhi ile anlaşır, Arap Şeyhi'nin yatırım yapması için Amerikan vatandaşı olması gerekmektedir ve vatandaşlık için bazı kongre üyelerine rüşvet verilecektir. Irving ve Sydney, FBI ajanının yönlendirmesiyle valiyi yavaş yavaş tuzağa sürüklerler.Aslında vali iyi niyetlidir ve düzenbazlarımız tarafından kandırılarak yönlendirilir. Ve biz bu aşamada valiye acırız, aslında bunları yapmak istemeyen Irving'e üzülürüz ve özel hayatındaki başarısızlığını işinde kazanacağı büyük çaplı bir başarıyla örtbas etmek isteyen FBI ajanına fena şekilde sinir oluruz. Ha bir de Irving ve Sydney aşkının inişli çıkışlı hallerini seyrederiz. İşin içine Irving'in hafif çatlak karısı Rosalyn de girince durumlar biraz karışır, gerilim tırmanır, ne olacak nasıl olacak derken işler bir şekilde bir sona bağlanır. 
    American Hustle, komedi-müzikal  türünde değerlendirilen bir film ama gülünecek sahnelerin olmadığını belirtmek isterim. Belki bir-iki ufak sahne... Oyuncuların tiplemeleri konusunda diyorlarsa o ayrı. Her biri gerçekten çok farklı tiplemeler ortaya çıkarmışlar. Christian Bale'deki değişim şahane. Bradley Cooper'ın saçları olay:) Jennifer Lawrence deli dolu eş rolünde çok sevimli ve Amy Adams da çok farklı. Nasıl desem? Pırıl pırıl parlıyorlar. Her biri ayrı ayrı keyif verdi diyebilirim. Evet, bu filmin artısı kesinlikle oyuncuları. Olayların gelişme aşamasında ara ara konudan kopmak mümkün. Ama sonlara doğru toparlıyor ve en nihayetinde neler olacağı merakla bekleniyor. 1979 yılında geçtiği için kostümler ve dekor da oldukça ilgi çekici.
    Çok etkilenmedim demiştim ama epeyi övdüm filmi:) Bakalım Oscar ödül töreninde neler olacak? American Hustle tam 10 dalda Oscar'a aday. Ve Oscar'ın habercisi sayılan Altın Küre Film ve Televizyon ödüllerinde de Müzikal-Komedi dalında En İyi Film seçildi. Amy Adams En İyi Kadın Oyuncu, Jennifer Lawrence ise En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini aldılar bile. 
   




4 Şubat 2014 Salı

ÇOK ŞEY ANLATAN KARANLIK... KARANLIKTA DİYALOG....


    Dün nihayet "Karanlıkta Diyalog" deneyimini yaşadık. Bilmeyenler, henüz duymayanlar için kısaca özetlemek isterim. Karanlıkta Diyalog, 30 ülke, 130 şehirde     7 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş, yaşayarak öğrenmeye ve empati kurmaya yönelik farklı bir etkinlik. Şöyle ki: Önce Gayrettepe metro istasyonunda kurulmuş olan sergi alanına ulaşıyoruz. 



    Amacımız tamamen karanlık bir ortamda, sanki İstanbul'da geziyormuş hissi yaşayarak, görme engelli arkadaşlarımız gibi şehir hayatı içerisinde yer almak.         Asıl etkinlik mekanına 8-9 kişilik gruplar halinde alınıyoruz. (Öncesinde telefon, saat, gözlük gibi eşyalarımızı girişte yer alan dolaplara kilitliyoruz). Her birimizin eline karanlıkta en büyük yardımcımız olacak bastonlar veriliyor. Kısa bir bilgilendirmeden sonra karanlık İstanbul'a adım atıyoruz ve içeride kendisi de görme engelli olan asıl rehberimizle tanışıyoruz. Grup arasındaki kısa bir tanışma faslından sonra rehberimiz önde biz arkada ve tamamen onun sesine odaklı bir şekilde, elimizdeki bastonları sağa sola savura savura ilerlemeye başlıyoruz. Kolay mı? Hiç değil. Öyle "Bir süre sonra karanlığa alışırım" gibi bir durum yok. Önce bir parktan geçiyoruz, bastonlarımızla yerdeki taşları, köprünün tahtalarını ayırt edebiliyoruz. Bankta oturup kuşların sesini dinliyoruz. Görme duyusunu yitirince duyma işlevinin nasıl arttığını deneyimliyoruz. Parkın huzurlu ortamından çıkıp yürümeye başlayınca kalabalık bir caddede buluyoruz kendimizi, tramvaya biniyoruz. Pazara gidiyoruz, suya düşmekten korka korka tekneye biniyoruz, martı sesleri eşliğinde yol alıyoruz. Bir eve misafir oluyoruz (evdeki kokulara dikkat) ve görme engellilere özel bir filmden kısa bir bölüm izliyoruz. Bir ara bir duvarda yer alan Braille alfabesini öğreniyoruz ve dokunarak anlamaya çalıştığımız harfleri kağıda geçirmeye çalışıyoruz. Gezintimiz bir kafede son buluyor. İçeceklerimizi içerek durum değerlendirmesi yapıyoruz, rehberimizle ve grupta yer alan diğer ziyaretçilerle sohbet ediyoruz. 

    Ne çok şey yaptık değil mi? Bu gezinti yaklaşık 1,5 saat sürüyor ama inanın zamanın nasıl geçtiği hiç anlaşılmıyor. Alışık olmayan için karanlıkta yol almak hiç kolay değil. Birbirimize çarpıyoruz, diğer arkadaşlarla buluşamadığımızda rehberimizden gelip bizi almasını bekliyoruz. Karanlıkta Diyalog nasıl olurmuş onu öğreniyoruz. Herkes birbirine karşı nazik, herkes birbirine yardımcı olmaya çalışıyor, en ufak bir çarpmada birbirimizden özür diliyoruz. Fakat asıl önemlisi görme engelli arkadaşlarımızın hislerini deneyimliyor olmak. Görme engelli arkadaşlarımızın nezdinde tüm engelli arkadaşlarımızın şehir yaşantısı içerisinde ne gibi zorluklar yaşayabileceğinin farkına varıyoruz. Bu etkinlik işte bu açıdan çok önemli. Özellikle gençlerin ve çocukların mutlaka deneyimlemesi lazım. Böylece sosyal ortam içerisinde engelli arkadaşlarımıza nasıl yaklaşmak gerektiğin anlayacaklar, empati kuracaklar ve bu konuda belli bir kültür geliştireceklerdir. Ayrıca ileride ülke yönetiminde, şehir yönetiminde söz sahibi olacak olanlar onlar olduğu için şimdiden bu konuda hassasiyet geliştirmelerinin çok çok önemli olduğunu düşünüyorum.



    Dünya üzerinde 130 kentte sergilenmiş olan bu etkinliği ülkemize getirenleri tebrik ediyorum. Etkinliğe ilgi günden güne artıyormuş. Aralık ayında başladı ama ne zamana kadar süreceği belli değil. Şu anda devam ediyor yani. Gördüğü ilgiye bağlı olarak kalıcı olma ihtimali de varmış. Ben kalıcı olmasını çok isterim çünkü şu an etkinlik kapsamında görev alan 15 görme engelli arkadaşımıza, hatta daha fazlasına kalıcı bir iş imkanı doğacaktır. O yüzden duymayanlara duyuralım ve gerçekten çok farklı bir deneyim olan bu etkinliği kaçırmayalım.

    Neler yaptığımızı anlattım. Bir de neler hissettiğimden bahsedeyim. 
    1-Öncelikle neden böyle bir deneyimi merak ettiğimi sorguladım. Yani okuyan, gören, ilgilenen bir vatandaş olarak, engelli arkadaşlarımızın şehir yaşamı içerisinde fiziksel veya duygusal ne gibi zorluklar yaşayabileceğini tahmin ediyordum.                 Bu konuda ancak bu yaşta farkındalık geliştirmiş olsaydım çok ayıp olurdu. Tabii öncelikle Orhun'un medeni gelişimine katkıda bulunmaktı amacım. O yüzden beraber gittik. Ama ben neden görme engelli bir insan olma deneyimini yaşamak istemiştim acaba? Ya da neden ister bir insan? İtiraf ediyorum, etkinlik alanından çıkınca görecek olmak içimi rahatlatıyordu. Ama bir yandan da suçluluk duyuyordum böyle düşündüğüm için. Etkinlik boyunca kendimi sorguladım durdum yani. 
   2- Rehber arkadaşımızı çok merak ettim. Nasıl bir insan olduğunu; aslında ne iş yaptığını yani mesleğini; ne gibi zorluklarla karşılaştığını; görme engelinin durumunu, nedenini merak ettim. En son yapılan sohbette ufak tefek sorular oldu kendisine yönelik ama ben yalnızca "Asıl bizim sormamız lazım, engelli vatandaşlara yönelik şehir düzenlemesinden memnun musunuz?" şeklinde bir soru yöneltebildim. Bir de sesli kitaplarla ilgili fikrini sordum, ona yönelik fikrimi başka bir yazıda belirteceğim. Rehberimiz sorularımıza kibarca cevaplar verdi ve yardım etmemiz gerektiğinde görme engelli bir arkadaşa nasıl yaklaşmamız gerektiğinden bahsetti. Örneğin "Karşıdan karşıya geçmesine yardım edecekseniz, siz onun kolundan tutmayın, o sizin kolunuza dokunsun" dedi, nedenini belirtti. Ve "Toplu taşıma araçlarında durak anonsları yapılmıyorsa lütfen şoförden o sistemi açmasını rica edin" dedi. Bu açıdan da faydalı bir sohbetti.
   3- Ortamda en ufak bir ışık olmamasına rağmen, örneğin tekneye binip rüzgarın esintisi, dalga ve martı sesleriyle birlikte yolculuk yaparken nedense gözlerimi kapattım. Tekne keyfinin etkisini arttırmak için gözlerimi kapattım, oysa ki zaten görmüyorum. Neden böyle yaptım hiçbir fikrim yok.
    4- Gezerken hiçbir şey görmüyordum ama kafamda devamlı film gibi görüntüler beliriyordu. Mesela pazarda elime limon aldığımda hemen bir limon görüntüsü geliyordu gözümün önüne. Teknedeyken dalgalar, kuşlar, denizin mavisi canlanıyordu kafamın içinde. Doğuştan görmeyen bir insana göre çok çok farklı bir durum yani.


Bu da benim Braille Alfabesi yazım:) Ters yazmışım tabii ki. Kırk saatte bu kadar yazabildim:)

   Uzun bir yazı oldu. Demek ki epeyi etkilenmişim. Daha fazla anlatabilirim aslında. Psikolojiden girer, sosyolojiden çıkabilirim. Eğitimin önemine, vicdan denen insani duyguya değinebilirim. Görgü kurallarından, toplu yaşama kurallarından bahsedebilirim. Politikacılara, idarecilere laf atabilirim. İşte bu etkinlik bunların hepsini aynı anda düşündüren bir etkinlik. Anlayana tabii... Ama çocuklar anlar, gençler anlar. Onlar daha yolun başında. Muhakkak kafalarında bir yer eder burada yaşadıkları. O yüzden gençler başta olmak üzere herkese tavsiye ediyorum efendim.


Hamiş: Etkinliğin biletlerini önceden internetten almakta fayda var. Özellikle hafta sonları yoğun olacağını tahmin ediyorum. Gişeden de alınabilir ama bizim gireceğimiz zaman diliminde yer olmadığı söyleniyordu örneğin. Ben daha önce Biletix'ten aldığım için sorun olmadı. 
Tam 25 lira, indirimli 17 lira. İndirim konusunda öğrenci ve  65 yaş üstü dahil, THY çalışanları ve THY ile yolculuk edenler için de geçerli olduğu yazıyordu biletin üzerinde. Yolculuk olayını anlamadım. Yakınlarda THY ile yolculuk ettiyseniz ya da edeceksiniz bir sorun derim.
   





3 Şubat 2014 Pazartesi

LEV TOLSTOY... AĞAÇLARIN GÖLGESİNDE, HUZUR İÇİNDE...


 
Fotoğraf: Swiatoslaw Wojtkowiak

    Fotoğrafta görülen bir mezar. Başında ne bir mezar taşı var, ne bir heykel, ne de herhangi bir dini sembol... Ne mermer bir kaide üzerinde yer alıyor, ne de kendisini çevreleyen bir yapı içerisinde... Oysa ki çok ünlü birine ait. Rus yazar Tolstoy'un mezarı burası. Soylu bir aileden gelmesine rağmen sınıf farkını reddeden, köylülerle çalışan, onların çocuklarını okutan, ölmeden önce tüm mal varlığını doğduğu yerin halkına bırakmak isteyip ailesi tarafından engellenen, ömrü boyunca bu dünyadaki varlığını sorgulamaktan vazgeçmeyen büyük yazar Tolstoy; doğduğu yer olan Yasnaya Polyana'da kendisinin seçtiği bu mekanda -deyim yerindeyse- huzur içinde uyumakta. 
    Stefan Zweig'in Yolculuklar Üzerine isimli kitabında rastladım Tolstoy'un mezarına ve araştırdığımda pek çok kişi tarafından Rusya gezisi sırasında ziyaret edildiğini, görenleri çok etkilediğini öğrendim. Nasıl etkilemesin? Bu dünyaya ait şeklinin bu dünya var oldukça ikamet edeceği mekanın önemine inanmış pek çok insanın hayal ettiği türde huzurlu görünmüyor mu?
    Tolstoy'un neden burayı seçtiğiyle ilgili birkaç hikaye var ve hepsi de ağabeyi ile yaşadığı çocukluk günlerine dayanıyor ama ben bu konuda Stefan Zweig'in sözlerine güveniyorum. Çünkü Yasnaya Polyana ziyareti sırasında Tolstoy'un bizzat torunundan dinlemiş bu hikayeyi ve söz konusu kitapta şu şekilde aktarıyor:

    "Yasnaya Polyana'daki en mükemmel yer, en duygulandırıcı şey Tolstoy'un mezarı. Bu insana saygı duyan bütün gelecek nesillerin ziyaret edeceği yüce mekan, köyden uzakta, bir ormanda, ağaçların gölgesinde tek başına duruyor. Daracık, pek dikkat çekmeyen bir patika, çalılıkların ve ağaçların arasından kıvrılarak, dikdörtgen bir toprak yığınından başka bir şey olmayan bu mezara uzanıyor. Çevresinde ona gölge yapan birkaç ağaçtan başka başında duranı, koruyanı yok. Dorukları yüksek, ılık güz rüzgarında hafif hafif sallanan ağaçların altında torunu, bunları Leo Tolstoy'un kendi elleriyle dikmiş olduğunu söyledi bana. Çocukluğunda bir köylü kadın, kardeşi Nikolay ile ona, eski bir inanca göre ağaçların dikildiği yerin mutluluk getireceğini söylemiş. Onlar da biraz meraktan, biraz da oyun olsun diye ormandaki bu alana birkaç fidan dikmişler, ancak kısa süre sonra olayı unutup gitmişler. Aradan uzun yıllar geçmiş ve Tolstoy günün birinde bu çocukluk oyununu ve o günlerde kafasından geçirdiği mutluluğu anımsamış. Canından bezmiş olan bu adam aniden canlanmış, yaşamın kendisi için yepyeni bir anlamı olduğunu fark etmiş. İşte o günlerde yakınlarına, öldüğünde eliyle dikmiş olduğu bu ağaçların altına gömülmek istediğini söylemiş.
    İsteği gerçekleştirilmiş de. Burası dünyanın en güzel, en etkileyici ve en duygulandırıcı mezarı. 
    ... Buraya, onun sonsuz uykusuna yattığı yere herkes gelebilir, mezarını çevreleyen ince çitin kapısı hep açık, Lev Tolstoy'u bu uykusunda koruyan tek şey insanların ona duyduğu saygı."
    
    Ağaçların dikileceği yerin mutluluk getireceği konusunda ne güzel söylemiş yaşlı kadın. Ve bu büyük yazar ne şanslı ki bizler eserlerini hala büyük bir hayranlık içinde okurken; kendisi çocukluk anılarının yaşandığı yerde, onu koruyan ağaçların gölgesinde huzur içinde uyumakta.
    Bu mezarı ben de görmek istiyorum.