26 Şubat 2020 Çarşamba

20 SANİYE...

Image : Marc Sendra Martorell
    İnsanlığın başına musallat çiçeği burnunda virüsümüz elleri doğru yıkama konusunu yeniden gündeme getirdi. "Ellerinizi en az 20 saniye boyunca sabunlayın" uyarısını her duyduğumda aklıma yıllar önce yaşadıklarımız geliyor. Efendim aklın yolu bir, bu denli kalabalıklaşan dünya nüfusu açısından el hijyeni her şartta önemli bir konu. Dolayısıyla ben de birçok insan gibi bu konuya takıntılıyım. Artık Orhun'u da ben mi etkiledim yoksa içinde mi vardı bilemem, o da küçüklüğünden beri mikrop korkusuyla ellerini sık sık yıkar, yıkamayanları mimler, hanelerine eksiyi yazıverir:) 15-16 yıl önce, bir sohbet sırasında ben buna "Elleri en az 20 saniye yıkamadan mikroplar ölmüyor" deme gafletinde bulundum. Hayır zaten yaşına göre gayet iyiydi, sık sık ve yeterli süre boyunca yıkıyordu. Ama küçük tabii, farkında değil, "20 saniye" sözü onu etkiledi. Her elini yıkadığında yavaş tempoda ve sesli şekilde 20'ye kadar saymaya başladı. Bir gün, üç gün, on gün... Asabım bozuldu:) Annelik vicdan azabının vücut bulmuş halidir malûm, çocukta takıntı oluşturdum diye içim içimi yedi. 20'ye kadar saymayla başlar, farklı takıntılara doğru gider diye düşündüm. Aldım çocuğu psikologa götürdüm. Dinledi, Orhun'la özel olarak sohbet etti, gayet normal bir çocuk olduğunu söyleyerek gönderdi bizi. Elini yıkarken sayma işlemi bir süre sonra geçti. Ben de tabii o ara yıkama esnasında onu konuşturarak dikkatini başka yöne çekmek gibi yöntemler denedim. Bak şimdi yine ne aklıma geldi? Gördüğünüz gibi çocuklar üzerindeki etkimiz büyük. Ve bu çok sinir bozucu. Neyse... O apayrı ve derin bir konu. İşte şimdi her "20 saniye" uyarısını duyduğumda bunlar aklıma geliyor. Ve itiraf edeyim ellerimi yıkarken arada bir ben de saymaya başlıyorum ve bunun farkına varınca uzaklaşmak için bir şarkı mırıldanıyorum:) Şarkı söylemek saymaktan daha iyi. Hem bu zor günlerde moral açısından da besleyici. 



18 Şubat 2020 Salı

TARİH NE DENLİ DUYARSIZSA, KOLLWİTZ O DENLİ ŞEFKATLİYDİ

   
    Bugünlerde John Berger'dan Portreler'i okuyorum. Sanatçılar üzerine yazdığı yazıların toplamından oluşuyor. Bugün Alman ressam ve heykeltraş Kathe Kollwitz'i anlattığı satırları okudum. Bir yerde şöyle diyordu: "Tarih ne denli duyarsızsa, Kollwitz o denli şefkatliydi. Üstelik ufku asla daralmamıştı. 
Dolayısıyla paylaştığı ıstırabın da sınırı yoktu". Bu satırlar bana Kathe Kollwitz'i ayrıntılı incelediğim ilk zamanlardaki düşüncelerimi hatırlattı. Bunlar hislerimi anlatan sözlerdi lâkin yazar çok daha muazzam ifade etmişti. Çünkü o John Berger'dı. Ben ise Kathe hakkında şöyle bir yazı kaleme almıştım: 
"GEÇMİŞTEN BUGÜNE DİNMEYEN ENDİŞE" Açtım, bir daha okudum. Neredeyse altı sene öncesinden bir yazı. Kollwitz'in anısına tekrar paylaşmak istiyorum. Zira onun yaşadıkları, hissettikleri, bu doğrultuda ürettikleri zamandan ve mekandan öylesine bağımsız ki... Aynı acılar döne dolaşa yaşanmaya devam ediyor, ülkeler aşıyor, zaman tanımıyor. Ve bana kalırsa tarihi tarihçiler değil, sanatçılar yazıyor.



GEÇMİŞTEN BUGÜNE DİNMEYEN ENDİŞE





11 Şubat 2020 Salı

BUGÜNLERDE

    Bugünlerde nasılım emin değilim. Orhun ameliyat oldu. Daha önce biraz biraz bahsetmiştim beş yılı aşkın süredir devam eden rahatsızlığından ve arka arkaya gelen operasyonlardan. Bu sefer inşallah son olacak. 
On gündür karmakarışık duygular yaşıyorum. Ama bu sefer umut daha baskın. Beklemedeyiz. İyileşmeyi, iyi olmayı bekliyoruz. Basit bir ameliyat değildi. Daha doğrusu bize basit değil, doktorumuz için devamlı yaptığı bir şey. Ağızdan, yanak içinden alınan doku idrar yolunun tedavisi için kullanıldı. Düşünebiliyor musun? Bundan birkaç yıl önce ben de düşünemiyordum, çok korkutucu geliyordu. Ancak zaman içinde birkaç operasyonla iyileşme olmayınca bu yolda karar kılındı ve bu fikir bize tuhaf gelmemeye başladı, alıştık. Alışmak da tuhaf. Neyse ki ağız içinin iyileşmesi sandığım gibi zor değilmiş. Ertesi günü fazla abartmadan her şeyi yemeye başladı. On gündür evdeyiz, dinlenmedeyiz. Yaklaşık iki hafta daha aynı şekilde geçecek. Sonrası rahatlık inşallah. Mart sonunda kalan tek dersini vermek ve tezini sunmak üzere Tallinn'e dönecek. Bu sefer özlemek o kadar ağır gelmeyecek çünkü sağlıklı olsun da istediği yerde yaşasın duygusunun ağır bastığı günlerdeyim. Bu engel önünden kalktığında işine, gücüne, hayatına bakacak. Şu birkaç yıllık süreçten güçlenerek çıkacak. Ki bunu zaten gözlemliyoruz. 
    Ailecek bol bol film, dizi seyrediyoruz bugünlerde. Her zamanki gibi en çok ben okuyorum. Orhun arada bir şeyler yazıyor. İki gündür arkadaşlarıyla beraber on-line oyunlarına döndü. Kalbine, moraline giden yol gerçekten midesinden geçiyor, hep öyle oldu, ben de sevdiği yemekleri yapıyorum. Kilo alma korkusuyla abartmadan yiyor. En az bir ay spor yok. Bir süre evde kimseyi istemiyoruz. Güçsüz görünmekten nefret ediyor. Beni üzmeyi de sevmiyor. Ara ara dışarı çıkmamı istiyor. Eşim evdeyken bir sabah, çocuklarımızın ilkokul günlerinden beri bağımızı koparmadığımız veli arkadaşlarla buluşmak için çıktım. Tam da çığ felaketinin ve uçak kazasının yaşandığı günün ertesi. Konular keyifsiz yani. Birçok şey üst üste gelmiş, canlar sıkkın. Fakat her şeye rağmen eşe, dosta sarılmak lâzım, akıl ve ruh sağlığımızı korumamız lâzım. Derken, arkadaşlardan birinin telefonu çalıyor. Uçak kazasında hayatını kaybedenlerden birinin kızının en yakın arkadaşlarından olduğunu öğreniyor. Paniklememeye çalışsa da, allak bulak oluyor ve kalkıyor tabii. Biz de oturamayız artık. Çok erken bir saat ama günü sonlandırıyoruz. Ülke gündemi hiçbirimizi asla ama asla rahat bırakmıyor. Bilhassa bugünlerde haberlerden kaçınmaya çalışsam da mümkün olmuyor.  Bir başka gün kafamı dağıtmak için sinemaya çıkıyorum. Neyse ki evimize yakın. Aşk Tesadüfleri Sever'i izlemek istiyorum. Fakat bir türlü dikkatimi veremiyorum. Aslında her şey normal, her şey olması gerektiği gibi gidiyor ama evden ararlar mı ya da bir şey yazarlar mı diye devamlı telefonun ekranına bakıyorum. 
Bir de tam o saatlerde yakın çevremden herkes sözleşmiş gibi nasıl olduğumuzu soran mesajlar atıyor. Bildirim ışığı yanıp sönüyor. Film güme gidiyor. O günden beri çıkmadım. Yarın doktor kontrolü var. Konuşalım, kafamızdaki saçma sapan soruları soralım, rahatlayalım, ondan sonra bakarız. 
    Bir süredir buralarda yoktum. Yazmak zaten ne mümkün ama okumalarımı da yapamadım. Şimdi okuma listemi gözden geçireceğim. Bakalım neler anlatılmış? Oscar yorumları vardır örneğin:) Gecemiz gündüzümüze karıştığı için bu sene ödül törenini sonuna kadar rahat rahat izleyebildik. Orhun'la kritik yapmak güzel oldu. Bakınız bunu bile kâr sayıyorum ki öyle aslında. Huzurla yaşadığımız her anın kıymetini bilmek gerekli. İnsan yaşadıkça öğreniyor.







1 Şubat 2020 Cumartesi

HAFTA SONU JOJO RABBİT... OSCAR'A DOĞRU DİĞERLERİ...

    Filmekimi sırasında izlemek istediğim ancak fırsat bulamadığım Jojo Rabbit dün vizyona girdi. Bu sefer kaçırmadık. İstanbul'da dahi çok az salonda gösterilmesi nahoş bir durum. Bu yüzden evimizden epeyi uzak bir salonda izledik ama değdi. 10 yaşındaki başrol oyuncusu Roman Griffin Davis'e bayıldım. O yaştaki bir oyuncunun seyirciyi ağlatması daha kolaydır, güldürmek zordur. Hayali arkadaşı Hitler olan, kendisini sıkı bir Nazi sayan 10 yaşındaki çocuğun şapşallığını o kadar iyi yansıtmış ki kendisine neden Oscar adaylığı verilmediğini sorguladım. Aslında bu noktada diğer çocuk oyuncu Archie Yates'i de atlamamak lâzım. 
Her ikisi de çok güldürdü. Güldük ama diğer yandan olayların arka planında neler olduğunu bildiğimiz için hüzünlendik de. Jojo'nun 10 yaşından "10 buçuk" yaşına değin geçen kısa sürede yaşadıkları ağırdı, öğreticiydi, dönüştürücüydü ve yönetmen Taika Waititi bunları yansıtırken hiciv yeteneğini konuşturmuştu. Filmi çok sevdim. Bu sene Oscar'la hiç ilgilenmediğim için ancak filmi izledikten sonra "En İyi Film" dalında aday olduğunu öğrendim, sevindim. Sonra bir baktım, ilgilenmediğim Oscar'ın aday filmlerini "1917" hariç izlemişim:) Oysaki bu sene sinemaya fazla gitmediğimi düşünüyordum. Evde film izlemeyi sevmiyorum. 1917 konusunda kararsızım. Savaş filmlerini pek tercih etmiyorum. Belki önyargılı davranıyorumdur, belki korktuğum gibi değildir. Bakalım. Biri hariç tamamına yakınını izlediğim aday filmler listesinde Little Women'in zayıf kaldığını düşünüyorum. Diğerlerini beğendim. Sanırım Once Upon A Time In Hollywood'u ilk sıraya koyacağım. Bazı Tarantino hayranları daha fazla aksiyon bekleyip hayal kırıklığı yaşadıklarını söyleseler de aynı şekilde düşünmüyorum. Sıkıldığını söyleyenleri ise anlamam mümkün değil çünkü hiç sıkılmadım. Her bir kare ilgimi çekti. Sharon Tate'in Charles Manson müritleri tarafından öldürüldüğünü bilmeyenler zorlandıklarını söylediler. Bu olayı bilmeseydim dahi filmi aynı şekilde beğenirdim. Eski dublörün ve piyasada tutunmaya çalışan aktörün anlatımı hem yönetmen, hem de oyuncular açısından şahaneydi. Manson'un sapkın müritleri eğer o gece Roman Polanski'nin evine değil de yan eve girselerdi ne olurdu fikrine bayıldım, finalinde duygulandım. Ben Oscar'ı bu filme veriyorum:) Bizim seyircimiz tarafından "Yakarsa dünyayı garipler yakar" nidalarıyla duygudaşlık kurulan Joker'i de sevdim tabii. Ama ona "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü veriyorum. Filme yüklenen anlamları abartılı buldum. Parazit farklı bir filmdi. Ona da zengin-fakir ayrımı üzerinden yorumlar yapılırken benim ilgimi anlatım tarzıyla çekti. Keyifli başladı, karamsar bitti. Bir ara tiyatro izler gibi oldum, ardından korku filmi olup gerdi. Sonra Tarantinovari sahneler geldi. Arada sosyal mesajlar unutulmadı. İlginçti. Kafa açıcıydı. Bir diğer film Marriage Story'de ise bol bol ağladım:) Film veya dizi izlerken kolay ağlayanlardan değilimdir ama bunda dayanamadım. Ağlatan film olarak tabir edilenlerden değil ancak bir şekilde etkilenmişim. Evlilikte hem beraber hem bağımsız olabilmenin çok zor ama bir o kadar da önemli ve gerekli olduğunu bir kez daha anladım. Ford V Ferrari ile ilgili ufak bir yazı yazmıştım. The Irıshman hakkında kararsızım. Oyuncularının saygı duyulası geçmişlerini takdir ediyorum. Kendilerini izlemek güzel.
    Hafta sonu etkinliği olarak Jojo Rabbit'i haber verecekken aklıma diğer filmler geldi ve ben de bloglar bu ara Oscar kritikleriyle doluyken minik bir dokunuşta bulunmuş oldum. Bana göre saçma bir ödül. O kadar film içinde çok azının ön plana çıkarılmasını anlamlı bulmuyorum fakat neylersin ki adamlar show konusunda usta oldukları için ödül törenine kayıtsız kalmak zor oluyor. Zorlu hayatlarımızda bir renktir diyoruz... Yaşasın sinema diyoruz... Geçiyoruz.