21 Temmuz 2020 Salı

MELANKOLİK TAVSİYELER...

    Geçtiğimiz kış boyunca, ev dışına adım atamadığımız günlerde, sakin sakin yemek yaparken Spotify'dan bol bol podcast dinledim. En ilgimi çeken 2004 yılında 
Açık Radyo'da yayınlanmış olan "Didik Didik Freud" serisi oldu. "Freud'un Ailevi ve Tarihi Romanı" alt başlığıyla yayınlanan bu seriyi Psikiyatr Serol Teber ve Şenol Ayla birlikte yayınlamışlardı. Şenol Ayla'yı az çok biliyordum ancak Serol Teber'i ilk kez duymuştum. Oysa ki psikolojiye ilgim oldukça fazla ve bu konuda okumuşluğum çoktur. Gel gör ki henüz öğrendiğim, ilgimi çeken kitapları olan Serol Teber'i hiç okumamıştım. Podcast serisine başladıktan sonra yaptığım ufak araştırmada Serol Bey'in 2004 yılında bu dünyaya veda etmiş olduğunu gördüm. Podcast'in tarihine baktım. O da 2004 yılını gösteriyordu. Demek ki o tatlı tatlı konuşan adam bu programların yayınından kısa bir süre sonra göçmüştü. Çok üzüldüm. Bana bir şeyler anlatmaya, her zaman ilgimi çekmiş olan Freud'u aktarmaya, öğretmeye devam ediyordu ama cismen yoktu. Tuhaf hissettim. Kitaplarını inceledim. Son zamanlarda epeyi tartışılan fakat her daim popülerliğini koruyan Freud hakkında bir kitabı vardı. Çok ilgimi çeken "Melankoli" hakkında da bir kitabı vardı. Melankoli öyle bir ilgi alanımdaydı ki, üniversitede Dürer'in aynı adlı eseri hakkında bir yazı kaleme almıştım. Fakat Serol Teber'i bilmiyordum. Kendime şaşırdım.  Serol Teber'in de melankoliden muzdarip olduğunu öğrenince -ki bunu programda Şenol Ayla'nın biraz da zorlamasıyla ifade etmişti- daha bir dikkatli dinler oldum kendisini. Çünkü uzun yıllar Almanya'da yaşadıktan sonra Türkiye'ye gelmiş ve bu programın yayınından kısa bir süre sonra evinde ölü bulunmuştu. Onu az çok takip edenlerin yorumuna göre kendi hayatına son veren melankoliklerdendi. Programın bir kısmını Tevfik Fikret'e ayırmıştı bu ikili. Ve Tevfik Fikret de melankolikti. Serol Teber'in büyük şair hakkında yazdığı kitap bugün piyasada yok. Ancak sahaf vs. bulduğum an atlayacağım. Diğer kitaplarını da sipariş etmek üzereyim. (Satışta 11 adet kitabı var) Ruhu şad olsun, dilerim aradığı huzuru bulmuş olsun. 
    Psikolojiye, melankoliye ya da sadece Freud'a ilgi duyan, Tevfik Fikret'i merak eden herkese söz konusu iki seriyi tavsiye ederim. Bir bölümde Mario Levi ile sohbet var ki o da şahane. Söz molalarında çalınan klasik müzik parçaları cabası. Teknolojinin ilerlemesi çok da korkutucu değil sanırım. 2004 yılında kaçırmış olduğum programları bugün hevesle dinlemek güzel. Yerinde tercihler yapıldığında podcast dinlemek de oldukça faydalı.

18 Temmuz 2020 Cumartesi

TATLI YAZI...

    Şu salgın günlerinde evde lahmacundan, hamburgere yapmayı denemediğimiz sokak yemeği kalmadı. Bunlara bir de dondurmayı ekledim. Fakat ne dondurmaydı o! Şahane oldu. Meyveli dondurma yapmak ne kolaymış. Öğrenir öğrenmez denedim. Bilen biliyordur, benim gibi geç kalmışlara tarif vermek gerekir diye düşünüyorum.
    Efendim, işin özünü dondurulmuş muz oluşturuyor. Bir ya da iki adet muzu ve yanına eklemek istediğin meyveyi dondurucuda birkaç saat bekletiyorsun. Donmuş meyveleri güçlü bir blenderdan geçiriyorsun. Hepsi bu! Ben ilk denememde muzun yanına çilek ekledim. Çilekler çok tatlı değildi, biraz da bal kullandım. Makinam güçlü olmadığı için meyveleri önce rondodan geçirdim, ardından blend ettim. Sonuç gerçek meyvelerle dondurma yapan klasik dondurmacılardan alınanların aynısı oldu. 
    İkinci denemede muz ve çileğin yanında nutella kullandım. Onun kıvamı daha yumuşak oldu ama tadı iyiydi. 
    Gerçek meyveyle yapılan dondurmaya bayılırım. Çok yerde bulunmaz. Kokusu çocukluk yıllarımızdan uzanıp gelir. Fabrikasyonun, kimyasalların daha az olduğu uzak yıllardan... O yüzden artık pek dondurma yemem. Kutu dondurmaları sevmem. Ama eski tarz bir dondurmacı görünce kaçırmam. Şu yazıya ekleyeceğim farklı dondurma fotoğrafım var mı diye albümleri karıştırırken aslında epeyi bir hatıra almış olduğumu gördüm. Salgından önceki seyahatlerimize uzandım. Biraz hüzünlendim, biraz keyiflendim. Bakınız, dondurma deyince akla gelen ilk şehirlerden, Roma'dan bir fotoğraf.
   Bir ekim ayında gitmiştik bu kente. Hava serindi ama dondurma yemeden duramadım. Üzerine bademciklerim şişmişti hâttâ. Ama yine de iyi ki denemişim diyorum. Salgının psikolojisiyle "iyi ki gittik, iyi ki yaptım" dediğim çok şey var zaten. Fotoğraftan belli olduğu üzere burası bir kahve dükkanı aslında. İtalyanlar geliyorlar, bir espresso istiyorlar, bar tezgahını andıran bölümde kahveyi bir dikişte içiyorlar ve gidiyorlar. İtalya ve dondurma deyince bir de Sicilya'da yediğim fıstıklı dondurma geliyor aklıma. Fıstık yerel yemişleri olduğu için denemiştim ve gerçekten dolu dolu lezzette bir dondurmaydı.
    Bu fotoğrafta Budapeşte'nin turistik dondurmacısı Gelarto Rosa'dan aldığımız gül dondurmalarımız var. 2019'un sonbaharında çok sevdiğim bir arkadaşımla kız kıza gezdiğimiz Budapeşte'ten... 
    "Gül dondurma yemeden dönmeyelim" diye tutturmuştum. Kaldığımız yere de çok yakındı ama yakın yerler hep son ana bırakılır, nihayet döneceğimiz günün erken saatlerinde tatmıştık dondurmayı. Birimiz çilek-limonu, diğerimiz çilek-çikolatalıyı seçmişiz. Aslında bu dondurmalarla çok daha güzel fotoğraflar çekilir çünkü pek şıklar. Erimesin diye ancak bu kadar uğraşabilmişim.
    Aşağıdaki fotoğrafta da hayatımda yediğim en lezzetli dondurma yer alıyor. Bali'deki meşhur Tukies'ten...
 
    Burası organik hindistan cevizi ürünleri satan bir yer. Dondurması şahane! Hele üzerindeki coconut kuruları yok mu? Onlar da ayrı bir olaydı. 
    Bu da bizim güzel ülkemizdeki bir dondurmacıdan. Ölüdeniz'deki Gelato Bianco'dan... Farklı dondurma çeşitleri var burada. Ölüdeniz'de kaldığımız süre boyunca her gün bir başkasını denemiştim. Tuzlu karameli burada tattım mesela. 
Tatlı-tuzlu karışımını severim ama onu beğenmemiştim. Diğerlerini bayıla bayıla yedim.

    Sıradaki sırf rengi yüzünden alınmış fabrikasyon bir dondurma. Birkaç sene önce "Yılın ilk dondurması" notuyla IG'de paylaşmışım. Önce epeyi bir yemişim ama:) Beylikdüzü'nün marinasındaki Minty Cafe'den. Dondurma idare eder seviyede ama ortam güzel. Marinamızı seviyorum.

    Pek yemem falan diyorum ama her gittiğim yerde denemeyi ihmâl etmiyorum anlaşılan. Dondurmayı sevmeyen azdır sanırım. Tarihçesine bir göz atayım dedim ve internette bu konuda karşıma Algida sayfası çıkınca, "herhalde yanlış bilgi vermezler" diye düşünüp okudum. Burada da Çin'le karşılaştım. Bugünkü haline yakın dondurmanın M.Ö 200'lerde Çin'de bulunduğu söyleniyor. Ana gıdaları olan pirinci sütle karıştırıp karda donduruyorlarmış. Bu yüzyılda acayip acayip şeylerle uğraşacaklarına keşke böyle dondurma gibi icatlarla gönlümüzü fethetmeye devam etselermiş. 
    Aman da pek tatlı bir yazı oldu. Ben bu akşam yine dondurma yapayım. Bu sefer muzun yanına şeftali eklerim. 





4 Temmuz 2020 Cumartesi

İYOT KOKUSU... GÜN IŞIĞI... YOLLAR... ÖZLEMİŞİM.

    Efendim, son yazımdan da belli olacağı üzere iyice kafayı bozmaktayken bu işe bir dur demeyi, minicik bir nefes molası vermeyi kararlaştırdık ve kısa bir süre önce Çilingoz sahillerine uzandık. Zaman olarak tabii ki daha tenha olan hafta içini seçtik. Hiçbir kuvvet hele hele bu salgın döneminde beni İstanbul'un ormanlarına, sahillerine, pazar kahvaltısı mekânlarına gönderemez. Perşembe iyiydi, makûldu. Çatalca Beylikdüzü'ne daha yakındı. Çayımızı, kahvemizi, sandalyelerimizi, atıştırmalıklarımızı aldık yanımıza, yemyeşil köylerden geçip mavilere vardık. 

 Şu plajda oturup denizi seyretmek o kadar iyi geldi ki anlatamam. 
Ayrılmak istemedik. 
Biz kararsız kalmış ve hazırlıklı gitmemiştik ama Orhun öyle değildi. Mayosu yanında olduğu için denize girdi ve bizi pişmanlıklar içinde bıraktı. Tek tük denize girenler vardı, kumsal upuzundu. Yani aslında yüzmek için ortam son derece müsaitti. 
Ne yapayım? Ben de biraz denizi seyrettim, biraz sohbet ettim, biraz kitap okudum. Isabel Allende ile İstanbul sahillerinden Şili sahillerine uzandım.
    Çilingoz Tabiat Parkı Çatalca'ya bağlı bir kamp alanı. Girişi ücretli. Kamp yapmak için gelenler de var, piknik alanından ya da sahilinden yararlanmak için günübirlik gelenler de... Temmuz ve Ağustos aylarında özellikle hafta sonu kalabalık olduğunu duydum ki bunu tahmin etmek zor değil. Haziran ayı geçip gitmemişken hafta içi bir günü değerlendirmek iyi oldu, iyi geldi. Bundan sonra ancak sonbaharda yürüyüş için gideriz. Sonbaharda ayrı güzel oluyor.
    Mümkün olduğunca insanlardan kaçarak yaşamak çok acayip. Kimseyle muhatap olmayacak şekilde gittik geldik. Doğa güzel, doğa iyileştirici. Fakat bize insan da gerekli. Nasıl yapsak nasıl etsek de iyice yabanileşmeden atlatsak şu günleri:)