28 Aralık 2011 Çarşamba

ORHUN ÇİZGİ ROMAN STÜDYOSUNDA

    Oğlum küçük yaşlardan beri resim yapmayı çok sever. Yaşı ilerledikçe bu konudaki ilgisi karikatür, çizgi roman vb. alanlara kaymaya başladı. Öyle ki bu ilgisi gelecek planlarında da yer alıyor. İleride hangi mesleği tercih eder bilemiyorum ama biz bugün - anne ve baba olarak - ona ilgisi ve yetenekleri doğrultusunda hobiler kazandırmak durumundayız. Çocuklarımızın bilgisayar başından kalkmadığından şikayetçi isek onlara farklı meşguliyetler yaratmalıyız. İşte tam da bu amaçla araştırmalar yaparken… Daha önce de çeşitli etkinliklerine katılmış olduğumuz Santralistanbul’dan Atölye Programlarına dair yeni bir e-posta aldım. Benim oğlum gibi 14 yaşında çocukları olanlar bilir… Bu yaş gurubunun katılacağı eğitici, sanatsal vb. etkinlikler kısıtlıdır. Ya daha küçük yaş gurubuna yöneliktir atölye çalışmaları, ya da yetişkinlere… Santralistanbul’un “Genç Atölyeleri” bu boşluğu dolduran oluşumlardan biri… Kasım ve Aralık aylarında tam da Orhun’a uygun bir atölye çalışması varmış. “Çizgi Roman Stüdyosu”… 12-16 yaş grubuna yönelik… Biz Aralık ayındaki 2.grup için kaydımızı yaptırdık. Ve 2 hafta boyunca cumartesi-pazar günleri ailecek Santralistanbul’a taşındık. Memnun da kaldık açıkçası… 
    Gidenler bilir… Santralistanbul, Bilgi Üniversitesi’nin Haliç’teki Santral Kampüsü’nde yer alıyor. Burası dersliklerin, kafelerin, tiyatro, sergi ve müze binalarının bir arada bulunduğu keyifli bir mekan. Üniversite öğrencileri, çocuklarını müzeye getirmiş aileler bir arada… Havanın güzel olduğu zamanlar ayrı bir keyifli… Bisiklete binenler… Fotoğraf çekenler… Çimenlerde çocuklarıyla top oynayanlar… Bir şeyler okuyarak kahvelerini yudumlayanlar… Çok sosyal… Çok keyifli… Çok modern… Yani… Orhun’un atölyede olduğu saatler boyunca biz hiç sıkılmadık. 
     Peki Orhun ne yaptı? O da hayatından çok memnundu. 2 hafta sonu boyunca Tan Cemal Genç’ten çizgi roman yapımı konusunda bilgi aldı ve o bilgilerle kendi çizgi romanını oluşturdu. Tan Cemal Genç bu konuda yetkin bir isim. Karikatürist, animasyoncu, metin yazarı… İspanyol-Türk ortak yapımı “İstanbul Zombi 2066”nın çizerlerinden biri… Aynı zamanda öğrenmiş olduk ki gençlerle de çok güzel anlaşabilen bir insan... Orhun kendisini çok sevdi. Biraz sohbet biraz sanat derken vaktin nasıl geçtiğini anlamamış:) Çizgi roman kahramanı nasıl olmalıdır? Nasıl çizilir? Nasıl boyanır? Tüm bunlar hakkında pek çok bilgi edindi. En güzeli de öğrendiklerini hayata geçirmesi oldu. Yarattığı kahramanına hareketi bol bir macera yaşattı, çizdi ve çizdikleri 1 hafta sonra dergi şeklinde eline ulaştı. Tabi çok mutlu oldu yaptıklarını görünce. Şimdi evde devam ediyor çizimlere ve bir sonraki atölye çalışmasını bekliyor. 
     Santralistanbul’da bu yaş grubuna yönelik “Bilgisayarla Müzik Atölyesi”, “Deneysel Fotoğrafçılık”; daha küçükler için “Çilek ve Çırakları Mutfakta”, “Enerji Bilmecesi”, “Işık Fırçası” gibi programlar mevcut. Zaman zaman yetişkinlere yönelik atölyeler de düzenleniyor. Tavsiye ederim. Çalışmalardan sonra güncel sergileri de gezebilirsiniz. Örneğin biz “İklim Değişikliği Sergisi”ni ve Coca-Cola’nın 125.yılı nedeniyle düzenlenen “Coca-Cola ile Mutluluk Yolculuğu” sergisini gezdik. İstanbul’da hareket çok… İstanbul’un keyfini çıkarmak lazım… Herkes kendine, ailesine, çocuğuna, bütçesine, zamanına uygun etkinlikler bulabilir. Biraz araştırmak, biraz farkında olmak, biraz zaman ayırmak gerekli sadece… Özellikle de çocuklarımızın sosyalleşmeleri, yeteneklerini geliştirmeleri, farklı deneyimler yaşamaları, hayattan keyif almaları için gerekli…



19 Ekim 2011 Çarşamba

19.10.2011


    Güzel umutlarla başlamak istediğim bir güne derin bir acıyla uyandım. Hepimiz gibi… 24 Şehit… 18 yaralı… İnanamadım. Ama gerçekti. Bizler uyurken o gencecik askerlerimizin ölüm-kalım mücadelesi verdikleri, hainlere karşı hepimiz için direndikleri geldi aklıma. Bizler uyurken… O saatten bu yana boğazımda bir yumru, başımda korkunç bir ağrı… Haberi öğrendiğimden beri gözümün önünde bir görüntü… 1-2 ay önce arabayla giderken asker uğurlayan bir konvoyun arkasında kalmıştık. Konvoy durdu… Biz de durduk… Konvoy ilerledi… Biz de ilerledik… Her trafik sıkışıklığında söylenen bizler hiç sesimizi çıkarmadan takip ettik… Ellerinde Türk Bayrağı olan gençler 10-15 metrede bir durup durup arabalardan indiler… Araçlardan yükselen oyun havalarıyla halaylar çektiler, oynadılar… Askere gidecek olan arkadaşlarını havalara attılar… En çok oynayan kimdi? Vatan görevini yapmak üzere olan, birkaç saat sonra sevdiklerinden ayrılacak olan o delikanlıydı… Seyrettik… Gülümsemeyle… Biraz da hüzünle… Eşime döndüm… “Allah hepsini korusun” dedim.  İşte sabahtan beri gözümün önünde bu görüntü… Ve güle oynaya askere yolladıkları evlatlarına, torunlarına, yeğenlerine, arkadaşlarına haince saldırıldığını bir sabah ansızın öğrenenlerin acısı…
    Biliyorum herkesin söyleyecek çok sözü var. Benim de vardı… Yazdım… Bu kadarını yapabildim… 19.10.2011. İstedim ki bugün, bu tarih unutulmasın… Bugüne dair hissettiklerim bir yerlerde kayıtlı kalsın… Kahramanlar! Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederiz . Mekanınız cennet olsun!




30 Eylül 2011 Cuma

SAĞA EĞİK BİTİŞİK EL YAZISI SORUNSALI (!)

    Tatlı yeğenim Nisan bu yıl ilkokula başladı. Yani onun için hayat mücadelesi de başlamış oldu. İlk mücadele “El yazısı” ile… Daha doğrusu “Sağa eğik bitişik el yazısı”(!)... 
İlk önce bu zoru başarmak lazım. İlkokulda el yazısı zorunluluğu konusunda önyargıda bulunmamak için çok direndim. Ama yok… Olumlu düşünemeyeceğim. 6 yaşındaki “mini mini birler” harfleri yuvarlamak, bağlamak, sağa yatırmak için didinirken olumlu düşünemiyorum.
    Okullarımızdaki el yazısı uygulaması, Kasım 1997 tarih ve 2482 sayılı Tebliğiler Dergisi’nde yayınlanan Yazı Öğretim Programı’na dayanıyor. İlk başta çok fazla önemsenmeyen bu program birkaç yıldır eksiksiz uygulanıyor. Bu yıl 8.sınıfta olan oğlumun düz el yazısıyla öğrenime başladığını, 3.sınıftan itibaren (2006-2007 yılları) bitişik el yazısına geçtiklerini hatırlıyorum. Onların ki daha bir karmaşık olmuştu. Bizim zamanımızda ise ayrıca “Güzel Yazı” dersleri vardı. (Ki bence bu daha doğru bir uygulamaydı. Sıkılmadan işlerdik o dersi) Bugün bitişik el yazısı ile okuma-yazma öğrenmeye başlamak zorunlu. Avrupa’da ve Amerika’da bu şekilde uygulandığı için bizde de aynı sistem benimseniyor. Fakat son haberlere baktığımızda bu yıl Amerika’da bazı eyaletlerde el yazısından vazgeçileceği kararının alındığını görüyoruz. Avrupa’da da aynı şekilde… Örneğin Hamburg 2011-2012 öğretim yılından itibaren serbest yazıya geçileceğini duyurmuş.
    Hala kalem kağıt kullanarak yazı yazan biri olarak elbette ki el yazısından vazgeçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. (Her ne kadar bilgisayar çağında olsak da…) Kalemle yazı yazmak nörofizyolojik bir olgu. Beyni geliştirdiği araştırmalarla kanıtlanmış. Benim derdim “sağa eğik bitişik el yazısı” ile:) Çok estetik olduğunun farkındayım ancak bunu layığıyla gerçekleştirebilen kişi sayısı çok az. Mesela benim berbattır. Çok denedim güzelleştirmek için ama yapamadım. Demek ki olmayınca olmuyor:) Zorlamanın alemi var mı? Yok! Ama zorluyorlar. 1.sınıfta çocuğu olan veliler beni çok iyi anlayacaklardır. İnternette veliler için el yazısı programları var:) Dikkatinizi çekerim… “Veliler için”… İndiriyorsun ve çocuğuna öğretmek için çabalıyorsun. Adım gibi eminim ki bugünlerde pek çok evde sinir harbi yaşanıyor. İyi kötü sağa eğik bitişik el yazısıyla yazmayı ve okumayı öğrenen çocuk sokağa çıkıyor ve bakıyor ki bütün yazılar düz el yazısıyla yazılmış. Bir de düz yazıyı okumak için çabalıyor. Örneğin ben yeğenime yeni öğrendiği (tabi ki sağa eğik bitişik el yazısıyla öğrendiği) bir kelimenin düz halini gösterdim. “Ne yazıyor burada?” dedim. Bilemedi. Tekrar kendi kitabından gösterdim. Bu sefer okudu:)
    Bu konu tartışmalı bir konu. Akademisyenler ayrı düşünüyorlar. Veliler ayrı… Sağa eğik bitişik el yazısının parmak kasları açısından en uygun yazı olduğu, daha hızlı yazma imkanı verdiği söyleniyor. Fakat büyük çoğunluk bunun aksi görüşte. Ben de aksi görüşteyim. Kesinlikle hızlı yazılmadığını ve çok zor okunduğunu düşünüyorum. Üstelik öyle bir şey ki benim yazdığım “r” harfi ile oğlumun yazdığı “r” harfi apayrı… Oğlum benim el yazımı okuyamamıştı. Temelde çok farklı olmamakla beraber yıllar içinde değişen kuralları var. Zorluklarından biri de solakları ilgilendiriyor. Solaklar sağa eğik yazamıyorlar. Solaklara nasıl öğretileceği konusunda Milli Eğitim’in öğretmenlere yönelik yazıları var. Maalesef benim yeğenim de solak. Öğretmeni ondan sağa eğik istemediğini, dik yazabileceğini söyledi:) Sol elini kullanan öğrencilerin sıraları daha yüksek olmalıymış. Bu da MEB’in önerdiği ancak -herkesin tahmin edebileceği gibi- okullarda uygulanmayan bir durum. Özel okullarda bile solak öğrenciler için özel sıralar yok. Sol elleriyle yazanlar iki katı çabalayacaklar kısacası. Bu öyle bir uğraş ki internette sağa eğik bitişik el yazısıyla ilgili pek çok açıklama, indirilmesi gereken program var. Ve pek çok da yorum… Genellikle velilerin isyanı… Ama bana en ilginç gelen, bu yazıyı öğrenmek için çıkarılan defterler oldu. Yeni çıkmış. Sayfa üzerine fiziksel baskı uygulanarak harflerin izleri çıkarılmış. Öğrenci o harfleri takip ederek güzel yazmayı öğrenecekmiş. Göz ardı edilmemesi gereken bir durum açıklanmış defterin satışının yapıldığı sitede. “İzlerin daha sağlıklı görünmesi için ışığın soldan gelmesi gerekmektedir.” Allahım neden benim aklıma böyle fikirler gelmiyor? Ben de sistemlerdeki açıklardan faydalanıp bir şeyler akıl etsem, para kazansam ne olur sanki? :)
    Her neyse… Benim ki sadece bir durum tespiti. Yeğenime acıdım herhalde. Ben dedim diye değiştirmeyecekler. Ama fikrimi soran olursa şunu söylerdim: Yazının güzelliğinden daha önemli olan içeriğinin güzelliğidir. Çocuklara zorla “güzel yazacaksın” demek yerine o yazıların içini doldurmayı öğretmek gerekir. Hayal güçlerini beslemek gerekir. Güzel bilgilerle güzel kompozisyonlar yazsınlar isterim. Muhteşem çocuk zekalarıyla yaratıcılık dolu hikayeler yazsınlar isterim. En önemlisi bilgisayar dilini asla kullanmamalarını isterim. Türkçeyi doğru kullansınlar isterim. Bunların üzerine eğilmek daha doğru ve önemli değil mi?



Not:Fotoğraftaki el yazısı bana ait. Sevdiğim bir dörtlüğü yazdım. Fena olmadı ama epeyce yavaş ve dikkatli yazmaya çalıştım.

10 Eylül 2011 Cumartesi

SARAYBOSNA-HIRVATİSTAN NOTLARI

Ne diyor son kitabında Paulo Coelho? “Seyahat etmek para değil cesaret işidir.” Bu satırları tam da bu yıl Hırvatistan seyahatimiz sırasında okudum ve “işte budur!” dedim. Hep savunduğum bir düşünce… Yaklaşık 2 yıl önce kafamda şekillendirmeye başladığım Hırvatistan seyahatini bu yaz Temmuz ayında gerçekleştirdik. 2 yıl maddi ve manevi anlamda planlamayla geçti. Benim kadar cesur davranmayan eşimi alıştırmak için dersime iyi çalışmam gerekiyordu. Çünkü aslında daha önce de yurtdışına çıkmış olmamıza rağmen bu seyahati ilk kez ailecek (eşim, ben ve 14 yaşındaki oğlumuz) bir başımıza gerçekleştirecektik ve araba kiralayarak tüm ülkeyi neredeyse bir uçtan bir uca keşfedecektik. Vallahi yaptıkJ Çok da iyi oldu üstelik. Fazladan bir de Saraybosna’yı görmek kısmet oldu.
    Hırvatistan’a ve Saraybosna’ya seyahat etmek isteyenler için teknik bilgiler veren pek çok yazı var internette. O yüzden ben en iyisi gözlemlediklerimden, aklımda ve gönlümde kalanlardan bahsedeyim.
     Biz Hırvatistan’a Saraybosna üzerinden ulaşmayı tercih ettik.  1 gece Saraybosna’da kalarak bu güzel şehri de ziyaret etmiş olduk. Saraybosna etkileyici bir şehir. Ama bu etki maalesef 1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşı’nın izlerine tanık olmaktan kaynaklanıyor. Pek çok binanın üzerindeki kurşun deliklerine dokunulmamış. Dokunulmamış ki herkes görsün. İnsanların huzurla yaşamaları gereken mahallelerine, sokaklarına, evlerine kadar ulaşmış savaşın kötülüğü. Şu anda Hırvatlar ve Müslümanlar bir arada yaşıyor gibi görünüyorlar (mahalleleri ayrı olsa da…). Umarım yaşamaya devam ederler. Oradayken bu konuda sık sık dua ettiğimi itiraf etmeliyim. İnsanoğlu bu… Ne yapacağı belli olmaz… Neyse… Konumuz bu değildiJ
    Merkezde yer alan Başçarşı bölgesi tam bir Osmanlı kenti görünümünde. Bakırcılar Çarşısı’yla, Saraybosna’yı imar eden Osmanlı Paşası Gazi Hüsrev Bey’in adını taşıyan bedesteni, camii ve medresesiyle bize ülkemizi aratmadı. Saraybosna’da turist boldu. Avrupalı turistlerin yanı sıra Arap ülkelerinden ve Türkiye’den gelen çok kişi vardı. Kalacak yer konusunda “nasıl olsa buluruz” diyerek ukalalık yaptığımız ve gitmeden önce rezervasyon yaptırmadığımız için ortada kaldık. Oteller doluydu. Bir de Saraybosna Film Festivali’ne denk gelmişiz. Epey bir vaktimiz kalacak yer aramakla geçti. En sonunda klimasız bir pansiyon odası bulduk. Çatı katı… Piştik bütün gece… Bir de kiralık araba aradıkJ Amacımız Dubrovnik’e arabayla geçip yol üzerindeki Mostar’a uğramaktı. Onu da buradan ayarlamadığımız için kalakaldık. Mostar hayal oldu. Demek ki neymiş? Sezonda yurtdışına çıkacaksan ve özellikle araba kiralayacaksan bu işi Türkiye’deyken halledeceksin. Neyse… Moralimizi bozmadık.
Latin Köprüsü - Saraybosna
    Saraybosnalı Müslüman halkın Türkiye’den gelenlere çok sıcak davrandığı, hatta sarmaş dolaş olduklarını okumuştum gitmeden önce. Açıkçası öyle bir durumla karşılaşmadık. Hırvatistan halkı çok daha sıcak, çok daha yardımseverdi. Saraybosna’da bindiğimiz taksinin şoförüyle, Dubrovnik’te bindiğimiz taksinin şoförü arasında dağlar kadar fark vardı. Biri paramızın üstünü vermeye tenezzül etmezken, diğeri bizi kalacağımız daireye teslim etti. Dubrovnik’teki şoför bizim için kapıları tek tek çalarak aradığımız pansiyonu sordu. Saraybosna’da güya 3 yıldızlı olan bir otelin sahibi bizi 6 yataklı bir odada yabancılarla kalmak için ikna etmeye çalışırken; Hırvatistan’da yanımıza gelerek “kiralık oda” yazılı kartonları kibarca gösteren teyzeler olumsuz yanıt alınca hiç baskı yapmadan uzaklaştılar.
    Ama yine de Saraybosna güzel ve modern bir şehir. Tekstil ve gıdada Türk markaları Bosna Hersek’i sarmış durumda. Saraybosna’da Türk ismi taşıyan restoran çok. Pek çok dükkandan ve restorandan Türkçe şarkılar yükseliyor. Meşhur Boşnak böreği ve Cevapçiç olarak okunan köftesine gelince… Beni pek sarmadı. Eşim köftesini beğendi. Herhalde yerinde yemedik. Bilemiyorum artık. Sabah 8.30 gibi açık börekçi bulmakta zorlandık. Bulduğumuz da pek iyi değildi. Yağlıydı ve kıyması çiğ kalmıştı. Yurtdışında hep bu sorun var. Belli günlerde ve belli saatlerde her yer kapalı, ya da ne bileyim ulaşım yok vs. Türk insanı gerçekten pek çok ülke insanına göre çok çalışkan. Üstelik bizler 24 saat yaşayan İstanbul’a alışmışız. Sabah 8.30’da börekçi aramak tuhaf geldiJ
    Az kalsın unutuyordum… Saraybosna’da çok merak ettiğim bir yapıyı da görmüş oldum. 1.Dünya Savaşı’nı başlatan olayın geçtiği köprüyü çok merak ediyordum. Hani şu Avusturya-Macaristan prensinin bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü köprü… Gördük… Tuhaf… Savaş ve Saraybosna kelimeleri kafamda hoş olmayan şekilde özdeşleşti sanırım.
    Saraybosna’dan sonraki durağımız Dubrovnik. 3 gece konaklamayı planladık. Araba kiralayamadığımız için otobüsle geçeceğiz Hırvatistan topraklarına. Yolculuk 6 saat.. Arada Mostar kaynadı tabi. Orayı görmeyi çok istiyordum. Bir daha ki sefere inşallah… Sabah saat 10.00 otobüsüne bindik. 2 katlı bir otobüs. Fena sayılmaz. Avrupalı çok. Koltuklara sere serpe yayılmışlar. Bilet alarak bindik ve herkesin koltuk numarası belli ama Avrupalı yolcuların umuru değil. Biz Türkler (7 kişi) elimizde biletlerimiz dert anlatmaya çalışıyoruz. “Pardon orası benim yerim…” Kaldıramayınca muavine gidiyoruz. Muavin “istediğiniz yere oturun” diyerek yolluyor bizi. Avrupalılar kendi ülkelerinde yapamıyorlar bu hareketleri. Daha önce Viyana seyahatimizde gözlemlediğim herkesin mum gibi olduğuydu. Ama işte böyle kendilerinden daha aşağıda gördükleri ülkelerde rahat davranmayı tercih ediyorlar.
    Sınırlarda sorun yaşamadık. Bir tek Türklerin pasaportlarını alıp götürdüler ve damgaladılar ama bu işlem Avrupa Birliği’ne üye olmayan ülkelerle ilgili olsa gerek. Öyle tahmin ediyorum ve umuyorumJ “Sınırlarda” dedim çünkü Saraybosna’dan Dubrovnik’e giderken bir ara tekrar Bosna-Hersek topraklarına giriyorsun. Bosna-Hersek’in deniz kıyısındaki tek şehri olan Neum’dan geçip tekrar Hırvatistan’a giriş yapıyorsun. Savaştan sonra böyle paylaşılmış işte. En güzel yerler Hırvatlar’da. Bosna-Hersek’in çok küçük bir kısmı deniz kenarında…
Dubrovnik Old City 
    Dubrovnik çok güzel bir şehir. Hırvatistan’ın gözbebeği… Deniziyle, tarihi dokusuyla masal gibi bir şehir. Kimileri Dubrovnik için 2 ya da 3 günün yeterli olduğunu söylüyor ama bize yetmediJ Herkesin tatil anlayışı farklı. Kimi deniz, kum, güneş ister; kimi tarihi yerleri gezmekten hoşlanır; kimi eğlence arar. Bence Dubrovnik hepsini bir arada sunabilen bir şehir. Ortaçağ’dan kalma Eski Şehir’den çok etkilendik. Okuduğum romanlar aklıma geldi. Akşam olup da şehrin merdivenli ara sokaklarında gezerken her an önümüze elinde feneri, sırtında peleriniyle eski zamanlardan birileri fırlayacakmış gibi hissettim. Taş sokaklar, taş evler, taş merdivenler… Kentin dokusunu bozmadan yerleştirilmiş restoranlar, kafeler… Tarihi kıyafetleriyle eski zaman çalgılarını çalan müzisyenler… Bir başka köşede koca bir piyano… Diğer tarafta içi farklı miktarlarda doldurulmuş şişelerle müzik yapan bir adam… Caz… Blues... Akşamlarımız eski şehrin restoranlarında deniz mahsullerinden, koca koca pizzalardan tadarak; her köşede farklı farklı müzisyenleri dinleyerek geçti. Gündüzleri de tertemiz Adriyatik denizinde serinleyerek, müze ziyaretleri yaparak… Bir de eski şehrin surlarında tur attık ki… Bu turu gerçekleştirmeyen “Dubrovnik’e gittim” demesinJ Bir yanda masmavi Adriyatik Denizi ve adalar, diğer yanda tarihi şehrin tarihi evleri… Hırvatları tebrik etmek lazım. Savaşta oldukça hasar görmüş olan eski şehri kısa sürede toparlayarak turizmin hizmetine sunmuşlar. Eski şehrin dışı da farklı değil. Tüm Dubrovnik’te gözümüze batan bir tek çirkin bina görmedik. Yeni yapılan binalar da orijinale uygun yapılmaktaydı. Yüksek olmayan taş binalar… Aslında bizim ülkemizde tarihin, denizin, güneşin kat kat fazlası var ama elin oğlu bakıyor ülkesine. Bizim gibi hoyrat davranmıyor. Turizmin önemini anlamış ve ona göre davranıyor.  Ne diyelim darısı başımıza.
Dubrovnik Şehir Surları
   Dubrovnik’te apart dairede kaldık. Gayet düzgün ve temizdi. Zaten ülkede sokaklar, restoranlar, oteller, pansiyonlar tertemiz. Konaklama ve yeme içme konusunda hiç zorluk çekmedik. Aslına bakılırsa hiçbir konuda zorluk çekmedik. Hırvat insanı turistlere karşı çok yardımsever. Hiçbir sorumuzu karşılıksız bırakmadılar. Bize uzun uzun yollar tarif ettiler, tavsiyelerde bulundular, yanlışlarımızı düzelttiler. Hemen nereden geldiğimizi soruyorlar. “Türkiye” deyince ilk sözleri ya Fenerbahçe ya Galatasaray ya da Ezel oluyorJ Futbolla çok ilgililer. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini biliyorlar. İşin kötüsü şike olaylarından da haberdarlarJ Ezel dizisine bayılıyorlar. Bir kadın garson diziden öğrendiği kelimeleri saydı. “Ayıp kelimeler de öğrendim” dedi ve küfür ettiJ Dizinin yayınlandığı günlerde sokaklar boşalıyormuş. Ama biz dizinin saçma sonunu söyleyip de morallerini bozmak istemedik sevgili HırvatlarınJ

Hvar Adası
Hırvatistan Adriyatik Denizi kıyısında malum… Tertemiz, berrak bir deniz. Kum sahili olan plajı pek yok. Koca koca kayalardan denize giren çok. İlk gün vaktimiz az diye biz de öyle yaptık. Bacaklarımız çizildi, morardıJ Millet keçi gibi inip çıkıyor. Alışmışlar. Düşüp kafamızı gözümüzü yaracağız diye ödüm koptuJ Diğer 2 gün farklı farklı plajlarda adam gibi serildik şezlonglara. Plajlarda güneşlenen çok, denize giren azdı. Bunu da anlamış değilim. Herkesin zevki farklı işte. Hırvatistan’ın denizinin çok soğuk olduğunu söylüyorlar genelde ama bana soğuk gelmedi. Ki üşüyen bir insanımdır. Datça gibi Asos gibi suyun sıcaklığı. Zaten her okuduğuna inanmayacaksın. İçme suyu problemi yaşandığını da okumuştum internette. Şişe suları berbatmış, yağlıymış… Tamam biraz farklı gelebilir ama berbat da değil, yağlı da değil. Yalnız şişe suyu alırken “gazsız” diye belirtmen gerekiyor. Dediğim gibi herkesin bakış açısı, beklentisi farklı. Söylenenlere çok da takılmamak gerekiyor. Ben bu su ve denizin soğukluğu işine çok üzülmüştüm ama korktuğum gibi olmadı. Hatta bir yazıda “musluklardan ve sifondan çok az su akıyor, varlık içinde yokluk yaşıyorlar” gibi bir şey okumuştumJ İlk işlerimden biri sifonu kontrol etmek olduJ Vallahi gayet normal akıyor sular. Zaten insan niye böyle bir şey yazar ki? Yazacak bir sürü güzel şey varken. Galiba çok mızmızlanmamak lazım. Neticede farklı bir ülkedesin. Farklı bir kültüre göre yaşıyorsun bir süre.
Deniz ürünü bol Hırvatistan'da
    Dubrovnik’te 3 gece kaldık. Çok güzel anılarla ayrıldık bu güzel şehirden. Orada kendimizi hiç yabancı gibi hissetmedik. Bu hem halkın sıcaklığından kaynaklandı hem de müthiş sayıda Türk turiste rastlamamızdan. Devamlı Türkçe konuşan insanlara rastlıyorduk. Sanki Türkiye’de turistik bir kasabadaymışız gibi geldi bazenJ 2012’de de böyle olur bu durum. 2013’de vize uygulaması başlayınca bilemem. Ama yine de bizden giden çok olur herhalde. 2013’te AB’ye girecek Hırvatistan. Umarım onlar için hayırlı olur.
    Tatilimizin geri kalan bölümünde Hvar Adası’nda ve Trogir’de konakladık. Hvar’da 2 gece, Trogir’de 3 gece… Dubrovnik’te nihayet güç bela araba kiralayabilmiştik. Hvar Adası’na Korcula Adası’ndan ulaşmak istedik. Marco Polo’nun memleketi Korcula’yı da görmüş olduk. Yalnız feribot saatlerini almadığımız için Korcula-Hvar feribotunun sabah çok erken saatlerde olduğunu öğrendik. Günün büyük bölümü elimizde harita, değişik güzergahlardan Hvar’a ulaşma çabalarıyla, feribot kovalamakla geçti. Anlatması burada çooook uzun sürer. Gece 23.00’te Hvar’a ulaşabildik. O da bizim kalacağımız yerin ters tarafındaki ucuna…J Geceyarısı Hvar’ı bir uçtan bir uca kat ettik. Yol o kadar tenha ve o kadar virajlıydı ki bu sefer de bir korku filminde olduğumuzu hissettim. Her an önümüze bir yaratık çıkacak gibiydiJ Karanlık… Tenha… Bir yanımız uçurum… Offf! Epey bir tırstık. Allahtan oğlumuz bir süre sonra uyudu. Biz ancak o zaman “nasıl yol burası ya, daha ne kadar sürecek” diye konuşmaya başladık. Tam 2 saat sürdüJ İndiğimizde kendimi kasmaktan her yanım tutulmuştu. Eşim ilk defa böyle bir yolda araba sürdü. Üstelik yabancı bir memlekette. Artık her yerde sürer herhaldeJ Ama şimdi düşünüyoruz da yine de güzel bir gündü. Trapanj, Drvenik, Piloce gibi yerleri ekstradan görmüş olduk. Epey bir adrenalin salgıladık. En güzeli de Drvenik-Hvar feribotuyla yolculuğumuz sırasında feribotun ışıklarının kapatılmasıyla ortaya çıkan gökyüzü manzarasına şahit olmaktı. Samanyolu, Büyük Ayı, Küçük Ayı… Yüzlerce yıldız… Utanarak söylüyorum ki böyle bir şeyi ilk kez gördüm. Malum şehir çocuğuyuzJ
    Bir ara Hvar’a ulaşmaktan ümidi kesiyorduk. Oteli arayıp gecikeceğimizi ama mutlaka geleceğimizi söyledikJ Geceyarısı 01.00’de Hvar’da oteldeydik. Hvar’da Dalmajica Hvar Villa Hotel’de konakladık. Restoran ve lobi kısmı ayrı binadaydı ama çok da sorun olmadı bu durum. Temizdi, kahvaltısı iyiydi. Hırvatistan’da pek çok ülkede olduğu gibi tam pansiyon, her şey dahil vb. uygulamalara rastlamak zor. En doğrusu, en güzeli… Turisti dışarıya yönlendirmiş oluyorsun böylece. Bizim ülkemizdeki durumun tam tersi yani. Ülke turizmi açısından “her şey dahil” uygulamasından hiç hoşlanmıyorum. Umarım zamanla değişir.
    Hvar, gece hayatıyla ön plana çıkmış bir ada. Burada da genç İtalyan turist çok. Sabahlara kadar şarkı söylüyorlar, denizde gürültülü şekilde deve güreşi falan yapıyorlarJ Gençlik güzel şey… Adada diskoların yakınlarındaki otellerde kalmamakta fayda varJ Bizim konakladığımız otel bu açıdan iyiydi. Hvar’da denize girilecek alan az. Genellikle civardaki adalara gidiliyor. Biz 15 dakika uzaklıktaki Palmizana Adası’na gittik. Küçük bir ada. Yüzdük, güneşlendik, deniz ürünlerinden oluşan nefis bir yemek yedik.
Trogir - St.Lawrence Katedrali
    Hvar hakkında aklımda kalanlardan biri de yatlar… Yatlar ve tekneler… Boy boy… Çeşit çeşit… Her ülkeden… Denize girilecek yerin az olmasının nedeni de bu aslında. Teknelerden insanlara yer kalmıyor ve ister istemez denizin yüzeyinde ince bir yağ tabakası birikiyor. Kısmen Palmizana’da da böyleydi. Hvar zengin turistlerin tercih ettiği yerlerden biri. Yatlardan da belli zaten. Samar adında bir yat vardı ki… Adeta yüzen bir otel… İnsanlar önünde durmuş seyrediyorlardı, fotoğrafını çekiyorlardı. Gerçekten çok güzeldi ama…J Hemen internete girip baktım. Dünyanın en büyük yatlarından biriymiş. Hırvatistan’dan 1 ay kadar önce de İstanbul’daymış.
    3.durağımız Trogir’di. Hvar’dan Split, Split’ten Trogir yaptık. Trogir’i neden seçtim? O bölgede genellikle Split’te kalınıyor. Split büyük bir şehir olduğu için orayı tercih etmedim. Trogir’in daha sakin olduğunu, Split’te kalanların da denize girmek için Trogir’e gittiklerini öğrendim. Trogir’in UNESCO korumasındaki Eski Şehir’i de burayı  tercih etmem de etkili oldu. Split yakın olduğu için orayı da rahatça ziyaret ederiz diye düşündüm. Düşündüklerimin hepsi doğru çıktı. Dubrovnik ve Hvar kadar havalı değil ama sevimli bir yer. Ayrıca onlarla kıyaslanamayacak kadar ucuz. Özellikle Dubrovnik, Hırvatistan’ın en pahalı bölgesi.( Örneğin bir tek Dubrovnik’te park yeri parası ödedik. Diğer yerlerde park problemi yaşamadık.)
Palmizana Adası


    Trogir’de Hotel Vila Tina’da kaldık (yanlış yazmadım, Villa değil VilaJ). Konakladığımız yerler içerisinde en güzeli bu oteldi. Deniz kenarında, tertemiz, yemekleri güzel ve ucuz, çalışanları sıcak… Yalnız şehir merkezine biraz uzak kalıyordu. Araba olduğu için problem olmadı ama yürüyerek gidilemez.
    Trogir’i genellikle yaşlı çiftler ve çocuklu aileler tercih ediyor. Az kum, bol çakıltaşı, upuzun bir sahil şeridi var. Deniz tertemiz, berrak… Son 3 günü artık koşturmadan gündüzleri bol bol deniz keyfi yaparak, akşamları da Eski Şehir’de veya Split’te değerlendirmeyi planlıyorduk ama umduğumuz gibi olmadı. Geldiğimiz gün günlük güneşlik olan hava inanılmaz derecede bozdu. Fırtına kıyamet… Otelin sahibi “düzelecek düzelecek” deyip durdu ama tahmin edilebileceği gibi bizim artık döneceğimiz sabah açtı hava. Çok üzüldüm. Yine de yağmurun kesildiği aralarda Eski Şehir’i ve Split’i ziyaret ettik elbette. Trogir Eski Şehir, Dubrovnik’tekinin daha küçüğü. Yine taş sokaklar, taş evler, kiliseler… St.Lawrence Katedrali ve onun “Radovan Kapısı” adı verilen taş oymacılığı harikası portali kesinlikle görülmeye değer. Split ise büyük bir şehir. Çok fazla gezemedik. Ama Eski Şehir’i es geçmedik elbetteJ Alıştık bir kereJ Buradan aklımda kalanlar da Diocletion Sarayı kalıntıları ve St.Domnius Katedrali.
    Trogir yağmurluydu, fırtınalıydı ama rüzgarın ve yağmurun kesildiği, güneşin az da olsa kendini gösterdiği ender zamanlarda inatla denize girdim. Artık İstanbul’a döneceğimiz sabah bir kalktık ki etraf günlük güneşlikJ Hep öyle olmaz mı zaten? Olsun ne yapalım. Her şeye rağmen Trogir’de de güzel zamanlar geçirdik. İstanbul’a dönüşümüz Zagreb üzerinden oldu. Uçağa anca yetişebildiğimiz için Zagreb’i gezemedik maalesef.
    Hırvatistan’da gezilecek görülecek çok yer, izlenecek çok rota var. Herkes kendine göre bir plan yapıp gerçekleştiriyor gezisini. Bizimki böyleydi. Plitvice Parkı gibi aklımın kaldığı mekanlar oldu elbette ama her birine vakit ayırmak zor. Hırvatistan güzel bir ülke. İnsanları sıcak. Bilmediğimiz, keşfetmek üzere olduğumuz yerlerde gezerken hiçbir endişeye kapılmadık. Çünkü gördük ki herkes sıcaktan arabasının camını açık bırakıp evine veya oteline gidiyor. Kesinlikle tehlike yok. Ve insanlar o kadar yardımcı oluyorlar ki “ya sorarız şuraya!” şeklinde bir rahatlığa kapılmamak elde değilJ Yemek hiç problem değil. Her bütçeye göre karnını doyurma şekli var. İsteyen lüks restoranda yiyor, isteyen eline bir dilim pizza alıyor. Milletin elinde meyve torbaları… Ulaşım rahat. Otobüs, feribot seferleri düzenli. Biraz Hırvatistan fahri elçisi gibi oldum ama durum budurJ Çok sevdim, çok beğendim. Her şeyi tek tek not aldım. Gitmeyi düşünenlere, sorusu olanlara yardımcı olabilirim.
Dubrovnik'ten Korçula'ya giderken
Dubrovnik Liman
Split

16 Şubat 2011 Çarşamba

SORUYORUM…ÖYLEYSE VARIM

    Öğrenmenin sonu olmadığına inananlardanım. Bilmediklerimi öğrenmek isterim. Konu farkı da gözetmem. İlgimi çeken her konuyu araştırırım, okurum, anlayana sorarım. Herhangi bir işe girişeceğim zaman enine boyuna düşünürüm. Her ayrıntısıyla İçime sindirebildiğim, aklıma yatan, mantığıma ters düşmeyen eylemlerde bulunurum. Meraklıyımdır. Farklı iklimlerde insanların nasıl yaşadığını merak ederim… Deniz aşırı ülkeleri merak ederim… Devamlı bir didikleme halindeyimdir.
    Meraklı halimin günlük hayata yansıması sırasında zorlanırım. Çünkü herkes benimle aynı fikirde değildir. İnsanlar ezbere yaşantılar içerisinde, ezbere işler yaparlar. Ezbere ilişkiler kurarlar, ezbere konuşurlar, ezbere gülerler. Belli kalıplar içerisinde debelenip dururlar. Satıcı alıcıyla, öğretmen veliyle, anne- baba çocuğuyla, patron işçiyle hatta belki arkadaş arkadaşıyla…
    Ezbere sözler, ezbere bilgiler sıkar beni. Hiç gelemem. Örneğin bir şey satın alırken… Eleman başlar bana anlatmaya… Şu özelliği var, bu özelliği var… Ben pat diye onun anlattıklarından farklı bir şey soruveririm… Merak ettiğim ve aslında sorulması gereken… Eleman “Nereden çıktı bu?” der gibi bakar bana… Ukalalık yaptığım düşünür. Ya da bile bile açığını çıkarmaya çalıştığımı… Halbuki gerçekten merak etmişimdir. Bence benim o malı almam için can alıcı sorudur. Ama satış elemanı arkadaş ezberlemiştir bazı bilgileri ve onların yeterli olduğunu düşünür. Ezberlediklerinin dışında başka bilgisi de yoktur çoğunlukla.
    Oğlumun öğretmenleriyle veya doktorlarla da benzer şeyler yaşarım bazen. Anlatırlar da anlatırlar… Ama nasıl basmakalıp… Nasıl sıradan… Sıkılırım… Aptal yerine konmaktan hiç hoşlanmam… Dayanamayıp bir soru sorarım… Olabildiğince de yumuşak ifade etmeye çalışmışımdır ama yine de ukalalık yaptığımı düşünüp kibarca terslenirler… Bozulurlar… Tembeldirler çünkü… Ezberledikleri kelimelerle işleri geçiştirmeye, mallarını satmaya, bir an önce sıvışmaya çalışırlar. Soru sorulmasına da alışık değillerdir. Sormaz insanlar. Alışırlar bir düzene… Öööyle giderler.
    Bazen yakın çevrem de bozulur bana. Karşımda hararetle bir şeyler anlatırken araya girip “Eee! peki niye öyle olmadı da böyle oldu?” gibi pek çok soru sorabilirim. Kendisini kayıtsız şartsız haklı gören her insan gibi bozulabilir karşımdaki. Halbuki gerçekten merak etmişimdir. Ya da farklı bir açıdan bakmışımdır. Art niyet gözetmem. Ama anlamazlar. Patavatsızlık yaptığımı düşünürler… Çoğu zaman “Yanlış anlamazsan bir şey soracağım” diye başlarım söze. Ya da “Seninle alakası yok, olayı anlamaya çalışıyorum” demek zorunda kalırım.
    Ben böyleyim işte… İster patavatsız desinler, ister ukala… Hiç değilse onlar gibi uyuşuk ve sıkıcı değilim…



    

31 Ocak 2011 Pazartesi

145T SÖZLÜĞÜ


    Bilenler bilir, Beylikdüzü-Taksim arasında sefer yapan 145T (Ekspres) otobüsüyle yolculuk yapmak ayrıcalıktır(!) Üniversite öğrenimim sırasında 4 yıl boyunca her gün bu güzergahı kullandım. Bu yıl da Pedagojik Formasyon almak uğruna yollardayım. Dolayısıyla haftanın 3 günü yine bu otobüsteyim. Trafiğin durumuna göre 1 ile 1,5 saat arası süren ve çift katlı özel halk otobüsleriyle yapılan bir yolculuk bu. Topkapı’dan sonra bir daha kapılarını açmayarak yola devam ediyor. Bildiğin şehirler arası seyahat(!) Fark ettim ki zaman bol olduğu için epey bir gözlem yapmışım. İşte bu gözlemlere dayanarak 145T Sözlüğü oluşturdum. İlginize…
    Kablosuz İnternet: Evet! Bu otobüslerde kablosuz internet var. Allah düşünenden razı olsun…  Birkaç yıl önce otobüsün ön taraflarında bir yerlerde şu yazardı: “Lütfen cep telefonlarınızı kapatınız.” Artık “Aracımızda kablosuz internet bağlantısı bulunmaktadır” yazıyor. Neredeeen nereye! (Aslında araç aynı araç ama neyse…)
    Okuma Faaliyetinde Bulunanlar: Otobüsün en kültürlü grubu. Okunanlar, yolculuk için uygun hafif romanlardan ders kitaplarına kadar değişmekte.
    Devamlı Cep Telefonuyla Konuşanlar: Abartmıyorum, bir saat boyunca konuşanını gördüm. Sıkıntıdan eşini, dostunu, akrabasını arayanlar olduğu gibi iş görüşmesi yapanlar da mevcut. İş görüşmesi yapanların sesi daha yüksek çıkar.
    Laptop Kullananlar: Laptop çeşitli amaçlar için kullanılır. İş icabı kullananlar da vardır ama benim favorim kesinlikle dizi izleyenlerdir. Yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuk süresince 2 yabancı veya 1 yerli dizi seyredilebileceğini hesaba katarsak oldukça faydalı bir uğraştır.
    Mp3’lüler: Ya müzik dinliyorlardır ya da radyo. Çevreyle hiç alakaları yoktur çünkü duymazlar. Hatta bazılarının bangır bangır dinlediği müziği biz duyarız.  Radyo kanallarından birini dinleyenler daha sakindir. Akşam saatlerinde kendi kendine gülenleri görürseniz muhtemelen Nihat ve Sivrisinek programını dinliyorlardır. 145T yolcularından bu programı dinleyenler çoktur. Hatta o sırada programa mesaj bile atarlar.
    Uyuyanlar: Şanslı azınlık. Yorgunluklarını giderdikleri gibi yolculuğun nasıl geçtiğini de anlamayanlar grubu. Tabii ki genellikle cam kenarında otururlar.
    Merdivenlerde Oturanlar: 145T yolcuları yanlarında gazete kağıdı taşırlar. Bunun amacı belki de merdivenlerde oturarak yolculuk yapabileceklerini bilmeleridir. Koltuklar dolduğu anda merdivenlere gazete serilir ve yerleşilir. Yolculuk ilerledikçe burada oturanlar kaynaşırlar, muhabbete başlarlar. Aracın sosyalleşmeye elverişli alanı demek mümkündür.
    Ayaktakiler Grubu: Alt kat ayakta ve üst kat ayakta olmak üzere 2’ye ayrılır. Üst kattakiler nispeten rahattır ama alttakiler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Aracın en bahtsız grubunu oluştururlar. İşe gidiş ve geliş saatlerinde; giderken Migros’tan sonra, dönerken Haşim İşcan Geçidi’nden sonra araca binenlerin oturma şansı, yok denecek kadar azdır. Aynı pozisyonda kalırsın, camdan dışarıyı görme şansı bulamazsın, terlersin, bunalırsın ve indiğinde yürümeyi unutmuş olduğunu fark edersin. Üzücü…
    Bilmiş Teyze veya Bilmiş Amca: Hemen hemen her yolculukta rastlanır. Genelde muavinler için yapılmış olan yanlamasına koltuklar vardır ya hani, işte bu amca veya teyzeler ne hikmetse hep bu koltuklarda otururlar. Tüm otobüse hakim olurlar böylece. Ve sıkıldıkça alakalı alakasız herkese laf atarlar, muhabbet açarlar. Camların açılıp kapanması işlerinden de sorumludurlar.
    Bahçeşehir Gişeler: Ulaşıldığı anda mutluluk yaratan mevki. Gişeler geçildiği an tüm aracı bir sevinç sarar. Genellikle bir kadın yolcudan şu sözler duyulur: “Burayı görünce çok rahatlıyorum, eve ulaşmış gibi oluyorum.” Ve bu yolcuya hak verildiğini belirten onaylama sesleri yükselir birkaç yolcudan.  Bahçeşehir’e ulaşınca yaşanan mutluluk, Carrefour görüldüğü anda tavan yapar. Artık hedefe çok az kalmıştır. Bir durak sonra kapılar açılacaktır. Herkes toplanmaya başlar. Uyuyanlar uyanır, kulaklardan mp3’ler çıkarılır, telefonlar kapanır, laptoplar kapatılır.
    145T ile yolculuk yapmak böyle bir şeydir işte. Şaka bir yana, işlerinden yorgun argın dönen insanlar için uzun bir yol, zahmetli ve yorucu bir yolculuktur. Her köşesinde inşaat faaliyeti süren Beylikdüzü’nün nüfusu devamlı artmakta. Bina artıyor, nüfus artıyor ama ulaşım faaliyetleri aynı gelişimi göstermiyor. “ Bu kadar hızlı büyüyen bir yerleşim merkezinin altyapı problemlerinin de aynı hızla çözülmesi gerekmez mi?” diyor ve konuyu bağlıyorum…

    Not: Bugün 10.Eylül.2015. Yeni eklemeler yapmak istiyorum bu yazıya. Birincisi, giderek artan İstanbul trafiği nedeniyle 145T ile yapılan yolculuğun süresi, bazı saatlerde 2-2,5 saate çıkmıştır. İkincisi ise metrobüsün Beylikdüzü'ne kadar getirilmiş olmasıdır:) Metrobüs şehir içine ulaşım konusunda bizleri zaman açısından rahatlatsa da kalabalık yüzünden yaşanan sıkıntılar çok çok fazladır. Metrobüs yolculuğu ayrı bir yazı konusu olacak kadar derin bir mevzudur:)