22 Ekim 2019 Salı

ERDİL YAŞAROĞLU'DAN OYUN...

    Seyahat yazılarının arasına bir başka yazı girmesin derken aklımda olan birçok şeyi paylaşamadım. Örneğin havalar güzel giderken keyifli bir sergi önerisinde bulunacaktım. Geç kaldım fakat neyse ki ucundan kıyısından yakalayacak kadar vakit var.  
    Karikatürlerine herkesin aşina olduğu Erdil Yaşaroğlu, bu kez heykelleriyle Yapı Kredi bomontiada'da ilk kişisel sergisini açtı. Güneşli bir sonbahar gününde, Bomontiada'nın çok sevdiğim açık hava mekânında ve devamında kapalı sergi merkezinde bu keyifli heykelleri izlemek de bize düştü. "OYUN" isimli sergi 
3 Kasım 2019 tarihine kadar ziyaret edilebilir. 


    Penguen dergisinin kurucularından olan Erdil Yaşaroğlu aslında heykel mezunu. Hem de bu işin en iyi okulundan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden mezun olmuş. Karikatürist kimliğiyle heykel sanatçılığı birleşmiş ve OYUN sergisinde adına yaraşır işler ortaya çıkmış.


   Yapı Kredi bomontiada sergi mekânında Yaşaroğlu'nun kendine has heykellerinin yanı sıra eskiz defterleri, çizimler de yer alıyor. Sergiyi gezmek gerçekten bir oyun gibi. Yanına yaklaşınca arkasını dönen Küçük Mevlevi'ye bayıldım:)


   

    Bomontiada özel bir mekân. İsviçreli Bomonti kardeşlerin 1885 yılında açtıkları bira fabrikasının etrafında şekillenen bölgenin günümüzde tekrar canlandırılması söz konusu. Yaklaşık 130 yıl önce buluşulan, yenen, içilen Bomonti'de bugün tüm bunlara ek olarak müzikten sinemaya, resimden heykele, fotoğrafa kadar uzanan sanatsal etkinlikler düzenlenmekte. İstanbul gibi bir metropole böyle mekânlar çok yakışıyor. Ara Güler Müzesi'nin de burada olduğunu belirtmek gerekir. Erdil Yaşaroğlu'nun heykelleri Bomontiada'nın açık ortak alanına da yerleştirilmiş durumda ve ortama neşeli bir hava katmış. 

    

    Güneşli günler halihazırda devam etmekteyken, eğer görmediyseniz, OYUN sergisini tavsiye ederim. 
Bu arada bizim gibi Ara Güler Müzesi'nin geçici sergisi "Göbeklitepe'ye Bir Bakış"ı da ziyaret etme fırsatı bulup, Popülist'in leziz yemekleri eşliğinde tarihi Bomonti birasını yudumlayabilirsiniz. 
 



 

17 Ekim 2019 Perşembe

BALİ'NİN KÖPÜKLÜ KIYILARINDA... CANGGU...

      Bali seyahatimizin ikinci kısmını anlatmanın zamanı geldi. Biliyorum arayı açtım fakat pencereye vuran sonbahar yağmurunun sesini dinlerken okyanus kıyısındaki yaz günlerini anmak güzel olacak.
    Bir önceki yazının konusu olan Ubud'da geçirdiğimiz birkaç gün, yerel havayı solumak, Bali adasına hakim kültürü ve Hindu geleneklerini gözlemlemek açısından verimliydi, keyifliydi. Ancak yaz tatilindeydik ve artık tuzlu suyla buluşmanın zamanı gelmişti.

    Bu tropik adaya gelen turistlerin denizin keyfine varacakları yerleşim yeri çok. Aşağıdaki fotoğrafta görülenler en çok tercih edilenler. Birinde kalıp diğerlerine de gidip gelenler olduğu gibi, günlere bölerek farklı yerlerde konaklayanlar olabiliyor. Sağ alt köşede görülen Nusa Penida'yı, Gili adalarını, Lombok adasını da listeye katmak mümkün. Bunlar da tercih edilen adalar. Yalnız seçenekler bu kadarla sınırlı değil. Bali'de ve genel anlamda Endonezya'da o kadar fazla görülecek yer var ki seç seçebildiğin kadar, gönlünce rotalar oluştur.


    Biz bir haftalık tatilimizin 3 gününü Ubud'a, 4 gününü Canggu'ya ayırdık. Canggu'yu niye seçtim? (Evet, ailenin tatil planları tamamen bana ait). Sanırım sörfçüler tercih ettiği için, ve örneğin Seminyak gibi bölgelerden daha az turistik ve daha az kalabalık olduğunu öğrendiğimden. Peki evde sörf yapan var mı? Hayır! :) Tamamen farklı bir ortam olsun istedim. Sörf tahtasını kolunun altına almış gün batımına doğru ilerleyen yaz insanları geldi gözümün önüne:) Hem belki denerdik. Olamaz mı? Tabii ki olmadı. Kendisinden umutlu olduğum Orhun bile bu kez üşendi. Okyanus kıyısındaki şahane plajların keyfini çıkarmak hepimize daha tatlı geldi. Sörf yapmasak da Canggu'yu seçtiğime hiç pişman olmadım.


    Ubud Canggu arası yolculuğumuz, otomobille yaklaşık 1 saat sürdü. Yine Ubud'daki otelimizin sahibiyle anlaşmıştık. Canggu'daki otelden de "Araç ister misiniz?" mesajı gelmişti tabii ki. Daha önce bahsettiğim gibi, Bali'de resmi ya da korsan fark etmez, taksiciler muhakkak sizi bulacaklardır.


    Canggu'ya gelip otelimize yerleştikten sonra kendimizi hemen 3-4 km. uzaklıktaki Batu Bolong Beach'e attık. Akşam saatlerine kadar güneşin ve Hint okyanusunun tadını çıkardık.


    Canggu sörfçülerin gözdesi dedik. Haliyle denizi dalgalı. Bu yüzden bazı gezi yazılarında yüzmeye elverişli olmadığı söyleniyor. Bizim Ege ve Akdeniz kıyılarımızın şahane deniziyle kıyaslandığında bu bir bakıma doğru. Fakat asla yüzülemez değil. Sörfe uygun dalgalar epeyi geride kalıyorlar. O dalgalara kadar olan kısımda yüzmek mümkün. Dalgaların biraz daha yaklaştığı vakitlerde ise hoplayıp zıplamak çok eğlenceli.


   Ben ki dalgalı denizden hiç hoşlanmam, tercihim berrak ve durgun sudur ama Canggu'nun dalgalarında inanılmaz eğlendim. Yerden yere vuran, yuvarlayan, sersemleten dalgalar değillerdi. Bu kadar keyif alacağımı beklemezdim.


   İkinci günümüzü bir başka plaj olan Echo Beach'te geçirmek istedik. Hava kapalıydı, ara ara yağmur atıştırıyordu. Echo Beach kıyıları sörf yapmak için daha uygun olduğundan burada dalgalar daha fazla. Hâttâ o günkü iklimle iyice coşmuşlardı. Ertesi gün hava açarsa tekrar dönmeye karar vererek sahil boyunca yürüdük ve Batu Bolong'a geçtik. O sırada Orhun bizden ayrıydı, biz okyanus kıyısında baş başa 

-ki oğlumuz büyüdüğü için artık çoğunlukla böyle:)- keyifli bir yürüyüş yaptık. Romantizm için her zaman güneşin olması gerekmiyor. Caspar David Friedrich tablolarını hatırlatan enfes gri bulutlar altında ben ve hayat arkadaşım... En güzel, en unutulmayacak anlardandı.
    Bu sırada birbirinden renkli deniz kabukları topladık. Geriye çekilen deniz, kumsalda şahane izler bırakmıştı. Çıplak ayakla ıslak kumlarda yürümek o kadar iyi geldi ki. O gün tüm kış yetecek enerjiyi topladığımı umuyorum.

    Biz iki plaj arasındaki yürüyüşümüzü tamamlarken gökyüzü yavaş yavaş aydınlandı,  güneş yüzünü gösterdi, günümüzün geri kalanını şenlendirdi. Yüzmek için sadece birkaç günümüz olduğu için bizi fazlasıyla mutlu etti.

    Canım güneş sadece parıltısıyla mutlu etmiyordu bizleri. Bali'de gün batımları ayrı şahaneydi. Farklı kişilerden okudum, izledim, Bali'nin turizme yönelik reklamlarından biri zannettim fakat öyle değilmiş. Hakikaten muhteşemmiş. Bu yaşıma kadar gerçek bir akşam güneşi görmediğimi anladım.  Fotoğraflara asla yansımayan güzellikte bir görüntüydü. Kalemle çizmişsin gibi yusyuvarlak... Güneşi gördüm dedirten netlikte... Uzaktaki tepelerin silüetinin üzerinden yavaş yavaş inmesi hipnotize edici...
    Gün batımının fotoğrafını çektim fakat bu işi abartmadım. Zaten gözün gördüğünü asla ekrana yansıtamıyorduk, bu işle uğraşacağımıza anın tadını çıkarmaya çalıştık. Ada'da günü uğurlamak bir ritüeldi. Turistler, yerliler, herkes uygun bir noktaya oturmuş aynı noktaya bakıyor, güneşi uğurluyor. Gündüz başka bir yerde olsalar dahi bu saatlerde plajlara inenler var. O an herkesin hisleri ortak. Kelimelere dökmekte zorlandığım bir duygu durumu. Bali'de günü uğurlamak asla turistik bir hareket değil. Bali'de günü uğurlamak bir tören.


     Kapalı hava ve kıyıya vuran güçlü dalgalar nedeniyle zaman geçiremediğimiz Echo Beach'e bir sonraki gün gitmemiz şart olmuştu. Özellikle kısa bir süre göz attığımız La Brisa aklımızda kalmıştı. Ertesi gün hava yaz normallerine dönünce, tüm günümüzü Echo'nun en güzel plaj kulübü olan La Brisa'da geçirdik.


    La Brisa kulüp-restoran kategorisine girse de aslında kendi deyimleriyle bir "kaçış noktası" ve bu çok daha yerinde bir benzetme. 500'den fazla yerel kayığın parçalarıyla oluşturulan dekorasyon bir masal havası yaratmış. Çocukken denize dair okuduğun tüm öykülerin, romanların burada aklına üşüşmemesi mümkün değil.


   Ahşap mekânın her yeri gerçekten kullanılmış balıkçılık malzemeleriyle süslenmiş. Balık ağları, fenerler, oltalar, deniz kabukları... Tekdüzelikten uzak bir düzenlemeyle her köşe ayrı görsellik sunuyor. Bakmaya, incelemeye bir açık hava müzesi gezer gibi keyifle vakit ayrılıyor.





    Önünde uçsuz bucaksız uzanan Hint Okyanusu ve sen hayalinde bir balıkçı...

    Bali seyahati düşünenlere kesinlikle tavsiye edeceğim bir mekân La Brisa. Biz o gün öğlen saatlerinden akşama kadar tüm günümüzü orada geçirdik. Özleyeceğim günler listeme eklediğim bir gündü. Palmiyelerin gölgesinde, bir masal dekorasyonu içerisinde, okyanus manzarasına karşı tam anlamıyla tatil tembelliği yaptık. Serinlemek istediğimizde denize gidip geliyorduk, Echo plajının dalgalarıyla eğleniyorduk.


    Tüm gün şahane geçmişti ancak akşamüzeri günün en güzel zamanıydı. Güneşi La Brisa'da uğurlamanın keyfini anlatmak zor.


    Ortam sırf gün batımını izlemek, elveda diyen güne karşı içkilerini yudumlamak için gelenlerle kalabalıklaştı. Bali'de adet böyleydi.


    Böyle romantik satırlara maddiyatı eklemek hoş değil belki ama -belirtmeden geçemeyeceğim- bu özel mekânda öğlen saatlerinden akşam gün batana değin suşiden tut dondurmaya kadar 3 kişi yiyip içtiğimize ödediğimiz miktâr yalnızca 300 liraydı. Kişi başı 100 lira. Bazı özel bölümlerde vakit geçirmek istersen ayrıca para ödeyebiliyorsun fakat bizim olduğumuz yerde giriş ücreti yoktu, sadece yiyecek-içecek hesabı geliyordu. İster istemez bizim sahillerimizdeki mekânlarla kıyaslama yaptım. Bizde bu özellikte bir plajda kat be kat fazlasını ödememiz gerekirdi. La Brisa'nın mutfağında yerel ve doğal malzemeler kullanıldığını da ayrıca eklemem gerekir. Balıkların, sebze ve meyvelerin günlük kullanıldığını, doğal ürünlerin ucuza yenmesinin amaçlandığını özellikle belirtiyorlar.


   

Akşam güneşi mutlusu
    Akşam yemeğini de La Brisa'da yemek istedik. Çünkü palmiyelere asılan lambalarla, sahilde aydınlatılmış şemsiyelerle o kadar hoş bir ortam vardı ki ayrılmak zordu. Bu mekân dolu dolu geçen günümüzün baş rolündeydi. Dediğim gibi, çok özleyeceğim.

    Canggu'da deniz kıyısında tek bir günü klüp-restoranda geçirdik. Diğer zamanlarda bizim tabirimizle halk plajındaydık. Ülkemiz kıyılarının kısıtlı serbestliğinin aksine Bali'de bu mümkün. Herkese açık kıyılarda takılmasaydık dünyanın her yerinden gelen turistlerle bir arada olurken aynı zamanda yerel halkı gözlemlemek, sörf yapanları ve yapamayanları izlemek ve hâttâ şu enfes mısırların tadına bakmak nasıl mümkün olacaktı? :)


    Az daha unutuyordum! Bir de köpeklerle oynayan çocukları... Bali halkı köpekleri çok seviyor. Köpeklere gösterdikleri özen ve sevgi dikkat çekici. Köpeklerin mutluluğu da gözler önünde.


    Canggu'da son dolu dolu günümüzü yine Batu Bolong'da geçirdik. Plajın salaş lokantasında çalışanlarla bile aşina olmuştuk artık. Ertesi gün dönüş yoluna koyulacağımız gerçeğini kafamızdan uzaklaştırmaya çalışıp bol bol yüzdük. Yine sörfe üşendik. Normalde yeltenmeyeceğim bir uğraş aslında ama orada o kadar çok deneyen, düşen, kalkan vardı ki arada kaynarım diye düşündüm:) Sörf tahtasının üzerine uzanıp, kollarıyla yüzerek uzaklara giden çoktu da dalgaların üzerinde ayakta geri gelebilen azdı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen sörf okullarının gençleri, çocukları fazlaydı. Ada'ya yakın mesafedeki Avustralyalılar, sörf konusunda olduğu kadar, günlük yaşama da hakimdiler. Bali'deki birçok turistik mekânın sahibinin Avustralyalı olduğu söyleniyor.


    Seyahatimizin Canggu ayağı da Ubud kadar güzeldi. Birkaç gün de olsa adalı gibi yaşadık. Basit giyindik, vaktimizi doğanın tadını çıkarmak için kullandık. Tüm gün yüzüp dalgalarla boğuştuktan sonra dağılan saçı başı hiç düşünmedik. Akşam yemeği için giyinip süslenmeyi vakit kaybı saydık. Zaten doğallığın ön planda olduğu Canggu'da geçerli olan buydu.

Plaj öncesi dağılmadan :)

    Akşam yemekleri için bir gün La Brisa'da, bir gün -adını not almayı unuttuğum- balıklı ve sebzeli çeşitlerin ağırlıkta olduğu bir burgercide ve bizimkiler çok sevdiğinden iki gün Varuna'daydık. Varuna açık büfe sisteminin olduğu, daha çok bir süreliğine Canggu'da yaşayan gençlerin takıldığı yerel ve salaş bir mekân. Çeşitli projelerle, yaz okullarıyla, staj gibi nedenlerle orada olan Avrupalı, Amerikalı ve tabii ki Avustralyalı genç çok. Biz de bunları Orhun sayesinde öğrendik. Gençlerin kaynaşması, sohbeti çok daha başka oluyor. İşte Varuna, ucuz ve yerel yemeklerinden dolayı bu gençlerin buluşma noktası gibi bir şey. 


    Yiyecekler yerel mutfaktan kızartma ağırlıklıydı. Mücver çeşitleri çoktu. Neyse ki daha hafif sebzelerle destekleme gibi bir seçenek bulunuyordu. Kırmızı et yoktu. Menü tavuk ve ördek eti, pilav, sebze, meyve ve yumurta ağırlıklıydı. Örneğin ben şöyle bir tabak yapmışım. Ne olduğunu bilmeden aldığım, tavuk derisinden yapılmış bir kızartma da yedim. Tüm seyahat boyunca yediğim en faydasız yiyecek oydu sanırım.


    Kızartma tabağından sonra şuraya daha hafif bir tatlı ekleyeyim. Bali'nin gözde kahvaltılık ya da ara öğünlerinden olan smoothie bowl.


    Bildiğimiz smoothie. Yoğurt ağırlıklı, taze sebze ve meyvelerden yapılmış. "Muzumuz bitti" denildiğinde alamadıklarından. Benim canım hindistan cevizlerine dikkat. Şimdi gel de özleme bu lezzeti.


    Canggu'nun ve aslında genel olarak Bali'nin çok şeyini özleyeceğim. Fakat iki şeyi ayrı tutacağım. Birincisi taksiciler, ikincisi satıcılar. Dışarıda olduğun her an sağdan soldan gelen "Taksi" kelimesi bunaltıcıydı. İnsanları görmezden gelip geçip gitmekten hoşlanmıyorum ama taksiye ihtiyacın yoksa burada bunu yapmak zorundasın. Taksi sistemlerini de çözmüş değiliz. Üzerinde Taxi yazan mavi renkli Blue Bird'lerin resmi araçlar olması gerektiğini sanıyorum. Bizdeki sarı taksiler gibi. Ancak onları çevirmek zor çünkü bizim korsan zannettiğimiz, onların "Yerel" dedikleri başlıksız arabaların sürücüleri bunlara izin vermiyorlar. Kendi aralarında ne konuşuyorlar anlamadık tabii ama mavilerde bir çekingenlik olduğu barizdi. Taxi durağı olan derme çatma yerlerde "Bali'yi seviyorsan yerel taksiyi kullan" yazıyor da arkadaş yerelden kastın ne? Tepenizde başlık yok, sağınızda solunuzda yazıya rastlarsak durduruyoruz. Tüm bu kargaşadan ayrı olarak bir de fiyat sorunu var. İllâ pazarlık edeceksin. Normalde plajla otelimizin arası için 50 Rupi alınıyor. Ama ilk söylenen 100 ile 150 arasında bir şey oluyor. Al takke ver külah 50'ye indiriyorsun. 60 verdiğimiz de oldu. Bir akşam bunların arasındaki çekişmenin ortasına düştüğümüz için sinirlerim tepeme zıplamıştı. Üstüne bir de "Hadi çabuk binin!" dediği için gizli bir iş yapıyormuş gibi atladığımız bir Blue Bird şoförü otele kadar "150 Rupi" deyince ben iyice delirdim. "Çabuk çek sağa!" diye bir çemkirdim ki adam "Sakin! Sakin!" deyip durdu:) 60 Rupi'ye gittik. Ne yerel dedikleri taksi, ne Blue Bird, hiçbiri taksimetre açmıyor. Aç diyorsun açmıyorlar. Bu durumda en güzeli eğer kullanabiliyorsan Scooter kiralamak. Soldan akan trafiğe de alışırsan her yeri çok rahat gezersin. Canggu'da kaldığımız otel plajlara ve onların çevresinde konuşlanmış merkez bölgelere birkaç kilometre uzaktı. O yüzden her gidip gelişte taksi kullanmak zorunda kaldık. Taksicilerle uğraşma zorluğu yüzünden Seminyak vb. bölgelere gitmeyi tercih etmedik. Giderken daha rahat giderdik ama dönüş yorardı. Çünkü otele döneceğini bildikleri için akşam saatleri pazarlık çetin geçiyor:) Turistik eşya satıcılarında da benzer bir durum var. Bir kere turistik dükkanlarda aman aman değişik hediyelikler yok. Yine de ufak tefek bir şeyler bakayım dediğinde pazarlığa hazır olman gerekiyor. Örneğin 20 Rupiye alabileceğin bir şey için 150 Rupi diyorlar. Pazarlıktan gerçekten hiç ama hiç hoşlanmam. Ayrıca beceremem. Eşim de pek yetenekli değildir bu konuda. Ama orada yapmamak mümkün değil. Aum hareketi yapan küçücük bir el figürünü beğendim ve fiyatını sordum. 150 dedi. Fakat ederi kesinlikle o değil. İster istemez "Ama çok" diyorsun. "Ne verirsin?" diyor bu sefer. La havle! Neyse onu 20'ye aldık. Ne ara böyle bir sistem oluşmuş acaba? Bunu turistler mi başlatmış, yoksa satıcılar mı? Makûl bir fiyat söylense ve kimse pazarlık yapmadan satın alsa her şey ne kadar daha az yorucu ve üzücü olacak halbûki. Satıcılar bir de şöyle bir savunma geliştirmişler. İşlerine geldiği zaman İngilizce anlıyorlar, gelmediğinde anlamıyorlar. Anlamaza geldiklerinde sinir bozucu şekilde sadece gülümsüyorlar. Hele hele zaten alışverişi yaptıysan "Güle güleee, güle güleee!" diye paket ediyorlar seni. Alışveriş için en güzeli merkez dışında yol kenarlarında gördüğümüz dükkanlar. Bunların toptancı gibi görünümleri var. Ahşap objeler, kumaşlar, yastık-tabak gibi ev dekorasyonu malzemeleri buralardan bakılabilir. Bunun için ya scooterla geziyor olacaksın ve rahat rahat istediğin yerde duracaksın ya da arabayla isen şoföre durmasını rica edeceksin. Durdurmayı göze alamadım açıkçası. Bir de tatillerde alışverişle vakit kaybetmeme gibi bir düsturum var. Zaman açısından müsaitsen ve alışverişi de seviyorsan merkez bölgelerde basmakalıp hediyelik eşyacılar dışında kalan daha kaliteli mağazaları da tercih edebilirsin tabii. Bali'de özellikle kadınlar için çok hoş elbiseler bulmak mümkün. Onları denemek benim için uzun iş. O yüzden yeltenmedim. Hatıra birkaç eşya, yerel içkiler, belki yerel yiyecekler almak daha hoşuma gidiyor. Bir de her yerden şal ya da fular alıyorum. Çok kullanırım. Bali'de ucuzdan pahalıya şaldan bol bir şey yok.


    Velhasılıkelam klasik herhangi bir Bali seyahat yazısında olduğu gibi "Aman da ne tatlıydı Bali insanı" diyemeyeceğim. Yarısı turisti seviyorsa, yarısı mecbur katlanıyor gibi geldi. Bir gün plajdaki bir satıcıya "No, thank you" dediğimde sesini incelterek "Yes, thank you" dedi, taklidimi yaptı:) Bunun gibi bir-iki örnek daha var. Fakat hizmet sektöründekiler son derece güler yüzlüler, çalışkanlar ve misafirleri mutlu etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Örneğin kaldığımız her iki otelin çalışanları böyleydi. Sabah gülen yüzleriyle karşılaşmak güzeldi. Ubud'da ilk gece çok geç gidip hemen uyuduğumuz için, ertesi günü görevli çocuğa "Odayı temizlemene gerek yok" dedim. Ben zaten derli toplu bıraktığım için her gün girilsin istemiyorum. Ama burada çocukcağıza bunu söyleyince bir ağlamadığı kaldı. "Niye ki?" dedi üzgün üzgün. "Zaten geç geldik, temiz yani" dedim. Hâlâ üzgün bakıyor. "Tamam temizle o zaman" dedim. Ne diyeyim? :) Orhun da aynı şeyi söylemiş, ona da aynı tepkiyi vermiş çocukcağız. Aslında huylarını anladım ama meraktan diğer otelde de aynı şeyi yaptım. Yine aynı tepkiyi aldım:) Peki dedim, bir daha da işlerine karışmadım.

    Otel demişken... Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi Bali Adası'nda bir tatil, uçak biletini hallettikten sonra çok uyguna geliyor. Uygun fiyata tertemiz otellerde kalıp çok iyi hizmet alabiliyorsun. Ubud'da kaldığımız otelin -ilk yazıdaki ufak bir avlu görünümü hariç- fotoğrafını çekmeyi unuttum. Kendisi küçüktü fakat odaları çok genişti. Tertemizdi. İki odaya 3 gece, 3 kişi, kahvaltı dahil 500 lira ödedik ki bizim ülkemizde bu şartlarda bir otelde bu çok zor olur. Diğer otel de yine iki kocaman oda, kahvaltı dahil, 4 gece 
3 kişi 1200 liraydı. 

    Denize daha yakın bir yer ayarlayabilirmişim ama otelin yeşillikler içindeki konumu çok iyiydi. Sakinliği, sessizliği bize çok iyi geldi. Kahvaltıyı uyandığını anlayınca odaya getiriyorlar ancak biz üst kattaki terasta, kuş seslerini dinleyerek, yemyeşil bir pirinç tarlası manzarasına karşı yemeyi tercih ettik. Çok erken saatte uyandığım için bizimkileri ve hâttâ çalışanları beklerken, huzur veren sessizliğin içinde aynı manzaraya karşı kitabımı okudum sabahları.


   

Minik otelimizin minik köpeği
    Bali'den Türkiye'ye dönüşü, o sıra uçaklar dolu olduğu için başkent Cakarta'dan gerçekleştirdik. Ancak oraya dair anlatacağım bir şey yok çünkü vakit geçirmedik. Dikkatimi çeken yine hava alanı çevresindeki taksici kalabalığı oldu:) Yalnız Cakarta hakkında şunu söyleyebilirim, öğrenince bana da ilginç gelmişti, başkenti başka bir yere taşımaya başlamışlar. Cakarta bataklık alan üzerine kurulduğundan, yavaş yavaş sulara gömüldüğü için Borneo Adası'ndaki Doğu Kalimantan'a geçiliyormuş. 


    Bali tatili her anlamda öyle dolu dolu geçti ve her anıyla öyle mutluluk verdi ki ne kadar anlatsam az. Algılarımı zorlayan, dikkatimi çok başka yönlere çeken bir seyahatti. Yazdıkça aklıma farklı şeyler geliyor. Mesela, Endonezya televizyonundaki makyaj malzemesi reklamları ilgimi çekmişti. Ünlü markaların reklamlarında tesettürlü oyuncular rol alıyordu. Bizde böyle bir şey dindar olsun olmasın, her iki kesim tarafından da hoş karşılanmaz. Oyuncuların makyajı hafifti ancak bunlar yine de bildiğimiz makyaj malzemelerinin reklamlarıydı. Bizim televizyondakilerle birebir aynı. Sadece oyuncu tesettürlü. Aynı dinin her bölgede aynı yaşanmadığına iyi bir örnek. Ubud'da kaldığımız otelin sahibiyle sohbet ederken "Benim dedemin ruhu bu sefer kızımla dünyaya geldi. Bunu bize rahip söyledi" demesi de ilginçti mesela. Hinduizm'deki reenkarnasyon inanışını biliyorduk tabii ama inanan birinden bunu duymak çok enteresandı. Şaşkınlık göstermek, saçma sapan sorular sormak nezakete sığmaz. Kafa sallayarak dinledik. Çoğunluğu Müslüman ülkede, çoğunluğu Hindular'dan oluşan bir ada zaten başlı başına ilginçti. 

Böyle böyle bir çok konuyu her iki yazıda anlatmadan duramadım. Bu yazıya ulaşıp ilkini okumayan varsa, alt kısıma linki ekleyeceğim ki isterse onu da okusun. Ayrı bölgeleri anlatsa da her iki yazı beraberce benim gözümden Bali manzarası çiziyor. Oradayken herhangi bir yerliye teşekkür edeceğim zaman, tıpkı onlar gibi iki avucumu yüzümün altına doğru birleştirip eğilerek "Suksma", yani "Teşekkür ederim" diyordum. Doğrusu bu teşekkür şeklini çok sevmiştim. Kimisi aynı şekilde karşılık veriyordu, kimisi "Suksma dedi" diye gülüyordu. Hoşlarına gidiyordu yani. Bali'de ailecek geçirdiğimiz her andan mutluyum. Düşündüm, gözledim, bana çok şey kattı. O yüzden şimdi tüm kalbimle şöyle söylüyorum: "SUKSMA BALİ!"



İlgili Yazı: BALİ'DE İLK DURAK... UBUD...






9 Ekim 2019 Çarşamba

Deneme...

   
    Sevgili arkadaşlarım, bu yazıyı okuma listenizde görüyorsanız bana bir seslenir misiniz? :)
Link adını  ve başlığı değiştirince bir şeyler oldu. Görünüp görünmediğinden emin değilim. 
Şimdiden teşekkür ediyorum.