Küçük seyahatimizin iki güzelliği oldu. İlki, uzun süredir blog dostu olduğumuz Mehmet Bilgehan Bey ve eşi ile tanışmak. Diğeri ise Ankara'da ziyaret etmediğim sanırım tek müze olan Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ni görmek.
Randevumuz Pazartesi günüydü, bir gün öncesinden düştük yola. Ankara'daki ilk saatlerimizde bizimle selamlaşan yağmur, dönüşümüze kadar peşimizi bırakmadı. Bazen öyle yoğunlaşıyordu ki sırf bu yüzden aslında aklımda olan ekstra planları hayata geçiremedik.
Pazar günü otelimize yerleşip sırt çantamızı odaya bıraktıktan sonra, resepsiyondan yol bilgilerini aldığımız Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ne doğru harekete geçtik. Daha önce gezi amacıyla birkaç kez Ankara'da bulunmuştum. Ancak bu müzeyi ziyaret etme fırsatımız olmamıştı ve fena halde aklımda kalmıştı.
1925 yılında inşa edilmiş, 81 yıl boyunca nice acılara ve anılara tanıklık ettikten sonra 2006 yılında müze olarak düzenlenmiş olan Ulucanlar Cezaevi'ni duygulanmadan gezmek imkansız. Genelde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamıyla bildiğimiz bu binada daha pek çok siyasi ve edebi isim özgürlüklerine kavuşacakları günü beklemişler. Ulucanlar, yakın siyasi tarihimizi gözler önüne seren bir belge niteliğinde.
Kimler kalmamış ki bu duvarlar arasında? Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Bülent Ecevit, Erdal Eren, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Talat Aydemir, Fakir Baykurt, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Arif, Ahmet Say, Muhsin Yazıcıoğlu ve niceleri...
Kimi zorunlu misafirliğin sonunda özgürlüğe adım atarken, kiminin son durağı olmuş burası. 18 ismin hayatı bugün avluda demir parmaklıklar ardında sergilenen darağacında sonlanmış. Darağacının fotoğrafını çekmek ve burada veya herhangi bir sosyal medya adresinde sergilemek benim düşünceme göre etik bir davranış değil. Önünde gurup halinde poz verenlerle, özçekim yapanlarla aynı duygudaşlıkta buluşmuyoruz ne yazık ki. Aslında çoğu ziyaretçinin fazlasıyla duygulandığını, etkilendiğini gözlemledim. Deniz Gezmiş hakkındaki bilgileri okurken "asıldığında bizim yaşımızdaymış" diyerek empati yapan gençleri gördüm. Ancak "Beni şu ranzanın önünde tespihle çeksene" diyen, darağacını şakada şukada defalarca kez fotoğraflayan, önünde poz veren, gereksiz yorumlarda bulunanlar da bizim insanımızdı. İnanılmaz rahatsız oldum. Tesellim genele oranla çok sayıda olmamalarıydı. Bir de ziyaretçi sayısının fazlalığı şaşırttı beni. O kadar beklemiyordum açıkçası. Türkiye'de bazı müzelerin fazla ziyaretçi toplaması, kiminin ise hak ettiği ilgiyi görmemesi sosyolojik açıdan araştırılmaya değer.
Ulucanlar Cezaevi Müzesi esaslı bir restorasyondan geçmiş, müzecilik ilkelerine göre düzenlenmiş ancak kimi yadırgamasa da kimine gereksiz gelen turistik işlemlere de maruz kalmış. Cezası kesinleşmemiş mahkumların kaldıkları koğuşlardan yükselen "gardiyaaan!" sesleri ve balmumu mahkum heykelleri bana da oldukça gereksiz göründüler. Bunlar olmadan da etkileyiciliği yüksek bir yer burası ve muhakkak görülmesi gereken müzeler arasında yer alıyor. Önemli isimlerin kaldığı nispeten manzaralı Hilton koğuşları, tecrit altında tutulanlara ait hücreler, görüş yapılan bölüm, çamaşırhane, hamam, mahkumların topluca film vs. izlediği derme çatma salon, ilgili gazete kupürleri, yolu buradan geçmiş isimlere ait kişisel eşyalar... Her biri karşısında hüzünlenmemek, düşünmemek, anıları yoklamamak, daha çok öğrenme isteği duymamak elde değil. İlk etapta her ziyaretçi sağ ya da sol görüşüne göre bir güzergah izleyip gezse de, kendine yakın isimlerin hatıraları önünde daha fazla durup daha fazla tepki gösterse de, en sonunda ortak bir huzursuzluk ve hüzünle veda edilen bir müze burası. Ne diyeyim? Nasıl bağlayayım? Dilerim karışıklık, kavga, çıkarcı siyasetçiler, kötülük bizden uzak olsun.
(Görüş Kısmı) |
Şimdi gelelim Ankara seyahatimizin dostluğa dair kısımlarına. Aynı günün akşamı
Ne Mutlu Türküm Diyene blogunun sahibi Bilgehan Bey ve eşiyle buluştuk. Çok mutluyum ki blogum sayesinde tanıdığım güzel insanlar var. Kimiyle yüz yüze tanışma fırsatı buldum, kimiyle henüz bu şansı yakalayamadık. Öyle ya da böyle hepsiyle gönlüm bir. Peyami Safa'nın güzel bir lafı vardır: "Birbirine benzer yaşayanlar arasındaki gıyabi dostluk alakasını içimizde taşıyoruz". Biz blog sahipleri aynen bunu yaşıyoruz işte. Çok fazla takip ettiğimiz, okuduğumuz olabilir ancak kendimize yakın olanlarla bir şekilde arkadaşlık seviyesine geçiyoruz. Ankara'da olduğumu öğrenen dostlar arasında "keşke haber verseydin" diyecek olanlar var. Bu sefer sadece Bilgehan Bey'le görüşebildik. İlk kez yüz yüze tanışan iki aile olarak keyifli, muhabbeti bol bir yemek yedik. Sohbeti şahane eşini ayrıca çok sevdim. Eşim de ben de bu güzel insanlara buradan tekrar teşekkür ediyoruz. Aklımda kalan başka dostlarım da oldu tabii. Örneğin Sevgili Tülin Hanım. (Bulut Gölgesi) Sizinle görüşmeyi de çok ama çok isterdim ve inanın zorladım fakat zaman kısıtlılığı ile birlikte hava şartlarının zorluğu, ayrıca az sonra anlatacağım farklı bir görüşme beni engelledi. İnşallah bir daha yolum Ankara'ya düşerse görüşmeyi çok isterim. Gerçi Ankara'dan önce bir bakmışız İstanbul'da veya Tallinn'de görüşmüşüz:) Ne güzel olurdu.
Estonya, Tallinn derken enteresan bir görüşme daha yaptık. Konsolosluktaki işimiz bitince daha önce sadece Instagram üzerinden yazıştığımız genç bir kızcağız ile buluştuk. Geçen sonbahardan beri iletişimdeyiz. Benim Tallinn fotoğraflarımı görüp, Orhun'un orada okuduğunu anlayınca okulla ilgili, başvuru süreciyle ilgili, ülkeyle ilgili sorular sormuştu. Ara ara sormaya devam ediyordu. Okula başvuru zamanı geldiği için ve eğitim danışmanlığı kullanmayıp kendisi başvuruda bulunacağı için tekrar irtibata geçti. Elimden geldiğince cevapladım sorularını. Ankara işi çıkınca "istersen çıkışa gel, bir kahve içip konuşalım" dedim:) Onunla da tanıştık, deneyimlerimizi paylaştık. Gençlere hep destek, tam destek felsefemdir efendim.
En son yağmur altında Kuğulu Park'a hızlıca uğrayıp, kuğulara selam çakıp İstanbul'a doğru dönüşe geçtik.
Hava daha güzel olsaydı daha da verimli geçecek bir Ankara seyahatini böylece tamamladık. Estonya Konsolosluğu küçük bir yer. Konsolos kendisi görüşüyor. Oğlumuz orada okuduğu için daha fazla süreli vize verirler zannettik, Estonca "merhaba" ve "teşekkürler" demeyi de ihmal etmedik ancak 1 yıl alabildik:) |
Geçen sene Almanya bile 1 sene vermişti halbuki. Tam Hollanda krizinin yaşandığı günlerdi. |
Son olarak şunu da eklemek istiyorum, Esenboğa, uçuş saati gelene kadar sıkılmadan beklenebilecek havalimanlarımızdan biri. İstanbul gibi kalabalık olmaması, tasarımı, hoş mağazaları ve kafeleri bunda etken. Boeing firmasının hediyesi şöyle bir heykelleri bile var:) Ben havalimanlarını seviyorum galiba...