23 Haziran 2014 Pazartesi

YAĞMURLU BÜYÜKADA

    2-3 gün önce Büyükada'daydık. Bu kez annem ve Orhun vardı yanımda. Büyükada'yı çok seviyorum. Kimisi konaklamalı olmak üzere birkaç kere ziyaret ettim. (Daha önceki iki Ada yazım:  Burada ve burada ) Ancak Orhun ilk kez tanıştı Ada'yla. Şansına tam da İstanbul'a dolu yağdığı zamana denk gelse de sevdi Ada'yı. 
    Her şey çok güzel başlamıştı. Pırıl pırıl bir havada koyulduk yola. Gitmeden önce hava durumunu kontrol etmiş ve o gün yağmur yağacağını okumuştum ama Haziran ayının sonlarına doğru kafamıza dolu yağacağını nereden bilebilirdim?:)
    Oldukça kalabalık olan 13.10 Kabataş-Büyükada vapuruyla yolculuk edip, 15.00'e doğru Ada'ya ayak bastık. O gece konaklayacağımız Sahil Otel'i bulup eşyalarımızı bıraktık. O sırada hava şahaneydi. Aya Yorgi Tepesi'ne çıkıp Yücetepe'de bir şeyler yemek istedik. Lunapark alanına kadar faytonla gidip, devamında yürüyerek -daha doğrusu tırmanarak- hedefe ulaştık. Ancak o sırada hava tuhaf şekilde kapamaya başladı.
    Her zaman bu noktalardan çektiğim fotoğraflar pırıl pırıl, yemyeşil, masmavi parlarken bu kez işte böyle karanlık bir görüntü çıktı ortaya.
    Manzaraya şöyle bir göz atıp ve tarihi Aya Yorgi Kilisesi'ni hızlıca ziyaret edip apar topar aşağıya inmeye başladık herkes gibi. Çünkü havanın patlayacağı iyice belli olmuştu. Normalde yürüyerek, güzelim evlere hayran hayran bakarak meydana inerdik ama yağmura yakalanmamak için tekrar faytona binmek zorunda kaldık. Yola çıkalı 5 dakika oldu olmadı inanılmaz bir rüzgarın ardından yağmur ve dolu yağmaya başladı. İstanbul'da yaşayanlar gayet iyi hatırlayacaklar, ceviz büyüklüğüne ulaşan taneler vardı. Korkunçtu. Faytoncu arabanın dört bir tarafındaki naylonları indirmemizi söyledi. İndirdik ama dolu tanelerinin içeriye girmesini engellemedi bu durum. 
    Yağış öyle hızlandı ki faytoncu arabayı durdurmak zorunda kaldı ve gelip yanımıza oturdu. Beklemeye başladık. Resmen faytonda mahsur kaldık yani:) Biz yağmuru ve doluyu korkulu gözlerle izleyip beklerken, üstüne başına iri iri taneler düşen zavallı atçıklar yerlerinden milim kımıldamadılar. Bir ara onların da korkup harekete geçeceklerini düşündüm ve endişelendim ama hiç kımıldamadan beklediler. Yağmur ve dolu şiddetini biraz azaltınca arabacı yerine geçti ve yavaş yavaş yola koyulduk. İndiğimizde yağış dinmişti. Otele dönüp üstümüze bir şeyler aldık, akşam yemeği için tekrar dışarı çıktık. Deniz kenarındaki balıkçılardan birine girdik keyifle yemek yeriz umuduyla. Fakat olmadı. Rüzgar ve yağıştan dolayı içeriye kaçmak zorunda kaldık. Alelacele yemeğimizi yedik ve yağmurun durduğu bir anda koşa koşa otele döndük. "Yağmur yağmur!" diyorum, abartılı bulanlar,  "Ne var yahu?" diyenler olabilir tabii. Ama normal şartlarda bir yağmur söz konusu değil burada. Kovadan dökülür gibi diyelim biz ona. Sokakları bir anda seller götürüyordu ve adım atacak yer bulamıyorduk. Haziran ortasında durum buydu yani. 

    Neyse, o akşam otele döndük. Otelimizin terasında oturup bu güzel manzaranın tadını çıkaramadık. 2-3 dakika durup fotoğraf çekebildim sadece çünkü hava serindi.


    
    Orhun'u otele sokamadık ama. Bisiklete binmeyi kafaya koymuştu. O sıralar yağış açısından asayiş berkemal olduğu için bisiklet kiraladı,gezdi. 

    Ertesi sabah serin olsa da güneşli bir güne uyandık. Terasa kurulan masalarda güzel bir kahvaltı yaptık.
    
    Evet, bu gezinin kitabı Yekta Kopan'ın Aile Çay Bahçesi'ydi. Sevdim.
    
    Kahvaltıdan sonra Orhun tekrar bisikletle turlamaya çıktı. Biz annemle çarşıyı gezdik, sokaklarda dolaştık, bu güzel manzaraya doğru birer kahve içtik.
    
    O gün yağmur yağmadı. En azından biz dönene kadar yağmadı. Bu sefer Ada sokaklarında gezerken pek fotoğraf çekemedim ama elim tamamen boş dönmedim tabii. Mesela şu kareler kaldı hatıra olarak.







    
    Bu kez Ada'nın Herbarium'unu keşfettim. İlgilenenler için sahilin sonlarında olduğunu söyleyebilirim. Büyükada'da yetişen tüm bitkiler yer alıyor burada. 
Şöyle ki:

    Kısacası... Hava şartlarından dolayı bu kez bambaşka bir Büyükada deneyimi yaşadık. Annem üşümese, Orhun ve ben memnunduk aslında. Biz değişikliği severiz. Saçma sapan bir şey olmaması şartıyla tabii:) Fırtına öncesinde denizin ve havanın renginin nasıl değiştiğini görmek ilginçti. İlk kez dolu gördüm sanırım:) Yani dışarıdayken kocaman tanelerin üzerime üzerime yağması ilk kez karşılaştığım bir olay. Korkunç olan mevsimlerin dengesinin değişmesi ve Haziran ayının sonlarına doğru dolu yağması. Tüm bunlara alışmak gerekecek sanırım çünkü doğanın dengesini bozduk. Artan insan nüfusunun doğal getirisi gereği bozmaya da devam edeceğiz ne yazık ki.

    Orhun Büyükada'yı çok sevdi. Araba olmamasını, rahat rahat bisiklete binmeyi, eski evleri, yeşilliği çok sevdi. Herkese selam vere vere dolaştı:) Tekrar gitmek istiyor ama bir daha ki sefere daha az kalabalık bir zamana denk getirmek en iyisi olacak. Sonbahara doğru mesela. İnsan kalabalığı ve dolayısıyla fayton kalabalığı biraz daha azalmışken gitmek en iyisi. Ha bu arada... Şu fayton işine yeni bir düzenleme getirilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Çok fazla fayton var. Turistik gezi amaçlı değil taksi niyetine kullanılıyor. Her tarafta faytonlar, her tarafta at pislikleri.. Hiç hoş değil. Zaten Ada ne kadarcık yer. Üstelik o hayvancağızlara hiç iyi bakılmadığı belli. Çok üzülüyorum atların durumuna. Kesinlikle fayton sayısı azaltılmalı ve sadece turistik amaçlı kullanılıp fiyatı arttırılmalı. Binen binsin, binemeyen de yürüyüversin bir zahmet. Öylesi daha güzel değil mi? Tam da eve döndüğümüz gün CNN Türk'te bu konuyla ilgili bir haber vardı. Özellikle de atların durumuna değinildi. Yılda 500 atın öldüğü söylendi. İnanılmaz bir rakam. Umarım en kısa zamanda bir düzenleme getirilir.
    İşte böyle. Bu da farklı bir Büyükada yazısı oldu. "Belki denize girerim" hayaliyle gidip havanın azizliğine uğramak varmış kısmetimizde:) Olsun. Yine de İstanbul güzel. Her halinin keyfini çıkarmak lazım.






18 Haziran 2014 Çarşamba

INSTAGRAM HAKKINDA

    Yeniden üniversite hayatına dönen gazeteci Ayşe Arman, "İzleyici Araştırmaları" dersi için yapacağı çalışmanın konusu olarak, popüler bir fotoğraf paylaşım uygulaması olan İnstagram'ı seçmiş. Aynı konuya Hürriyet Pazar'da da yer verdi ve Nihat Odabaşı, Çağan Irmak gibi İnstagram fenomenleriyle yaptığı röportajları yayınladı. Başlık şu : "Instagram bir virüs, vücuduna giren yandı!"
    Vallahi ben de yazacaktım:) Her ne kadar onun gibi ünlü bir gazeteci olmasam da, bol tirajlı bir gazetede köşem olmasa da, kendi küçümencik blogumda Instagram'dan bahsedecektim ben de. Hazır konu gündemdeyken düşündüklerimi söyleyivereyim o zaman.
    Ben de bir Instagram kullanıcısıyım. Çocukluğumdan beri fotoğraf çekmeyi, fotoğraflara bakmayı çok severim. Ara ara eski fotoğrafları çıkarır bakarım. Hiç ihmal etmem, beğendiğim fotoğrafları, özel günlerin fotoğraflarını muhakkak tab ettiririm, albümler yaparım. Eskiden filmleri fotoğrafçıya verip, elimizde basılı bir şekilde görmek için günlerce beklediğimizi düşünüyorum da... Bugün, çektiğimiz fotoğrafları anında görmemiz ve hatta anında paylaşıyor olmamız mucize gibi geliyor bana.
   

    Instagram da bu eğlenceli fotoğraf paylaşım mecralarından biri. Ben seviyorum. Dünyanın dört bir yanında insanların nasıl yaşadığını görmek, nerelerde yaşadığını öğrenmek hoşuma gidiyor. Dünyayı merak eden bir insanım. Ama her yeri ziyaret edebilmem mümkün değil. İşte o zaman bu gibi sosyal alanlarda merakımı gideriyorum. Takip konusunda, devamlı özel yaşantısından kareleri paylaşanları           değil de gezip gördüklerini aktaranları tercih ediyorum. O yüzden yemek fotoğraflarının paylaşılmasını eleştirenlere katılmıyorum. Hangi ülkede ne yenir,       ne içilir? Bunu öğrenmenin nesi tuhaf?
    Yurt içinde ya da yurt dışında bir geziye çıkmadan önce muhakkak gideceğim yerin etiketiyle paylaşılmış fotoğraflara bakıyorum. İnanılmaz faydalı oluyor. Havanın nasıl olduğunu görüyorum, gezilecek yerleri, yemek yiyebileceğim mekanları öğreniyorum, ne tip insanlarla karşılaşabileceğimizi anlıyorum.
    Takipçi sayımı artırmaya yönelik bir endişem, takıntım yok. Asla #followme şeklinde etiketleme yapmıyorum:) Kendi içimden gelenleri, gezip gördüğümü paylaşmayı seviyorum. İsteyen bakar, istemeyen bakmaz. Bense (eş, dost ve bazı blogger arkadaşların dışında) Türkiye'den, gezip, dolaşıp paylaşanları hatta amatör olarak fotoğrafçılıkla uğraşanları takip ediyorum daha çok. Yurt dışından ise yine gezi fotoğraflarını paylaşanları ve yaşadığı yerle ilgili paylaşımlarda bulunan enteresan insanları takip ediyorum. Mesela Roma'dan genç bir kadını takip ediyorum. Günlük yaşama dair enfes Roma fotoğrafları yayınlıyor. Yine aynı şekilde Paris'ten, Avustralya'dan, Amerika'dan, Norveç'ten paylaşımlarda bulunan kişiler var listemde. Bir de "enteresan insanlar" demiştim ya hani -yanlış söyledim, aslında enteresan olan benim çünkü onlar normal hayatlarını yaşıyorlar ve ben onları takibe aldım- , nasıl ve nereden bulduğumu hatırlamadığım Endonezyalı bir Rock şarkıcısı, Taylandlı bir aktrist, İspanyol gay bir çift vs. oluyorlar kendileri:)
    Gezi fotoğraflarını çok sevdiğim için takip ettiğim birkaç yabancı gezgin de var listemde. Türkiye'ye geldikleri zaman acayip mutlu oluyorum. Sık sık "dünya" , "seyahat" vb. etiketli paylaşımları arıyorum. Dikkat ettim, en beğendiğim görüntüler, istisnasız Norveç ya da Yeni Zelanda'ya ait oluyor. Artık Norveç'i ve Avustralya'yı çok iyi tanıyorum:) Bu iki ülke, ziyaret etmeyi istediğim yerler arasında ilk sıralarda yer alıyorlar doğal olarak. Ben de bize ait güzel görüntüleri muhakkak İngilizce olarak da etiketliyorum. Ki bizim ülkemizi de tanısın insanlar.
    Profesyonel veya amatör olarak resim sanatıyla uğraşanlar da var listemde. Bir-iki tane de hobi sayfası. Ve Instagram kullanan ne kadar Fenerbahçeli futbolcu varsa hepsini takipteyim:)
    Instagram'ı aktif olarak kullanan birkaç ünlü isim de var listemde. Belli bir kritere göre seçmiş değilim onları. Sanırım aktif olarak kullandıkları için dikkatimi çektiler. Zaten tanıdıklarım haricinde takip ettiğim herkes oradan oraya atlarken bir şekilde takıldığım kişiler.  
    Instagram'a dair olumsuz bulduğum şeyler de var tabii. Mesela ünlü isimlerin fotoğraflarına yapılan çirkin eleştirilere karşıyım. Bir insanın tanınıyor olması senin onu ulu orta acımasızca eleştirmene sebep olmamalı. O ismi koruyan takipçiler de çıkıyor bu sefer ortaya ve birbirini hiç tanımayan insanlar inanılmaz kavgalar yaşıyorlar. Bazen politik kavgalara dönüşüyor tartışmalar. İşte bunu benim aklım almıyor. Sosyal medyayı bilinçli bir şekilde kullanma konusunda çok fazla eksiğimiz var.
    Bir de yine çok takipçisi olan kişilerin fotoğraflarının altında -o kişinin izni olmaksızın- yapılan reklamlar çok ama çok çirkin duruyor. "En güzel takılar burada", "Hanımlar, en şık ayakkabılar burada", "Mevlütleriniz, nişanınız, düğününüz için şeker yapılır", "Leziz yemekler" vs.vs.vs. Tam bir kişisel reklam bombardımanı var Instagram'da. Hiç hoş olmuyor. 

   Instagram, bilinçli kullanıldığı zaman çok keyifli ve öğretici bir eğlence aracı. Her gün fotoğraf eklemesem de muhakkak giriyorum, arkadaşlarla selamlaşıyorum, sanal dünya turu yapıyorum. Kısacası ben Instagram'ı seviyorum:)





   

9 Haziran 2014 Pazartesi

CEMİL ŞEVKET BEY, AYNALI DOLABA İKİ EL REVOLVER

    Geçtiğimiz günlerde bir akşam Okan Bayülgen'in konuğu Selim İleri'ydi. Konu ise yazarın romanı "Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver" üzerinden   "Bireyin Özgürlüğü" idi. Programın konusu özellikle ilgimi çekti çünkü söz konusu romanı henüz okuyup bitirmiştim, çok sevmiştim. Tam da burada tavsiye etmeyi düşündüğüm günlerde hoş bir tesadüf oldu benim için. Öyleyse şimdi tanıtım zamanıdır, tavsiye zamanıdır.
    Çok sevdiğim yazar Selim İleri'nin "Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver" adlı romanına esin kaynağı olan kişinin Nahid Sırrı Örik olduğunu öğrendiğimde hemen alıp okumaya başladım. Aslında uzun zamandır adını bildiğim ancak son zamanlarda daha fazla ilgimi çeken, araştırmak ve eserlerinin tamamını okumak konusunda hevesli olduğum Nahid Sırrı Örik hakkındaki düşüncelerimi daha önce şu yazımda belirtmiştim. (Buraya bir tık!) O yüzden şimdi sadece Cemil Şevket Bey'e değinmek istiyorum.
   

    Selim İleri'nin belirttiği gibi romanın kahramanı Cemil Şevket Bey, Nahid Sırrı Örik'ten esinlenerek yaratılmış. İleri, Nahid Sırrı'nın kesinlikle zamanının ilerisinde bir yazar olduğunu, bu yüzden kendi döneminde anlaşılamadığını, dışlandığını söylüyor. Bir de tabii cinsel tercihi etkili oluyor zamanında kıymetinin bilinememiş olmasında. Tam da bu yüzden Cemil Şevket Bey de anlaşılamayan bir roman kahramanı. O da Nahid Sırrı gibi bir yazar. Tıpkı onun gibi eserleri sadece tefrika halinde yayınlanıyor, roman şeklinde basılmıyor. Efemine tavırları yüzünden müstehzi gülüşlere, alaylara maruz kalıyor. O da Nahid Sırrı gibi hem Osmanlı zamanını hem Cumhuriyet'i yaşıyor, iki tarafın savunucularına da yaranamıyor. Çünkü doğru bildiğini söylemekten kaçınmayan, objektif bakabilmeyi bilen bir yazar. O da Nahid Sırrı gibi kadınları kötülüyor da kötülüyor, erkeklere daha ılımlı yaklaşıyor. Yani Nahid Sırrı Bey ile Cemil Şevket Bey arasında benzerlikler çok. Ancak Selim İleri bunun kesinlikle Nahid Sırrı Örik'in biyografisi gibi görülmemesi gerektiğini, çünkü kendisi hakkında çok az bilgi olduğunu, onu tanımış olanların anlattıklarına dayanarak böyle bir roman yazdığını ve yazarı anarken zamanın İstanbul yaşamına, olaylarına değinmek amacında olduğunu söylüyor. Ve Nahid Sırrı'nın kitaplarının hala yeterli sayıda okura ulaşmadığını belirtiyor. 
    Ben bu romanı hem Nahid Sırrı hakkında ipuçları verdiği için, hem de başlı başına bir kurgusu olduğu için sevdim. Cemil Şevket Bey, bir komşu çocuğunun gözünden anlatılmış. Çocuk bu ilginç adamı ilk olarak annesinin kabul gününde görüyor. Evet! Cemil Şevket Bey mahallenin kadın günlerine katılan tek erkek! Kadınlar onu kendilerindenmiş gibi benimsiyorlar, muhabbetlerine katıyorlar tabii ama eşleri bu durumdan memnun değil. Fakat Cemil Şevket Bey bildiğini okuyor. Çocuk büyüdükçe Cemil Şevket Bey de yaşlanıyor, iyice yalnızlaşıyor, gitgide kendine ait dünyasından çıkmaz oluyor. Tek arkadaşı sayılabilecek Solmaz Hanım'la yıllarca dertleşse de, aslında çok yalnız Cemil Şevket Bey. Onun o yalnızlığı, o herkesten farklı oluşu içimi acıtıyor, hüzünlendiriyor beni. 
    Hüzünleniyoruz hüzünlenmesine ama salt duygusal bir roman olduğu düşünülmesin bu eserin. Dönemin siyasal ve toplumsal olaylarına da şahit oluyoruz. Selim İleri her zaman olduğu gibi bir zamanların İstanbul'una ustaca dahil ediyor bizi. Ve bir de, uzunca bir bölümde, Nahid Sırrı Örik'in -filmi de çekilen- "Kıskanmak" isimli romanının incelemesi var ki konuyla ilgilenenler için dört dörtlük bir kaynak niteliğinde. 
    Ben bu naif romanı çok sevdim. Hem Nahid Sırrı'yı andırdığı için sevdim, hem de başlı başına bir roman kahramanı olarak Cemil Şevket Bey'i sevdim. Beni derinden etkileyen bir bölümü buraya almak istiyorum. Böylece hem sanal günlüğüme kayıt düşeceğim, hem de kitap hakkında küçük bir ipucu vermiş olacağım. Kesinlikle tavsiye ederim efendim. İyi okumalar...

    "ESKİ ELBİSELER
    Cemil Şevket Bey o zaman Solmaz Hanım'la yakınlık... bir dostluk kurarken, bir gün de eski elbiselerin hayat hikayelerine dalıp gitmiş.
    Solmaz Hanım'a eski elbiselerini ne yaptığını sormuş.
    Solmaz Hanım, 'Bazılarını evde giyerim, bazılarını muhtaç kişilere veririm. Zaten çok elbisem yok' demiş.
    Bu yanıt muharrir Cemil Şevket'i şaşırtıyordu. O, eski elbiselerin evlerimizin bir köşesinde unutulmuş yaşlı sığıntı akrabalara benzediği kanısındaydı. Onların birer hayatı olmuş, sonra bu hayatlar hep sönmüştü. 
    Cemil Şevket Bey eski elbiselere... bir 'laci' takıma, bir gömleğe, yıpranmış paltolara, şapkalara, boyunbağlarına, tarazlanmış ipek mendillere, hanımların 'robalarına', kısacası, eski elbiselerle birlikte bütün bir gardıroba acıyordu. Bize eşlik etmiş, bizimle birlikte yıllarca çile çekmiş bu paltolar, mantolar, pardesüler, yağmurluklar, öyle sokaklarda kış günlerinin soğuğunu yemişken, ipekliler, Şile bezleri, pamuklular yıllar yılı her yaz güneş altında kalmışken, şimdi birer gardırop bekçisi, birer ev giysisi olup çıkıyor; sokaktaki hayattan habersiz yaşamaya mahkum ediliyorlardı...
    ... Oysa her birinin bir köşe başında, bir sinema koltuğunda, lokantalarda, şurada burada birer hatırası kalmıştı. Mesela şu laci takım, Tepebaşı'nda daha üç beş sene öncesine kadar boy göstermiş, hatta saz bahçelerinde Safiye'yi, Müzeyyen'i, Hamiyet'i dinlemişken, şimdi rengi ağarmış, kalıbı bozulmuş, işte bir köşeye de atılmıştı. Onun Tepebaşı'nı, saz bahçelerini özlemediğini kim ileri sürebilirdi?
    İşte bu yüzden, Cemil Şevket Bey, bazı yaz akşamları, hava iyice karardıktan sonra, ince lacivert takımını giyiyor, onu yine Tepebaşı'na götürüyor, Beyoğlu'nda gezdiriyor, Taksim Belediye Gazinosu'nun önünden geçiriyor ve onun gönlünü aldığına inanıyordu.
    Bazan, geçmiş zamanlardan kalma, dirsek yerleri erimiş bir hırkasını giyiyor, üstüne yenice yağmurluğunu geçiriyor, öylece sokaklarda dolaşıyor-dolaşıyor ve eski hırkasını da gezmeye götürmüş gibi oluyordu.
    Bazan, gece yatakta bile giyilemeyecek kadar eskimiş çizgili pijamalarını sırtından çıkarmadan bir ceket-pantolonunu giyiyor ve öylece Sarayburnu'na gidiyor, rüzgarlara karşı duruyor, sonra, Gülhane Parkı'ndan geçirerek, çizgili pijamasına sonbaharın nasıl geldiğini gösteriyordu.
    İhtiyarların da böyle özlemleri olmaz mıydı? Sonbaharın geldiğini görmek, teneffüs etmek istemezler miydi? Sonbaharın kendine özgü, çürük yaprak ve rutubetten oluşma bir rayihası yok muydu?
    Zaten çizgili pijaması da ceket-pantolon altında, yün atkı altında önce rüzgarlarla Sarayburnu'nda ürperiyor, hırçın dalgaların kıyıya güm!güm! çarpışına dalıyor; sonra Gülhane Parkı'na geldiklerinde, yazların ve kendi hayatının bu kadar çabuk geçmiş olmasına hem üzülüyor, hem de güneşli bir sonbahar günü, böyle dimdik ayakta, ulu ağaçlar altından geçiyor oluşuna şükrediyordu...
    Cemil Şevket Bey, bazan, yün takkesini şapkasının altında saklayarak ve eski, yırtık çoraplarını da yeni şosetleriyle gizleyerek sokağa çıkıyor, hatta vapura biniyor, Boğaziçi iskelelerinin hiçbirinde inmeyerek, bir yandan da Boğaziçi iskelelerinin her birini seyrede seyrede geziyor, daha doğrusu, yaşlı takkesiyle çoraplarını gezdirmiş oluyordu.
    Hem, onların her birinin, bu gezintilerden mutluluk duyduğuna inanıyordu.
    Hem, onların her birinin, bu gezintiler, gezmeler dolayısıyla 'hayır duası'nı aldığına inanıyordu.
    Sonra eve dönüşlerde, onların biraz yorgun, güleryüzlü, biraz ürkek, değişen zamana, değişen sokaklara, değişen insanlara biraz alışamamış, gelecek ve ne zaman gerçekleşeceği meçhul bir gezintiye kadar dinleneceklerini bildiklerini, muharrir Cemil Şevket hissediyor, adeta görür gibi oluyordu.
    Eski elbiselerine baktıkça, her birinin söküğünde, yırtığında, epriğinde, tarazında, günleri, yılları, bir hayat hikayesini okuyordu. Kumaşların rengi soluyor, kumaşlar parlıyor, kumaşlar deliniyor ve elbiseler birçok zamana tanıklık ettikten sonra, öyle renkleri ağarmış, eskilikten, aşınmaktan parlamış, artık ömürlerinin sona erdiğinden üzünçlü, adeta muharrir Cemil Şevket'ten yardım umuyorlardı.
    Cemil Şevket Bey, Solmaz Hanım'a 'Kuzum, siz eski elbiselerinizi hiç sokağa çıkarmaz mısınız? Hiç gezmeye götürmez misiniz? Yazık değil mi onlara? Bir gün gizlice giyinin de, ben de gizlice giyineyim de, hep beraber Eyüp Sultan'a gidelim...' diyordu. "



    
    

1 Haziran 2014 Pazar

BUGÜNLERDE...

    En son ne zaman uğradım buralara? Çok oldu. 
    Soma'daki facia hepimizi üzdüğünden beri -konuya dair bir paylaşım hariç- hiçbir şey yazmak, anlatmak istemedim. Gündelik yaşantımda da enerjimi toplayana kadar zorlandım açıkçası. Bu keyifsiz günlerde normal yaşantıma dönmemi sağlayan en önemli şey yine sanat oldu. Amatörce uğraştığım, uğraşmaktan keyif aldığım resim sanatına dair düzenlediğimiz etkinlik, bu aralar beni en mutlu eden olaydı.           Devam ettiğim yağlı boya resim kursundan arkadaşlarımla birlikte bir sergi düzenledik. Beylikdüzü Belediyesi Kültür Merkezi'nde oldu sergimiz. 19 Mayıs 2014 günü açılışımızı yaptık ve bir hafta boyunca sergiledik çalışmalarımızı. 

   
    Daha önce duyurup yakınlarda oturan arkadaşlarımı sergimizden haberdar edebilirdim normal şartlarda ama dediğim gibi Soma'da kaybettiğimiz onca canın acısı tazeyken yapamadım, içimden gelmedi.
    Zor zamanlarda insanı rahatlatan, bir parça nefes almasını sağlayan meşguliyetler, uğraşılar iyi ki var. Profesyoneller için sanat, amatörler için hobi, her neyse... Edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, resim, heykel vs. İyi ki var. Hem hayat gailesi içinde nefes almak için, hem de olan biteni yansıtmak için lazım sanat. Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi alması örneğin. Hepimizi nasıl da mutlu etti, gururlandırdı birden bire, öyle değil mi? Umut verdi. Bir yandan bu haberle mutlu olurken, bir yandan da üzerimize çöken ağır havayı hafifletebilmek için kitaplara sığınmadık mı çoğumuz? Sığındık. Çok kişiden duydum bunu. 
    İşte ben de iki-üç hafta önce yaşadığımız o kahredici günlerde bir yandan olan biteni takip ederken, bir yandan da sergiye resim yetiştirmeye çalıştım. Sonrasında bir hafta içerisinde sergiye ziyarete gelen arkadaşlarımı karşıladım, salona gidip gelmeye devam ettim. Keyfimiz yoktu ama moral bozukluğumun kronik hale gelmemesi için tam da zamanında yetişti bu sergi. Toparlanmak gerekli. Olan bitenden haberdar olabilmek için, haksızlıklara karşı gelebilmek için, mutlu olmak ve mutlu edebilmek için önce dik durmamız, ayakta kalmamız gerekli. 
    İyi ki çocukluğumdan beri hevesli olduğum halde, geç de olsa vakit ayırabildim yağlı boyaya. Şu aşamada kendi adıma gidişattan memnunum, keyifliyim. Daha çok çalışmam gerektiğinin bilincinde olarak resimlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle.     Ve herkese kendi zevkine, vaktine, yeteneğine, hevesine uygun sanatsal uğraşılar tavsiye ediyorum. Bir de bu uğraşıları gönül rahatlığıyla gerçekleştirebileceğimiz sağlıklı ortamlar diliyorum. Yaşam enerjimizi sömürenlerin hayatlarımızdan uzaklaşması dileğiyle...