27 Aralık 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (34)

     PAUL KLEE (1879 - 1940) - WINTERBILD

    Yılın son birkaç günü ortama rehavet hakim olur. Belki de bu, ufuktaki yeni yılı yüksek enerjiyle karşılamak için gereklidir. O yüzden bugün bu seri için de tatil günü. Bugün ders yok:) Minik bir seyahat için hazırlık yapıyorum. Fakat bir resim paylaşmadan geçmeyeceğim. "Önce yaşama sanatı..." diyen Paul Klee'den bir kış manzarasıyla yeni yılınızı kutlarım. 
Dilerim 2022 böyle farklı, renkli, hayallerimizin gerçek olduğu, mutlu sürprizlerle dolu bir yıl olsun. 
    Sevgilerimle...



24 Aralık 2021 Cuma

BEN, SEN, ONLAR...

    Geçtiğimiz hafta yolumun Beyoğlu'na düştüğünden ve işimden arta kalan zamanda şahane bir sergiyi ziyaret ettiğimden bahsetmiştim. Mehşer'in güncel sergisi "Ben, Sen, Onlar" söz konusu olan... 

    1850-1950 yılları arasında Türkiye'de yaşamış ve yaratmış 117 kadın sanatçının 232 eseri var bu sergide. Serginin tanıtımındaki ifadeyle "Çoğunluğu 'ben'leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından kaydedilememiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir 'biz'in oluşabilme koşullarını da araştıran" bir düzenleme bu. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinde zaman zaman bahsettiğim ve yorumlarda tartıştığımız, kadın sanatçının arka planda kalışı sorununun görselleşmiş hali gibi. Avni Lifij'in eşi Harika Lifij'in, Eren Eyüboğlu'nun, Jackson Pollock ile evli olan Lee Krasner'in, eşlerinin gölgesinde kalışlarına dair düşüncelerim yer almıştı bu yazılarda. Edebiyatta, resimde, heykelde, sanat dünyasının genelinde defalarca karşılaşılan bir durum. İşte "Ben, Sen, Onlar" sergisi bu konuya ışık tutuyor ve kadın sanatçıları görünür kılıyor. Bu sanatçı kadınlara kendilerinin kahraman oldukları bir "yüzyıl" armağan ediyor.*

     Sergiyi gezen birçok kişi Nasip İyem'i tanımaz örneğin. Onun heykellerini görüp sanatçısının Nasip İyem olduğunu öğrenince akıllara ilk anda Nuri İyem ve onun köylü kadınları gelir. Bu böyledir.  Erkek daha görünür ve bilinir olmuştur. Oysa ki Nasip İyem'in seramikleri de şahanedir.

    Üniversite son sınıfta Proje dersi için "Kadın Ressamlar ve Oto-Portreleri" konusunu çalışmıştım. Zorunlu olmayan tez gibi bir dersti. Dolayısıyla o sırada tam da sergide yer alan sanatçılar hakkında, dönemin şartları hakkında çok fazla okuma yapmıştım. Sergi bana eski tanıdıklarımla karşılaştığım duygusunu yaşattı. Zaten tek başıma gezmeyi severim, sakin galeride her eserin önünde uzun uzun vakit geçirerek onlarla sessiz bir sohbet gerçekleştirdim. Mihri Müşfik Hanım'ın resimlerine bir kez daha hayran oldum.**

    Söz konusu sadece resim sanatı değildi. Yıldız Moran'ın fotoğrafları, Halet Çambel'in not defterleri derken ilgiyle ve saygıyla andım her birini.

    Fotoğrafım az. Tabii ki kendime birkaç anı fotoğrafı çekiyorum ancak son yıllarda görüntüleri hafızama kaydetmek, o anı yaşamak artık benim için daha çok önem kazandı. Hem buraya fazla görsel eklersem, gidip görecekler için işin sürprizini kaçırmış olurum. 

    Sergi 22 Mart 2022'ye kadar sürecek. Pazartesi hariç her gün ücretsiz gezilebilir. Bana kalırsa soğuk bir havada sıcacık bir müzede yahut sanat galerisinde olmak gibisi yoktur. 

    Son olarak Meşher'den bahsetmek isterim. İstiklal Caddesi'nde 2019'a kadar Arter'in bulunduğu Meymenet Han binası, şu an Vehbi Koç Vakfı'na bağlı bir kültür ve sanat merkezi. Atölyelerin ve konferansların da gerçekleştirildiği bir kurum. "Meşher" kelimesi Osmanlı Türkçesi'nde "Sergi Mekânı" anlamına gelmekteymiş. Velhasılıkelam İstanbul'un güzelliklerinden biri. Gitmeli, görmeli, takip etmeli... 

    


      *Bu cümle serginin tanıtım broşüründen alınmıştır.
    ** Mihri Müşfik Hanım hakkında daha önce yazmış olduğum bir yazı: Cesur Kadınların Anısına Saygıyla...
    
    

    

17 Aralık 2021 Cuma

BUGÜNLERDE...

     Yeni bir yılı karşılıyor olmanın coşkusu eksik bu sene, farkında mısınız? Kimsede heyecan göremiyorum. 
Geçen sene covid korkusu baskınken bile böyle değildik. Daha umutluyduk. Nedenlerine girmeyeceğim şimdi. Zaten herkes yeterince bunalmış hâlde. En son yayınladığım "Bir Ressam, Bir Resim (33)" yazısı sanırım tam da bu nedenlerle ilgi görmedi. Bence yine de okuyun arkadaşlar, ilk cümlelerden sonra güzel bilgiler var:) Keyifler kaçık diye daha da canınızı sıkacak şeylerden uzak durmak istiyor olabilirsiniz fakat takdir edersiniz ki gerçeklerden kaçılmıyor. Hem kaça kaça bu hallere düştüğümüzü düşünüyorum bazen. Neyse... Bugün yine kaçacağım. 
Biraz havadan sudan bahsedeceğim. 
    Eskiden yılbaşı ağacı süslerdim. Sonra bir tembellik geldi, kaldır topla işlerinden kurtulmak için ağaçtan vazgeçtim. Yine de sağı solu süslerim ama. Birkaç hafta önce yine bir ağaç hevesine kapıldım. Gel gör ki tembellik dorukta. Ben de şöyle bir şey yaptım. Farklı, sevimli ve daha pratik oldu. 

    Sevimli ve pratik demişken... Orhun Aralık doğumlu. Doğum gününde ona şöyle bir pasta yaptım. 

    Bayılır böyle işlere. Nitekim çok sevindi. İş açısından öyle yoğun bir dönemdeydi ki bir önceki gece geç geldiği için geç uyandı, pastasının mumlarını üfledi, alelacele bir dilim yedi ve yine işe gitti. Günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapmadan bırakamazdım onu. Konuyu "Bu pasta, içindeki çocuğu ihmâl etmediğin bir olgunlukla yoluna devam etmen için" diye bağladım:) Yakın aile çevresiyle kutlamayı bu hafta sonu yapacağız. Diğer özel günleri sevmem ama doğum günlerine bayılıyorum.
    Çocuğunun doğum gününde ister istemez duygusallaşıyorsun. Tam da o sıralar internette şu resme rastlamıştım.

    Hemen Orhun'a yolladım çünkü acayip bize benziyordu. O küçükken aynı bu şekilde kolumun altına alır ve kitap okurdum. O da tıpkı bu yavru tavşan gibi hem dinlerdi hem de ilgiyle kitabın resimlerine bakardı. Bir gün kitabın birini aldı eline ve kendisi okumaya başladı. İlk şaşkınlıkla okuyor zannettim. Çok sevdiği ve ara ara özellikle istediği bir kitaptı. Meğer noktasına virgülüne kadar aynen ezberlemiş:) 
    Tam bu satırları yazarken diğer dairelerin birinden doğum günü şarkısının farklı bir dilde söylendiğini duyuyorum. "Mutlu yıllar sana" değil, "Happy birthday to you" değil. Ya Arapça ya Farsça. Bu katta Afrikalı yok, onların dilinde olamaz. Evet, böyle karma bir sitede yaşıyoruz. Çevremiz değişiyordu ancak yakın zamana kadar bizimki böyle değildi. Daireler giderek el değiştirdi. Bunun nedenini tam anlamıyla açıklayamam ama bizim de kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir semte geçişimiz yakındır. Bu evi aldığımızda bambaşka bir ortam vardı. Yanlış anlaşılmasın, kimseye laf etmeye niyetim yok. Herkes daha iyi şartlarda yaşamak için yer değiştiriyor. Ortadoğulu daha iyi yaşamak için buraya geliyor, biz daha iyi yaşamak için Batı'yı hayal ediyoruz. Böylesi bir kayma. İş nerelere varacak bilemiyorum. 
    Bugünlerde okuduğum kitap tam da az önce bahsetmeye çalıştığım gibi dünyanın olası gidişatıyla ilgili. 
Hakan Günday'ın yeni romanı Zamir... Yazarın hep yaptığı şekilde dünyada siyasal açıdan olan bitene bir gönderme özelliği taşıyor. Daha neler olabileceğinin okuyana absürt gelen ancak hiç de gözardı edilmemesi gereken olasılıklarını sunuyor. Yine ağır gelen, yine düşündüren bir roman. Bu ara canı sıkkın olan, ben etkilenirim diyen kaçınsın. Ben okurum. Ben izlerim. Sanat eserleri benim canımı sıkmıyor. Zira onların bazı şeylere dikkat çekmesi gerekiyor. Araya eğlencelik olanlarından karıştırırım, ruh durumumu dengelemeye çalışırım, kendime düşünmek için zaman ayırırım ve devam ederim. Örneğin en son Blu TV'de "Estonia" belgeselini bitirdim. Tarihin en büyük deniz kazalarından birine ait can sıkıcı bir belgeseldi ama gerçekti. Beni uzun süredir tanıyan dostlarım bilirler, kuzey ülkelerini severim. Estonya'ya da özel bir sevgim vardır. Üzüle üzüle izledim ama birçok şey öğrenmiş oldum. Olaya karışmış devletlerin bir şeyler sakladığını düşünüyorum. Zaten hep böyle olmaz mı? Kendimi bazen verdiği oyun bile önemi olmayan bir piyon gibi hissediyorum. 
    Öf! Yine iyi başlamışken karamsarlığa döndüm. Kendime işkence eder gibi okuduğum kitapların, izlediğim suç dizilerinin ve tarihi belgesellerin arasına "Modern Family" gibi eğlenceli bir diziyi kattığımı itiraf edeyim. Tam canım sıkılmışken açıyorum bir bölüm. Ve bana müthiş iyi geliyor. 10 sezonluk upuzun diziyi bitireceğim diye ödüm kopuyor. 8.sezonun sonlarındayım. 
    Geçtiğimiz günlerde Taksim'de bir işim vardı. Gittim ve onu hallettim. İşim erken bitince güzel bir sergiyi gezdim. Ondan ayrıca bahsederim. Yoğun yağmurun olduğu bir gündü. Dolayısıyla dışarısı çok kalabalık değildi. Yağışa aldırmadım, İstiklal'de rahat rahat yürüdüm. Sergi çıkışında Viyana Kahvesi'ne uğradım, yanında koyu bir kahvenin eşlik ettiği enfes bir balkabaklı cheesecake yedim. Yağmuru izledim. Yakınlığından dolayı yan masada oturan liseli gençlerin konuşmalarını duyuyordum. O kadar tatlılar ki... Onlara bir gençlik borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu sinir harbinin içinde yaşamayı hak etmiyorlar. 

    Tamam... Sakin... Yazıyı güzel bir şekilde bitireyim. İtalyanca çalışmaya başladığımı söylemiştim ya hani? Vallahi devam ediyorum! Hevesle devam ediyorum hem de. Kelimelerin dişi ve erkek olarak ayrılması işin zor yanı fakat pratik yaparak çözüleceğini düşünüyorum. Fena değilim o konuda. Her yeni dili öğrenirken olduğu gibi bol bol kelime ezberlemek önemli. Özellikle yemek yaparken İtalyanca şarkılar dinliyorum:) Spotify'daki şu liste favorim. 

    Çocukluktan aşina olduğumuz şarkılar var. Meğer eskiden ne kadar farklı dillerde şarkılar dinlemişiz biz. Yukarıdaki fotoğrafı almak için Spotify'a girdim. Ve bana Gülçin'in albümünün önerilmiş olduğunu gördüm. Şimdiye kadar bir kere bile kendi isteğimle Gülçin şarkısı dinlemiş değilim. Yani belli bir algoritma sonucu değil bu. Önerinin sebebini anlıyorsunuz değil mi arkadaşlar? Çünkü kadın ne yazık ki büyük bir kaza geçirdi ve olumsuz anlamda izlenirliği arttı. Müzik platformu da hop öneriyi yapıştırdı. Reklama, satışa yönelik bu dünya hiç benlik değil. Gel de olumlu düşün. Olumlu düşüneyim dedikçe üstüme üstüme geliyorlar sanki.
    Tamam.. Sakin... 
    Bir süredir güncele dair yazılarımı "CoronaGünleri" olarak etiketlemediğimi fark ettim. Aklımızdan çıkmış gibi... Fakat aslında çıkmadı. Hattâ bu ara yine coştu. Kış mevsiminde olduğumuz için normaldir. Bu sıra tanıdıklardan bolca covid pozitif haberler alıyoruz. 3.aşı için randevumu aldım. Bari sağlığımızdan olmayalım. Ve aslında en önemlisi o. Her şey gelir, geçer. Düzenler değişir. İyisiyle kötüsüyle bu dünyayı özümseyebilmek için sağlıklı olmak gerekir. 
    Karmakarışık bir yazı oldu bu. Bu günlerde böyle işte...
   




14 Aralık 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (33)

     PIETER CLAESZ (1597 - 1661) - VANITAS 

    Bir süredir aklımda resim sanatındaki Vanitas sembollerinden bahsetme fikri vardı. Güne doların tekrar yükseldiği haberleriyle merhaba deyince semboller gözümün önünde uçuşmaya başladı. Kendi sınırlarımız içinde sıkıntımız büyük malûm; dünya genelinde de ekonomi, salgın, iklim krizi, güç savaşları vs. derken nasıl ilerleyeceği belirsiz bir dönemdeyiz. Kaosta payı olan idarecilere haykırmak istiyorum! Memento Mori! 
Yani, "Ölümü hatırla!" 17.yy.'a ışınlansaydık ve ben Hollandalı bir ressam olsaydım bu uyarıyı, bu öğüdü resimlerimle yapardım. Şimdi, 21.yy.'da, bu resimlerden birini paylaşıyorum ve dünyadaki her bireyi birbirine bağlama gücüne sahip internet üzerinden sesleniyorum: Ölümü hatırla! Kalıcı değilsiniz. Bu hırs neden? Nasıl oluyor da sizin hırslarınıza çok uzak iyi niyetli insanları zora sokma hakkını kendinizde buluyorsunuz? 
Bugün huzursuzum dostlar. Vanitas sembolü kuru kafalar, erimiş mumlar, kullanılmış eşyalar ruh halime bir hayli uygun düşecek. En iyisi ben bir an önce konuya gireyim.
    17.yy.'da Hollanda'dayız. Hatta daha da özelleştirelim Kuzey Hollanda'dayız. 1609'da ülke kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmış. Güney Hollanda İspanya'ya bağlılığı sürdürürken Kuzey Hollanda cumhuriyete yönelmiş ve Protestanlığın önemli ülkelerinden biri durumuna gelmiş. Ticaret gelişmiş, bilhassa deniz ticaretinde İngiltere'ye rakip olunmuş. Dolayısıyla ülke refah içinde. Ticaret yapan orta sınıf, her alanda olduğu gibi sanatın da şekillenmesinde etkili. Zenginlerin ulaşabildiği her türlü eşya artık resimlere girmeye başlamış. Kimi zaman uzak ülkelerden gelen egzotik mallar; kimi zaman müzik aletleri, mücevherler, çiçekler, silahlar ve daha birçoğu... Natürmort resmin, yani ölü doğa resminin zirve zamanları. Ancak parayla satın alınabilen her tür eşyanın arasında göze çarpan bazı nesneler var ki görünen anlamıyla değil, sembolik anlamlarıyla dikkat çekmekteler. Kum saati gibi, kelebek gibi, mum gibi... İşi biraz daha enteresan kılalım, kuru kafa gibi... İşte bunlar Latince bir deyiş olan "Memento Mori" düşüncesinde şekillenen, Eski Ahit'teki bir bölüme göre "Vanitas" olarak adlandırılan nesneler. Onca zenginliğin içinde ölümü hatırlatmak, her şeyin geçici olduğuna dikkat çekmek gibi bir görevleri var. Protestanlığın bir kolu olan Kalvinizm inancına uygun olarak ortaya çıkmışlar. Kalvinistler'e göre çalışmak en büyük erdem ve insanlar maddi başarılarına göre olumlu ve olumsuz anlamda ikiye ayrılırlar. Para kazanmak Tanrı'ya ulaşmanın yollarından biri olsa da israf ve gösteriş asla kabul edilemez. O halde yeni nesil zenginler ikilemdeler. En güzel eşyalara sahip olma isteği insanın doğasında var fakat bunlar aslında geçici. Ölüm kaçınılmaz, tek gerçek Tanrı. Bunu onlara hatırlatan bir şey olmalı. İşin sanat kısmında söz konusu görevi üstlenen işte bu Vanitas sembolleri... Kısa ömrüyle bilinen bir gül, kelebek, sönmüş ya da sönmekte olan bir mum, solan çiçekler, geçiciliği simgeleyen sabun köpükleri, kullanılmış eşyalar, devrilmiş kadehler, çürümüş meyveler, ömrün kısalığını anlatan saatler... Bunlar tablolarda kimi zaman değerli eşyalara tezat oluşturacak şekilde, onlarla birlikte yer alıyorlar. Kimi zaman sadece vanitas sembollerinden oluşan resimler yapılıyor. Bu yazıya konu olan natürmorttaki gibi... 
    Pieter Claesz natürmort çalışmalarıyla tanınan bir ressam. Cansız nesnelerin temsiliyle oluşturulan natürmort, akademik hiyerarşide resim konuları açısından alt sıralarda yer alsa da 17.yy. Hollandası'nda zengin kesim tarafından en çok sipariş edilenlerden. Çünkü, önceki satırlarda da belirttiğim gibi sahip olmayla ilişkili. Benim seçtiğim resim, sanatçının daha fazla nesneden oluşan kalabalık kompozisyonlarından biraz farklı. Daha sade ancak etkisi kuvvetli. Bir masanın üzerine yerleştirilmiş nesneler arasında, belli belirsiz tüten ince bir duman nedeniyle henüz sönmüş olduğunu anladığımız mum, ters dönmüş boş bir bardak, cep saati ve kuru kafa yer almakta. Bunlar hayatın sonlu oluşunu, zamanın geçiciliğini anlatan vanitas sembolleri. En büyük nesne olan kuru kafa her birinden daha yükseğe, daha dikkat çekici şekilde yerleştirilmiş. Kuru kafanın kime ait olduğunun bir önemi yok. Bu fakir bir insanın da, bir kralın ya da kraliçenin de olabilir. Artık önemsiz. Önemli olan Tanrı'nın sonsuz bilgeliği ki resimde bunu hatırlatan nesne kuru kafanın altında yer alan kitap. Cep saatinin altındaki anahtar ise diğer dünyaya, sonsuzluğa açılan kapının anahtarı. Anahtarın kurdelesinin mavi rengi, tüy kalemin beyazlığını saymazsak, resimdeki tek farklı renk. Kompozisyona kasvetli toprak tonları hakim. Nesneler sol üstten gelen ışığın doğrultusunda aydınlanmış. Sanatçı dokuyu göstermede başarılı. Camın, kemiğin, kumaşın, seramiğin, metalin dokusu ayrı ayrı hissedilmekte. Ölüm ve yaşam ikilemini başarıyla yansıtan bir kompozisyon. 
    Biliyorum ressamların hayatı çok ilgi çekiyor ancak bu kez elimde, hafızamda ve genel olarak sanat tarihi alanında Pieter Claesz'a ait pek fazla bilgi yok. Belçika'da doğmuş, hayatına Hollanda'da Haarlem'de devam etmiş. Birkaç loncaya kayıtlı olduğu biliniyor. İki kere evlenmiş. İlk evliliğinden olan oğlu Nicolaes Pietersoon Berchem de ünlü bir manzara ressamı. Oğlu dahil olmak üzere pek çok öğrenci yetiştirmiş. Claesz'ın eğitimci yanı da olan çalışkan bir ressam olduğunu söyleyebiliriz. Hakkında bilgi az ancak natürmortları bugün en büyük müzelerde yer almakta. 
    Vanitas sembolleri her zaman bu resimdeki gibi keskin şekilde yer almazlar. Örneğin bir resimde bir çocuğu sabun köpüğü şişirirken görürsünüz ve bunu oyun oynayan bir çocuk olarak düşünüp geçebilirsiniz. Ancak sanatçı muhtemelen genç bir figürle birleştirdiği sabun köpüklerini, o yılların çabuk geçtiğine gönderme olarak resimlemiş olacaktır. Bir güzel sanatlar müzesinde vakit geçirmek, eserleri etraflıca incelemek, fikir yürütmek tam da bu yüzden keyiflidir, ufuk açıcıdır. Keyifsiz başladığım yazıyı yine sanatın güzelliğine bağlayarak bitiriyorum. 
Demek ki güncel hakikâtler arasında nefes alabilmek için biz yine kişisel gayretlere devam arkadaşlar!
    



  Not : Vanitas konusunu tekrar düşününce, 31 numaralı Bir Ressam, Bir Resim yazısının konusu olan Avni Lifij portresindeki yırtık çorabın vanitas sembolü olduğu fikrini benimsedim. Lifij, elinde içki kadehiyle hoşça vakit geçiren figürün omuzuna kullanılmış, yırtık çorabı yerleştirerek hoş zamanların geçiciliğine gönderme yapmış olmalı. Neden daha önce aklıma gelmedi bu?