28 Mayıs 2015 Perşembe

HAFTA SONUNDA DENİZLİ...

    Mayıs ayının başında Denizli'ye küçük bir seyahat gerçekleştirdik. Amacımız Pamukkale travertenlerini ve Hierapolis antik kentini görmekti. Gördük, geldik. 
Nasıl keyif veren; gözümüzü, gönlümüzü, ruhumuzu, kafamızı dinlendiren; bütün kışın yorgunluğunu unutturan bir seyahat oldu anlatamam. Pamukkale'nin doğası, Hierapolis'in zaman ve mekan kavramını yok edip bambaşka devirlere sürükleyen sihirli havası, Denizli'nin modern şehircilik anlayışı, sıcak insanları, unutulmayacak anılar yaşattılar bize. Ve ben bu geziyi satırlara dökmekte geç kaldım aslında. Şimdi tam mevsimi, belki küçük seyahat planları yapanlar vardır. Denizli gezimiz fikir versin isterim. Daha önce görmediyseniz, Denizli'yi, Pamukkale'yi muhakkak ziyaret etmelisiniz.

    1 Mayıs tatiline denk gelen cuma günü, THY'nin 07.00 uçağıyla, yaklaşık 1 saat süren bir yolculuk sonrasında ulaştık Denizli Çardak Havalimanı'na. Şehre giden servise bindik (Baytur). 40 dakika süren bir yolculuktan sonra Pamukkale'ye gidecek olanlar başka bir servise aktarıldı. Denizli merkez otogarına gidenler yollarına devam ettiler.* Biz de 15-20 dk. sonra Pamukkale'ye ulaştık. Pamukkale'ye girdiğimizde Booking'den ayarlamış olduğum otelimizi görünce hemen önünde iniverdik. ** Çok erken geldiğimiz halde, personelin ilgisi sayesinde otele erken giriş yapabildik. Evden sabaha karşı çıkmıştık ve her erken yolculuğumuzda olduğu gibi ben hiç uyumadan bir şehirden başka bir şehre geçmiştim. Henüz gezi havasında olmadığım için birkaç saat dinlenmeye karar verdik. Tatlı rüyalara dalmadan önce odamızın balkonuna çıkınca gördüğüm sıcak hava balonları pek bir mutlu etti beni:) İçindekilerle karşılıklı bir el sallama ve günaydınlaşma durumu yaşadık.


    Öğleden sonra Denizli şehir merkezine gitmeye karar verdik. Ertesi gün Hierapolis ve travertenlere dolu dolu bir gün ayırmış oluruz diye düşündük. Zaten hava da kapalıydı ve çok acıkmıştık. Daha önce Vedat Milör'ün programında gördüğümüz Kocabaylar'a gidip Denizli kebabı da denen kuzu tandırı denemek istedik. Tabii o saate kadar kaldıysa... Otelin yakınındaki yoldan bindiğimiz minibüsle Denizli'ye ulaştık. Minibüste çok sayıda yabancı turist vardı. Bir de sıra sıra dizili köylerden binip şehir merkezine gitmekte olan yerli yolcular... Denizli otogarına ulaştığımızda oldukça modern ve temiz bir yapı olduğunu gördük. İstanbul otogarı bu konularda yanından bile geçemez.

    Kısa bir yürüyüşten sonra Bayramyeri denen bölgeye geldik. Burası tarihi çarşısıyla, ulu camisiyle, kalabalığıyla şehrin eski kent merkezi olduğunu belli etmekte. 

   Meşhur Denizli kebabını yapan lokantalar meydana açılan ara sokaklarda sıralanmış. Saat 15.30 civarı. Bir de baktık ki kebapçılar bomboş, çalışanlar toparlanıyorlar. Lokanta sahipleri dükkan önlerine attıkları taburelerde oturmuş, sohbete koyulmuşlar. Anlaşılan biz kebabı bugün yiyemeyeceğiz derken, ara sokaklardan birinde, tarihi bir çınarın altında Kocabaylar Kebap Salonu'nu görüyoruz. Vedat Milör'ün programında ve internette araştırırken gördüğüm Hüsamettin Usta karşılıyor bizi. Tabii ki tandır kalmamış. Ama bu sohbet etmeye engel değil. Hüsamettin Usta nereden geldiğimizi soruyor, laflıyoruz. "Yarın erken gelin size güzel bir tandır yedireyim" diyor. Çaresiz ayrılıyoruz oradan. Şimdi hemen burada bir parantez açıp, ısrarla bir sonraki gün (Pamukkale'yi gezmeye başlamadan hemen önce) gelip yediğimiz kuzu tandırı ve Kocabaylar Kebap Salonu'nu anlatmak istiyorum. Çünkü her gezimi yazarken tekrar yaşayıp kendimi kaptırdığım için yine ayrıntılara fazlaca girdiğimi fark ettim. Bu yüzden bu gezi yazısını ikiye böleceğim. Bir sonraki yazı travertenler ve Hierapolis hakkında olacak. Denizli bölümü ise bu yazıda toparlanacak.

    Kocabaylar Kebap Salonu'nda ısrar etmemin sebebi Denizli'nin en eski lokantası olması ve sıklıkla tavsiye edilmesi. Mehmet Yaşin ve Vedat Milör'den tam puan almış olması da cabası. Ben Vedat Milör'ün programını seyrettim. Tandırı ve kelleyi kendine has üslubuyla bayıla bayıla yedi ve her kategoride 5 yıldız verdi. Lokantanın duvarlarında her iki gurmenin Hüsamettin Usta'yla birlikte çekilmiş fotoğrafları yer alıyor elbette.

   Burası ufak bir lokanta. Söylememe gerek yok, müşterilerin biri giriyor biri çıkıyor. Biz gittiğimizde yer vardı neyse ki. Hüsamettin Usta hemen tanıdı bizi. "Ne yersin, ne içersin?" demeden iki kişilik kuzu tandırı hazırlamaya başladı. Sadece "Pideleri yağlıyem mi?" diye sordu. Biz karar verene kadar "Kalsın, kendi yağı yeter size" dedi:) "Bu da benden" diyerek biraz kaburga ekledi. Adamın tarzı bu. Gelenlere bakıyor, ona göre et kesiyor. Yine bizim gibi yerli turist olan 4 kişilik bir grubun kadınları önce bir afalladılar sormadan getirdiği için. Usta "Burada tandır yenir" dedi. Baktı ses yok, "İsterseniz tavuk döner vereyim" dedi ama bunu söylerken sesinde "Siz ne anlarsınız?" der gibi tını yok değildi:). Kadınlar bir de çatal istediklerinde "Çatal yok, çatalla yenmez" dedi. Onlar da araştırmadan gelmişler herhalde, çatal isteme gafletinde bulundular:) Burada kesinlikle çatal, bıçak verilmiyor. Diğer tandırcılarda da aynıymış sanırım. Elinle yiyeceksin. Biz de öyle yaptık. Herkes aynı şekilde yediği için çekinmeye, sıkılmaya gerek yoktu ve aslında eğlenceli oldu:) 


    Kocabaylar'da yediğimiz kuzu tandır enfesti. Özelliği, etin odun fırınında saatlerce yavaş yavaş pişmesi. Sonuç yumuşacık, doğal, sağlıklı bir kebap... Bazılarına yağlı ve ağır geldiğini duydum ama bence hafifti. Ki gerçekten etle arası iyi olmayan biri olarak söylüyorum bunu. Yemeğin yanında salatayı, soğanı, kurutulmuş biberi ve sonunda da helvayı ikram olarak getirdiler. İçeceklerle birlikte toplam 60 lira hesap geldi. Tıka basa doymuş olarak, mutlu bir şekilde veda ettik Hüsamettin Usta'ya. Az önce anlattığım müşteriler de, az buçuk azar işitmiş olabilirler ama gayet memnun ayrıldılar:) Dediğim gibi farklı samimiliği olan, doğal, enteresan bir adamdı ustamız.
    Denizli'de gezdiğimiz ilk gün istediğimiz yerde yiyemeyince -ne yaparsın ki gerçekten açız- gözüme temiz görünen bir pideciye girdik. Kadın müşteriler çoğunlukta olduğu için güvendim. Seçimimde yanılmamışım, çok lezzetti pideler yedik. Denizli'nin eski bir markası olduğunu öğrendiğimiz meşhur Zafer gazozundan içtik. Çok lezzetliydi ve şimdinin değil ama çocukluğumun Çamlıca gazozunu hatırlatan bir tadı vardı. 
Hesap 20 lira gelince çok şaşırdık. İstanbul'la kıyaslayınca ucuz geldi tabii. Denizli'de tandırcıların yanı sıra bir de pideci dükkanları ve kokoreççiler oldukça fazla.

    Yemek işini halledip enerjiyi topladıktan sonra, saat 17.00'de kapanacak olan 
Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi'ne doğru yürüyüşe geçtik. Neyse ki yetiştik. Birçok ilimizde olduğu gibi Denizli'de de Atatürk'ün ziyaretinde kaldığı ev bugün müze olarak hizmet vermekte. Burada hem Atatürk'ün kaldığı oda, ziyareti sırasında çekilen fotoğraflar, o güne ait gazete haberleri, milli mücadele yıllarına ait materyaller; hem de Denizli ve çevresine ait yerel eşya ve giysiler sergilenmekte.

    Büyük önder, 4 Şubat 1931 tarihinde "Büyük Ege Gezisi" kapsamında Denizli'yi ziyaret etmiş. Bu odada konaklamış.



    
    Denizli, İzmir'in Yunan işgaline ilk karşı çıkan, ilk direnişe geçen şehirlerimizden biri. İzmir'in işgal edildiği 15 Mayıs 1919 günü, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Bayramyeri'nde toplanan halka bu sancağın altında
    "...Hemşehrilerim, karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan'a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanımızın vasıtasıdır. Yunan'ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir'de şu birkaç saat içinde irtikap eden cinayetler gösteriyor.
    ... Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değillerdir.
    ...Korkmayınız! Meyus olmayınız! Bu liva-i Hamd altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız!" sözleriyle seslenerek milli mücadele ateşini yakan isim olmuş.

    
    Ege yöresine ait cepkenler ve gümüş takılar da Etnografya Müzesi'nde en çok ilgi çeken objelerdendi.

    
    Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi'ne giriş ücretsiz. Oldukça merkezi bir konumda yer alıyor. Yerini sorduğumuz kişiler bize rahatlıkla tarif ettiler ki bu her şehirde rastlayamadığımız bir durum.

    
    Etnografya Müzesi'nden çıktığımızda yağmurun başlamış olduğunu gördük. Rüzgarla birlikte yağıyor. Kısa sürede diner diye umursamadık önce ama baktık olacak gibi değil, geniş caddelerden birinde, tamamen rastgele gezerken gördüğümüz bir kafede kahve molasına karar verdik. Şöyle bir durum var ki hemen hemen her gezimde yağmura yakalandım ben. Eşimle ya da oğlumla, veya hep beraber tatile gittiğimizde... Aynı şekilde annemle ya da arkadaşlarımla seyahate çıktığımda... Yurt içi, yurt dışı fark etmez, yaz ya da bahar oluşu da fark etmez, ama saatlik ama birkaç gün süren yağmurlara yakalandım muhakkak. Örneğin Temmuz ayında biz Büyükada'dayken dolu yağdığını gayet net hatırlıyorum:) Hırvatistan'ı boydan boya kat edip, denize pek girmeyerek şehir şehir gezdiğimiz bir tatilde, "Burada da artık denize girelim" diyerek Trogir'de konaklamıştık ve 3 gün boyunca yağmur yağmıştı. O kadar sinirlenmiştim ki yağmur falan dinlemeyip yine de denize girmiştim:) Ama artık sinirlenmiyorum. "Berekettir" diye karşılayıp anın tadını çıkarabilme olgunluğuna eriştim sanırım. Artık gezilerimde hiçbir şey için kasılmaya müsaade etmiyorum. Örneğin çılgınlar gibi müze müze gezip, yanımdakileri de bazen zorla sürükleyip, gezemediklerime kahredip ağlamıyorum. Ki yapıyordum bunu:) Göremediklerimde aklım kalıyordu ve çok üzülüyordum. Hala üzülüyorum aslında ama bu işin sonu yok, kısıtlı zamanda illa ki bir şeyler kalacak. Mümkün olduğu kadar tarihi, turistik yer görüp, gerisini akışa bırakıyorum. Yemeği, oteli, toplu taşıma araçlarının saatini kaçırma vb. durumları da önemli bir şey yoksa takmıyorum. (El-Hamra Sarayı'nda az kalsın yanacak olacak biletimiz hariç:))) Yağmur yağacaksa yağar, güneş açacaksa açar... Yapacak bir şey yok. İşte bu duygularla Denizli'de yağmurun dinmesini beklerken, güzel bir kafede güzel bir kahve içtik, sohbet ettik, caddeden gelip geçenleri seyrettik.

   İstanbul'a hayran ama İstanbul'u henüz görmemiş olan genç garson arkadaşla sohbet ettik. İstanbul'a taşınmak istiyormuş. "Denizli'nin nesi var?" dedik. Temiz, modern bir şehir. Refah düzeyi yüksek. Tekstil ihracatında bir numara. Diğer şehirlerimizle kıyasladığımızda işsizlik çok daha az gibi. Çünkü tekstil sektöründe çalışanlar var. Cam sanayisi var. Bilindik markaların mağazaları, restoranları dizili caddelerde. Buralarda çalışma imkanı var. İnsanlar modern görünümlü ve kibar. 
El ele gezen gençler, kafelerde sohbet eden kadın grupları var. Üniversitesi var. Okuma-yazma oranı Denizli'de %99'muş ki bu muazzam bir rakam. Okulların bahçelerinde Atatürk'ü Kocatepe'ye çıkarken gördüğümüz o güzel görüntünün heykelleri, maketleri, duvara boyanmış kocaman resimleri var. Bu çok dikkatimi çekti. Çok mutlu oldum. İstanbul'da okullarda görmekten uzaklaştığımız bir durum çünkü. Sonra tarım var. Çiftçi memnun mudur? İstediğini alıyor mudur? Bilemiyorum ama daha uçaktayken, Denizli'de ilk gördüğüm, kare kare bölünmüş, ekilmiş tarlaların çokluğu oldu. Hava alanından şehre giderken, Pamukkale-Denizli arasında gidip gelirken yanından geçtik o tarlaların. Tertemiz köylerin yanından geçtik. Traktörlerin üzerinde kadın-erkek yol alan insanlar gördük. Her yer yeşil, her tarafta kuş cıvıltısı... Araçlar var ama trafik yok. Bir yerden bir yere takılmadan gidip gelebilmenin keyfine vardık. Ruhum dinlendi, kafam dinlendi. İstanbul'un gürültüsünden sonra çok iyi geldi. Gel gör ki İstanbul her şeye rağmen benim gözbebeğim, doğduğum yer, doyduğum yer. Kaç nesildir ait olduğumuz yer. Ben bırakıp gitmem. Garson arkadaş, sen de şehrini bırakmasan? Gezmeye gelsen arada. Bak ne güzel bir yerde yaşıyorsun. 
Ben de senin şehrini gezmeye gelsem arada. İlla şart mı herkesin İstanbul'da yaşaması? Canım İstanbul daha ne kadar taşıyabilecek bu yükü? Bunları düşündüm, biraz da dillendirdim ama genç arkadaş oralı bile olmadı, çok istiyordu İstanbul'a yerleşmeyi. Ne diyelim? Hayırlısı olsun.

    Yağmur dindikten sonra, daha gitmeden fazlaca methini duyduğum Babadağlılar İş Hanı'nı görmek istedim. Ayrıca Etnografya Müzesi'nin yolunu sorduğumuz Denizlili bir esnaf arkadaş bize "Babadağlılar'a da uğrayın, alışveriş yapın, şehrimize para kazandırın" demişti:) Görmek lazım.

    Burası ta antik çağdan beri tekstil işiyle uğraşılan Denizli'nin alışveriş merkezlerinden biri. Çok katlı binada sarmal düzenlenmiş merdivenlere dizilmiş ev tekstil ürünleriyle, rengarenk dükkanlarıyla, meraklısı için adeta bir cennet:) Gezmesi keyifli. Yatak örtüleri, masa örtüleri, koltuk örtüleri ve tabii ki meşhur Denizli havluları, bornozları... Saatler harcanabilir burada. Şahsen ev eşyasında pek hevesim yoktur. Devamlı alan, devamlı değiştiren kadınlardan değilim. Kısacası pek alışveriş yapmadım. Denizli'ye gidince havlu almadan dönülemeyeceği için tercihimi havlulardan yana kullandım. Koltuk örtüleri aklımda kalsa da taşıması ayrı dert olduğu için, kısa bir tereddütten sonra yine vazgeçtim.

     Havlu işini de tamamladık. Peki meşhur cam horozu görmeden olur mu?:) Çınar Meydanı'ndaymış. Onu da bulduk. Malum, Denizli'nin güzel ötüşlü horozları meşhur. 2013 yılında şehir meydanlarından birine horoz heykeli konulmadan önce bir anket yapılmış ve halkın oylamasıyla bu heykelin camdan yapılmasına karar verilmiş. 
Cam horozun alt kısmına da travertenleri simgeleyen mavi-beyaz kaide eklenmiş. 

    Cam malzemenin seçilmesinin nedeni ise Denizli'de cam sanayisinin ve cam sanatının oldukça gelişmiş olması. Horoz heykeli de yine yerli ustalar tarafından yapılmış. Bu konuda şöyle hoş bir durum var ki her 2 senede bir, Mayıs ayının son haftasında Uluslararası Denizli Cam Bienali gerçekleştirilmekte. Bu sene de vardı, 
ne yazık ki denk gelemedik. Yoksa görmeyi çok isterdim. Cam sanatını çok severim.

    Günü bitirdik artık. Pamukkale'ye dönme zamanı. Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Ara sıra alışveriş molası vererek otogara doğru yola koyulduk. İstanbul'da hafta içi vakitsizlikten alışverişe fırsat bulamıyoruz, hafta sonu ise mahkum bırakıldığımız AVM'ler o kadar kalabalık oluyor ki pek adım atasım gelmiyor. 
Denizli'de tatildeyiz, vaktimiz var. Ufak çaplı bir alışveriş gerçekleştiriyoruz rahat rahat. Sonrasında Pamukkale minibüsüne binip otelimize dönüyoruz.
    Eşyaları otele bıraktıktan sonra ara sokaklardan birinde tesadüfen görüp tercih ettiğimiz Kayaş Restoran'da yemek molası veriyoruz. (Lezzet, ortam ve fiyat açısından rahatlıkla tavsiye edebilirim). Sonrasında ışıklandırılmış travetenleri seyretmeye gidiyoruz. Pamukkale'de gündüzün kalabalığı azalmış. Natural Park'taki göletin kıyısında oturuyoruz. Göletin çevresindeki kafelerde oturanlar var, çimlere yayılmış sohbet eden gruplar var, göletin içinde deniz bisikleti sürenler var. Ortam sakin, gürültü patırtı yok. Karşımızda bembeyaz travertenler ve antik Hierapolis kenti... Anın tadını çıkarıyoruz.
Gecesi de etkileyici Pamukkale'nin. 
Şarj bitince gece fotoğrafı ancak bu kadar olabildi.

    Denizli ve Pamukkale'de geçirdiğimiz ilk keyifli günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize dönmeden önce sıra sıra dizili hediyelik eşya dükkanlarına göz atıyoruz. Esnaf konuşkan. Bir parça da onlarla laflıyoruz. Zaten Denizli'de tanıştığımız herkes bence oldukça cana yakındı. Ha kaldığımız otelin doğma büyüme oralı olan resepsiyon görevlisi arkadaşa bakarsan, Denizli halkı eskiden daha düzgünmüş, ortam eskiden daha iyiymiş. Artık Türkiye'de halinden, çevresinden, yaşamından memnun insan bulmak zor olduğu için buna şaşırmamak lazım sanırım. Biz turist olarak Denizli gezimizden çok memnun kaldık. İnsanıyla, doğasıyla, tarihiyle gönlümüzü fethetti.
Öyle ki en kısa zamanda tekrar gitmenin planlarını yapmaktayız. 

      Şimdilik benden bu kadar. Yine kaptırdım gittim, farkındayım. Şu noktaya kadar sıkılmadan okuyan varsa teşekkürü bir borç bilirim:) Dediğim gibi Hierapolis antik kenti ve muhteşem travertenler bir sonraki yazıda olacak. Asıl göz ziyafeti işte o yazıda. Hierapolis'te buluşmak üzere...



   *Pamukkale'de White Heaven Hotel'de konakladık. Fiyat-fayda dengesi gayet yerinde olup tavsiye edebileceğim bir hotel olduğunu belirtmek isterim.
   **Çardak Havalimanı'ndan şehir merkezine Baytur'la ulaşım kişi başı 13 Lira. Eğer Pamukkale'ye gidecekseniz belli bir noktada aktarma yapılıyor ve kişi başı 13 Lira daha alıyorlar. Denizli otogarından Pamukkale'ye ulaşım ise minibüslerle yapılıyor. Ücreti kişi başı 3.5 Lira. Ulaşım konusunda Pamukkale otelleri de yardımcı oluyorlar. Otelden bana mail atılmış ama gitmeden önce görmedim. Uçak saatine göre ayarlanan shuttle servisler kişi başı 25 Lira alıyorlar. Dönüşte bu servisi kullandık. Önceden resepsiyona adınızı yazdırmanız gerekiyor. 
 
İlgili yazılar: İngiliz Turistten İnsanlık Dersi
                                   Hierapolis'te Ben
 
 

22 Mayıs 2015 Cuma

Doğuş Otomotiv Trafik Hayattır!

Önemli olan ne kadar hızlı vardığınız değil, nasıl vardığınız... 
Trafikte aşırı hız yapmayın! Çünkü Trafik Hayattır!



   Aşırı hız son yıllarda kazaya sebep olan unsurların başında yer alıyor. Özellikle gençlerin yaptığı trafik kazalarının çoğu aşırı hız nedeniyle meydana geliyor. Doğuş Otomotiv’in kurumsal sorumluluk markası Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ı konusunu ana mesajları arasına alarak projelerini kurguluyor.

   Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre trafik kazalarındaki ölümlerin yaş grubu analizinde diğer ölüm nedenleri arasında 15-29 yaş grubu birinci sırada yer alıyor.  Bu durum gençlere yönelik trafik güvenliği kampanyalarının acil olarak arttırılması gerektiğini gösteriyor. Trafik Hayattır platformu bu noktada çok önemli inisiyatifler alarak önemli projeler geliştirdi; 4 senedir devam eden Trafik Güvenliği Uzaktan Eğitimi projesinin üniversitelerde seçmeli ders okutulmasının yanı sıra, 2014 yılında radyolarda yer alan ‘aşırı hız’ radyo spotu da dikkat çeken bir diğer proje oldu. İki projede birçok önemli ödül aldı. Bu ödüllerden en çok gurur veren ise 2014 Birleşmiş Milletler Genel Kurultay’ın da iki projenin Avrupa’da trafik güvenliğiyle ilgili örnek uygulama seçilmesi oldu.



   Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ ile  ilgili projelerine yenisini ekledi ve her birinde farklı trafik güvenliği mesajlarının verildiği bir animasyon serisi üretti. Aşırı hız konulu animasyonda her gün trafikte rastladığımız hatalar vurgulanıyor.  Çocuğunu almaya giden bir babanın trafikte kalmasını ve sonrasında hız yaparak girdiği emniyet şeridinde kaza yapmasını anlatan animasyondan hepimizin çıkaracağı dersler var.
Bir boomads advertorial içeriğidir.







18 Mayıs 2015 Pazartesi

KARDEŞİM, DOĞUM GÜNÜ, DOĞUM GÜNÜ PASTASI:)

    19 Mayıs kardeşimin doğum günü. Bu hafta sonu, nostaljik müzikleriyle ünlü 45lik Bar'ın Beylikdüzü şubesinde erken bir kutlama yaptık. Yaşımıza uygun şarkılarla eğlenceli bir gece yaşadık:) Keyifli bir gece olacağı önceden belliydi de asıl soru doğum günü pastasının nasıl olacağıydı. Şöyle bir durum var ki benim güzel kardeşim doğum günü pastasına büyük önem verir. Asla boş geçmeyiz, ailede herkes için küçük ya da büyük muhakkak kutlama yaparız ancak pasta işini basitçe geçiştirdiğimiz zaman kızar. Özenle hazırlanmış bir doğum günü pastasının mumunu üflemek onu çok mutlu eder. Geçen sene kendisini kızdırdığımız için bu sene hata yapma lüksümüz yoktu:) Düşündüm taşındım. Önce hayatında önemi olan objelerin yer aldığı, esprili, butik bir pasta yaptırayım dedim. Vazgeçtim. Sonra 3.yaş günündeki 3 katlı pastanın aynısını yaptırayım dedim, o da maddi olarak zorladı. Yine de evde daha kalabalık bir grup olarak kutlasaydık 3 katlıyı düşünebilirdim. Dolayısıyla ondan da vazgeçtim. 
Ama 3.yaş günü temasından vazgeçmedim. Çünkü o gün, kardeşimin hiç unutamadığı bir gündü. 3'ü bitirip 4.yaşına girecekken annem evde büyük bir parti düzenlemişti. 
3 katlı, kırmızı güllü, beyaz bir pasta yaptırmıştı. Eve fotoğrafçı çağrılmıştı. Kardeşim çok güzel beyaz bir elbise giymişti. Benim elbisem de çok güzeldi. Pembeydi. Babaannem dikmişti. Pembe minik güller yapmışlardı saçlarıma takmak için. 
Seneler önceydi... Kardeşim bu doğum gününü ve o günkü pastasını her zaman sevgiyle anar. O güne ait çok güzel fotoğraflarımız var. Hepsinde gözlerinin içi gülen bir Aslı vardır. Keyiflidir, mutluluk verir o fotoğraflara bakması. Ben de en sonunda o güne ait bir fotoğrafı, kardeşimin tam doğum günü mumunu üflerken olan fotoğrafını bugün bir pastanın üstüne bastırtmaya karar verdim. Sürpriz olacaktı tabii. 
Eşine ve anneme bile söylemedim. Sonuç mükemmel oldu. 

    Kardeşim pastanın üzerindeki fotoğrafı görünce çok şaşırdı, mutlu oldu. Gözlerini alamadı pastadan. Tabii ki duygulandı ve biraz da gözyaşı döktü. Ama annemi hesaba katmamışım, işte o çok ağladı:) Zaten ağlamaya müsait bir yapısı vardır, fotoğrafı görünce tutamadı kendini:) Artık uyarmak zorunda kaldık "Millet eğlenmeye gelmiş, hadi yeter artık" diye. 19 Mayıs günü bir de çocuklarla kutlamamız olabilir ama bu sene ilk etap başarıyla atlatıldı:) Artık seneye düşüneceğiz yine bir şeyler. (Pastacılık kursuna mı gitsem? Şu an aklıma geldi:)))
    Dünyanın tüm pastaları sana feda olsun kardeşim! İyi ki doğmuşsun!




9 Mayıs 2015 Cumartesi

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!


İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.




Bursa’nın ufak tefek yolları
                                                                        Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
                                                                        Tepeden tırnağa şiir gülleri
                                                                        Yiğidim aslanım burda  yatıyor




    İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur…

Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor. 

    Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.

    Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.

    Sanatçının Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.  

    Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, “Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim. 

    64 yıllık yaşamına çok şey sığdıran Bedri Rahmi… 

    İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikâyesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür.  Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.

    1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir. 

    Meraklıları için 5 Mayıs - 20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkânı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!

   
    Bir boomads advertorial içeriğidir.








7 Mayıs 2015 Perşembe

İNGİLİZ TURİSTTEN İNSANLIK DERSİ!

    Geçtiğimiz hafta sonunda Pamukkale'deydik. Bu geziyle ilgili izlenimlerimi en kısa zamanda paylaşacağım. Ama ondan önce orada şahit olduğumuz bir olaydan ve dolayısıyla biz Türkler'in ve Avrupalı'ların kültürel mirasa bakış açısının farklılığından bahsetmek istiyorum.
    Efendim, akşam üzeri güneşin batmasına yakın dakikalarda Pamukkale travertenlerinde gezerken, etrafımıza hayran hayran bakıp hayallere dalmışken, bir turistin bağırışıyla kendimize geldik. İngiliz olduğunu sonradan anladığımız orta yaşlı bir turist, bizden birilerine bağırıyordu. Bizden dediğim çiftin kadın olanı travertenlerde girilmemesi gereken girmişti, eşi de onun fotoğraflarını çekiyordu. Adamın elinde iyi bir fotoğraf makinesi vardı, eşi ise güzel fotoğraf verebilmek adına ortama uygun bir elbise giymişti, kafasında geniş bir şapkası, elinde kırmızı uçuş uçuş bir fuları vardı. Girilmesi yasak olan ve bu yasağın farklı dillerle yazıldığı bir tabelası bulunan, hatta çevresi zincirle çevrelenmiş bölümdeki fotoğraf çekimini gören İngiliz turist "Çık oradan! Nasıl girersin? Burası senin değil. Burası tüm insanlığa ait!" diye bağırıyordu. Bizim Türk arkadaş Türkçe olarak "Sana ne? Gerizekalı!" falan demeye başladı. 
Eşi "Ay ben çıkıyorum" dedi. Kocası "Hayır çıkma, gerizekalı adama bak!" dedi. 
Eşi "Ay benim sinirim bozuldu" dedi. Bu arada turist "Çektim senin fotoğrafını, herkese göstereceğim, şimdi görevliyi çağırmaya gidiyorum" dedi ve gitti. Hemen üzerine görevli geldi. Bu sefer turistin eşi görevliye anlatmaya başladı ama görevli İngilizce bilmiyordu ve bu da yetmiyormuş gibi oranın en korkak güvenlikçisi gelmişti sanırım. 
Biz bu sefer güvenlik görevlisine olan biteni anlattık. Adam saf saf sırıtıyor. "Turist haklı, rezil olduk, niye bir şey yapmıyorsunuz?" dedik. Görevli "Uyarıyoruz ama bazen bize kızıyor misafirler" demez mi? Fakat travertenlerdeki her güvenlik görevlisinin böyle olmadığını belirtmem gerekir. En ufak bir ihlalde uyarıyorlardı genelde. Bu arkadaş bir tuhaftı. Bu arada söz konusu çift biraz uzakta kalmıştı. Artık toplanmaya başladılar, mecbur gidecekler. Görevli onların yanına gitti bu sefer. Uzaktan duyuyoruz "Çok abarttılar" falan diyorlar. Neyse, suçlu çift gitti, güvenlik görevlisi de bize 
"İyi akşamlar" dedi gitti. Biz de söylene söylene uzaklaştık.
Girilmesi yasak olan bölge. Aslında daha güzel, ben iyi fotoğraf çekemedim.

    Şimdi soruyorum. Bu olayda kim haklı? Kimsenin turistin hareketini abartılı bulmaya hakkı yok bence. Adam "Burası tüm insanlığın" dediğinde utandım. Aramızdaki düşünce farkını belirten çok güzel bir örnek bu. Orası her ne kadar bizim topraklarımızda olsa da doğaya ait, doğanın mükemmelliğini anlatan bir insanlık mirası. Bu tip yerleri ziyarete giden herkes, hangi milletten olursa olsun saygı duymak zorunda. Pamukkale ve daha birçok doğal, tarihi, kültürel zenginliğimiz önce bize emanet. Önce biz korumalıyız,kollamalıyız. Gel gör ki bunu elin oğlu bizden daha iyi yapıyor. Bir zamanlar bembeyaz olan Pamukkale, zamanla yanlış yapılaşma vs. etkilerle yok olma tehlikesi yaşamış. Zararın neresinden dönsen kar. Travertenlerin ortasından geçen yolun kaldırılmasıyla, civardaki tehlike arz eden otellerin yıkılmasıyla, otellerin travertenlerden su almasının yasaklanmasıyla tehlikenin önüne geçilmiş. Bugün planlı olarak belli aralıklarla su akışı sağlanıyor ki kireçli su çöksün ve traverten oluşsun. Tabii daha başka bilimsel önlemler de var ama hepsini ilk etapta anlayamayız, jeolog değiliz. Çünkü travertenin oluşmasında çok farklı faktörler de var. Yani demem o ki Pamukkale beyaz kalsın diye, turist çeksin diye bir şeyler yapılıyor. Aslında üzerinde yürümek sakıncalıymış. Ama turistlerin gelmesi, görmesi için yaya yolu yapılmış. Bunu bir dereceye kadar anlamak mümkün. Turizm önemli bir gelir kaynağı. Bunun yanı sıra yaya yolu dışındaki bölümler kapatılmış. Yani ayak dahi basılması engellenerek korumaya alınmış. Yani basmayacaksın. Girmeyeceksin. Bunu anlamak bu kadar zor olmamalı. İnstagram'a fotoğraf yükleyeceksin diye doğal dengeyi bozmayacaksın. 
Bu kadar basit.
Gezilmesi serbest olan bölge.

    Olaylar burada bitmedi. Şimdi de akabinde 2 gün sonra olanları anlatayım. Dün Instagram'a girdiğimde Denizli ve Pamukkale fotoğraflarımı beğenenlerden birinin, yasak yerde fotoğraf çeken arkadaş olduğunu fark ettim. Fotoğraflarına baktım. Olaylı şekilde çektiği fotoğrafları hiç utanmadan sıkılmadan Instagram'a yüklediğini gördüm. (Turist "Seni deşifre edeceğim" dese ne fayda). İngiliz azarlamadan önce epeyi de çekmiş. Güzel bir galerisi var, çektiği fotoğraflar güzel Allah için:) Takipçisi çok. Pamukkale'de çektiği fotoğraflar çok beğeni almış. Fotoğrafın altına travertenin ne demek olduğun yazmış arkadaş güzelce. Sonra "Biz çıplak ayakla giriyoruz, gözümüz gibi bakıyoruz ama bazı bekçiler göz açtırmıyor. Aslında traverten kullanılan, satılan bir materyal, Türkiye'den satan bir şirket de var vs.vs.vs." yazmış. Millet de övgü dolu yorumlarda bulunmuş fotoğraf için. İngilizce yorum yazanlara İngilizce cevaplar yazmış arkadaş ki o gün turistin dediklerini anlamadığı gibi adama sadece "Crazy! Crazy!" diyebilmişti. Ben bunları gördüm, dayanamadım. Yorum kısmına "Çıplak ayakla da olsa girilmemesi gereken yerlere girmemek gerekir. Bir fotoğraf için doğal düzene zarar vermek hiç hoş değil" yazdım. Bu da "Sezer Hanım, asıl zarar veren oteller. Otellerin su almasını kestiler zaten" falan filan yazdı. Ben de "İşte demek ki korumak için alınan önlemler var. Bazı bölümlere basılmasını engellemek de bunlardan biri" dedim. Gülme işareti koyarak "Peki" demiş. Birkaç saat sonra baktım benim Pamukkale fotoğraflarının altına devamlı bir şeyler yazmaya başladı. Profilimi incelemiş. Fotoğraf altındaki yazıları okumuş ve o gün olaylara şahit olduğumuzu anlamış. Fotoğrafımın altında, o gün olan biteni "Pamukkale nasıldı? 10 yıl önce gittiğimde iyi durumda değildi" diye soran arkadaşıma bir güzel yazmıştım. "Bizim milleti biliyorsun" diye başlamıştım söze ve verip veriştirmiştim bu çifte. Adam bunları okumuş tabii:) 
Fakat çok bir şey de diyemiyor çünkü suçlu ve Instagram'da belli bir izleyici sayısı var. (1000 küsur izleyici). "Sen sanat tarihçisi olarak antik havuzda niye yüzmek istedin peki? Sütunlar zarar görmüyor mu?" falan filan yazıp duruyor bana. Mesleğime bakmış, her şeyi incelemiş. Bergama'lıymış da, Allianoi kurtulsun diye eylem yapmış da. Hem biz niye Pamukkale'de suya basmışız o zaman. Uzun uzun şeyler. Yazıyor da yazıyor ama hep benim fotoğraflarımın altına. Ben de okuldayım her zaman bakamıyorum haliyle. En sonunda "Daha çirkinleşecekseniz ben de çirkinleşirim" dedim. "Niye sizin fotoğrafınızın altında tartışmıyoruz ayrıca?" diye sordum. Ondan sonra bir şey yazmadı. Yazamaz çünkü o gün olayları gördüğümü biliyor. Ne şartlarda o fotoğrafları çektiğini, nasıl rezil olduğunu ve bizi de rezil ettiğini takipçileri öğrenebilir. Kibar kibar konuştuğu takipçileri onu bir de o gün turiste hakaret ederken görselerdi ne düşünürlerdi acaba? Sonra konuyla ilgili arkadaşımla yazıştım, sakinleştim, derken adama "Profilimde kavga istemiyorum. Derdimi anlattım sanırım. Konuyla ilgili tüm yorumları siliyorum" dedim. Çünkü sosyal medyada uzun uzun kavga edecek bir yapıda değilim ve adam gerçekten yüzsüz, ne yaptığının farkında ancak bunu kabul etmekten çok uzak. Hiçbir şey olmamış gibi 3 tane OK. işareti atmış:) Hani şu baş parmağın kaldırıldığı işaret. Üzerinden bir yük kalktı sanırım. 
İşte başımdan böyle saçma sapan bir olay geçti. Ve ben gerçekten çok sinirlendim. 
Bizim en büyük düşmanımız yine biziz. Kendi değerlerimizi korumaktan aciziz. 
Bu her alanda geçerli ve gittikçe artan bir durum. Saygısızlık, ben yaptım oldu mantığı diz boyu. Nasıl önüne geçilecek bilmiyorum ama gerekli zamanlarda gerekli yerlerde 
en azından bireysel tepkimizi göstermemiz lazım.



İlgili Yazılar: Hafta Sonunda Denizli
                                   Hierapolis'te Ben




5 Mayıs 2015 Salı

2 KIZIN VARSA SİGORTALISIN

 
Görsel:www.pottytraining.com
 Sosyal medyada kız çocuk annelerinin yaptığı bazı paylaşımlar dikkatimi çekiyor. 

Kız çocuk sahibi olmanın ne kadar ayrıcalıklı bir durum olduğu konusundaki bu paylaşımlar, erkek çocuğu olan veya anne olamamış kadınlara karşı hafif bir üstten bakma hissiyatı taşıyor bana kalırsa. Herkes kesin rastlamıştır bu yazılara. Özellikle de Facebook aleminde... Mesela 2 kızın varsa SGK'lı sayılırmışsın çünkü asla ortada kalmazmışsın. 1 kızın 1 oğlun varsa Bağkur'lu imişsin çünkü döner dolaşır yine kızın bakarmış sana. 2 oğlun varsa Yeşil Kart sahibi sayılırmışsın, sana ancak devlet bakarsa bakarmış. Yine bir başka yazıda sıkça gördüğüme göre kız çocuğu olan anneler direkt cennete giderlermiş. Kızları onları sırtlarında taşırmış. Bir başka söyleme göre de kız çocuğun varsa evinden melekler eksik olmazmış. Vs.vs.vs. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Tüm bunlardan anladığım kadarıyla biz kızı olmayanlar yaşlanınca devletin eline bakacağız. Bizim evimize melekler uğruyor mu? Allah bilir. Cennete gitmek içinse kendimiz çabalamak zorundayız çünkü sırtına bineceğimiz kızımız yok. Bu tip paylaşımlar sıkça görüldüğü gibi bir de mesela şöyle uyarılar oluyor Facebook ortamında biz erkek annelerine: "Oğlunu koçum, paşam diye sevme, seversen ilerde şöyle olur, böyle olur". Ne yapayım? "Prensesim" diye mi seveyim ben de? Biz erkek annelerinin çocuklarını seviş şekline, çocuğunu yetiştiriş şekline bile karışılıyor. Oğlunu kimin nasıl yetiştirdiğini nereden biliyorsunuz? Neden genelleme yapıyorsunuz? Garibim erkek annelerinin sesi soluğu çıkmıyor. Bir tanecik yazı gördüm onlarca "Kızın olursa şöyle şanlısın: Madde 1..." konulu yazılara karşılık, 
onda da işte "Oğlunla kovboy olursun, polis olursun, futbolcu olursun futbola ilgi duyarsın vs." demiş konuya dahil olayım diye zorlayan bir kadıncağız:) 
   Sözüm meclisten dışarı -herkesi bu konuya dahil edemem tabii ki- erkek annelerini şanssız sayan hemcinslerime öncelikle şunu söylemek isterim ki ben çocuğumu ileride bana baksın diye doğurmadım. Bu son derece bencilce bir hareket olurdu. 
Kız çocuklarının ileride annelerine arkadaş olduğunu kabul ediyorum ama bana kalırsa anne annedir, evlat evlattır, arkadaş arkadaştır. Yani çok şükür arkadaşlarım var. Onlarla olan ilişkilerim başka, çocuğumla olan ilişkim bambaşka. Sağlıklı bir insanın kendi sosyal hayatı da olmalıdır, çocuklarına bağımlı yaşamak çocukların için manevi bir yüktür. Erkek çocukları annelerine karşı son derece saygılıdırlar. Ben henüz 10-12 yaşında olduğu halde saç modelini beğenmediği için kuaförde annesine surat asan, mağazalarda istediği kıyafeti almak için annesiyle saygısızca kavga eden erkek çocuk görmedim. Ne verirsen onu giyerler, bu konuda sinir harbi yaşatmazlar. Seninle rekabete girmezler. Sağlıklı bir aile yaşantıları varsa erkek çocukları da büyüdüklerinde annelerini, babalarını ihmal etmezler. Yaşlandığında seni yönlendirmeye çalışmazlar, kız çocuklarında olduğu gibi bir zaman sonra onlar sana annelik taslamaya başlamazlar (Ben de kız çocuğuyum o yüzden eminim, ne yazık ki ben de anneme bilmişlik yapıyorum ara sıra). Evet bir zaman sonra erkek çocuk evden uzaklaşır, dışarıdaki hayata daha erken atılır ama bu doğal bir kuraldır. Çocuklarımız hayata atılmazlarsa, bizim dibimizden ayrılmazlarsa sorun var demektir. Kız için de erkek için de geçerlidir bu. Erkek çocukları kız çocuklarından daha az sevilmez. Sevgisi, yaşattığı duygusu, gururu aynıdır. Onlar da evlattır, candır, her şeydir. Pozitif ayrımcılık yapacağım derken, aslında kızlarla erkekler arasına sınırlar çizdiğinizin farkında değil misiniz?
   Sakın sözlerim yanlış anlaşılmasın. Benim lafım ukalalık taslayanlara. Benim de üzerine titrediğim bir kız yeğenim var. Okulda hep kız öğrencileri korurum, kollarım. Onlara muhakkak okumaları konusunda, kendilerini ezdirmemeleri konusunda öğütler veririm devamlı. Kesinlikle böyle olmalıdır çünkü. Haksızlığa gelememe durumu benimki. Bazı kız annelerinin (Sayıları hiç de az değil) neden kendilerini ayrıcalıklı bir konuma koyduklarına cidden anlam veremiyorum. Tamam özel hissediyorsun ama neden bunu erkek annelerinin ne hissedeceğini hesaba katmadan her fırsatta gözümüze sokuyorsun? Hadi erkek annelerini geçtim. Çocuğu olmayan bir çok arkadaşımız var etrafımızda, onların üzülebileceğini hiç mi düşünemiyorsun? Sana göre onların Yeşil Kart'ı bile yok. 
   Bu yazıyı okuyup "Ama oğlun evlenecek ve gelinin ne derse o olacak" diye düşünenler olacaktır. Oluyor çünkü böyle söyleyenler. Üzerimizde böyle bir baskı da var. Oğlumuz evlenince yanacağımız hatırlatılıyor devamlı. O zaman ben de derim ki "Böyle söyleyerek çelişkiye düşmüyor musun?"