30 Nisan 2021 Cuma

iLHAM VERENLER...

     Artık nadiren kullandığım Facebook'ta, "Horsland Films" isimli hesapta çok hoş görsellere rastladım. Tablolardan ilham alan film sahnelerini derlemişler. Örnekler çoğaltılabilir tabii. "Bir Ressam, Bir Resim" serisine destek olsun. Buyurunuz efendim:

 The Fifth Element, Luc Besson (1997)  /  La Columna Rota, Frida Kahlo (1944)



    Self Portrait, Egon Schiele (1910-1911)  /  Joker, Tod Phillips (2019) 


    Saturn Devourin His Son, Francisco de Goya (1819-1823) / Pan's Labyrinth, Guillermo del Toro (2005)

Shutter Island, Martin Scorsese (2010) / Kiss, Gustav Klimt (1907)


Shirley: Visions of Reality, Gustav Deutsch (2013) / New York Movie, Edward Hopper (1939)

Alien 3, David Fincher (1992)  / Girl's Head beside a Skull, Whistler Rex (1934)


The Witch, Robert Eggers (2015) / Witches' Flight , Francisco de Goya (1797)


The End Of Evangelion (1997), Hideaki Anno & Kazuya Tsurumaki / The General Zapped An Angel (1970) Karel Thole


The Adventurs of Baron Munchausen, Terry Gilliam (1988) / The Birth of Venus, Sandro Botticelli (1485)
           

 Dunkirk, Christopher Nolan (2017) / Wanderer Above The Sea of Fog, Caspar David Friedrich (1818)

Change of The Sky, Herbert Ross (1981) / Nighthawks
, Edward Hopper (1942)
Study for Lady Macbeth (1851), Gustave Moreau  / Carrie (1976), Brian De Palma

The Elephants (1948), Salvador Dalí / Mad Max: Fury Road (2015), George Miller

The Lighthouse, Robert Eggers (2019) / Hypnosis, Sascha Schneider (1904)

A Clockwork Orange, Stanley Kubrick (1971) Prisoners Exercising, Vincent Van Gogh (1890)

Avatar, James Cameron (2009) / Floating Islands, Roger Dean (1993)


The Procession to Cavalry (1564), Pieter Bruegel / The Mill and the Cross (2011), Lech Majewski


The Truman Show, Peter Weir (1998) / Architecture Au Clair de Lune, René Magritte


Head of A Bacchante (1903), Annie Swynnerton / Midsommar (2019) Ari Aster

27 Nisan 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (13)

   PABLO PICASSO (1881-1973) - AKROBATLAR AİLESİ

   Geçtiğimiz hafta Kokoschka'nın resmi üzerinden mavi renkten bahsettiğimde, aslında rahatlatan bir renk olmasına rağmen fazla veya koyu tonda kullanımının sıkıntı, hüzün gibi duyguları tetiklediğini belirttiğimde aklıma Picasso geldi. Picasso'nun mavi dönemini düşündüm. Kübizme yönelmeden önce, sanat kariyerinin erken dönemlerinde, en yakın arkadaşının ölümünün üzüntüsüyle şekillenen mavi ağırlıklı resimleri vardı. Mavi resimlerinde yer alan figürler hüzün ve umutsuzluk taşırlardı, yaşam ve ölüm döngüsüne işaret ederlerdi. Fakat şimdi konumuz onlar değil. Fazlasıyla bunaldığımız bu günlerde, en ufak bir umut kırıntısına tutunan kimseleri üzmeyeceğim. Hayat iniş ve çıkışlarıyla bir bütün. Picasso'nun mavi döneminin ardından pembelere geçtiği gibi biz de aşacağız şu salgın zamanını ve tıpkı onun gibi daha iyi günlerde oturtacağız düzenimizi. 
    1881 Malaga doğumlu Pablo Ruiz Picasso'nun (ki tam adı çok daha uzun) babası Jose Ruiz Blasco da ressamdır, sanat eğitmenidir. Henüz çocukken fırçalarını ve paletini gerçek bir törenle devrettiği oğlunun en büyük desteğidir. Günü geldiğinde Madrid San Fernando akademisinde resim eğitimi almaya başlayan Pablo, bu okul için fazla olduğunu düşünür. Gerçekten takdirleri toplamaktadır da. Günlerini dersleri yerine Prado Müzesi'nde geçirir, Madrid sokaklarında ve kafelerinde resimler çizer. Ailesi onun akademik ressam olmasını istiyordur ancak onun fikirleri özgürlükten yanadır. O 20.yüzyılın sanatçısıdır. 18 yaşında Barcelona'ya geçer ve dergilerde illüstratör olarak çalışır, Katalan ressamlarla tanışır.Bu sırada annesinin soyadını, Picasso'yu kullanmaya başlar. Zira Ruiz'e göre Picasso çok daha az görülen bir isimdir. 19.yaş gününden kısa bir süre önce sanatın başkenti Paris'e gider. Yanında yazar ve ressam dostu Casagemas vardır. İspanyolların bulunduğu Monmartre Mahallesi'ne yerleşirler. Paris'i gezerler, bol bol resim yaparlar. Altı hafta sonra İspanya'ya dönerler, ancak Casagemas'nın aklı Paris'te aşık olduğu modeldedir. Tekrar bu şehre döner. Kadını vurmak ister, başaramaz, intihar eder. O tarihten sonra Paris'e yerleşen Picasso, hem bu şehirde tutunma gayretinin etkisiyle hem de arkadaşının ölümünün üzüntüsüyle, ileride "Mavi Dönem" olarak gruplandırılacak tablolarını yapacaktır. (1901-1904). Hayat kimi üzüntüleri hafifletip akmaya devam eder, kişiye yeni sürprizler hazırlar. Picasso için de durum böyledir. Tüm bu olan biten arasında hayatına model Fernande Olivier girer. Fernande, Picasso'nun sanatını etkileyen, yenilikler ortaya çıkarmasını sağlayan her kadın gibi farklı bir dönemin kapısını açacaktır. Serde gençlik de vardır. Atölyede çalışmadıkları ya da arkadaşlarını ağırlamadıkları zamanlarda Paris sokaklarını gezerler, yemek parasını çizimlerle ödedikleri kafelerde vakit geçirirler, boks maçlarına, sirk gösterilerine giderler. Genç sanatçının mavileri yavaş yavaş yerini pembe tonlarına, ten rengine, kızıllara bırakmaya başlamıştır. Konu genelde sirk çalışanlarıdır artık. Umutsuzluktan umuda geçiş... Sanat tarihçileri ileride bu sırada yapılmış resimleri ise (1904-1906) "Pembe Dönem" (Rose Period) ürünleri olarak adlandıracaklardır. Bir başka adlandırma da "Sirk Dönemi'dir".
    Konunun görseli olarak seçtiğim Akrobatlar Ailesi, bu grubun en bilinen resmidir. Anıtsal bir eserdir. Sanatçı sirk çalışanlarını hiç bir zaman gösteri sırasında betimlememiştir. Figürler mavi resimlerdeki kadar olmasa da hâlâ bir parça hüzünlüdür, ne de olsa onlar izleyicileri eğlendirmekle mükellef olup, kendi sıkıntılarını saklamak zorunda olanlardır. Her şeye rağmen gösteri dünyasının figürleri akla öncelikle neşeyi getirir, pembelere yakışır. Resimdeki aile, neresi olduğu belli olmayan nötr bir fon önünde yer almaktadır. Kıyafetler, eldeki eşyalar belki de bir gösteri sonrasına işaret eder. Eserlerini oluştururken yakın çevresinden beslenen Picasso'nun bu resimde de sevdiklerine yer verdiğini söyleyenler vardır. Kimi sanat tarihçileri elmas desenli kostümü içindeki figürün Picasso'nun kendisi, elinden tuttuğu küçük kızın ise çocukken hayatını kaybeden kız kardeşi olduğunu belirtmektedirler. Onlara göre şişman akrobat, ressamın yakın dostu şair ve eleştirmen Apollinaire; küçük akrobat, şair Max Jacob ya da Andre Salmon'dur. Sağ alt köşede gruptan ayrı duran kadın ise genç Picasso'nun sevgilisi Fernande'dir. İşin ilginç tarafı, bilimsel analiz yapıldığında resmin ilk önce mavi tonlarda boyanmış olup, pembe ve kırmızı tonların sonradan eklendiğinin anlaşılmış olmasıdır. Ruh halindeki, sosyal çevresindeki iyiye gidiş, bir tablonun katmanlarında dahi kendini gösterir gibidir. Genç sanatçının fazla karamsar bulunup ilgi görmeyen mavi dönem tablolarından sonra pembeyle şansı yaver gider. Satış yapmaya ve tanınmaya başlar. Hüzünler yerini yeni umutlara bırakmıştır. Çok çalışır Pablo, çok üretir. Eski yeni tüm ressamları inceler, her birinden bir şeyler alır fakat taklit etmez, kendi tarzını oluşturur. Braque ile birlikte Kubizm'i yaratır. Picasso olur. Farklı tekniklerde resimler, heykeller, seramikler, baskılar, tiyatro ve bale dekorları yapar. Çocuklarının oyuncaklarını dahi malzeme olarak kullanır. Hüzünlü mavilerle başlayan kariyeri sayısız eserle, şöhretle, çevresinde dostlarıyla, ailesiyle, son ana kadar üreterek, 92 yaşında son bulacaktır. 



*Bu yazı için Picasso'nun hayatını tekrar gözden geçirirken politik duruşunu es geçmedim. Bu sırada birkaç sene önce okuduğum, Gül Işık'a ait "İspanya, Bir Başka Avrupa" isimli kitabı hatırladım. Çok iyi bir kitap. İspanya, kültürüyle ve tarihiyle enteresan bir ülke. Az karışıklık yaşamamış. Sanatla ilgili değil belki ama yeri gelmişken bu kitabı ilgilisine tavsiye ederim. 
* Aslında çoğu kişinin bildiği "Picasso ile Yaşamak" isimli kitap ile Anthony Hopkins'in ressamı canlandırdığı aynı isimli film de aklıma gelen tavsiyelerdendir efendim. 

                          

23 Nisan 2021 Cuma

BUGÜNLERDE...


     Aklı başında olanlarımızın aynı durumda olduğunu biliyorum ama söylemeden duramayacağım, canım fena sıkkın. Uzak, yakın birçok tanıdıktan covid pozitif haberleri arka arkaya geliyor. Kimi atlattı, kimi atlatmak üzere, kimi bekleyişte... Her biri için ayrı ayrı kaygılanıyorsun, sağlam durmaya çalışıyorsun. Dikkat etmeyenlere, sosyalliğinden ödün vermeyenlere kızgınım. Önlem almayan yetkililere daha da kızgınım. Şu işin başından beri olumlu düşünen ben, soğukkanlılığımı yitirmek üzereyim. Umarım yitirmem. Bu hafta kafamı boşaltmak için her gün yürüdüm. Yine Yaşam Vadisi'ndeydim. Genç, yaşlı birçok insan biraz nefes almak için çıkıyor vadiye. Çimenlere örtüler, sandalyeler atılıyor. Ölçülü bir kalabalık oluyor neyse ki. İç içe bir durum yok. İnsanlara bakıyorum, gencine ayrı yaşlısına ayrı üzülüyorum. Geçen gün bir kayanın üzerinde şahane bir kertenkele gördüm. Şehir içinde şu kadarcık yeşillikte yaşamını sürdürüyor olması gözlerimi yaşarttı. Dışarıda olmasam hüngür hüngür ağlardım sanırım. Yani gözüm bu ara ne çiçeklenen dalları görüyor, ne de cıvıldayan kuşları. Nereye baksam hüzünleniyorum. Ve bu benim için alışılmadık bir durum. Çarşamba günü, canım enginar dolması istediği için pazara gittim. Pazara girerken ikinci maskeyi taktım, sadece enginar ve çilek alıp hızlı hızlı çıktım. Canımız sıkkın olsa da boğazımız durmuyor maşallah. 2 sene önce verdiğim 5 kilonun 3'ünü salgın döneminde geri aldım. Dün vadide otururken D vitamini almak düşüncesiyle avuçlarımı güneşe doğru açmıştım. Bir süre öyle oturdum. Akşam bir baktım ki avuçlarımın içi kıpkırmızı olmuş. Nedense avuç içi hep beyaz kalırmış gibi geliyordu bana, öyle olmuyormuş. Dilerim iyice bir miktar D vitamini stoklamışımdır. Enginar dolmasının tarifini teyit etmek için Gemlik'teki halamı aradım. Hayatım boyunca ağzından bir kere bile şikâyet duymadığım halacığımın salgın döneminde nasıl zorlandığını dinledim. İlk defa sıkıntısını dile getirdi. Sakin sakin, kendine özgü tarzıyla... Keşke yakın olsaydık dedi. Herkese açılmaz. Bana döküldü. Şu hayattaki görevimin insanları dinlemek olduğuna kesinlikle karar verdim. Bu ayrı bir mevzu. Belki bir ara bahsederim. İşte böyle... Keyifler kaçık olunca okuduğundan, izlediğinden de pek bir şey anlamıyor insan. Bu açıdan kısır bir dönemdeyim. Ancak bir dizi var ki beni gerçekten gündemden uzaklaştırdı. The Serpent'ı ilgiyle izledim. Diziye konu katili daha önce seri katillerle ilgili bir kitaptan okumuştum. Olayları şahane görselleştirmişler. Şu noktada "Bozuk ruh halini gerçek bir suç dizisi izleyerek mi düzeltmeye çalıştın?" diyebilirsiniz. Vallahi öyle oldu. Bazen olur. Komedi dizilerine, romantik filmlere, çiçeklere, böceklere tahammül edemediğin isyan hallerin olur. Ve işin bir diğer yanı, dizide yetmişli yılların havası öyle iyi yansıtılmıştı ki... Kostümler, atmosfer şahane... Ramazan başlamadan önce hafta içi bir zamanda iki günlüğüne Amasra'ya gitmiştik. Hiç mola vermeden gidip geldik. Tarihi köprüye bakan, denizin hemen dibinde temiz ve güzel bir ev kiraladık, minimum sayıda insanla münasebette bulunduk. Normal zamanda bahar aylarında kalabalık olan Amasra çok sakindi. İyi ki gittik diyoruz şimdi. O ufak kaçamak olmasa şimdi çok daha zor durumda olurdum diye düşünüyorum. Ve kaldığımız ev... Öyle güzeldi ki. Manzarası o kadar şahaneydi ki. 
Ev sahibi emekli öğretmenin yıllar önce emeklilik ikramiyesiyle o daireyi aldığını öğrendik. Acı acı güldüm, oğluma "Evet oğlum, bir zamanlar emeklilik ikramiyesiyle ufak da olsa bir ev alınabiliyordu" dedim.


    *Fotoğraf Amasra kaçamağından... Kuşkayası Yol Anıtı (M.S 1.yy)



19 Nisan 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (12)

     OSKAR KOKOSCHKA (1886-1980) - RÜZGÂRIN GELİNİ

    1902 yılında, Viyana'da, Beethoven'e adanmış bir sergiyi görmeye giden Rodin, şehrin ünlü parkı Prater'de bir partiye davet edilir. Hava çok güzeldir, zarafetle salınan kadınlar çok güzeldir, bir köşedeki piyanodan gökyüzüne yükselen Schubert ezgileri gönülleri hoş etmektedir. Sergide gördüğü Klimt'in freskini çok beğenen Rodin, sanatçıya şöyle der: "Hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Hem dramatik hem de mutluluk veren freskiniz... Serginiz... Bunlar unutulmaz. Ve bu bahçe, bu hanımlar, bu müzik ve sizi çevreleyen, içinizdeki bu neşeli sadelik... Büyülendim!" Bu sözlerin tercümesi sonrasında Klimt'in Rodin'e tek bir cevabı olur: "Avusturya!" 20.yüzyılın başında Viyana'da durum tıpkı bu anekdottan hissedildiği gibidir. Bir konserden diğerine koşan, festivallerde boy gösteren, sergi salonlarını boş bırakmayan, tüm bu etkinliklerin biraz da olsa hafiflediği zamanlarda şık kafelerde sanat sohbetleri yapan Viyana ahalisi, iki dünya savaşına kadar samimi bir boş vermişlik, canlılık, neşe ve hafiflik içerisindedir. Müzisyenler, ressamlar, heykeltraşlar, yazarlar, şairler, mimarlar ve hâttâ zanaatkârlar en popüler kişilerdir. Kendilerini ayrılıkçı olarak nitelendiren yeni nesil sanatçılar "Secession" oluşumu altında tüm şehri dekoratif anlayışla bezemektedirler. Secession adına Olbrich'in inşa ettiği sergi binasının girişinde yer alan "Her çağ kendi sanatı ve her sanat kendi özgürlüğü içindir" yazısı bir manifesto niteliğindedir. Secession'a ait dekoratif ve erotik unsurlar daha sonra hippi kültüründe de (Afişlerde, kumaşlarda vs.) yer alacaktır. Stefan Zweig'in "Köklü hiçbir değişimin, şiddetin düşünülemeyeceği, güven dolu bir dünya" olarak nitelendirdiği Viyana'da, aslında bu sözlerin tam tersi olayların yaşanacağı savaş yıllarına az bir süre kalmıştır. Yüzyıl başındaki coşku, yaklaşan zorlu günlerin hissedildiği bir bilincin sonucunda mı ortaya çıkmıştır? Yoksa iniş ve çıkışlarla dolu hayat döngüsünün tesadüfi getirisi midir? Bilinmez! Bu hafta yazının hatırı sayılır bir kısmını kaplayacak olan, Rüzgârın Gelini Alma Mahler, ilk gençlik yıllarını işte böyle bir ortamda yaşar. Onun için Viyanalı kadınların en popüleri diyebiliriz. Güzeldir, entelektüeldir, müzikle uğraşmaktadır, henüz 20 yaşındayken 100 kadar lied bestelemiştir. Bir özelliği daha vardır ki o da sanatçı erkekleri sevmesi, onlar tarafından daha da çok sevilmesi, dehasına inandıklarını desteklemesi, enerjisiyle ilham vermesidir. Besteci Mahler, Bauhaus'un kurucusu mimar Gropius ve yazar Werfel ile evlilik yapan Alma'nın aşk hayatında Klimt, Zemlinsky, Kokoschka ve birçok sanatçı yer almıştır. Hepsi Alma'yı çok sevmiş, sanatlarının ilhamını aldıkları tanrıça katına yüceltmiştir. En fırtınalı ilişki Oskar Kokoschka ile yaşanandır. Hayatındaki erkeklerden aşk anlamında çok şey istediği söylenen Alma'nın, ilk evliliğinde kendi benliğinden feragat ettiği görülür. Ünlü besteci ve orkestra şefi Gustav Mahler ile evlendiğinde 21 yaşındadır. Mahler ondan müziği bırakmasını, yalnızca kendisini sevmesini ister. Alma bunu kabul eder. Onun görevi Mahler'in yeteneğini parlatmaktır. Genç yaşına rağmen Alma evin düzeninde başarılıdır, kocasının en büyük desteğidir. Diğer evliliklerinde de aynı şekilde davranacaktır çünkü o sanatsal yeteneğe aşıktır ve bunun ortaya çıkması için elinden ne gelirse yapmayı iş edinmiştir. Kendi yeteneğini geri plana atacak olsa bile... Fakat görünen o ki derinlerde bir yerde bastırılan duygular vardır. Kendine güveni sonsuz ve güçlü bir kadındır, hayranı olan erkekler çevresinde dört dönmektedir, ufak tefek flörtler kaçınılmazdır ancak bir noktada Mahler'in kendine dönüklüğü abartması, flörtlerin şekil değiştirmesine sebep olur. Mahler'in ölümüyle sona erecek olan evliliğinin son yıllarında mimar Walter Gropius ile aşk yaşamaya başlar. Ancak hastalığı sırasında Mahler'i asla yalnız bırakmaz.  Gropius ile bir dargın bir barışık süren beraberliği sırasında da Oskar Kokoschka ile fırtınalı bir ilişki yaşayacaktır. Tanışmalarının üzerinden 24 saat bile geçmeden Oskar'dan evlilik teklifi almıştır. Ancak en sonunda kazanan Gropius olur ve Alma'nın eşi olma ayrıcalığı ona düşer. Oskar ile yaşadığı tutkulu, şiddetli bir ilişkidir. Oskar farklıdır. Hiddet dolu, disiplinsiz ve doğuştan muhaliftir. Fakat Alma'ya deliler gibi aşıktır. Alma'yı karşısına alır ve onlarca portresini yapar. Beraber seyahatlere çıkarlar. Henüz fazla sipariş alamadığı zamanlarda Alma onu maddi anlamda da destekler. Sosyal çevresinden kopan Alma'nın tüm hayatı bu tutkulu ressam olmuştur. Zaten Gropius da o sırada cephededir. Zira 1.Dünya Savaşı başlamıştır. Bu durumu bir noktada sorgulamaya başlar. Askere gitmek isteyen Oskar'ı bu konuda cesaretlendirir ve savaşmaya yollar. Hemen ardından Gropius'a yazar. Savaş sırasında hem Gropius'la hem Kokoschska ile mektuplaşmaya devam etmiştir. Dediğim gibi, kazanan en sonunda Gropius olur ve evlenmeleri için birkaç günlüğüne Alma'nın yanına gelir. Bu sırada Kokoschka ağır yaralanmıştır. Öyle ki öldü zannedilip bir kenarda bırakılmıştır ve Viyana'ya öldüğünün haberi gelir. Ancak şanslıdır ki kurtulur. Fiziksel yaralardan daha acısı onu tedavi gördüğü hastanede bulacaktır. Alma'nın evlendiğini öğrenir. Alma'ya haber yollar, yanına gelmesini ister ancak artık bu mümkün değildir. Alma onu kesinlikle hayatından çıkarmıştır. İyileşince tekrar cepheye döner. Yıllarca, farklı ülkelerde olsalar da Alma'ya yazmaya, çiçekler göndermeye, piyeslerinin temsillerine davet etmeye devam eder. Bu çılgın adam ayrılıklarının ilk zamanlarında yaptığı bir hareketle Alma Mahler efsanesine katkıda bulunmuştur. Dresden'de yaşadığı sırada Alma'nın gerçek boyutlardaki bebeğini yaptırır. Kumaş ve tahtadan yapılan bebeği güzelce giydirir ve yanında dolaştırır. Ona "Sessiz Kadın" adını vermiştir. Sessiz Kadın'ın varlığı bir parti gecesinin sabahında kafası ayrı yerde, gövdesi ayrı yerde, her yanı şaraba batmış halde sonlanır. Ancak gerçek Alma ömür boyu Oskar'ın kalbinde yaşamaya devam edecektir.
    "Bir Ressam, Bir Resim" serisine konuk olan resim, Oskar Kokoschka'nın Alma'ya olan aşkının en şiddetli günlerinde yapmış olduğu "Rüzgârın Gelini". Sevdiği kadına bıkmadan usanmadan evlilik teklifinde bulunan Oskar, bir gün ona şunları yazar: "Alma inan bana. Sen 'O Kadınsın', ben de 'O Sanatçı'. Beni ne kadar güçlü hale getirdiğini ve bu güç süreklilik kazandığı müddetçe değerimin ne olabileceğini görebildim. Sen yararsız kimselere yaşam veriyorsun ve alın yazın olan ben bundan yoksun mu kalacağım?" Alma bu sözlere kayıtsız kalamaz ve bir sanat şaheseri yarattığı zaman onunla evleneceğini söyler. Oskar bunun üzerine Rüzgârın Gelini'ni yapacaktır. Sonuç malûm. Yine hayal kırıklığı. 
    Bugün İsviçre'de, Basel Sanat Müzesi'nde bulunan tabloda Alma ve Oskar'ı fırtınalı bir denizin ortasında, bir kabuğun içinde, birbirine sarılmış görmekteyiz. Başını erkeğin göğsüne yaslamış olan kadının yüzüne sakinlik hâkim. Erkekte ise endişe sezilmekte. Portreye konu olan kişilerin duygusal hâlini tuvale yansıtmayı tercih eden Kokoschka için tipik bir durum. Zira Oskar'a göre gerçekte de Alma kayıtsız, kendisi endişeler içinde. Serbest ve geniş fırça vuruşlarıyla oluşturan hareket, adeta bir girdap oluşturarak aşıkları çevrelemiş. Girdap izleniminin ve erkeğin ifadesinin yanı sıra baskın olan mavi renk de kasvetin, endişenin, keder ve sıkıntının işareti. Mavi renk aslında yatıştırıcı ve dinlendirici bir etkiye sahip olsa da yoğun şekilde kullanılması ve zaman zaman siyaha yaklaşması tam tersi etki yaratır. Duyguyu renklerle ifadeyi benimseyen Kokoschka için mavinin sert kullanımı bilinçli bir harekettir. Ara ara kendini gösteren sıcak renkler genel kasveti aydınlatmaya yardımcı olmamaktadır. 
    20.yüzyılın başında gelenekselden koparak ayrılıkçı yolda ilerleyenlerden biri olan Oskar Kokoschka, aslında her kalıptan bağımsız, dışavurumcu bir sanatçı. Eğitimini akademi dışındaki modern bir kurum olan, dekoratif sanatlar ağırlıklı Viyana El Sanatları Okulu'nda tamamladı ve daha sonra burada eğitimci oldu. Sanatta ruhsallığı benimsiyordu ve dekoratif sanatlarda ruhsallığı yansıtacağı figürlere yer yoktu. Farklı atölyelerde resim çalışarak kendini geliştirdi. Çok sayıda portre yaptı. Tuvale aktardığı kişilerin ruh durumlarını ortaya çıkarmayı iş edindi. Kendi deyimiyle, kurallara gömülmüş kişilikleri tıpkı bir konserve açacağı kullanır gibi açığa çıkarıyordu. İfadeyi yansıtmada figürün ellerini de kullandı, bakışlarını ve vücut hareketlerini de. Bir diğer ifade aracı renklerdi. Serbest fırça darbeleriyle çalıştı. Kimi zaman parmaklarıyla boyadı. Karakterinin farklılığını resimlerine de yansıttı. Şiddetli ve kaba resimler yaptı. Viyana'da bir sergi sonrasında, basın onu "Yabanilerin Başı" ve "Delirmiş Gauguin" olarak tanımladı. Ancak farklı arayışlar içinde olan Viyana'da taraftarı da çoktu. 1911 yılında, bir sergide onun resimlerini gören taht varisi Franz Ferdinand "Pislik! Bu adamın kemiklerini birer birer kırmalı" diyerek sergiyi iptal etmek istediğinde, neyse ki anlayışlı imparator Franz Joseph bunu engelledi. Naziler'in de düşmanlığını kazandı Oskar Kokoschka. Sanatı dejenere sayıldı. Nazilerden kaçmak için önce Prag'a gitti. Orada da rahat bırakılmayınca Londra'ya geçti. Daha sonra Çek vatandaşı ve Prag Akademisi'nde profesör oldu. Evlendi. Litografiler, kitap ciltleri, kartpostallar yaparak başladığı sanat hayatına resimlerle, büstlerle, tiyatro oyunlarıyla devam etti. Aşkta, sanatta, savaşta... Hep cesurdu. Savaş karşıtı, baskı karşıtı resimler yaptı. Çok seyahat etti. Yolu Türkiye'den de geçti. 
    Rüzgârın Gelini evlilik getirmediği gibi, aşkın tamamen zıttı bir durum karşısında ressamın elinden çıktı. Savaşa süvari alayında katılan Oskar, at sahibi olma şartını yerine getirmek için resmini bir eczacıya satmak zorunda kaldı. 
    Oskar Kokoschka, son mektubunu Alma Mahler'in 70.doğum gününde, Amerika'ya yolladı. Şöyle diyordu büyük aşkına: 
    "Çağdaş dünyanın adi bir kalıntısı olan, tiksinti veren bayağılık, yerini, tutkudan doğan göz kamaştırıcı bir parlaklığa bıraktığında, seninle ben bir kere daha hayat sahnesinde buluşacağız. Etrafındaki şu aşağılık ve karanlık suratlara bir bak, bir tanesi bile hayatla oynamanın heyecanını yaşamış, ölümden bile haz almış, başına saplanan kurşundan, ciğerine daldırılan namludan keyif almış değildir. Gizemlerini kendisine öğrettiğin aşık dışında hiç kimse."



    *Yazı için faydalandığım, Françoise Giroud'nun kaleminden Alma Mahler biyografisi olan "Alma Mahler Veya Sevilme Sanatı'nı" ilgilisine tavsiye ederim.
    *Tabloyla aynı ismi taşıyan "Bride Of The Wind" isimli film de konuyla ilgili yerinde bir izleme olacaktır. Ben henüz izlemedim. Ancak, izlenecekler listesinde ilk sıraya almış bulunmaktayım.
    


13 Nisan 2021 Salı

TARZ DEMİŞKEN:)

    Yaklaşık iki aydır Rococo'dur, Rönesans'tır resim sanatından örnekler verirken, tam da üzerine denk gelen hoş bir tesadüfle, dün Twitter'da çok keyifli fotoğraflara rastladım. ListeList'in hesabında Home Advisor'ın tasarımcılarının hazırlamış olduğu bir projeye ait fotoğraflar bunlar. Salon tasarımının 500 yılda nasıl değiştiğini örnekler üzerinden göstermişler. Genel anlamda sanat tarihini şekillendiren söz konusu üsluplar resimden, dekorasyona; müzikten mimariye, hâttâ edebiyata kadar uzanan geniş bir alanda zamanın ruhuyla şekilleniyorlar, yaşanan döneme damga vuruyorlar. Buyurunuz izleyiniz efendim. Fotoğraflara göre değerlendirdiğimde benim salon tasarımı tercihlerim sırasıyla: 1- Rönesans 2- Art Deco 3-Bauhaus :) 
















12 Nisan 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (11)

     ANTOINE WATTEAU (1684-1721) - GERSAINT'İN DÜKKÂN TABELASI

    Hepimiz -kısa ya da uzun süreli olsun- arkadaşlarımızın misafiri olmuşuzdur. Ancak minnettarlığımızı Watteau gibi belirtenimiz azdır. Fransız ressam Watteau, tablo taciri olan arkadaşı Edme-François Gersaint'in evinde kalıp kalamayacağı sorusuna aldığı olumlu cevap sonrasında arkadaşı için yukarıdaki tabloyu yapmıştır. 
    O sırada hastadır Watteau. Veremle savaşmaktadır. Sağlık bulmak için gittiği Londra'dan tekrar Paris'e döndüğünde Gersaint'in misafiri olur. Güçsüzlüğü nedeniyle sadece sabahları çalışarak sekiz günde bitirir bu resmi. Gersaint'in tablo dükkânını betimlemiştir. Resim aynı dükkanda sergilenir ve büyük ilgi görür. Ne yazık ki Watteau'nun misafirliği uzun sürmez. Kısa bir süre sonra, 37 yaşında hayata veda eder. 
    163x306 cm.'lik büyük boyutuyla Gersaint'in Dükkân Tabelası, zamanın sanat galerisini göstermesi açısından önemlidir. Watteau arkadaşının dükkânını herhangi bir anı belgelercesine yansıtmıştır yansıtmasına ancak resim fazla sayıda mesaj da içermektedir. Ön planda sağ ve sol köşelerde gördüğümüz saman demeti ve köpekle bir sokağa açıldığını anladığımız mekânda çok sayıda tablo ve insan dikkat çeker. Sol tarafta bir sandığa bir portrenin yerleştirilmekte olduğunu görürüz. Bu portre tam 72 yıl Fransa krallığı yapmış 14.Louis'nin portresidir ki sandığa yerleştiriliyor oluşu artık bir devrin kapandığını anlatır. Watteau 14.Louis döneminin bitişine memnun olanlardandır. Portrenin kaldırılması eylemini 3 kişi seyretmektedir. Bir hamal, ayna taşıyan bir çocuk ve o sırada dükkana giren bir kadın. Kadın sevgilisiyle el eledir. Boyut küçüldüğü için burada seçmek çok zor ancak dükkâna girmekte olan bu çiftin arkasındaki iki tabloda "Venüs ve Küpid" ile "Venüs ve Mars" yer alır. Venüs ve Mars gayrimeşru ilişkiyi simgeler ve buna göre bu çiftin gayrimeşru ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Resmin sağındaki grup yedi kişiden oluşmaktadır. Grubun solundaki yaşlı ikiliden erkek olanı, merakla çıplak figürlerin yer aldığı bir resmi incelemektedir. Onun davranışına karşıtlık oluşturmak için figürün üstündeki tabloya dua eden bir papaz yerleştirilmiştir. En sağdaki dörtlüden bir kadın satıcıdır. Diğer üçü, dükkânda onca güzel tablo dururken satıcı kadının elindeki aynaya bakmaktadırlar. Sanatçı burada yine insana özgü bir özellik olan kibri vurgulamıştır. Satıcının arkasındaki tabloda Azize Katherina ile Çocuk İsa'nın mistik evliliği yer alır ki bu da yine zengin ve kibirli müşterilerle karşıtlık oluşturmak için vurgulanmıştır. Zira Azize Katherina yoksullara yardımla özdeşleşmiştir. John Berger'in deyimiyle Watteau'nun resimleri narin ve uçucudur ancak olağanüstü bir gözlem gücünü ve duyarlılığı yansıtır. Ne kadar şenlikli, neşeli resimler yapmış olsa da aslında "Fanilik" gibi trajik bir konusu vardır. Ona göre Watteau, erken öleceğini hissediyordur. Hâttâ kendisine resim sipariş eden aristokrat kesimin sonunun yaklaştığının da farkındadır. Sırf bu tablo üzerine düşündüğümüzde bile Berger'i haklı bulmak mümkün. 
    Şimdi Gersaint'in dükkânından çıkalım ve biraz daha sanatçının hayatına, üslubuna göz atalım: 1864 Valencia doğumlu Antoine Watteau, okumayı ve müziği seven, sanata meyilli bir çocuktur. Erken yaşta babası tarafından bir ressamın yanına çırak verilir. Gün gelir sanatın kalbi Paris'e doğru yola çıkar. Çeşitli atölyelerde çalışır. 25 yaşında Kraliyet Akademisi'ne kabul edilir, 3 yıl sonra akademinin üyesi olur. Bugün ben farklı bir tablosunu seçmiş olabilirim ancak Watteau daha çok uçarı manzara resimleriyle, saray ahalisinin kır eğlencelerini anlatan eserleriyle bilinir. Resim tarihinde zaman Rococo'yu göstermektedir. Watteau'nun gizli erotizm barındıran hafif meşrep kır sefaları betimlemeleri, onun Fetes Galantes denen resim türünü yaratmasını sağlamıştır. Fetes Galantes, kır manzarası içinde aşk oyunlarıyla meşgul çiftlerin resmidir. Watteau'nun bu konuda takipçisi çok olmuştur ancak insana dair duyguları kimse onun gibi yansıtamamıştır. Gözlem gücünün yüksekliği, insan psikolojisine dair anlamlandırma yeteneği ve zarif çizgileriyle öne çıkar Watteau. Sahne sanatlarını ve müziği de eserlerinde sıkça kullanır. Rönesans döneminde İtalya'da ortaya çıkan, ileride Fransa'da da oynanacak olan, 12 karakter üzerinde şekillenen Comedia dell'arte oyuncularını da resimlemiştir. Bu da Rococo resmin özelliklerinden biridir. Watteau, Rubens'ten etkilenen sanatçılardandır. 17.yüzyılın son 30 yılında Fransız Kraliyet Akademisi'nde revaçta olan klasik ve yenilikçi tartışmanın taraflarından olan Rubensçiler, klasik olanı reddetmiş ve renkçiliği yüceltmişlerdir. Klasik sanatın sadece akla hitap ettiğini ve dolayısıyla herkes tarafından anlaşılmadığını, renklerin ise genele hitap ettiğini ve doğaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Watteau'nun resminde de Rubenist anlayış hâkimdir. Çizgiyi, rengi, aklı bir yana bırakacak olursak, Watteau'nun bu yazıya konu olan resminde yer alan köpek dahi Rubens etkilidir. Her ikisi de tablolarında bu küçük dostlara sıkça yer vermiştir. 
    Kır eğlencelerini, sahne sanatlarını, festivalleri, maskeli baloları, yani hayatın eğlenceli yanını bizlere gösteren, resimlerinin iyi bir müzik parçası dinler gibi etkili olmasını isteyen, izleyicide özgürlük duygusunu hedefleyen sanatçının hayata erken veda ettiğini bilmek üzücü. Hastalığının türü onun ince ruhunun göstergesi gibi. Misafir olduğu arkadaşının yardımının altında kalmamak için sanat tarihine geçecek bir tabloyu meydana getiren Watteau'yu tüm ince ruhlar adına saygıyla anmak isterim.




Serinin diğer Rococo tablosu için bkz: François Boucher-Madam de Pompadour
Serinin diğer 18.yy.Fransız tablosu için bkz: J.B Simeon Chardin-Şalgam Soyan Kadın




5 Nisan 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (10)

     İVAN KONSTANTiNOVİÇ AYVAZOVSKİ (1817-1900)
    MEHTAPTA İSTANBUL'A BAKIŞ 
   

    Birkaç yıl önce oğlum Tallinn'de üniversiteye başlayacağı zaman, evinden ilk kez ayrılacak olmasının anne-baba olarak bizde yaratacağı etkiyi hafifletmek için, bu şehirde 10 gün kadar kalmıştık. Orhun okula giderdi, biz de kenti keşfetmeye çıkardık. Daha sonra çok kez gidip geldik fakat o ilk ziyarette neredeyse adımlamadığımız sokağı, gezmediğimiz müzesi kalmamıştı. Büyük Petro'nun (bir başka deyişle Deli Petro) eşi Katerina için yaptırdığı Kadriorg Sarayı'nı gezerken, Ayvazoski'nin muhteşem bir deniz manzaralı tablosuyla karşılaştığımda çocuklar gibi sevindiğimi hatırlarım. Sanki ülkemden biriyle karşılaşmış gibi hissetmiştim. İlk anda "Burada ne arıyor?" diye düşünmüştüm fakat hemen aklımı başıma topladım ve Ayvazovski'nin Rusya'nın en büyük sanatçılarından biri olduğu, Estonya'nın da şimdi AB üyesi bağımsız bir ülke olmasına rağmen bir zamanlar Rusya'nın hakimiyetinde bulunduğu bilgilerini hatırladım. Yani benim bir an kendimi Türkiye'de zannetmem dışında normale aykırı bir durum yoktu. Abarttığım zannedilmesin. Zira benim kadar siz de Ayvazovski'nin bir çok tablosunu tarihi saraylarımızda, müzelerimizde görmeye alışkınsınız. Anadolu kıyılarını ve Ege adalarını gezen, sekiz kez İstanbul'da bulunan sanatçı, ülkemiz görünümlerine dair pek çok eser meydana getirmiş, hâttâ padişah Abdülaziz'in ve V.Murad'ın portrelerini yapmıştır. 
    Ivan Ayvazovski 1817 yılında, Ukrayna'nın Kırım yarımadasında yer alan Feodosia'da (Kefe) doğar. Ivan, Osmanlı uyruklu Ermeni bir ailenin oğludur. Resme yeteneği küçük yaşlarda anlaşılmış ve eğitimi bu yönde devam etmiştir. Bir sahil kentinde hayata adım atmış olması, onun denizin her türlü haliyle defalarca karşılaşmış olduğu anlamına gelir. Bu da ileride en güzel deniz resimlerini yapan ressamlardan biri olacağının işaretidir. 1833 yılında Çar 1.Nikola'nın ilgisi ve emriyle Petersburg'da Çarlık Güzel Sanatlar Akademisi'nde eğitim gören Ayvazovski, başarılı çalışmaları nedeniyle bir çok Avrupa ülkesine gönderilir. Rusya'ya dönüşünde ise Deniz Bakanlığı'na birinci ressam sıfatıyla atanır. Rus deniz ressamlarının en bilinen temsilcisidir. Deniz yüzeyinin günün her saatinde değişen rengi, fırtınalı havalarda oluşan dalgalar, sallanan gemiler, deniz savaşları onun ilgi alanındadır. Suyun şeffaflığını en iyi çalışan ressamlardandır. Kimi donanma gemileriyle olmak üzere, çok seyahat etmiştir. Sadece Avrupa'ya değil, yolu Amerika'ya kadar uzanır. Defalarca Türkiye'ye gelir, Osmanlı nişanlarıyla ödüllendirilir. Zaman, Doğu'ya ilginin arttığı, resim sanatında Oryantalizm'in revaçta olduğu zamandır. 
    Bu noktada Oryantalizme parantez açmak gerekiyor. Napolyon'un 1798 tarihli Mısır seferiyle başlayıp 1.Dünya Savaşı'yla sona eren bu dönem, sanayileşmenin katılığından bunalan Batı insanının düşsel bulduğu Doğu'ya ve romantizme duyduğu ilgiyle, yeni ulaşım yollarının devreye girmesi sonucu uzak ülkelere yapılan seyahatlerle, Doğu ülkelerinde artan arkeolojik çalışmaların yarattığı etkiyle, uluslararası sergilerin çoğalmasıyla şekillenmiş bir dönemdir. Öncelikle Fransa ve İngiltere kaynaklıdır, zira biliyoruz ki her ikisi de Kuzey Afrika ülkeleri, Mısır ve Hindistan'da sömürgeci durumundadır. Resim sanatı açısından baktığımızda Fransa ve İngiltere'nin ardından, diğer Avrupa ülkelerinin hâttâ Amerika'nın da Oryantalizme kayıtsız kalmamış olduğunu görürüz. Doğu ülkelerinin manzaralarını, Doğulu insanların günlük yaşantılarını kimi zaman abartılı kimi zaman oldukça gerçekçi konu edinen resimler çok sayıda alıcı bulmuş, önemli bir pazar oluşmuştur. Önce gezginlerin, elçilerin söylemlerine dayanarak hayalen yapılan çizimler, sanatçıların da seyahat olanağı bulmasıyla daha gerçekçi bir hâl almıştır. Ayvazovski de bu açıdan Oryantalist akıma dahildir. İstanbul'da bulunduğu süre içinde, bu kentin günün her saatindeki görünümünü romantik tarzıyla, defalarca tuvaline aktarmıştır. Ayrıca şehir sakinlerini sahilde, kayıklarda, kahvehanede vb. birçok günlük yaşam hâlinde resimlemiştir. 
    Bu yazının konusu olan Mehtapta İstanbul'a Bakış, sanatçının şehrimizin romantizmini görselleştirdiği örneklerden biridir. Parlak dolunayın ışığıyla yıkanan Boğaz'da gemiler, kayıklar, kayıkların içinde insanlar ve arka planda tarihi yarımadanın varlığı dikkat çeker. Gece resminin sınırlı renk paleti, ayın ve çevresinin sarı-beyaz tonlarıyla hareketlendirilmiştir. Gece karanlığının içinde ayışığıyla aydınlanan noktaların görüntüsü sanatçının başarısını vurgular gibidir. Nispeten yüksek binaların ve sağ bölümdeki geminin aya dönük yüzeyleri daha ışıklıdır. Tüm bunların nedeni dolunay, tablonun yarısından çoğunu kaplayan hafif bulutlu gökyüzünde ihtişamla parlamaktadır. Gece vakti İstanbul güzeldir, masalsıdır. Doğa karşısında kapıldığımız iyi ya da kötü yüce duygular resimde romantizmin konusudur. Bu anlamda Mehtapta İstanbul'a Bakış romantik bir eserdir. 19.yy. boyunca geçerli olan Oryantalizm'de sanatçılar sadece konuda birleşmişler, üslup açısından ise farklı yönelimlerde bulunmuşlardır. 
    Anılarımın evreninde küçük ama anlamlı bir köşe edinen Ayvazovski, 83 yaşında şövalesinin başında hayata veda eder. Sebebi beyin kanaması. O ana kadar resim yapar. Çok ülkede bulunmuş, onur nişanlarıyla ödüllendirilmiştir ancak doğduğu Feodosia'ya her zaman bağlı kalmıştır. Ömrünün son yıllarını burada geçirir ve kentin imarı için elinden geleni yapar. Evi bugün bir müzedir. Gidip de görmek hevesinde olduğum. Üstelik anne tarafımın Kırım'dan geldiği halde benim hâlâ o toprakları gidip görememiş olmamın verdiği istekle birlikte... 



    * Resim sanatında oryantalizmle ilgilenenler için sevgili hocalarım Semra Germaner ve Zeynep İnankur'un "Oryantalizm ve Türkiye" isimli kitabını tavsiye ederim efendim.