Nasıl keyif veren; gözümüzü, gönlümüzü, ruhumuzu, kafamızı dinlendiren; bütün kışın yorgunluğunu unutturan bir seyahat oldu anlatamam. Pamukkale'nin doğası, Hierapolis'in zaman ve mekan kavramını yok edip bambaşka devirlere sürükleyen sihirli havası, Denizli'nin modern şehircilik anlayışı, sıcak insanları, unutulmayacak anılar yaşattılar bize. Ve ben bu geziyi satırlara dökmekte geç kaldım aslında. Şimdi tam mevsimi, belki küçük seyahat planları yapanlar vardır. Denizli gezimiz fikir versin isterim. Daha önce görmediyseniz, Denizli'yi, Pamukkale'yi muhakkak ziyaret etmelisiniz.
1 Mayıs tatiline denk gelen cuma günü, THY'nin 07.00 uçağıyla, yaklaşık 1 saat süren bir yolculuk sonrasında ulaştık Denizli Çardak Havalimanı'na. Şehre giden servise bindik (Baytur). 40 dakika süren bir yolculuktan sonra Pamukkale'ye gidecek olanlar başka bir servise aktarıldı. Denizli merkez otogarına gidenler yollarına devam ettiler.* Biz de 15-20 dk. sonra Pamukkale'ye ulaştık. Pamukkale'ye girdiğimizde Booking'den ayarlamış olduğum otelimizi görünce hemen önünde iniverdik. ** Çok erken geldiğimiz halde, personelin ilgisi sayesinde otele erken giriş yapabildik. Evden sabaha karşı çıkmıştık ve her erken yolculuğumuzda olduğu gibi ben hiç uyumadan bir şehirden başka bir şehre geçmiştim. Henüz gezi havasında olmadığım için birkaç saat dinlenmeye karar verdik. Tatlı rüyalara dalmadan önce odamızın balkonuna çıkınca gördüğüm sıcak hava balonları pek bir mutlu etti beni:) İçindekilerle karşılıklı bir el sallama ve günaydınlaşma durumu yaşadık.
Öğleden sonra Denizli şehir merkezine gitmeye karar verdik. Ertesi gün Hierapolis ve travertenlere dolu dolu bir gün ayırmış oluruz diye düşündük. Zaten hava da kapalıydı ve çok acıkmıştık. Daha önce Vedat Milör'ün programında gördüğümüz Kocabaylar'a gidip Denizli kebabı da denen kuzu tandırı denemek istedik. Tabii o saate kadar kaldıysa... Otelin yakınındaki yoldan bindiğimiz minibüsle Denizli'ye ulaştık. Minibüste çok sayıda yabancı turist vardı. Bir de sıra sıra dizili köylerden binip şehir merkezine gitmekte olan yerli yolcular... Denizli otogarına ulaştığımızda oldukça modern ve temiz bir yapı olduğunu gördük. İstanbul otogarı bu konularda yanından bile geçemez.
Kısa bir yürüyüşten sonra Bayramyeri denen bölgeye geldik. Burası tarihi çarşısıyla, ulu camisiyle, kalabalığıyla şehrin eski kent merkezi olduğunu belli etmekte.
Meşhur Denizli kebabını yapan lokantalar meydana açılan ara sokaklarda sıralanmış. Saat 15.30 civarı. Bir de baktık ki kebapçılar bomboş, çalışanlar toparlanıyorlar. Lokanta sahipleri dükkan önlerine attıkları taburelerde oturmuş, sohbete koyulmuşlar. Anlaşılan biz kebabı bugün yiyemeyeceğiz derken, ara sokaklardan birinde, tarihi bir çınarın altında Kocabaylar Kebap Salonu'nu görüyoruz. Vedat Milör'ün programında ve internette araştırırken gördüğüm Hüsamettin Usta karşılıyor bizi. Tabii ki tandır kalmamış. Ama bu sohbet etmeye engel değil. Hüsamettin Usta nereden geldiğimizi soruyor, laflıyoruz. "Yarın erken gelin size güzel bir tandır yedireyim" diyor. Çaresiz ayrılıyoruz oradan. Şimdi hemen burada bir parantez açıp, ısrarla bir sonraki gün (Pamukkale'yi gezmeye başlamadan hemen önce) gelip yediğimiz kuzu tandırı ve Kocabaylar Kebap Salonu'nu anlatmak istiyorum. Çünkü her gezimi yazarken tekrar yaşayıp kendimi kaptırdığım için yine ayrıntılara fazlaca girdiğimi fark ettim. Bu yüzden bu gezi yazısını ikiye böleceğim. Bir sonraki yazı travertenler ve Hierapolis hakkında olacak. Denizli bölümü ise bu yazıda toparlanacak.
Kocabaylar Kebap Salonu'nda ısrar etmemin sebebi Denizli'nin en eski lokantası olması ve sıklıkla tavsiye edilmesi. Mehmet Yaşin ve Vedat Milör'den tam puan almış olması da cabası. Ben Vedat Milör'ün programını seyrettim. Tandırı ve kelleyi kendine has üslubuyla bayıla bayıla yedi ve her kategoride 5 yıldız verdi. Lokantanın duvarlarında her iki gurmenin Hüsamettin Usta'yla birlikte çekilmiş fotoğrafları yer alıyor elbette.
Burası ufak bir lokanta. Söylememe gerek yok, müşterilerin biri giriyor biri çıkıyor. Biz gittiğimizde yer vardı neyse ki. Hüsamettin Usta hemen tanıdı bizi. "Ne yersin, ne içersin?" demeden iki kişilik kuzu tandırı hazırlamaya başladı. Sadece "Pideleri yağlıyem mi?" diye sordu. Biz karar verene kadar "Kalsın, kendi yağı yeter size" dedi:) "Bu da benden" diyerek biraz kaburga ekledi. Adamın tarzı bu. Gelenlere bakıyor, ona göre et kesiyor. Yine bizim gibi yerli turist olan 4 kişilik bir grubun kadınları önce bir afalladılar sormadan getirdiği için. Usta "Burada tandır yenir" dedi. Baktı ses yok, "İsterseniz tavuk döner vereyim" dedi ama bunu söylerken sesinde "Siz ne anlarsınız?" der gibi tını yok değildi:). Kadınlar bir de çatal istediklerinde "Çatal yok, çatalla yenmez" dedi. Onlar da araştırmadan gelmişler herhalde, çatal isteme gafletinde bulundular:) Burada kesinlikle çatal, bıçak verilmiyor. Diğer tandırcılarda da aynıymış sanırım. Elinle yiyeceksin. Biz de öyle yaptık. Herkes aynı şekilde yediği için çekinmeye, sıkılmaya gerek yoktu ve aslında eğlenceli oldu:)
Kocabaylar'da yediğimiz kuzu tandır enfesti. Özelliği, etin odun fırınında saatlerce yavaş yavaş pişmesi. Sonuç yumuşacık, doğal, sağlıklı bir kebap... Bazılarına yağlı ve ağır geldiğini duydum ama bence hafifti. Ki gerçekten etle arası iyi olmayan biri olarak söylüyorum bunu. Yemeğin yanında salatayı, soğanı, kurutulmuş biberi ve sonunda da helvayı ikram olarak getirdiler. İçeceklerle birlikte toplam 60 lira hesap geldi. Tıka basa doymuş olarak, mutlu bir şekilde veda ettik Hüsamettin Usta'ya. Az önce anlattığım müşteriler de, az buçuk azar işitmiş olabilirler ama gayet memnun ayrıldılar:) Dediğim gibi farklı samimiliği olan, doğal, enteresan bir adamdı ustamız.
Denizli'de gezdiğimiz ilk gün istediğimiz yerde yiyemeyince -ne yaparsın ki gerçekten açız- gözüme temiz görünen bir pideciye girdik. Kadın müşteriler çoğunlukta olduğu için güvendim. Seçimimde yanılmamışım, çok lezzetti pideler yedik. Denizli'nin eski bir markası olduğunu öğrendiğimiz meşhur Zafer gazozundan içtik. Çok lezzetliydi ve şimdinin değil ama çocukluğumun Çamlıca gazozunu hatırlatan bir tadı vardı.
Hesap 20 lira gelince çok şaşırdık. İstanbul'la kıyaslayınca ucuz geldi tabii. Denizli'de tandırcıların yanı sıra bir de pideci dükkanları ve kokoreççiler oldukça fazla.
Yemek işini halledip enerjiyi topladıktan sonra, saat 17.00'de kapanacak olan
Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi'ne doğru yürüyüşe geçtik. Neyse ki yetiştik. Birçok ilimizde olduğu gibi Denizli'de de Atatürk'ün ziyaretinde kaldığı ev bugün müze olarak hizmet vermekte. Burada hem Atatürk'ün kaldığı oda, ziyareti sırasında çekilen fotoğraflar, o güne ait gazete haberleri, milli mücadele yıllarına ait materyaller; hem de Denizli ve çevresine ait yerel eşya ve giysiler sergilenmekte.
Büyük önder, 4 Şubat 1931 tarihinde "Büyük Ege Gezisi" kapsamında Denizli'yi ziyaret etmiş. Bu odada konaklamış.
Denizli, İzmir'in Yunan işgaline ilk karşı çıkan, ilk direnişe geçen şehirlerimizden biri. İzmir'in işgal edildiği 15 Mayıs 1919 günü, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Bayramyeri'nde toplanan halka bu sancağın altında
"...Hemşehrilerim, karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan'a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanımızın vasıtasıdır. Yunan'ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir'de şu birkaç saat içinde irtikap eden cinayetler gösteriyor.
... Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değillerdir.
...Korkmayınız! Meyus olmayınız! Bu liva-i Hamd altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız!" sözleriyle seslenerek milli mücadele ateşini yakan isim olmuş.
Ege yöresine ait cepkenler ve gümüş takılar da Etnografya Müzesi'nde en çok ilgi çeken objelerdendi.
Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi'ne giriş ücretsiz. Oldukça merkezi bir konumda yer alıyor. Yerini sorduğumuz kişiler bize rahatlıkla tarif ettiler ki bu her şehirde rastlayamadığımız bir durum.
Etnografya Müzesi'nden çıktığımızda yağmurun başlamış olduğunu gördük. Rüzgarla birlikte yağıyor. Kısa sürede diner diye umursamadık önce ama baktık olacak gibi değil, geniş caddelerden birinde, tamamen rastgele gezerken gördüğümüz bir kafede kahve molasına karar verdik. Şöyle bir durum var ki hemen hemen her gezimde yağmura yakalandım ben. Eşimle ya da oğlumla, veya hep beraber tatile gittiğimizde... Aynı şekilde annemle ya da arkadaşlarımla seyahate çıktığımda... Yurt içi, yurt dışı fark etmez, yaz ya da bahar oluşu da fark etmez, ama saatlik ama birkaç gün süren yağmurlara yakalandım muhakkak. Örneğin Temmuz ayında biz Büyükada'dayken dolu yağdığını gayet net hatırlıyorum:) Hırvatistan'ı boydan boya kat edip, denize pek girmeyerek şehir şehir gezdiğimiz bir tatilde, "Burada da artık denize girelim" diyerek Trogir'de konaklamıştık ve 3 gün boyunca yağmur yağmıştı. O kadar sinirlenmiştim ki yağmur falan dinlemeyip yine de denize girmiştim:) Ama artık sinirlenmiyorum. "Berekettir" diye karşılayıp anın tadını çıkarabilme olgunluğuna eriştim sanırım. Artık gezilerimde hiçbir şey için kasılmaya müsaade etmiyorum. Örneğin çılgınlar gibi müze müze gezip, yanımdakileri de bazen zorla sürükleyip, gezemediklerime kahredip ağlamıyorum. Ki yapıyordum bunu:) Göremediklerimde aklım kalıyordu ve çok üzülüyordum. Hala üzülüyorum aslında ama bu işin sonu yok, kısıtlı zamanda illa ki bir şeyler kalacak. Mümkün olduğu kadar tarihi, turistik yer görüp, gerisini akışa bırakıyorum. Yemeği, oteli, toplu taşıma araçlarının saatini kaçırma vb. durumları da önemli bir şey yoksa takmıyorum. (El-Hamra Sarayı'nda az kalsın yanacak olacak biletimiz hariç:))) Yağmur yağacaksa yağar, güneş açacaksa açar... Yapacak bir şey yok. İşte bu duygularla Denizli'de yağmurun dinmesini beklerken, güzel bir kafede güzel bir kahve içtik, sohbet ettik, caddeden gelip geçenleri seyrettik.
İstanbul'a hayran ama İstanbul'u henüz görmemiş olan genç garson arkadaşla sohbet ettik. İstanbul'a taşınmak istiyormuş. "Denizli'nin nesi var?" dedik. Temiz, modern bir şehir. Refah düzeyi yüksek. Tekstil ihracatında bir numara. Diğer şehirlerimizle kıyasladığımızda işsizlik çok daha az gibi. Çünkü tekstil sektöründe çalışanlar var. Cam sanayisi var. Bilindik markaların mağazaları, restoranları dizili caddelerde. Buralarda çalışma imkanı var. İnsanlar modern görünümlü ve kibar.
El ele gezen gençler, kafelerde sohbet eden kadın grupları var. Üniversitesi var. Okuma-yazma oranı Denizli'de %99'muş ki bu muazzam bir rakam. Okulların bahçelerinde Atatürk'ü Kocatepe'ye çıkarken gördüğümüz o güzel görüntünün heykelleri, maketleri, duvara boyanmış kocaman resimleri var. Bu çok dikkatimi çekti. Çok mutlu oldum. İstanbul'da okullarda görmekten uzaklaştığımız bir durum çünkü. Sonra tarım var. Çiftçi memnun mudur? İstediğini alıyor mudur? Bilemiyorum ama daha uçaktayken, Denizli'de ilk gördüğüm, kare kare bölünmüş, ekilmiş tarlaların çokluğu oldu. Hava alanından şehre giderken, Pamukkale-Denizli arasında gidip gelirken yanından geçtik o tarlaların. Tertemiz köylerin yanından geçtik. Traktörlerin üzerinde kadın-erkek yol alan insanlar gördük. Her yer yeşil, her tarafta kuş cıvıltısı... Araçlar var ama trafik yok. Bir yerden bir yere takılmadan gidip gelebilmenin keyfine vardık. Ruhum dinlendi, kafam dinlendi. İstanbul'un gürültüsünden sonra çok iyi geldi. Gel gör ki İstanbul her şeye rağmen benim gözbebeğim, doğduğum yer, doyduğum yer. Kaç nesildir ait olduğumuz yer. Ben bırakıp gitmem. Garson arkadaş, sen de şehrini bırakmasan? Gezmeye gelsen arada. Bak ne güzel bir yerde yaşıyorsun.
Ben de senin şehrini gezmeye gelsem arada. İlla şart mı herkesin İstanbul'da yaşaması? Canım İstanbul daha ne kadar taşıyabilecek bu yükü? Bunları düşündüm, biraz da dillendirdim ama genç arkadaş oralı bile olmadı, çok istiyordu İstanbul'a yerleşmeyi. Ne diyelim? Hayırlısı olsun.
Yağmur dindikten sonra, daha gitmeden fazlaca methini duyduğum Babadağlılar İş Hanı'nı görmek istedim. Ayrıca Etnografya Müzesi'nin yolunu sorduğumuz Denizlili bir esnaf arkadaş bize "Babadağlılar'a da uğrayın, alışveriş yapın, şehrimize para kazandırın" demişti:) Görmek lazım.
Burası ta antik çağdan beri tekstil işiyle uğraşılan Denizli'nin alışveriş merkezlerinden biri. Çok katlı binada sarmal düzenlenmiş merdivenlere dizilmiş ev tekstil ürünleriyle, rengarenk dükkanlarıyla, meraklısı için adeta bir cennet:) Gezmesi keyifli. Yatak örtüleri, masa örtüleri, koltuk örtüleri ve tabii ki meşhur Denizli havluları, bornozları... Saatler harcanabilir burada. Şahsen ev eşyasında pek hevesim yoktur. Devamlı alan, devamlı değiştiren kadınlardan değilim. Kısacası pek alışveriş yapmadım. Denizli'ye gidince havlu almadan dönülemeyeceği için tercihimi havlulardan yana kullandım. Koltuk örtüleri aklımda kalsa da taşıması ayrı dert olduğu için, kısa bir tereddütten sonra yine vazgeçtim.
Havlu işini de tamamladık. Peki meşhur cam horozu görmeden olur mu?:) Çınar Meydanı'ndaymış. Onu da bulduk. Malum, Denizli'nin güzel ötüşlü horozları meşhur. 2013 yılında şehir meydanlarından birine horoz heykeli konulmadan önce bir anket yapılmış ve halkın oylamasıyla bu heykelin camdan yapılmasına karar verilmiş.
Cam horozun alt kısmına da travertenleri simgeleyen mavi-beyaz kaide eklenmiş.
Cam malzemenin seçilmesinin nedeni ise Denizli'de cam sanayisinin ve cam sanatının oldukça gelişmiş olması. Horoz heykeli de yine yerli ustalar tarafından yapılmış. Bu konuda şöyle hoş bir durum var ki her 2 senede bir, Mayıs ayının son haftasında Uluslararası Denizli Cam Bienali gerçekleştirilmekte. Bu sene de vardı,
ne yazık ki denk gelemedik. Yoksa görmeyi çok isterdim. Cam sanatını çok severim.
Günü bitirdik artık. Pamukkale'ye dönme zamanı. Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Ara sıra alışveriş molası vererek otogara doğru yola koyulduk. İstanbul'da hafta içi vakitsizlikten alışverişe fırsat bulamıyoruz, hafta sonu ise mahkum bırakıldığımız AVM'ler o kadar kalabalık oluyor ki pek adım atasım gelmiyor.
Denizli'de tatildeyiz, vaktimiz var. Ufak çaplı bir alışveriş gerçekleştiriyoruz rahat rahat. Sonrasında Pamukkale minibüsüne binip otelimize dönüyoruz.
Eşyaları otele bıraktıktan sonra ara sokaklardan birinde tesadüfen görüp tercih ettiğimiz Kayaş Restoran'da yemek molası veriyoruz. (Lezzet, ortam ve fiyat açısından rahatlıkla tavsiye edebilirim). Sonrasında ışıklandırılmış travetenleri seyretmeye gidiyoruz. Pamukkale'de gündüzün kalabalığı azalmış. Natural Park'taki göletin kıyısında oturuyoruz. Göletin çevresindeki kafelerde oturanlar var, çimlere yayılmış sohbet eden gruplar var, göletin içinde deniz bisikleti sürenler var. Ortam sakin, gürültü patırtı yok. Karşımızda bembeyaz travertenler ve antik Hierapolis kenti... Anın tadını çıkarıyoruz.
Gecesi de etkileyici Pamukkale'nin.
Şarj bitince gece fotoğrafı ancak bu kadar olabildi. |
Denizli ve Pamukkale'de geçirdiğimiz ilk keyifli günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize dönmeden önce sıra sıra dizili hediyelik eşya dükkanlarına göz atıyoruz. Esnaf konuşkan. Bir parça da onlarla laflıyoruz. Zaten Denizli'de tanıştığımız herkes bence oldukça cana yakındı. Ha kaldığımız otelin doğma büyüme oralı olan resepsiyon görevlisi arkadaşa bakarsan, Denizli halkı eskiden daha düzgünmüş, ortam eskiden daha iyiymiş. Artık Türkiye'de halinden, çevresinden, yaşamından memnun insan bulmak zor olduğu için buna şaşırmamak lazım sanırım. Biz turist olarak Denizli gezimizden çok memnun kaldık. İnsanıyla, doğasıyla, tarihiyle gönlümüzü fethetti. Öyle ki en kısa zamanda tekrar gitmenin planlarını yapmaktayız. |
Şimdilik benden bu kadar. Yine kaptırdım gittim, farkındayım. Şu noktaya kadar sıkılmadan okuyan varsa teşekkürü bir borç bilirim:) Dediğim gibi Hierapolis antik kenti ve muhteşem travertenler bir sonraki yazıda olacak. Asıl göz ziyafeti işte o yazıda. Hierapolis'te buluşmak üzere...
*Pamukkale'de White Heaven Hotel'de konakladık. Fiyat-fayda dengesi gayet yerinde olup tavsiye edebileceğim bir hotel olduğunu belirtmek isterim.
**Çardak Havalimanı'ndan şehir merkezine Baytur'la ulaşım kişi başı 13 Lira. Eğer Pamukkale'ye gidecekseniz belli bir noktada aktarma yapılıyor ve kişi başı 13 Lira daha alıyorlar. Denizli otogarından Pamukkale'ye ulaşım ise minibüslerle yapılıyor. Ücreti kişi başı 3.5 Lira. Ulaşım konusunda Pamukkale otelleri de yardımcı oluyorlar. Otelden bana mail atılmış ama gitmeden önce görmedim. Uçak saatine göre ayarlanan shuttle servisler kişi başı 25 Lira alıyorlar. Dönüşte bu servisi kullandık. Önceden resepsiyona adınızı yazdırmanız gerekiyor.
İlgili yazılar: İngiliz Turistten İnsanlık Dersi
Hierapolis'te Ben
Çok güzel bir yazı :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Ebru:)
SilHa haaa:D Aynı dert benim de başımda var. Kızlara ne zaman müzeye gidiyoruz, desem. " Anneeee" serzenisi. Yağmur konusu da komik olmuş. Benim de bazen başıma geliyor. Kısa süreli gezilerde epey zor oluyor.
YanıtlaSilBenim de bir Denizli yapasım geldi.
:)) Her şeye rağmen yeni yerler görmek güzel.
SilTeşekkürler...
Vallahi son satırına kadar zevkle okudum....
YanıtlaSilBayılıyorum senin şu seyahatlerine... Seninle gezmek çok sevkli olur eminim... Benziyor gezme zevklerimiz birbirine...
O kuzu tandır şu saatte nasıl acıktırdı karnımı tahmin bile edemezsin...
Denizli'ye hiç gitmemiş biri olarak vallahi denizli aşerdim :)))
Gezelim Şebnemcim:) Neden olmasın ki? Olur bence:)
SilÖptüm seni.
Pamukkale`ye iki kere gittim. Birisi çok önce, lise yıllarıydı sanırım. Diğeri de eşimin Türkiye`ye geldiği ilk yıllardı.
YanıtlaSilDeğişimleri senden okumuş oldum:)
İstanbul otogarı berbat. Korkuyorum ordan ben:) Bursa, Eskişehir vs. kıyaslanamayacak kadar daha iyi.
Hava ile hiç takınıtım yoktur, daha önce de yazmışımdır belki. Asla değiştirilmeyecek şeylere çok takılmanın bir anlamı yok. En son Sakız tatilinde yanımızda misafirlerle yelken yaptık. Hava bozacağı için (yelkende fırtına uyarılarını dikkate almak lazım) erken dönmek zorunda kaldık, onun yerine Efes`i gezdik, yarı yağmur, yarı güneş bir havada. Sonraki gün de İzmir vs. Yapılacak mutlaka bir şeyler bulunuyor. Plan B olmalı her zaman:)
Ben henüz Antep yazılarını toparlamadım:) Fotoğraflar kaldı diğer bilgisayarda, uğraşmam lazım biraz:)
Senin diğer yazını bekliyorum, arayı açma:) Sevgiler:)
Plan B olmalı hakikaten Semi. Olmasa da ne fark eder gerçi, illa yapacak bir şeyler bulunur:)
SilDenizli'ye gelirsek... Ben ilk kez gittim. Annem ve babam evlendikleri yıl gitmişler, tekrar bizi götürmediler:) Eşimle gitmek de ancak şimdi kısmet oldu. Aslında geç kalmışım.
Sen şimdi tekrar gidersen nasıl bir karşılaştırma yaparsın merak ettim. Sevgiler...
Yazacağım, e-okul'a not girme işlemleri falan bitsin de.
Memleketim Denizli'yi gezmeniz ve tanıtmanız çok hoş olmuş. Ne yazık ki son yıllarda çok seyrek gidebildiğim şehrimizin epey tadını çıkarmışsınız.
YanıtlaSilDenizli insanı candan ve hoşsohbettir. Son yıllarda ekonomisinde biraz sıkıntı var. İflaslar ve işyeri kapatmaları çoğalıyor. Umarım yakın zamanda çözümlenir.
Elinize sağlık...
Umarım hata yapmamışımdır:) Yazıyı beğendiyseniz ne mutlu.
SilŞehrinizin insanlarını çok sevdik. Hakikaten herkes hoşsohbet.
Ekonomimiz zaten iyi durumda mı ki, Denizli etkilenmesin:(
Çok teşekkürler Bilgehan Bey.
valla en güzel foto kebab he :)
YanıtlaSilDoğru:)
SilMimleri çok sevmezsin biliyorum ama ben yine de mimledim seni :)
YanıtlaSilHarika bir gezi olmuş Sezer'cim.. biz 7 yıl önce gitmiştik..Merkezinde değil ama Pamukkale'yi ve çevresindeki antik kentleri dolaşmıştık..ve Buldan'ı gezmiştik..hatta Buldan işi ev tekstilleri almıştım..halen severek kullanıyorum el dokuması tekstilleri.. O zamanlar blogger değildim..Fotoğrafları şimdi daha farklı bir gözle çekiyorum..:) Yine sayende hoş bir anımsayış oldu benim için de..hatta yine gidecek olursak eğer..notlarından istifade edeceğim..teşekkür ederim Sezer'cim..Keyifli gezmeler dilerim..
YanıtlaSilYalnızca Kocabaylar kebap için yine gidilir, tabiki gidilmişken Pamukkale, Hierapolis ve Laodikya illaki görülmeli. Güzel bir gezi ve yazı olmuş, tebrikler.
YanıtlaSil