31 Ocak 2016 Pazar

KISA BİR MOLA

   
    Sen bu satırları okurken ben kilometrelerce uzakta olacağım sevgili okuyucu:) 
Küçük bir Almanya seyahatine çıkacağız ailecek. Bu yazıyı önceden yazıp programladığıma göre hatta şu an oradayız. Bir süredir İstanbul içinde dahi doğru dürüst gezdiğim yok. Daha önce bahsetmiştim, ufak tefek sıkıntılar, ufak göründüğü halde problem yaratan sağlık sorunları, Orhun'un üniversite sınavı stresi ve yoğunluğu, "çocuk üniversiteye gidecek maddi olarak açılmayalım önümüzü görelim" derken, geçtiğimiz Eylül ayından beri evden pek çıkmadık. Özellikle bana gereksiz bir tembellik de çöktü. Sınava hazırlandıkları için Orhun'un sadece bir hafta tatili vardı, 
o da bu pazartesi başlıyor, fırsattan istifade biraz kafa dağıtalım istedik. Almanya'yı tercih ettik çünkü daha önce ziyaret etmediğimiz bir ülke. Aslında yeni yıl zamanı bir Avrupa şehrini görmek istiyorduk fakat Aralık ayında ayarlayamadık ve sömestr tatilini değerlendirmeye karar verdik. Almanya'yı tercih etmemizin bir sebebi de sevgili arkadaşım Ayşe'nin orada yaşıyor oluşu. Bloglarımız aracılığıyla tanıştığımızdan, Hollanda'da görüştüğümüzden ve blog harici de görüşüyor, haberleşiyor olmamızdan daha önce bahsetmiştim. Bir süredir istiyorduk Almanya'da buluşmayı. Herkesin iş ve okul durumları denk geldi, bu sefer görüşeceğiz inşallah. Arkadaşlarımızın evine çok çok yakın bir yerde konaklayacağız ve her gün görüşeceğiz. Bu açıdan çok mutluyum, özellikle Ayşe ve ben fazlasıyla heyecanlı ve hevesliyiz. Köln ve Dortmunt ağırlıklı bir gezi olacak. Bir gün Hollanda'ya da geçebiliriz. Bir süredir üzerime çöken atalet hissi inşallah bu geziyle dağılır. Almanya sağ olsun 1 senelik vize verdi:) İmkanlar ölçüsünde bu seneyi değerlendirmem şart oldu:) Şu vize işi büyük sıkıntı. Hiç sorunla karşılaşmadık şimdiye kadar ama o kadar uğraşının ve masrafın sonunda vize çıkmazsa diye stres yapıyor insan ister istemez. Ve Türkiye vatandaşı olarak bu duruma düşürülmekten hiç hoşlanmıyorum. Manevi sıkıntısı da cabası yani. 
    Kardeşim açısından da işler düzene girdi. Ayağındaki aparatlara alıştı, ufak ufak kalkıyor artık. Bu hafta anneme ve eşine emanet. Yakında aparatlara da gerek kalmayacak. Ben döndükten sonra da annem Bodrum'a teyzemin yanına gidecek bir süreliğine. Birbirimizi dinlendirmiş olacağız böylece. 
    Dönünce görüşürüz. Herkese güzellikler diliyorum.











 

28 Ocak 2016 Perşembe

ÖLDÜRMEYE DEĞER KİŞİLER

    Geçenlerde hangi arkadaşımın blogunda yorum yapmıştım hatırlamıyorum ama 
"Ben hiç yalnızca ismine bakarak kitap satın almadım" demiştim. Ama değişti o iş. Geçen gün sırf ismini beğendiğim için bir kitap satın aldım.
    "Öldürmeye Değer Kişiler". 
Instagram:sezereser

    O gün hangi ruh halindeysem artık, gerçekten bazı insanların öldürmeye değer olduklarını düşündüm, yazara hak verdim:) Bence herkes hayatının bir döneminde birilerini yok etmeyi istemiştir. Her ne kadar yapamayacak olsa da... Dolayısıyla ilgimi çekti bu roman. Reklamını yayın hayatına yeni atılan polisiye dergisi 221B'de görmüştüm. Yeri gelmişken bu dergiye bayıldığımı belirtmek isterim. Polisiye romanlar, diziler, filmler olmazsa olmazlarımdandır. Dergide yer alan makaleleri, tavsiyeleri çok faydalı ve eğlenceli buldum. Umarım uzun soluklu bir dergi olur ve kalitesini arttırarak yoluna devam eder. 

    Derginin adı dikkatinizi çekmiştir. 221B, Sherlock Holmes'un Londra'da Baker Caddesi'ndeki evinin numarası. Bu adres bugün bir müze. Tabii ki aklımda, tabii ki görmek istiyorum:) (Bu arada İngiltere'de genç nüfusun yarısı Sherlock Holmes'un gerçek bir karakter olduğuna inanıyormuş. İlginç.) Neyse, yine uzattım, 221B'de reklamını gördüğüm kitabı satın almak için D&R mağazalarından birine girdim. Görevliye sordum. Altın Kitaplar'dan çıktığını söyledim. Çocuk bir türlü bulamadı. 
Gidip başka bir görevliye sordu. O da "Yeni çıkanlarda o kitap" dedi:))) Ben yeni çıktığının farkında değildim, büyük mağazalardaki Yeni Çıkanlar ve Çok Satanlar bölümlerine hiç bakmam. Ya aklımdadır ne istediğim ya da ne bileyim diğer bölümler arasında gezip incelemeyi severim. Reklam kokan hareketlerden hoşlanmam. 
Meğer benim kitap çok satanlar arasındaymış. O bölümü bilirsiniz, 1'den 10'a kadar numaralandırılmış yeni çıkanlar gayet net şekilde sergilenir. Görmemişiz. Hadi ben bilmiyorum. E be çocuk! Sen nasıl bilmiyorsun çalıştığın yerdeki yeni çıkan kitapları? Bilhassa D&R mağazalarında çok yaşanıyor bu tip durumlar. 
    Şimdi gelelim söz konusu romanımıza. Instagram'da gördüğüme göre, yeni çıkmasına rağmen okuyanı ve beğeneni çok. Ben de beğendim. Son sayfaya kadar merak uyandıran bir kurguya sahip. Havaalanının barında tanışan Ted ve Lily ile başlıyor hikaye. Ted çakırkeyifliğin verdiği boşboğazlıkla Lily'ye karısının onu aldattığını, bu yüzden karısını öldürmek istediğini söylüyor. Lily "Neden olmasın?" diye cevap veriyor. Yolculuk boyunca devam eden sohbetleri ciddi ciddi cinayet planlamasına dönüşüyor. Devamı kitapta. Şimdi ne söylesem açık vermiş olacağım. İlginç bir hikaye, heyecanı diri tutan bir kurgu. Sanki romanın devamı olacakmış gibi geldi bana. Kısa sürede okudum, şu an evde zorunlu istirahatte olan kardeşime verdim. Arada polisiye-gerilim tarzı romanlar kesinlikle iyi geliyor. Bir süre okumazsam ihtiyaç hissediyorum. Benim gibi meraklıları için Öldürmeye Değer Kişiler'i tavsiye ederim.






26 Ocak 2016 Salı

BUGÜNLERDE...

    Bu aralar yeni yazı giremediğim gibi takip ettiğim blogları da zor bela okuyabildim. Çünkü kardeşim her iki ayağından ameliyat oldu. Çok şükür önemli bir durum değil. Kemik düzeltme ameliyatı. Ama yine de tedirgin olduk tabii. Özellikle annemin ameliyat öncesinde "Hayır, ben istemiyorum. Yaptırmasın. İçimde kötü bir his var. Narkoz almasını istemiyorum" diyerek genel karamsarlığını göstermesi beni nasıl gerdi anlatamam. Ağrıyı, sıkıntıyı çeken kardeşim. Üstelik bir yetişkin. Karar vermişse nasıl karışabiliriz ki? Bize ancak dua edip destek olmak düşer. Annem müthiş endişeli ve inatçı bir insandır, kardeşim de kafasına koyduğunu yapan biri... Ben olsam "Acaba hakikaten ölür müyüm?" diye düşünüp vazgeçebilirdim mesela ama kardeşim umursamaz:) Aslında öyle olmak lazım. Annemle konuştum konuştum, baktım fikirlerinden vazgeçen yok, "Ben artık karışmıyorum" dedim. Fakat her zamanki gibi dayanamadım ve son akşam yine bir telefon trafiğiyle annemi ikna ettim, az buçuk rahatlattım. Neticede 2 gece hastanede kardeşimin başında yine annem durdu. 
Bana yeğenime bakma işi düştü teyze olarak. Çok şükür atlattık ama annem beni 
o kadar etkiledi ki kaç gece uyku uyuyamadım olumsuz bir şey olursa diye korkarak. Yaşlandıkça daha da endişeli oluyor annem. Ne yapacağız hiç bilmiyorum. Şimdi -her ne kadar dilimin ucuna gelse de- "Bak uyandı işte, narkozdan korkuyordun hani?" diye sormak gibi bir hataya düşmemek için çabalıyorum:) Konuyu didiklememek şu durumda en iyisi. 
    Kardeşim iki seksen uzanıyor bugünlerde. Annemle dönüşümlü olarak gidip geliyoruz. Ayağında alçı yerine, dizine kadar saran enteresan aparatlar var. Onun sayesinde temel ihtiyaçlarını karşılamak için ufak ufak yürüyor ama 2-3 hafta daha ayaklarını dümdüz uzatıp oturmak zorunda. Ondan sonra 1-2 hafta da terlikle gezecek. Ameliyatın sonrası daha sıkıntılı yani. Hem hareket kısıtlılığı var, hem düzen şaşması durumu. Benim kardeşim işkoliktir. Çalışanlarını Boğa burcundan seçmen gerektiği söylenir ya, kardeşim de burcunun bu özelliğini fazlasıyla taşır. Çalışmadan duramaz. Ağrıları geçmeye başladı, bugün yarın bilgisayarı eline alır ve evden çalışmaya başlar. Ufak ufak sıkılma alametleri göstermeye başladı. Normalde hafta sonları pek evde durmazlar, o yüzden de sıkılacak ama yapacak bir şey yok şu sıra. Güzelce iyileşsin gezer yine. 
    Bunun dışında iyiyim, hoşum. Bu hengame içinde sinemayı bile ihmal etmedim:) Geçtiğimiz cumartesi akşamı Diriliş'i seyrettik ailecek. Etkileyici bir film. Galiba Leonardo bu sefer Oscar'ı alacak. Çok sürünmüş, çok hırpalanmış, kendini paralamış resmen:) 
    Bende durumlar böyle. Bir de çok üşüyorum:) Hava çok soğuk!






16 Ocak 2016 Cumartesi

BRON / BROEN...

   

    Bu hafta sonu yeni bir diziye başlamak isteyen varsa İsveç-Danimarka ortak yapımı olan Bron/Broen'i ısrarla tavsiye ederim. Özellikle de polisiye-gerilim tarzını sevenler için. Bron ve Broen, biri İsveççce, diğeri Danca "Köprü" anlamına geliyor. Burada söz konusu olan köprü, İsveç'i ve Danimarka'yı birbirine bağlayan Öresund Köprüsü. Dünyanın en büyük sınır ötesi köprüsü konumunda ve 7845 m. uzunluğa sahip. 
Dizide de görüldüğü gibi üzerinden karayolu ulaşımı yapılırken, altından tren geçiyor. 
    Dizimiz işte bu köprünün tam ortasında bir kadın cesedinin bulunmasıyla başlıyor. Olayı doğal olarak her iki ülkenin emniyeti ele alıyor, ortaklaşa bir çalışma başlatılıyor. Ayrıca anlaşılıyor ki cesedin bir yarısı İsveçli, diğer yarısı Danimarkalı bir kadına ait. İsveç adına çalışan polisimiz Saga Noren, Danimarkalı polisimiz ise Martin Rohde. Saga Noren o kadar ilginç bir karakter ki Google'a ismini yazdığınızda çok sayıda hayranı olduğunu göreceksiniz. Saga, duygudan yoksun gibi görünen, işine takıntı derecesinde bağlı, yalan söyleyemeyen, yalan söyleyemediği için bazen hüzünlü bazen komik durumlara sebep olabilen, insanlarla iletişimi zayıf ama tüm bunlara rağmen izleyiciyi etkileyen bir karakter. Martin ise daha vurdumduymaz. İlginç bir ortaklık oluşuyor aralarında. Ondan sonra her iki ülke polisini de parmağında oynatan bir katilin peşinde gelsin olaylar. Burada tabii ki bahsedemeyeceğim ama diyebilirim ki sonuç çok çarpıcı. İlk sezonu bir çırpıda bitirdim. 2.ve 3. sezon var sırada. 
    Klişelerle dolu Amerikan polisiye dizilerinden sonra bu dizi çok farklı ve çok iyi geldi açıkçası. Her şey o kadar doğal ilerliyor ki. Diyaloglar doğal, karakter davranışları doğal. Amerikan dizilerinde çirkin insan yoktur mesela. Daha doğrusu sıradan veya çirkin insanlarının bile belli bir karizması vardır ki bu bana her zaman yapay gelmiştir. Ama bu dizide adam çirkinse hakikaten çirkin:) Turistik amaçla izlediğim kuzey ülkelerinin sıradan insanlarını, arka sokaklarını, sıradan hayatını görmek farklı geldi. İlgiyle izledim. Kuzey ülkelerinin o kış havasına uygun koyu renkleri bile itici gelmedi bana.
    Amerikan klişelerinden uzak dedim ama bu dizi onların da ilgisini çekmiş. Bir de Amerikan versiyonu var. Onun ismi de Köprü. Yani Bridge. Aradaki farkı görebilmek için sadece bir bölümünü izlemeyi düşünüyorum. Konusuyla, karakterleriyle, doğallıyla, heyecanıyla üst seviyelerde gezinen Bron/Broen'i polisiye-gerilim sevenlere tavsiye ediyorum. Beğenirseniz bana haber verin:)













15 Ocak 2016 Cuma

BUGÜNLERDE...

    İnanılmaz keyifsizim bugünlerde. Çok kişinin de benim gibi olduğunu biliyorum. Ülkeme dair pembe umutlar besleyemediğim gibi tüm insanlığın gidişatının da pek hayırlı olduğunu sanmıyorum. Düşünüyorum... Kötülük sahiden arttı mı? Yoksa kalabalıklaşan nüfus ile internet ve medya sayesinde her şeyi fazlaca öğrendiğimiz için mi kötü olaylar fazlalaşmış gibi geliyor bize? Tabii ki iyilik de insana dair, kötülük de... Kötülük hep vardı, hep var olacak. Ama sanki artık herkesin birbirine, dünyanın en ucundaki insana bile kolayca ulaşabilmesi sayesinde bulaşıcı mı oldu bu durum? Örneğin artık her türlü ideoloji mensuplarının kendilerine yandaş çekebilmeleri çok kolay. Internet bu anlamda gençler için en büyük tuzak. Yüz yüze bile gelmeye gerek yok, hayatından memnun olmayan gençleri belli vaatlerle, yakınlıklarla yanına çekmek çok kolay artık. Aşırı bilgi akışının olumsuz yönlerinden biri de artık her türlü olumsuz, acıtıcı, hatta vahşi görüntülere maruz kalıp bunları kanıksamak. Ya da hadi kanıksamıyorsun diyelim, en basiti moralin bozuluyor, enerjin düşüyor, depresif bir hal alıyorsun. Güzellikler ve iyiliklerden çok kötülükler paylaşılıyor çünkü. Eğilim her zaman kötüye, vahşete, üzüntüye yönelik. Sıkıntı sıkıntıyı, kötülük kötülüğü doğuruyor; böyle böyle uzayıp giden bir olumsuzluklar zinciri sarıyor tüm dünyayı. Hadi bizim çocuklarımız bir şekilde yırtacaklar diyelim. Ama artık onların çocuklarına ne kalacak insanlık adına? Bilmiyorum. Düşünmek bile istemiyorum. 
    Sosyal medya feci halde canımı sıkmaya başladı. Çok sevdiğim Instagram'da biraz fazla takipçisi olanların ya da ünlü isimlerin paylaşımlarının altına yazılan yorumlar kalitemizi o kadar belli ediyor ki... Bırak sinirlenmeyi, üzülüyorum. Twitter vahşi orman. O mecrada faal olmak için çelik gibi sinirlerinin olması lazım. Her an bir fikrin yüzünden hakarete uğrayabilirsin. Facebook desen ayrı alem. Bazen ana sayfa akışım tamamen hasta çocukların fotoğraflarından, paylaşılmaması gereken şiddette yaralı hayvanlardan ve "şuraya bir dua, bir temenni bırakıyorum, amin demezsen sen bilirsin, yandığının resmidir" türü paylaşımlardan oluşuyor. Bunları yapanlar tanıdığım insanlar bir de. Bakın kesinlikle yardımlaşmaya, yardım çağrısına karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın çünkü yanlış anlamaya meyilliz son zamanlarda hepimiz. Benim de yardımlaşma yönünde paylaşımlarım oldu ama hiçbirini doğruluğundan ve güncelliğinden emin olmadan paylaşmadım. Yahu biraz araştırın, bir bakın yardım çağrınızın geçerliliği var mı? Örneğin ilik nakli bekleyen bir çocukcağızın duyurusunu paylaşıyor biri. Diğeri de ondan görüp paylaşıyor. Oysa ki o çocukcağız aylar önce vefat etmiş. Vefat etmiş bir çocukcağızı tekrar tekrar gündeme getirmek daha fena bir olay değil mi? Ya da biri kayıp diyelim. Bulunduktan sonra bile aynı paylaşımlar devam ediyor. Sen gerçekten bu olaya üzüldüysen, bu olayı takip ediyorsan kişinin bulunduğunu da bilmen gerekir mesela. Fakat bırak araştırmayı, paylaştıkları şeyin tarihine bile bakmıyorlar. Ben bir ara her gördüğüm de "Bilmemkimcim bu çocuk bulundu, bu çocuk için para toplandı, bu çocuk vefat etti" diye üşenmeden yazıyordum. Ama artık yıldım. Bir de işin şu yönü var. Siz yardım bekleyenlerin duyurularını vicdani duygularla dayanamayıp paylaşıyorsunuz da o kişi için ne yapıyorsunuz? İlik nakli için gidip donör oldunuz mu? Kan verdiniz mi? Maddi yardımda bulundunuz mu?  Ben paylaştım, üzerime düşeni yaptım mantığı nedir Allah aşkına? Zannedilmesin ki ben lay lay lom yaşayan bir insanım, yardımlaşmaya karşıyım, duyarsızım. Duyarsız olsaydım bunca yoksunluk, yoksulluk, mutsuzluk karşısında kendimi hasta gibi, çaresiz gibi hissetmezdim. Elimden geldiği kadarıyla tanıdığım ya da tanımadığım insanlara yardım etmeye çalışıyorum. Ama bunu sessiz yapıyorum. Anlatabildim mi? İsteyen yapar. İlgilenmediği, sadece o an acıdığı için 
ya da kendi başına gelmesinden korktuğu için etkilendiği gereksiz paylaşımlarla üzerinden yükü atmaya çalışmaz. "Elimden geldiği kadarıyla" dedim ya az önce... 
İşte milletin paylaştığı tüm o geçerliliği olmayan, yalan yanlış paylaşımlar beni yine de elimden geleni yapamamışım gibi hissettiriyor, moralimi alt üst ediyor. Internette, medyada, öyle bir gereksiz bilgi akışı var ki -çoğunun gerçekliğinden emin değiliz ve bu da ayrı bir paranoyaya sürüklüyor- dünyayı keşmekeşe sürüklemekten başka bir işe yaramıyor. 
    İçimde çok şey var ama anlatamıyorum. Tıpkı benim gibi kapana kısılmış gibi hissedenler olduğunu çok biliyorum. Ben ki aptalcasına umutlu bir insanımdır ama bir süredir önce kendi topraklarımızda maruz kaldığımız huzursuzluklar, sonra dünyanın gidişatı, savaşlar, kötü niyetli insanlar, aptal insanlar, belli ideolojilere körü körüne bağlı insanlar benim bile dengemi bozuyor. Bu umutsuz halimin uzun sürmemesi lazım. Yoksa ben ben olmaktan çıkacağım. 
    Tam da bu duygular içerisindeyken denk gelen, duygularıma tercüman olan, az önce okuduğum Hakan Günday satırlarını paylaşıp konuyu kapamak istiyorum. Allah hepimize huzur versin, akıl sağlığı versin. Dilerim ki hepimizi iyi insanlarla karşılaştırsın.

    "...teknoloji sayesinde yaygınlaşan küresel iletişimin, insanın insandan nefret etmesine neden olacağı sezgisini yazmadı. Belki insan, sosyal bir hayvandı. Ama sanıldığı kadar da sosyal değildi. ...insan kesinlikle enternasyonal bir hayvan değildi. İnsan topluluklarının birbirine bu denli yaklaşmasının en şiddetli sonucu, uluslararası suç örgütleriydi. Bulgaristan'dan kaçırılan çocuklar Lüksemburg'da büyüyor, Mozambik'ten çalınan gözler Kanada'da görüyor, Sibirya'da açan çiçkler Türkiye'de soluyordu. Bu yüzden insanın sosyalliğinin bir sınırı vardı. O sınır aşıldığında, iletişim kuran taraflardan biri mutlaka zarar görüyordu."
                                                                                             (Hakan Günday - AZİL)







11 Ocak 2016 Pazartesi

NOSTALJİK PAZARTESİ VE ŞAKİR PAŞA AİLESİ...

    Bu hafta Nostaljik Pazartesi'de "Şakir Paşa Ailesi" var. 2009 yılında bahsetmişim bu ilginç aileden. Sanat dünyasının önemli isimlerinin mensup olduğu ailenin hikayesini tekrar paylaşmak istedim. Kaynak aldığım kitabı ve yazının sonuna eklediğim ilgili kitapları da şiddetle tavsiye ederim. 



ŞAKİR PAŞA AİLESİ



    Bir aile düşünün. II.Abdülhamit döneminde sadrazamlık ve paşalık yapmış amca; yine yüksek askeri rütbelere ulaşmış olan baba; Atatürk'ün yakın silah arkadaşları olan damatları; Türkiye'nin ilk kadın sanatçılarından olan kızları: yine sanat dünyasının ünlü isimlerinden olan torunlar; resim, gravür, heykel, tiyatro,edebiyatla dolu hayatlar ve bol bol skandal...
    Yıllar önce Şirin Devrim'in "Şakir Paşa Ailesi - Harika Çılgınlar" isimli kitabını okuduğumda çok etkilenmiştim. Tek tek tanıdığım pek çok ismin aslında aynı aileden olduğunu o kitap sayesinde öğrenmiştim. Daha sonra bu ailenin ünlü fertleri ile ilgili ne bulursam okumaya başladım. Fahrünnisa Zeyd, Aliye Berger, Nejad Devrim ve Füreya Koral gibi aile üyeleriyle de Sanat Tarihi eğitimim sırasında iyice haşır neşir oldum. Hatta 4.sınıftaki Proje dersi için hazırladığım "Türkiye'de Kadın Ressamlar ve Otoportreleri" konulu araştırmamda Fahrünnisa Zeyd ve Aliye Berger de yer aldılar.
    Geçenlerde yukarıda bahsettiğim kitap tekrar elime geçtiğinde, bu ailenin belli başlı fertlerini tanıtmak, tanıyor olanlara da tekrar hatırlatmak isteği duydum. 
    Zira, heyecan duyduğum, beğendiğim şeyleri paylaşmayı seviyorum.
    Cevat Paşa: Ailenin amcası. II.Abdülhamid döneminde en yüksek askeri makama ulaşmış, Girit Valiliği yapmış ve 1891'de sadrazamlık görevine getirilmiş. Ayni zamanda tarihçi. Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri tarihini yazmış. Amatör fotoğrafçı. 5000 adet kitabını İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne bağışlamış.
    Şakir Paşa: Cevat Paşa'nın kardeşi. Ailenin babası. Girit'te Cevat Paşa'nın resmi kumandanlığını yapmış. Tarihçi ve yazar. Torunu Şirin Devrim'in deyimiyle "tam bir Rönesans adamı". Sanatın her dalına meraklı. 1903 yılında Paris'te düzenlenen bir resim yarışmasında ikincilik kazanmış. Ağabeyi gibi amatör fotoğrafçı. Çini ve seramikle de uğraşmış. Oğlu tarafından vurularak hayatını kaybetmiş. 
    Cevat Şakir Kabaağaçlı: Nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı. Herkes Halikarnas Balıkçısı'nı duymuştur. Romantik çağrışımlar yaratan bir isimdir bu. Peki ama Cevat Şakir nasıl Bodrum'a yerleşmiştir ve nasıl Halikarnas balıkçısı olmuştur? 
    Şakir Paşa'nın oğlu Cevat, Oxford'a eğitime gönderilmiş ve orada zengin, aristokrat gençlerle arkadaşlık kurmuş, tatlı hayat yaşayan bir gençtir. Bu yüzden sık sık babasından para istemektedir ve dolayısıyla babasıyla sık sık tartışmaktadır. Oxford'tan Roma'ya geçer ve orada Güzel Sanatlar Akademisi'ne yazılır. Resim yeteneği vardır. Nihayet mesleğini bulduğunu söylemektedir. 22 yaşındayken İtalyan Aniesi ile evlenerek yurda döner. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde minyatür çalışmalarına başlar. Fakat babasıyla tartışmaları hiç bitmez çünkü babası onun adam gibi bir mesleğe sahip olmasını istemektedir. Bu sırada Şakir Paşa'nın mali durumu çok kötüdür. Sahip oldukları çiftlikteki hesapları kapatmak için Afyon'da bulundukları bir gece, tekrar tartışırlar ve Cevat babasını bir av tüfeğiyle vurarak ölümüne sebep olur. "Kendimi savundum" der.  7 yıl hapis yatar. Çıktığında bir tekkede çalışır, gazetecilik yapar, çeviriler yapar, siyasi karikatürler çizer. Siyasi bir yazısı nedeniyle İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanır ve o zaman sürgün yeri olan Bodrum'a gönderilir. Bodrum'u çok sever ve cezası bittikten sonra 25 yıl daha Bodrum'da yaşar. Balıkçıların ve sünger avcılarının hikayelerini yazar. Tanıdığımız, bildiğimiz "Halikarnas Balıkçısı" olur.
    Fahrünnissa Zeyd: Şakir Paşa'nın kızı. Türkiye'nin ilk kadın ressamlarındandır. İnas Sanayi-i Nefise mezunudur. Meşrutiyet döneminin alafranga genç kızı iken, Cumhuriyet'in ilanından sonra tam bir Cumhuriyet kadınına dönüşür.İlk eşi Servet-i Fünun yazarlarından İzzet Melih Devrim'dir. Türkiye'nin örnek çifti olarak hem sanat dünyasının, hem de diplomatik çevrelerin toplantılarında sık sık boy gösterirler. Kızı şirin Devrim'in anlatımına göre, Dolmabahçe Sarayı'nda yeni Türk alfabesine karar verilen toplantıya İzzet Melih ve Fahrünnisa da davetlidirler. Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı ilk kelime "Fahrünnisa" olmuştur. 
    Fahrünnisa 1928 yılında Paris'te Ranson Akademisi'ne yazılır. 5 yıl sonra İzzet Melih'in çapkınlıkları yüzünden evliliği sona erer. 1934 yılında Irak'ın Ankara Büyükelçisi Prens Emir Zeid el Hüseyin ile evlenir. Bundan sonra Türkiye'de ve yurtdışında fırtına gibi süren bir hayata atılır. Hem sanat hayatını, hem diplomatik çevrelerle olan ilişkilerini aynı anda başarıyla devam ettirir. Kraliçe Elizabeth ve Hitler gibi dönemin ünlü şahsiyetleriyle aynı ortamlarda yer alır. Yurt içinde ve yurt dışında pek çok sergi açar. Başarılıdır, hırslıdır, titizdir, resim yaptığı tarihlerde ruhsal gelgitler yaşadığı söylenmektedir. 
    Eserleri Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da önemli bir yere sahiptir.
    Aliye Berger: Şakir Paşa'nın küçük kızı. İşte ailenin en fazla tuttuğum ferdi:) Nam-ı diğer Alyoşa. Evin şımarığı, başına buyruk olanı, aklına eseni yapanı,çocuksu ve açıkkalpli Aliye... Çılgın ve aşık Aliye... Rengarenk kıyafetleriyle; kıyafetlerine diktiği kelebeklerle, çiçeklerle dikkat çekermiş. Saçlarına renk renk kurdeleler; boynuna eşarplar bağlarmış. Farklı bir makyaj yaparmış. Yaşadığı dönemin aykırı tipi yani. Sadece fiziksel görünümüyle değil yaşadıklarıyla da farklıymış. İlk kez Füreya'ya ders verdiği sırada gördüğü keman hocası Carl Berger'e deliler gibi aşık olmuş. Bu sırada 17-18 yaşlarındaymış. Carl Aliye'den 10 yaş büyükmüş. Tam 23 yıl beraberlikleri olmuş. Carl, sanatının ön planda olduğunu söyleyerek evlenmekten kaçınmaktaymış. Aliye, bu zaman zarfında kaçamaklarından da vazgeçmeyen Carl'ın ilişkide olduğu kadını silahla yaralamış. Kadın evli olduğu için şikayetçi olmamış. Bu şekilde fırtınalarla geçen 23 yılın sonunda 1946 yılında evlenmişler. Ve yalnızca 6 ay sonra Carl kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiş. Bunalıma giren Aliye'yi kurtaran şey "gravür" olmuş. Zaten aileden gelen sanatsal bir yeteneğe sahip olan ve özel resim dersleri alan Aliye'yi gravüre yönelten kişi ablası Fahrünnissa olmuş. Gravür'ün güç gerektiren bir sanat olduğunu bilen Fahrünnisa, acılarını atabilmesi için Aliye'yi gravüre yönlendirmiş. Aliye ilk eserlerinde hep Carl'ı resmetmiş.
    Sanatseverler onu bir de "İstihsal" isimli yağlıboya resmiyle hatırlarlar. 1954 yılında 
Yapı Kredi tarafından düzenlenen İstihsal (Üretim) konulu yarışmada Aliye'nin eseri birinci olur. Bu resim çok tartışılır çünkü akademik gelenekten uzak özgün bir çalışmadır. İçinden gelen coşkuyla gerçekleştirmiş olduğu bu resim, Türkiye'de soyut sanatın ilk örneklerindendir. Aliye'nin eserleri de kendisi gibi çok farklıdır.
 Nejad Devrim: Fahrünnisa'nın İzzet Melih'ten olan oğlu. Annesi gibi ünlü bir ressam. Soyut sanatın önemli temsilcilerinden. Orta Asya dahil bir çok ülkeye sanat gezilerinde bulunmuş. 
    Füreya Koral: Şakir Paşa'nın kızı Hakiyye'den olan torunu. Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı. Müzik eleştirileri yazmış, çeviriler yapmış. Yurtdışında pek çok sergi açmış ve ödül kazanmış. Marmara Oteli lobisinde, Ankara Ulus Çarşısı'nda, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı vb. bir çok yerde duvar panolarını görmek mümkün.
    Kılıç Ali Paşa: Füreya'nın eşi. Biz onu Atatürk'ün yaveri olarak tanıyoruz ve seviyoruz. Füreya ve Kılıç Ali her zaman Atatürk'ün yanındalar. 
    Emin Paşa: Şakir Paşa'nın damadı. Hakiyye'nin eşi. Emin Paşa Atatürk'ün silah arkadaşlarından. Aynı zamanda aile olarak da yakın ilişkiler içerisindeler. Hani ünlü bir olay vardır. Atatürk ve Latife hanım yeni evlenmişlerdir. İzmir'de bir tanıdıklarının evindeyken, Atatürk halkın ısrarına dayanamayarak balkona çıkar. Elinde kadeh vardır. Latife Hanım arkasından gelerek "Kemal! Kemal! Elinde kadehle kendini halka gösterme" der. İşte bu olayın geçtiği ev Emin Paşa ile Hakiyye'nin evidir.
    Şirin Devrim: Fahrünissa'nın İzzet Melih'ten olan kızı. Tiyatro oyuncusu ve rejisör. Türkiye'de olduğu kadar Amerika'da da başarılı. Amerika'da bir çok tiyatro okulunda hocalık yaptı.

    Bu isimler, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerini ve Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerini yaşamış, yerli yabancı pek çok siyasi şahsiyetle ve sanatçıyla içli dışlı olmuş, bir çok üyesiyle Türk Sanat Tarihi'nin ilklerini yaşatmış olan bu farklı aileden aklımda kalanlar. 
Bu konuda keyifle, sıkılmadan okunacak bir kaç kitap önerisinde bulunabilirim. 
    * Şakir Paşa Ailesi - Harika Çılgınlar  -    Şirin Devrim 
    * Alyoşa      -    Emel Koç
    * Füreya      -    Ayşe Kulin
    * Şirin          -    Şirin Devrim           
                                                             (3 Ekim 2009)











                                                      






MYNA'DAN ÇEKİLİŞ HABERİ VAR!

    Keyifle takip ettiğim genç arkadaşım Myna ilk çekilişini düzenlemiş ve çok hoş hediyeler veriyor efendim. Kendisi felsefe öğrencisi olduğu için konusunu alanından seçtiği çok güzel iki kitap hediyesi var. İçinden gelmiş ve yanına ayraç ve not defteri de eklemiş. "Çekilişe katılmak için sadece blogumu takip etmeniz yeterli" diyor. 

    Son katılım tarihi 15 Ocak 2016.
    İlgilenenlere duyurmak ve genç arkadaşıma destek olmak istedim. 
    Buradan ulaşabilirsiniz: Felsefi Bir Çekiliş








8 Ocak 2016 Cuma

GÜZELLİKTE VE MUTLULUKTA...

   
    Yenikapı kazılarıyla gün ışığına çıkarılan, yaklaşık 1500 yıllık şu sandaletin üzerindeki yazının hoşluğuna bakar mısınız? : 
    "Sağlıkta kullan hanımefendi, güzellikte ve mutlulukta giy". 
    İnsanı ne hayallere sürüklüyor değil mi? Acaba kim kime, ne amaçla hediye etti bu sandaleti? Ya da hediye edebildi mi? Belki de gideceği yere ulaşamadan bir yük gemisinin deposunda kalıverdi bu sandalet. Bir çok tahmin yürütülebilir, bir çok hikaye yazılabilir. 
    Bildiğiniz gibi, İstanbul'da Marmaray projesi hayata geçerken gerçekleştirildi Yenikapı kazıları. Bizans İmparatoru Theodosius'un 4.yy.'da yaptırmış olduğu bir liman ortaya çıkarıldı. Bu sandalet o limandan. Sergilendikleri zaman göreceğiz umarım kalıntıları. İnternette dolaşırken, 1500 yıl önce yaşamış bir insanın hediyesi olan sandaletteki bu güzel dileği görünce paylaşmadan edemedim. "Birtakım eski şey", "Çanak çömlek" değil bunlar. İnsanlık mirası her biri. Sırf şu sandalet bile yüzümde gülümsemeye, kafamda bin bir fikre sebep oldu. Daha önce de söylemiştim, çok şükür bir kazıda görev aldım. O kazıda benim çalıştığım sırada bulunan bir bebek bileziği ne kadar duygulandırmıştı beni. Üzerine minik minik noktalar işlenmişti çocuğu kötü gözlerden korusun diye. Bugün yaptığımız her hareket geçmişten gelen miras aslında. İnsanlar birbirleriyle uğraşacakları yerde tarihle, sanatla, kültür mirasıyla ilgilenselerdi, devletler savaşmaya değil de dediğim uğraşlara yönlendirselerdi çok daha farklı bir dünyada yaşıyor olurduk, bu kesin!






7 Ocak 2016 Perşembe

SEVGİLİM LONDRA

      "Burada iyiyim, güzel bir odam var, İngilizleri, İngiliz hayat tarzını ve Londra'yı kendi gözlerimle görmekten büyük zevk alıyorum. Bunlar da yeterli değilse, neyin yeterli olacağını bilmiyorum." (Vincent van Gogh. 1873)

    Hani olmaz ya, bana deseler ki "Haydi, uçak hazır. Topla bavulunu ve bir yer seç. Nereye gitmek istersin?":) Cevabım kesinlikle "Londra" olurdu. Londra hep aklımda olan ama hala sırası gelmeyen bir şehir benim için. O yüzden Londra ile ilgili her film, kitap, dizi vs. özellikle ilgimi çekiyor. Yeni yılın ilk kitabı da hayallerimdeki şehirle ve aynı zamanda sevdiğim bir ressamla ilgili "Sevgilim Londra" oldu.
 
    Sevgilim Londra'nın yazarları, Hollandalı ressam Vincent van Gogh'un Londra'da bulunduğu zamanı inceleyerek, gezdiği yerlerin, geçtiği yolların, gördüğü müze ve resimlerin bugününü okuyucuya sunuyorlar. Bunun için ressamın kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardan yararlanıyorlar. Ve diyorlar ki: 

"Londra'dan gelen mektuplarda Vincent'ın gezdiğini yazdığı müzelerin, parkların, kiliselerin, hala yerlerinde olduklarını fark ettik. Gördüğü ve hakkında yazılar yazdığı bazı tablolar hala aynı yerde asılı. Sözünü ettiği hemen bütün binalar ayakta".

    (Elalemin şehirlerinin tarihini nasıl koruduğu konusuna hiç değinmeyeceğim).

    Vincent, 1873 yılında 20 yaşındayken Londra'ya gidiyor. Lahey'de henüz 16 yaşındayken çalışmaya başladığı Goupil Sanat Galerisi'nin Londra şubesinde görevlendiriliyor. Yaklaşık 3 yıl boyunca aralıklı olarak sürüyor gidip gelmeleri. 
Bu zaman zarfında Londra'nın parklarını ve müzelerini keşfediyor. Müzelerde eserlerini gördüğü ustalardan etkileniyor ki bu etki daha sonra sanatına yansıyor. Londra'da olduğu sırada henüz tuval resmine başlamış değil Van Gogh. Sadece çizimlerle yetiniyor. Bir ara galeriden ayrılıp papaz yardımcılığı ve öğretmenlik yapıyor. Londra'yı baştan başa yürüyerek dolaşıyor. Zira yürümeyi çok seviyor ve atlı arabalara veya trenlere para vermek istemiyor. Bazen saatlerce yürüyor. Ve yine kardeşine yazdığı bir mektupta şöyle diyor: 

    "... Sizinle bir gün Londra'da yürüyüş yapmak isterim, tercihen tam bir Londra havasında. Özellikle şehrin nehir tarafındaki eski bölgelerinde melankolik tarafları ortaya çıkaran ancak aynı zamanda insanı çarpıcı şekilde içine çeken havasında..." 

    Londra Vincent için ne kadar önemliyse, Vincent da Londra için o kadar önemli. Ressamın her gün işe gidip geldiği yol bugün "The Van Gogh Walk" ismiyle düzenlenmiş. Hackford Road 87 numaradaki evinin tam karşısındaki Isabel Street, sanatçının resimlerinden alınan ilhamla süslenmiş.
 Yaşadığı ev. Kaynak: londonpostcodewalks.wordpress.com


 londonpostcodewalks.wordpress.com
    Çevre sakinleri elleriyle ayçiçekleri ekmişler. Taştan çiçekliklerin üzeri mektuplarından alıntılarla bezeliymiş. Bu yoldan Dulwich Picture Gallery'ye ya da National Gallery'ye uzanan "Yerel Tarih Yürüyüşü" isimli etkinliğe katılmak mümkünmüş. Nasıl orada olmak istediğimi tahmin edersiniz sanırım:) 
 londonpostcodewalks.wordpress.com

Kaynak: dailymail.co.uk
    Sevgilim Londra'yı okudum, bu şehri görme isteğim yine alevlendi. Bir gün gidersem bu kitabı tekrar okuyacağım. Bana kesinlikle iyi bir rehber olacak. Önemli müzelerine gitmek için hangi metro durağında inmen gerektiği,  müzenin hangi günler açık olduğu  vs. bilgileri de yer alıyor kitapta. Tabii Vincent'ın kesinlikle gördüğü, etkilendiği, hakkında konuştuğu tabloların bilgisiyle birlikte. Daha ne olsun? Konuyla ilgilenenlere kesinlikle tavsiye ederim.


Sevgilim Londra/Vincent van Gogh'un Londra'sında Gezinti
Yazar: Kristine Groenhart & Willem-Jan Verlinden
Yayınevi: Esen Kitap