25 Ocak 2022 Salı

BİR RESSAM - BİR RESİM (36)

   JEAN AUGUSTE DOMINIQUE INGRES (1780-1867) - TÜRK HAMAMI

    Bu kez seçimi resmin ve sanatçının hikâyesinden çok, onu bir süre koleksiyonunda tutmuş olan ilginç kişiden, Halil Şerif Paşa'dan bahsetmek için yaptım. Jean Auguste Dominique Ingres, yazının görselini oluşturan "Türk Hamamı"nı bir Osmanlı paşası olan Halil Şerif Paşa için imzalamış. Halil Şerif Paşa, Mısırlı hidiv ailesinden gelen, Osmanlı'da çeşitli diplomatik görevlerde bulunmuş, bakanlık yapmış önemli bir isim. Görevi gereği Kahire'de, Paris'te, Atina'da, St. Petersburg'da, Viyana'da yaşamış. Her gittiği ülkede şaşaalı hayatıyla kendinden söz ettirmeyi bilmiş. Ama en çok 1864-1868 yılları arasındaki Paris dönemi ilgi çekmiş. 1864'te St.Petersburg'da büyükelçi iken babasını kaybedip büyük bir servete konunca görevinden istifa etmiş ve öğrenciliğini yaşadığı, 
iyi tanıdığı, sevdiği, özlediği Paris'e geçmiş. Umarsızca harcamış parasını. Paris sosyetesini muhteşem evinde gerçekleşen toplantılarda ağırlamış; atlara, kumara, kadınlara servet dökmüş. Fransız gazetelerinde her gün haberi yapılırmış. "Bulvardaki Türk" denmiş ona. Bunlar işin magazinsel tarafı. Bizi ilgilendiren asıl konu parasının önemli bir kısmını sanata yatırmış olması. Paris'te bulunduğu sırada önemli bir resim koleksiyonu oluşturmuş 
Halil Şerif Paşa. Bu yönüyle de dikkat çekmiş. Onun hakkında başarılı bir biyografi yazmış olan Michele Haddad kitabında şöyle diyor: 
    "Boğaziçi sahillerinden kopup gelmiş birinin yalnızca ağzının tadını bilen, hoş sohbet bir beyefendi değil, aynı zamanda bir sanatsever ve akıllı bir koleksiyoncu olduğunun da anlaşılması, Parislileri hem şaşırtacak, hem de büyüleyecekti." 
    "Akıllı bir koleksiyoncu" tanımı önemli. İyi bir resim koleksiyonu rastgele parçalardan oluşmaz. Kendi içinde bir tutarlılık taşımalıdır. Belli bir sanatçıya, belli bir döneme, üsluba ya da konuya ait eserler toplanabilir. Gruplar arasında bağlantı olabilir. Zamanla kazanacağı maddi değer hesaplanabilir vs.vs. Pek çok ayrıntı barındıran incelikli bir iş. Kişi bilgi birikimiyle kendine bir koleksiyon oluşturabilir ya da bu konuda yardım alabilir. Sanırım Halil Paşa'da ikisi de mevcut. Paris'te hem çeşitli sanatçılarla tanışıklığı vardı ve böylece eserleri birinci elden görebiliyordu hem de sanat tacirleriyle bağlantılıydı. En çok modern resme ilgi duyuyordu. Koleksiyonunda eski eserlerden ziyade 19.yy. Fransız ressamlarının çok sayıda eseri mevcuttu ki bu da bir "Doğulu" olduğu halde onun vizyonuna şaşılmasına sebep oluyordu. Malûm yeniliğe her zaman önce itiraz edilirdi. Halil Şerif Paşa Paris'teki dört yıllık sivil hayatı sona erdiğinde koleksiyonunu açık arttırmayla elden çıkardı. Theophile Gautier imzalı açık arttırma sunumunda şu sözler yer alıyordu:
    "Bu koleksiyon pek öyle kalabalık değil- en fazla yüz tablo!- ama seçkin bir koleksiyon. Resimlerle dolu bu mücevher kutusunda ne sahte taşlar var, ne de sahte inciler. Her sanatçı, en saf elmaslarından biriyle temsil ediliyor. Bir Müslüman çocuğunun oluşturduğu ilk resim koleksiyonu sayılması gereken bu nadir koleksiyonun sahibine, şaşmaz bir beğeni, kusursuz bir sezme yeteneği, içten bir güzellik tutkusu yol göstermiş. Eski başyapıtlara duyulan saygı, burada, modern başyapıtlara duyulan sevgiyle birleşmiş; geçmişe taparcasına saygı duyulması, günümüze duyulan hayranlığa en küçük bir zarar vermemiş."
   Evet, 1868 yılında tekrar devlet görevlerinde bulunmak üzere İstanbul'a dönerken koleksiyonu satışa çıkarmış Halil Şerif Paşa. Bu da onun parasını tükettiği söylentisine yol açmış. Ancak sonraki hayatında maddi sıkıntı yaşamaması, Paris'teki kadar ışıltılı olmasa da yine refah içinde bulunması bu söylentilerin doğruluğuna kuşku düşürmekte. 
    Halil Şerif Paşa'nın koleksiyonunda erotik tablolar da yer almaktadır. Bunlardan en sansasyonel olanı 
Gustave Courbet tarafından yapılan, koleksiyon sahibi tarafından bizzat ısmarlanmış "Hayatın Kaynağı"dır ki (L'Origine du Monde) 129 yıl saklı kaldıktan sonra ancak 1995 yılında gözler önüne çıkarılmıştır. Biliyorum yazının konusu "Hayatın Kaynağı" değil. Halil Şerif Paşa'nın kendi zamanı açısından değerlendirildiğinde bize farklı gelen kişiliği ve koleksiyonu hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için bir ipucu attım ortaya. İlgilisine Enis Batur'un bu resim hakkında yazdığı "Elma" isimli, bir dönem yasaklanmış olan kitabını da tavsiye ederim. Konuyu şuraya bağlayacağım: Yazının görselini oluşturan "Türk Hamamı" da koleksiyondaki erotik statüsündeki eserlerden biridir. "Hayatın Kaynağı" az önce sözünü ettiğim açık arttırmanın listesinde yoktur, 
"Türk Hamamı" satışa çıkanlardandır. Oryantalist bir bakış açısıyla yapılmıştır. Ingres, bu resmi Halil Şerif Paşa için imzaladığında 82 yaşındadır. Sanatçı bu tabloyu İngiltere'nin Osmanlı Büyükelçisi'nin eşi Lady Mary Montagueu'nün İstanbul anılarına dayanarak yapmıştır. Ingres'in oryantalist tabloları vardır ve bunları Doğu'da bulunmadığı halde yapmıştır. Daha önce Oryantalizm'den bahsettiğim (Bir Ressam, Bir Resim 10) bir diğer yazıda şu satırlar yer almaktaydı: 
   " Napolyon'un 1798 tarihli Mısır seferiyle başlayıp 1.Dünya Savaşı'yla sona eren Oryantalizm, sanayileşmenin katılığından bunalan Batı insanının düşsel bulduğu Doğu'ya ve romantizme duyduğu ilgiyle, yeni ulaşım yollarının devreye girmesi sonucu uzak ülkelere yapılan seyahatlerle, Doğu ülkelerinde artan arkeolojik çalışmaların yarattığı etkiyle, uluslararası sergilerin çoğalmasıyla şekillenmiş bir dönemdir. Öncelikle Fransa ve İngiltere kaynaklıdır, zira biliyoruz ki her ikisi de Kuzey Afrika ülkeleri, Mısır ve Hindistan'da sömürgeci durumundadır. Fransa ve İngiltere'nin ardından diğer Avrupa ülkelerinin hattâ Amerika'nın da Oryantalizme kayıtsız kalmamış olduğunu görürüz. Doğu ülkelerinin manzaralarını, Doğulu insanların günlük yaşantılarını kimi zaman abartılı kimi zaman oldukça gerçekçi konu edinen resimler çok sayıda alıcı bulmuş, önemli bir pazar oluşmuştur. Önce gezginlerin, elçilerin söylemlerine dayanarak hayalen yapılan çizimler, sanatçıların da seyahat olanağı bulmasıyla daha gerçekçi bir hâl almıştır."
    İşte Türk Hamamı da Doğu'yu görmeden yapılan, hayâl gücüne dayanan resimlerden biridir. Sanatçı önce kare şeklinde oluşturduğu tabloyu daha sonra tondo haline getirmiştir. Bu da hamama bir anahtar deliğinden bakıldığı izlenimini yaratır. Teknik anlamda gerçekçilikten uzaktır. Figürlerin ebatları birbirleriyle orantısızdır. Perspektif doğruluk yoktur. Kadınların vücut hareketleri anatomik gerçeklik taşımaz. Bunlar sanatçının bilinçli gerçekleştirdiği deformasyonlardır ki Ingres daha önce bir çok çıplak figürde aynı yöntemi kullanmıştır. Ön plandaki enstrüman çalan, sırtı dönük kadın figürünü de sanatçı daha önce farklı kompozisyonlarda defalarca resimlemiştir. Kalabalık içinde her biri diğerinden kesin şekilde ayrılan figürler Ingres'in çizgisel üslubunu, çizgiye verdiği önemi yansıtır. Kadınların içinde bulundukları mekân oldukça sadedir. Duvarların ve tenin soluk renkleri, ara ara göze çarpan kırmızı, mavi, siyah, sarı renkli kumaşlarla hareketlendirilmiştir. Sırtı izleyiciye dönük figür boynuna ve omuzlarına yönelen ışıkla bir parça daha aydınlık olsa da önden arkaya her figür eşit ışık etkisinde boyanmış gibidir. Zamanın kimi eleştirmenlerince yerilen bu orantısız kadın bedenleri, Haddad'a göre çıplağın tasvirini kökünden değiştirmesi nedeniyle önemlidir. Halil Paşa'nın bizzat seçtiği Courbet ve Ingres gerçekten çağın yıkıcı sanatçıları arasındadır. Halil Bey'in yalnızca 100 eserden oluşması nedeniyle küçük sayılan koleksiyonu büyük bir şöhrete sahiptir çünkü erotik resimleriyle ilgi çekmektedir. Yüksek sosyetenin kadınları, o yokken bu tabloları görebilmek amacıyla dairesinin kapısını açtırmanın bir yolunu muhakkak bulurlar.*** 
    İngres'e gelince... Ömrü sanatla geçmiş. Belki birçok ressamın aksine hayattayken tanınmış, takdir edilmiş. Babası heykeltraşmış ve ilk derslerini ondan almış. Müziğe de yatkınlığı varmış ve doğduğu, hayatının ilk dönemini geçirdiği Montauban'da belediye orkestrasında çalışmış. İlerleyen yıllarda Paris'e gelmiş ve neo-klasik ressam Jacques-Louis David'in öğrencisi olmuş. Ingres da neo-klasik ressamlardan biri sayılmakta. Başta Napolyon'unki olmak üzere çok sayıda portre, dönemin modasına uygun oryantalist resimler, mitolojik konulu 
neo-klasik eserler üretmiş. Fransız ressamlar için önemli bir ödül olan Roma bursunu kazanmış, 4 sene Roma'da çalışmış. Ülkesine döndüğünde yeterli ilgiyi göremeyince tekrar Roma'ya gitmiş ve bu sefer kentte uzun süre yaşamış. Orada evlenmiş. Tekrar Fransa'ya döndüğünde artık tanınan bir ressammış, bu kez gördüğü ilgi farklı olmuş, ülkesinde coşkuyla karşılanmış.
    Ingres'la yolu bir noktada kesişen ve bu yazıya ilham olan Halil Şerif Paşa hakkında Fransa'da çokça yazılmış. Türkçe'ye çevrilmiş olanlardan Michele Haddad'ınkini önerebilirim. Ve Enis Batur'un "Elma"sı... Yıllar önce okuduğum, bugün tekrar ilgiyle gözden geçirdiğim bir kitap. En sevdiklerimden. Son sözü de Enis Batur'a bırakayım öyleyse:
    "Halil Şerif Paşa kazısı sürdürülse, siyasal çehresi biraz daha aydınlanabilir belki de: 'Uzak akrabası Şerif Mardin'in saptadığı gibi kendi çıkarlarını Osmalı'nınkinin üstünde tutmuş Mısırlı bir aristokrat mı, Taner Timur'un ileri sürdüğü gibi kumarbazlığı ve sefahatının devlet adamlığını gölgelemiş olduğu biri mi, Jöntürkleri ve Anayasalı Osmanlı Devleti'ni olanca gücüyle desteklemiş bir modern çağ siyasetçisi mi?' Yakın çağ tarihçisinin işini üstlenmeye kalkışacak değilim. 
    Burada, beni mıknatısına çeken, siyasal kimliğinin arkasındaki puslu birey.
    Ulaşabildiğimiz kadarını, onu kaba hatlarıyla yerine oturtmayı, çalakalem portresiyle yetinmeyi seçen Batılı araştırmacılara, yazarlara borçlu olmamız, içinde çırpındığımız çaresizlikten tek bir çare bulup çıkarmamıza yol açıyor: Batılının imgelemindeki Öteki'yi okumayı denemek şu aşamada tek çıkış kapısı."
    
    


 *   Neo-Klasizm ve Jaques-Louis David için bkz: Bir Ressam, Bir Resim (23) 
**  Oryantalizm için bkz: Bir Ressam, Bir Resim (10) 
*** Elma, Enis Batur



18 Ocak 2022 Salı

YILLAR SONRA ULUDAĞ...

     Yeni yıla girmeden, 2021'in son haftasında iki günü Uludağ'da geçirdik. Orhun'un birkaç günlük iznini fırsat bildiğimiz ufak bir aile seyahatiydi. Bu beraberlikleri önemsiyorum çünkü çocuklarımız büyüdükçe onlarla geçirdiğimiz zamanlar azalıyor. Sağlıklısı da bu aslında. Bize düşen, fırsat buldukça sevdiklerimizle paylaşacağımız huzurlu anlar yaratmak, anılar biriktirmek. 
    Uzun zamandır yolumuz Uludağ'a düşmemişti. Orhun küçücüktü en son gittiğimizde. Yani üzerinden yıllar geçmiş. Yine de hatırası dün gibi. Zaman ne çabuk ilerliyor. Zaman ilerliyor, mekânlar ve anılar değişiyor. Çocukken yaşadığım birkaç Uludağ gününden belleğimde pek bir şey kalmamış. Babamın tepedeki bir istasyonu gösterip askerliğini orada yaptığından bahsettiğini hatırlıyorum. Herhalde elektrik-elektronik mezunu bir Bursalı olunca Uludağ'da radyo verici istasyonunda görevlendirilmiş. Kışın o engin beyazlığa baka baka nasıl bunaldığından bahsetmişti. Babam zorluğunu çekmiş, biz ise o beyazlıkta ruhumuzu dinlendirmek için özellikle yollara düşüyoruz. Sadece birkaç günlüğüne tabii. Yaşam içinde maddi manevi her şeyde doz önemli, denge şart. Her şeyin fazlası zarar. Çocukluk bitip kendim çocuk sahibi olunca da çıktım Uludağ'a. O seyahat sakinliğiyle, huzurlu haliyle aklımda. Hâlâ en güzel günlerimizden sayar, konuşuruz. Kayak yapmadık, snowboard yapmadık. Bol bol yürüdük, manzarayı izledik, dağ havasını içimize çektik, otel ortamı güzeldi. Yenilenmiş bir halde dönmüştük İstanbul'a. Orhun hareketli olmasına rağmen söz dinleyen bir çocuktu. Güzel güzel açıklama yapınca ikna olurdu, zorluk çıkarmazdı. Hatırlıyorum da o zaman tatilin iyi geçmesinin sebeplerinden biri onun da keyif almasıydı. Bunu hatırladım çünkü ne kadar romantik görünürse görünsün aslında soğuk ve ıslak tabiatlı karlı ortamda çocuklarla baş etmek kolay değil. Bu Uludağ günlerinde -yıldan yıla artmış kalabalıkta- devamlı anne-baba-çocuk krizlerine şahit olduk. Günde kaç kere, bağıra bağıra ağlayan çocuklarla ve "Bir daha seninle bir yere gidersek", "Yok tamam, demek ki bir daha bunu buraya getirmeyeceğiz", "Yazın Antalya'ya da götürmeyeceğiz seni" gibi anne-baba sözleriyle karşılaştık anlatamam. Çocuk kaymak istiyor, ailesi onun peşinde koşmaktan bir noktada bunalıyor, bazen de çocuk sıkılıp olay çıkarıyor vs. Sanırım belli işlere kalkışırken kendini ve çocuğunu iyi tanıyor olman şart. Artık Orhun genç bir adam. Bu Uludağ seyahatinde kayak yaptı. Olsa iyi olurdu ama bizim bu tip hareketli sporlarla işimiz yok. Ne mutlu ki artık Orhun'un peşinden koşmamıza gerek de yok ama ebeveynlik içgüdüsü kalıcı, gözümüz kayanların içinde hep onu aradı:) Biraz yürüyüş yapıyoruz, sonra otele giriyoruz, çay-kahve içiyoruz, güya kitap okuyoruz ama devamlı camdan dışarısını gözetliyoruz. Sonra hadi yine giyinip kuşanıp dışarı çıkıyoruz. Kahvaltıda, akşam yemeklerinde rahatız. Hep beraber bol bol sohbet ediyoruz.
    Otelimiz Uludağ'ın ilk otellerinden biri olan Fahri Otel'di. Yani yeni değil, her eşyası pırıl pırıl bir otel değil ve tam da bu yüzden güzel. Özellikle seçtim. Birçok sanatçının, gazetecinin, iş insanının anılarında bu otele ve sahibi Fahri Bey'e rastlıyordum, onların konakladığı zamanın çok uzağında olsak da aynı mekânda bulunmak istedim. 
O günlerde tesadüf Mina Urgan'dan "Bir Dinazorun Seyahatleri"ni okuyordum. Henüz bitirmediğim için bu seyahatte de yanımdaydı. Kitapta 60 ve 70'lerin Uludağ ortamından da bahsediyordu yazar. Bunların üzerine otelin taş duvarlarındaki eski fotoğraflarda Mina Urgan'ı da görmek sürpriz oldu, çok hoşuma gitti. İlk otelini dağ yolu üzerinde Kirazlı Yayla'da açmış Fahri Kınav. Fahri'nin Hanı derlermiş. Bugünkü Fahri Otel 1966'da açılmış. 
Hakkı Devrim bir yazısında "Bizim takım için Uludağ günlerinin bir yarısı kar ve tatil demekse, öbür yarısı Fahri'nin dostluğuydu" diyor. Müşteri değil arkadaş sayarmış herkesi. O günlerden yadigâr birçok fotoğraf bir zamanların belgesi gibi otelin duvarlarını süslüyor bugün.

    Fakat dediğim gibi zaman değişiyor, ortam da değişiyor. Bugün Uludağ'da tuhaf bir kalabalık olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İlk gün, henüz gelmişken, ortalık sayılacak yerde, hangi milletten olduğu tahmin edilebilir bir grubun yere yatırdığı bir koçu kurban etmekte olduğunu gördük. Bir tanesi de kenarda bekliyordu. Çok absürd değil mi? İnanması güç. Neye uğradığımı şaşırdım. Daha sonra olaya jandarmanın müdahale ettiğini öğrendik. Kurbanlık koçlardan kaçar gibi uzaklaştığımızda üstünü başını çıkarmış, atletiyle kalmış bir adamın güle oynaya fotoğrafını çektirdiğini görmek de ilginçti. Nasıl desem? Nerede nasıl davranacağını bilmek önemli benim için. Bayağılığın zirve yaptığı bir dönemi yaşıyoruz. Bunu savunanlara karşı ısrarla görgüyü ön plana alan taraftan olmaya devam edeceğim. Neşesiz bir insan değilim. Eğlenelim, gülelim, gezelim, görelim, zaten herkes kafasına göre takılıyor ama dileğim bayağılıktan kaçınılması. Nasıl olacağını bilmesem de... Neyse... Konu derin. Şu var ki ikinci gün daha sakin geçti. Sanırım sebebi o gün havanın daha soğuk ve hafif yağışlı olmasıydı.

    Kış tatili için uygun başka bölgelerimiz de var ancak Uludağ bana göre en romantik olanı. Zira o bizden önce yaşayan insanlar için kutsal kabul edilmiş, öylece tanınmış. Antik Yunan dünyasında Tanrıların yaşadığı düşünülen, Olimpos ismini alan dağlardan biri. Malûm, bir zamanların Antik Yunan sınırları içinde bir tane Olimpos yok. Uludağ, antik Mysia'nın Olimposu. Bu yönüyle efsanelerin hüküm sürdüğü bir dağ. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra ilk din adamlarının inziva bölgesi. Ardından Türkler tarafından Bursa'nın fethi ve terk edilen manastırların bu kez Müslüman dervişlerin ibadet mekânı olması. Türkler "Keşiş Dağı" demişler Uludağ'a. Dağdan Bursa'ya inerken türbelere yönlendiren tabelalara rastlamak mümkün. Bu kutsal dağın eteklerinde kurulan Bursa şehri, yıllar geçmiş, o günlerden bu güne eklemlenen mirasla manevi niteliğini korumuş. Benim de baba tarafından memleketim:) Babam Gemlikli. Gemlik'e gidiyorum ancak Bursa'yı pek sık ziyaret etmiyorum. Bu seyahatte biraz ihmâl ettiğimi anladım. Şu salgın tamamen bitsin de... Korka korka gezmekten bunaldım. Covid19 hayatımıza gireli ufak tefek bir-iki gezi imkânı yarattık. Ancak hiçbirinde eskisi gibi rahat olamadık. Uludağ'da iken Omicron vakaları yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Otel sakindi, tenhaydı fakat yine de huzursuz oldum. Otelde bir ara birkaç çocuk birbirini "Ben Omicron 20'yim, ben Omicron 50'yim" diye kovalayarak oyun oynuyorlardı:) 
Bu tuhaf dönemi yaşamış çocukların ileride bu günleri nasıl anlatacaklarını çok merak ediyorum. 
    Neyse ki omicronu kapmadan döndük Uludağ'dan. Dönüşte Bursa Botanik Park'ın içindeki Bursa İskender'e uğradık. Bursa'nın içindeki o ilk dükkana gidemezdik. Zira önünde genelde kuyruk oluyor ve küçük bir mekân olduğu için şu dönemde sakıncalı. Botanik Park'ın içindeki çok hoşmuş. İsmi İskender Efendi Konağı olarak geçiyor. İskenderin mucidi ailenin 17.yy'daki konağı birebir burada inşa edilmiş. Restoranın içinde tarihi günlük kullanım eşyaları da sergileniyor. Neredeyse küçük bir kent müzesi görünümünde bir restoran burası. Çok keyifli. Daha uzun zaman geçirmek isterdim ancak salgın şartları. İskenderleri bir an önce mideye yollayıp yolumuza devam ettik. Öyle ki şuraya  ekleyecek fotoğrafları çekmek bile aklıma gelmemiş. Pek de bir şey anlatmayan bir tanecik fotoğraf var elimde.
    İlk günün bahsettiğim şaşkınlığını atlattıktan sonra pek bir iyi geldi Uludağ. Kar havasını içime çektim, bembeyaz manzarasını gözlerimle mühürledim, hislerimi kaleme döktüm. Gezi yazısı yazmayı özlemişim.
   




11 Ocak 2022 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (35)

    MİHRİ MÜŞFİK (1886 - 1950) - OTO-PORTRE

    Aklımdan çok ressam geçti ancak bu hafta bir türlü vakit bulup da yeni bir yazı yazamadım. Madem öyle, serinin 35.bölümünü çok sevdiğim Mihri Müşfik'e ayırarak, ona ait eski bir yazımı sonuna bir parça ekleme yaparak tekrar paylaşmak istiyorum. Daha önce bahsetmiş olduğum kadın ressamlarımızın akademik eğitim almalarının yolunu açan önemli bir isim Mihri Müşfik. Zaten bu seri onsuz eksik kalacaktı. Kısacası, vakit bu vakittir!
   Askeri Tıbbiye'nin ünlü hocalarından Dr. Mehmet Rasim Paşa'nın kızı olan Mihri Hanım,1886 yılında İstanbul'da doğar. Batılılaşma hareketleriyle oluşan alafranga yaşamın sürdüğü konaklardan birinin kızı olarak özel hocalardan yabancı dil, resim, edebiyat ve müzik dersleri alır. Ev içindeki alafranga ortamın ve kendi cesur yaradılışının uzantısı olarak Meşrutiyet döneminin özgür, Batılı kadın tipinin temsilcilerinden biri olur. Öyle ki henüz genç kızlık döneminde belki resim eğitimi için, belki de bir gönül ilişkisinden dolayı Roma'ya gider. Roma'dan sonra Paris'e geçen Mihri Hanım, resim eğitimini bu şehirde de sürdürür. Paris'te Montparnasse Bulvarı'nda kiraladığı evini atölye gibi kullanır ve portreler yaparak geçimini sağlar. Geçinmenin bir yolu da evinin odalarını kiraya vermektir. İşte bu sırada kiracısı olan Siyasi Bilimler öğrencisi Müşfik Selami ile evlenir ve "Mihri Müşfik Hanım" olur. Eşiyle birlikte Paris'te sürdürdüğü bohem yaşantı daha sonra Türkiye'de de devam eder. Paris'te tanıştığı maliye Nazırı Cavit Bey'in önerisiyle 1913 yılında İstanbul Darü'l-Muallimatı'na resim öğretmeni olarak atanan Mihri Müşfik, bir yıl sonra devrin eğitim bakanının huzuruna çıkarak kızların da yüksek öğrenim düzeyinde sanat eğitimi alabilmesi gerektiğini belirtir. Böylece 1914 yılı sonbaharında onun önerisiyle İnas Sanayi-i Nefise Mektebi (Kadın Güzel Sanatlar Okulu) açılır. Osman Hamdi Bey tarafından kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, yani bugünün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, bu girişime kadar sadece erkek öğrencileri kabul etmiştir. Bu deli dolu, yerinde duramayan genç kadın, Meşrutiyet döneminin özgürlükçü ortamını çok iyi değerlendirerek, Türk kadınının eğitimi açısından önemi büyük olan bir işe imzasını atmıştır. İnas Sanayi-i Nefise'nin ilk müdürlerinden biri olan Mihri Müşfik, aynı zamanda akademide hocalık da yaparak, daha sonra ressamlığı meslek edinecek olan kadın sanatçılarımızın eğitimine katkıda bulunmuştur. 1919 yılında İtalya'ya gidişine kadar özgür düşünce tarzıyla, pratik zekasıyla İnas Akademisi'nde bambaşka bir hava estirir.
    Yaşamını Türkiye, Roma, Paris ve Amerika'da geçiren sanatçımızın hangi tarihlerde bu ülkelerde olduğu çok net olmamakla birlikte, 1919 yılında İtalya'da bulunduğu kesindir. Bu kaçar gibi gidişin ardında İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yakın dostluğunun olduğu söylenmektedir. Bir yıl sonra geri gelen Mihri Hanım, Akademi'de hocalık yapmaya devam eder. 1922 yılında tekrar İtalya'ya gider. Bu tarihlerden sonraki yaşamı hakkında pek az bilgi mevcuttur. Kesin olan bilgiler, bu sırada eşi Müşfik Selami ile yollarını ayırdığı, İtalyan şair Gabriele d'Annunzio ile beraber olduğu ve onun aracılığıyla Papa'nın bir portresini yapmış olduğudur. Bir ara tekrar Türkiye'ye gelerek Atatürk'ün tam boy portresini yaptığı da bilinmektedir. Yaşamının çoğunu yurt dışında geçiren sanatçının ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. II.Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'da yoksulluk içinde hayata veda eder ve kimsesizler mezarlığına gömülür. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e geçiş aşamasında ülkemizde özgür kadın tipinin temsilcilerinden biri olan, sanat eğitimi görmek isteyen Türk kızları için akademik eğitim olanağı sağlayan Mihri Müşfik Hanım'ın yurt dışında yokluk içinde hayata veda etmiş olması üzücüdür. Fırtınalı hayatı içerisinde resim sanatı her zaman önemini korumuştur. Ancak onca çalışmasına rağmen eline hiçbir şeyin geçmediğinden yakınan sanatçı, bir tanıdığına yazdığı mektubunda "Senelerce çalıştım. Ne başardım? Hiç. Sağlığımdan oldum. Parasızım" diyerek sıkıntılarını belli eder. Ona göre ressamlık fedakarlık isteyen zor bir meslektir. 
    İlk resim eğitimini Fausto Zonaro'dan alan Mihri Hanım, güçlü desen anlayışına dayalı, titiz bir gözlem sonucu oluşturulmuş eserler üretmiştir. Çalışmaları arasında daha fazla yer tutan portrelerinde modelinin fiziksel özelliklerinin yanı sıra, iç dünyasını da başarıyla yansıttığı görülür. Bu yazının görselini oluşturan resim, 
1920 tarihli bir oto-portredir. Bir aile dostlarına "Sevgili Vecih'ciğime İstanbul Hatırası" cümlesiyle imzalanmıştır. Sanatçı kendisini açık ve güneşli bir mekânda betimlemiştir. Arka planda ağaç grupları olduğu düşünülen görünüm, yatay ve dikey düz fırça sürüşleriyle belirlenmiştir. Başlığın formu arka plan içinde erimiş ve ince ferace altındaki yüzün üst kısmı gölgeler içinde kalmışsa da figürün genç ve güzel bir kadın olduğu görünmektedir. Evet yüzünde peçe vardır ancak kendine güvenen ve alafranga yaşam tarzını benimsemiş bir kadın olduğu bellidir. Bu özellik Mihri Hanım'ın diğer kadın portrelerinde de göze çarpar. Kağıt üzerine sulu boya tekniğiyle yapılmış olan bu resim, oldukça küçük boyutlu olmasına rağmen ayrıntıların belirginliğiyle dikkat çeker. Özellikle figürün yüzü -ince bir tül altında olduğu hâlde- açıkça seçilir. Koyu renkli giysiyle zeminin boyanmadan bırakılmış hâli kontrast yaratarak denge oluşturur. Resmin genelinde ağırbaşlı renkler kullanılmıştır. Sanatçı, resmin sol tarafında boş bırakılmış yeri imzasıyla doldurmuştur. Aslında onun en önemli imzası, sanat okumak isteyen kadınlara akademinin yolunu açmasındaki gayretleridir. 

  



9 Ocak 2022 Pazar

2021'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM?

    Son birkaç yıldır gelenek haline getirdiğim yazı nihayet burada. Bir önceki yılda neler okuduğumun listesini yapmaya, uzun uzun yazmaya bayılıyorum. Yıllardır okuduğum her kitap hakkında notlar alırım. Defterlerim vardır, konularını yazarım. Şimdi bu iş için hazır defterler çıktı ama ne de olsa elimizdeki imkânları değerlendirmeye alışmış bir nesildenim:) Ben yine kendi belirlediğim defterlere yazmaya devam. Blogda yeni yılın ilk yazısını kitaplara ayırmaya da devam. Geri dönüp bakmak, notları incelemek, sonra burada anlatıp tekar yorumlamak o kadar keyif veriyor ki bana. Yazmaktan kollarım ağrıyor. İyi ki senede 100 kitap okumuyorum:) Şaka bir yana, geçen sene listeyi yazıp Twitter'da paylaştığımın üzerinden birkaç saat geçtiğinde takipçi bir arkadaş kendi sayfasında "Yılda 100 kitap okumayanları okumuş saymıyorum" şeklinde bir tweet atmıştı:) Merak edilmesin, buradan bir arkadaşım değil. Lâfın gelişi öyle yazdım zaten, arkadaş bile değil aslında. Zamanında kitap konulu bir tweet atmıştım, o da altına bir şey yazıp beni takibe almıştı. Ben de ayıp olmasın diye onu takibe aldım. Twitter'da epeyi faal. Yani o tweeti benim blog paylaşımım üzerine attığına eminim, görmemesine imkân yok. Bazen oluyor, burada söylenemeyen şey Twitter'da dile getiriliyor:) Bir acayip işler! Her neyse... Yine lâfı uzattım. Listemde hayâl edilen sayılar yok. Ama her birinden çok şey öğrendiğim şahane kitaplar var. 
O halde buyurunuz benim dünyama! Keyili okumalar!

    1- ONAYLANMAMIŞ OTOBİYOGRAFİ - JULIAN ASSANGE

    2021 okumalarıma Julian Assange'la başlamıştım. Bu adamı çok ilginç buluyorum. Kitabı okuyunca haklı olduğumu anladım. Bitirdiğimde baya baya Julian Asange taraftarıydım. Assange otobiyografiyi yazmış, fakat yayınlamaktan vazgeçmiş.  Anlaşmayı çoktan yaptığı için yayınevi kitabı çıkarmak istemiş ve ismi bu nedenle "Onaylanmamış Otobiyografi" olmuş.
    Biliyorsunuz Assange, Wikileaks'in kurucusu. Bilgisayar programcısı ve hacker. Fizik okumuş bir dahi. Çok ama çok zeki. Tam bir kitap kurdu. Avustralyalı. Sanatçı, gezgin ve aktivist bir anne-babanın çocuğu. Babası onları küçükken terk ettiğinde annesi ile birlikte tam bir göçebe hayatı sürüyorlar. İlk çocukluğunu geçirdiği Mıknatıs Adası için şunları söylüyor:
    "Burası özgürlüğün egemenliğinde, bin kadar sakini için güzelim bir cennetti; başka hiç bir yere uyum sağlayamayan insanların yaşamak için geldiği bir yer. Unutulmuş bir hippi cumhuriyetiydi belki de." 
    Yani Assange'ın gerçekleri ortaya çıkarma dürtüsünde, otoriteye boyun eğmeyi sevmeyişinde, hak ve adalet kavramlarına takıntı derecesinde bağlı olmasında zekâsının yanı sıra genlerinin ve yetişme tarzının etkisi büyük. Genç yaşından itibaren otoritenin gizli saklı işlerini açığa çıkarmayı amaç edinmiş. Wikileaks'i ve başına gelenleri duymayan yoktur. Kitapta tüm bu süreç yer alıyor. Okumayı sevdiği için yazmayı da beceren biri Assange. Otobiyografisinde kimi zaman edebi bir tat yakaladım. İlgiyle okunduğunu söyleyebilirim. Yıllar sonra ortaya çıkan ve aradaki kayıp zamanı kapatmak istercesine oğlunu mahkumiyeti sırasında yılmadan destekleyen babasının evine ilk gidişinde neler hissettiğini şöyle anlatıyor örneğin. Ve bu da beni en çok etkileyen satırlar oluyor:
    "Ve orada tuhaf bir deneyim yaşadım. Akşam, evde dolanırken kitaplığına bakınıyordum. Bunu yaparken birden öfkeye kapıldığımı hissettim çünkü birbiri ardına raflara baktıkça, kendi satın alıp okuduğum kitapları görüyordum. Ansızın anladım ki en alt basamaktan başlamış ve kendimi bir sürü deneme yanılmalarla ve acılarla inşa etmiştim. Oysa bütün bu süre boyunca onu tanıyor olsaydım, bu kitapları gidip raftan alabilirdim."

    2- GURUR VE ÖNYARGI - JANE AUSTEN

    Ya da "Aşk ve Gurur":) Benim okuduğum İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Gurur ve Önyargı" isimli basımdı. Bu kitabı daha önce tabii ki okumuştum. Ancak o zaman çocuk yaşlardaydım. Bir arkadaşım elindeki iki kitaptan birini isteyip istemediğimi sorunca seve seve kabul ettim. Zira ara ara yıllar önce okuduğum klasiklere yeniden dönmek istiyorum. Alınan lezzet kesinlikle çok farklı oluyor. İlk okuyuşunu hatırlamak da keyif veriyor. 
    Gurur ve Önyargı'yı anlatmama gerek yok sanırım. Elizabeth Bennet ve Fitzwilliam Darcy arasındaki ilişki etrafında şekillen bir İngiliz dönem romanı olduğunu herkes bilir. Kimilerince sadece bir aşk romanı olarak okunup geçilse de zamanın sosyal yaşamı üzerine, karakterler üzerine düşünülesi bir yönü var. Ki bunun için Deniz Yüce Başarır'ın "Ben Okurum" podcast serisindeki bölümü tavsiye ederim. Gurur ve Önyargı üzerine Aslı Perker'le gerçekleştirdikleri enfes bir söyleşi. Spotify'da mevcut. Bence bu bölümü dinleyince kitabı bir daha okumak isteyeceksiniz.

    3- ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ - TOM STANDAGE

    Yılın en keyifli kitaplarından. Bira, şarap, damıtılmış içkiler, kahve, çay ve kola üzerinden, bunların icatlarını ve toplumsal etkilerini ön plana alarak şekillenen dünya tarihi anlatımı. İlk alkollü içkinin bira olduğu, yerleşik düzene geçince üretilen tahılın ıslanmasıyla tadının değiştiğinin anlaşılması ve böylece tesadüfen ortaya çıkışı, biranın ilk zamanlarda sadece besin değeri nedeniyle içilişi, dünyanın en eski tarifinin Sümer tabletlerindeki bira tarifi oluşu, Antik Yunan'da şiirde ve retorikte birbirlerini alt etmeye çalışanların toplandıkları Symposion'larda şarap içildiği ve böylece kendilerini Yunanca konuşmayan diğer halklardan ayırdıkları, Kos Adası'nda bir zamanlar deniz suyu aromalı şarapların yapıldığı, romun bir çeşidi olan grog'un içindeki limon nedeniyle İngiliz denizcileri iskorbüt olmaktan koruduğu ve Trafalgar Savaşı'nın bu nedenle kazanıldığının söylenmesi, zinde tutan kahvenin Aydınlanma Çağı'nın içeceği olduğu, önceleri çiğneyerek tüketilen kahve tanelerinden içecek yapma pratiğinin Yemen'de Sufiler arasında ortaya çıkışı, 17.yüzyıl boyunca Londra'da yüzlerce kahve açılması ve insanların burada toplanıp posta adreslerini bile bu kahveler olarak belirlemesi, Sanayi Devrimi'ni başlatan İngiltere'de Çin kaynaklı çayı ilk kucaklayanların fabrika işçileri oluşu, İngiltere'deki Twining'in 1787'den beri çay satması ve dünyanın en eskisi olarak marka logosunun halâ kullanılması, kolanın ilk zamanlar eczanelerde satılıyor oluşu bilgisi ve daha pek çoğu bu kitapta. Savaşlar, devrimler, ticaret, bilim, sosyal hayat... Toplumları etkileyen her olayda içeceklerin rolü... Okudum, hem öğrendim hem eğlendim.

    4- NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN - JEANETTE WİNTERSON

    Jeanette Winterson, geç tanıştığıma üzüldüğüm, çok sevdiğim bir yazar. Bu kitap onun otobiyografik eserlerinden biri. Evlatlık Jeanette, hayatını ve yetişme koşullarını irdeleyerek, çevresindeki insanları mercek altına yatırarak, doğduğu coğrafyayı ve bu coğrafyanın tarihini de hesaba katarak kendini anlamlandırmaya çalışmış. Samimi bir dille anlatmış her şeyi. Yaşadığı zorlukları dramatize etmeden ortaya koyuşu, onu çok zorlayan üvey annesini ve yıllar sonra bulduğu öz annesini anlamaya çalışması, 16 yaşında evden ayrılıp bin bir zorlukla Oxford'da okuması, Kraliçe'den nişan alan başarılı bir yazar olması, yani olumsuzluklar içinde kaybolmadan kendini var etmesi beni çok ama çok etkiledi. Bu kitapla kendi psikanalizini yapar gibi Jeanette. Hatırlıyor, düşünüyor, anlamlandırmaya çalışıyor. Örneğin parça parça yazıyor oluşunu annesinin bir gün kitaplarını bulup yakmış olmasına bağlıyor. Çünkü o sabah uyandığında avlunun ve ara geçidin her yerinde kâğıt parçaları gördüğünü unutamamış. Yalnızca kıyameti bekleyen anne, evde İncil'den başka bir şey okunmasına izin vermezmiş. Jeanette ise farklı kitaplarla tanıştığından beri onlara tutkun. Gizli gizli okumuş. Yakalanmış.
    "...Yanmış parçacıklardan oluşan yapboz parçacıkları. Kırpıntıların bazılarını topladım. Yazma biçimimin böyle olmasının nedeni de muhtemelen şu: Parçaları, kırpıntıları biriktirmek, sürüp giden bir anlatı tarzından bir türlü emin olamamak. Eliot ne diyor? 'Bu parçacıkları payanda olsun diye enkazın kenarına yığdım!' "
    Doğduğu ve üniversite hayatına başlayana kadar yaşadığı Accrington hakkında da çok hoş bilgiler veriyor yazar. Dediğim gibi, yaşadığı yerin atmosferinin onun üzerindeki etkisini dahi inceliyor. Accrington'ın toprağındaki yoğun kilde demir olduğu için burada üretilen tuğlalar çok sağlammış. New York'taki kırmızı binalar İngiltere'nin bu bölgesinden giden Nori marka tuğlalarla yapılmış. Empire State binasının temelinde de kullanılmış bu tuğlalar. King Kong'un elinde tuttuğu tuğla Nori'ymiş. Accrington ahalisi bununla o kadar gurur duyarmış ki kasabanın sinemasında King Kong'un özel gösterimleri olurmuş. Seviyorum böyle ayrıntıları:)

    5- KASSANDRA - CHRISTA WOLF

   " Kassandra Kompleksi" denen bir durum vardır ki kişinin gelecekteki olumsuz durumları gördüğü ancak buna kimseyi inandıramadığı hissiyatına dair psikolojik bir rahatsızlıktır. Sanırım daha basit şekliyle günlük hayat içerisinde de kullanılmakta. Yani bir şeyin olacağını bilmek ve bunun için muhatabını uyaramamak ya da inandıramak anlamında. Bu sendromun ismi psikolojideki birçok tanım gibi mitolojik hikâyelerden kaynaklanmakta. Antik Yunan mitolojisinde Kassandra, Troya'nın son kralı Priamos ile Hekabe'nin kızı. Rahibe olmak istiyor, geleceği görme yetisine sahip olmak istiyor. Bunu öğrenen Apollo, Kassandra kendisiyle beraber olursa söz konusu yetileri ona vereceğini söylüyor ve anlaşıyorlar. Ancak istediğini elde eden Kassandra, iş Apollo'yla olmaya gelince sözünden cayıyor. Böylece Apollo'nun lanetine uğruyor. Gelecekteki felaketleri görmeye ancak kimseyi buna inandıramamaya mahkûm ediliyor. Üstelik rahibe de olamayacak ve bir kadın olarak sürekli aşağılanacak. İşin en dramatik kısmı Troya Savaşı'nın sonunu, ailesinin mahvını görmesi ancak uyarılarına rağmen kimseyi savaştan döndürememesiyle şekilleniyor. Romanda tüm olan biteni Kassandra'dan dinliyoruz. Ataerkilliğin yıkıcı yönlerine göndermelerin olduğu bir kitap. Yer yer sert, yer yer şiirsel bir anlatım. Efsaneler üzerinden insanı okuma eylemi. 

    6- BUDALA - ELİF BATUMAN 
    Keşke Elif Batuman daha çok kitap yazsa. Ecinniler'e bayılmıştım, Budala'yı da hayranlıkla okudum. Budala'nın, 2018 Pulitzer Ödülleri "Kurgu" dalında finalist olduğunu belirtmeliyim. 
    Harvard Üniversitesi'nde okumaya başlayan Selin'in büyüme hikâyesi bu. Yer yer otobiyografik özellikler taşıyor. Selin de Elif Batuman gibi Amerika doğumlu bir Türk. Kitap 90'lı yılları anlatıyor. Harvard ortamı, farklı kültürden öğrenciler, oda arkadaşı Sırp Svetlana, Selin'in yakınlaşmaya çekindiği Macar Ivan, yaz tatilinde Macaristan köylerinde gerçekleşen öğrenci etkinliği, ardından bir süre Türkiye günleri ve bu sırada kuzenler üzerinden Harvard öğrencileriyle Türk öğrencileri karşılaştırma imkânı vb. Ayrıca bol bol bilgi... Eee malûm Harvard Üniversitesi'ndeyiz. Herkes fikir üretmekle, öğrenmekle, gelişmekle meşgûl. Kitabı okurken Selin'in hayatına dahil olup bir yandan da ilk kez karşılaştığın konuları ya da hatırlamak istediklerini araştıra araştıra ilerliyorsun. Dolu dolu bir roman anlayacağınız. Daha önce okumayanlar için yazarın "Ecinniler" kitabını da öneririm. 
    Budala'dan tadımlık bir bölüm ekleyeyim. Svetlana ile tanışmalarına dair:
    "...Numarasını elime yazdım, o benimkini ajandasına yazdı. Şimdiden arkadaşlığımızdaki daha düşüncesiz kişi bendim -gelenekleri ve kişisel güvenliği daha az önemseyen, her durumu sanki ilk defa ortaya çıkmışçasına en baştan değerlendiren kişi. Svetlana ise kurallara ve sisteme katkıda bulunan, şeyleri belirlenmiş yerlere yazan, kendini insanlık tarihi ve insan sorumluluklarının mirasçısı olarak gören kişiydi. Şimdiden hangimizin bir şeyleri yapma yönteminin daha iyi olduğunu görmek için karşılaştırma yapıyorduk. Fakat bu bir rekabetten ziyade bir deneydi; çünkü ikimiz de farklı davranamazdık ve ikimiz de birbirimizi acıma hissinden farksız bir hayranlıkla inceliyorduk."

    7- KIŞ UYKUSU - GOLI TARAGHI
    Daha önce İranlı bir yazarın kitabını okumadığım için almak ve tanışmak istedim. Ne düşüneceğimi bilemediğim bir eser oldu bu. Şiirsel bir anlatım. Gerçeküstü bir atmosfer, gerçeküstü insanlar. Bir grup arkadaş. Birbirlerine çok bağlılar. Enveri Bey ve Mehdevi Bey'in hikâyeleri etkileyici. Celili, Haydari, Haşimi Beyler ve sonradan bu erkek grubuna katılan Talat Hanım, Şirin Hanım... Biraz hüzün, biraz neşe... Etkisini sonradan hissettiren karakterler... Benim için okurken "Bu ne yahu?" deyip de sonra sonra aklıma düşen, karakterlerini unutmayacağım bir roman. Aslında bu bir başarı göstergesi değil midir? Kış Uykusu'nu okuyanlar düşüncelerini paylaşırsa çok memnun olurum.

    8- FATİH ve BELLINI - AHMED REFİK
    Efendim "Bir Ressam, Bir Resim" serisi için faydalandığım bir kitap. Daha önce yazdığım için tekrar etmeyeyim. İlgilisini şu sayfaya beklerim: Gentile Bellini-Fatih Sultan Mehmet 

    9- AMERİKA'DA BİR İYİMSER - ITALO CALVINO
    İtalyan yazar Calvino'nun 1959 Kasım'ıyla 1960 Mayıs ayı arasında Amerika'ya yaptığı seyahate dair bir kitap. Bol bol not almışım. New York'tan, Las Vegas'tan, New Orleans'tan bahsetmiş. Etnik grupların kültürel özelliklerini kaybettiğine değinmiş. Amerikan taşrasını sevmemiş, New York'a bayılmış. New York kadınlarını özgür bulmuş ve yarının dünyasını nitelediklerini belirtmiş. New York'ta meşhur Beatnik mekânı Greenwich Village'da kalmış ve bol bol bu kuşağı anlatmış. Kendini Greenwich Village mensubu saymış ancak bohemlikle uzaktan yakından ilgisi olmadığını eklemeyi unutmamış. Bol bol müze gezmiş. Hoş bir kitap, ilginç izlenimler...

    10- AMERİKA - FRANZ KAFKA
    Arka arkaya Amerika:) Amerika'yı anlatan kitapların ilgimi çektiğini itiraf ediyorum. Amerikan yazarları da severim. Amerika'da yaşayıp ya da sık sık ziyaret edip yine de gömenlerden değilim. Bir eyaletinde bulunma fırsatım oldu. Yaşamak için değil ama tatil için yine olsa yine giderim. Başka bir alem Amerika. Amerika'ya karşı kafalar karışık. 
    Canımız Kafka, 16 yaşındaki Alman Karl Rossman'ın ailesi tarafından yanına bir miktar para verilerek Amerika'ya gönderilme hikâyesini anlatmış. Çünkü Karl, köyünde bir kızı hamile bırakmış. Hâl böyleyken bir gemiye konduğu gibi uzaklaştırlmış yaşadığı yerden. Kaderine terk edilmiş. Sonrası olaylar, olaylar... Başa gelen talihsizlikler, haksızlıklar... Kafkaesk durumlar... Bir ara şişmanlık nedeniyle yerinden kımıldayamayan Brunelda'nın evinde mahkûm olma durumu var ki aman aman! Amerika, Şato ve Dava kitaplarıyla bir üçleme oluşturuyormuş. Bu roman diğer ikisine göre daha umutlu. Karl genç ve akıllı. Bence başaracak:)

    11- ALMA MAHLER VEYA SEVİLME SANATI - FRANCOİSE GIROUD

    2021 listesinin en ilgi çekici kitaplarından biri. Alma Mahler ışıltılı, güçlü bir kadın. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin Oscar Kokoschka'ya ait bölümünde bu kitaptan fazlasıyla faydalanmıştım. Ve çok sevilen bir yazı olmuştu. Tekrar etmek yersiz olacak. Daha önce okumayanları veya hatırlamak isteyenleri şu sayfada beklerim efendim: Oscar Kokoschka-Rüzgârın Gelini 

    12- POLONYA'DA BİR KUŞ VAR - ROMAIN GRAY
    Romain Gary'den yine Fransız direnişçilere ait bir 2.Dünya Savaşı romanı. Savaş nedeniyle ailesiz kalmış iyi eğitimli gençlerin ve çocukların birbirlerine destek olarak, ormanlarda saklanarak partizanlık yapmalarının hikâyesi. 15 yaşındaki Janek'in doktor babası tarafından, onu bir süre idare edecek yiyecekle birlikte ormanda bir sığınağa bırakılmasıyla başlıyor. Anne ve baba için son çare bu. Bari oğulları kurtulsun derdindeler. Baba her gün oğlunu ziyaret ediyor ancak artık gelemediği bir gün oluyor. Böylece ortaya çıkan Janek diğer gençleri buluyor. Her birinin hikâyesi ayrı. Bambaşka bir hayat yaşaması gereken gençlerin, çocukların Almanlar'a karşı direnişle geçen günlerini anlatan hüzünlü bir kitap bu. Çok sevdiğim "Uçurtmalar"a göre biraz daha karamsar.


    13- GÖLGEYE ÖVGÜ - TANİZAKİ

    Geleneksel Japon estetiğine dair usul usul saran, dingin bir kitap. Hem gerçek hem mecazi anlamda ışıltıya yergi, gölgelere övgü. Estetik değerler üzerinden eski-yeni, Doğu-Batı karşılaştırması. Günlük alışkanlıklar ve sıkıntılar içinde sislenen zihnimize farklı bakış açılarıyla yeni yollar açan, zamandan soyutlayan bir anlatı. Ben böyle hissettim. Şöyle bir Japonya'ya götürüp getiriyor:) 

    "Bildiğim kadarıyla kâğıdı Çinliler icat etti; Batı kâğıdı bize kullanımdan fazlasını sunmazken Çin ve Japon kâğıdının dokusu bize bir sıcaklık hissi, sükûnet ve huzur veriyor. Hatta ikisi de beyaz olmasına rağmen Batı kâğıtlarındaki beyazlık ile Japon kâğıtlarındaki beyazlık farklıdır. Batı kâğıdı ışığı yansıtırken bizimki usulca onu kaplasın diye içine çekiyor gibi gözüküyor, tıpkı ilk kar yağışının yüzeyi gibi".


    14- DENİZ VE SARDİNYA ADASI - D.H LAWRENCE
    Sardinya Adası'nı görmeyi o kadar çok istiyorum ki. Arada açıp açıp fotoğraflarına bakarım, orada olduğumu hayâl ederim:) Belki bilirsiniz, en uzun ömürlü insanların yaşadığı yerlerden biridir Sardinya. Konu hakkında Netflix belgeseli "Down To Earth With Zac Efron"un bu adayı anlatan bölümünü tavsiye ederim. Ya da her bölümü tavsiye edebilirim. Hepsi çok iyi.
    Her neyse... Sardinya  hayranı Sezer, meşhur İngiliz yazar D.H Lawrence'ın bu ada hakkındaki kitabını görünce durur mu? Hemen almış, okumuş. Lawrence 1920'lerde İtalya'da yaşamış. Bu sırada Sardinya Adası'na da seyahat etmiş. Kraliçe Arı dediği karısıyla birlikte...

    "Öyleyse nereye? İspanya ya da Sardinya olsun. Evet. Sardinya başka hiçbir yere benzemez. Onun geçmişi, bugünü, milleti yoktur; teklifsizdir. O halde Sardinya olsun. Ne Romalılar, ne Fenikeliler, ne Yunanlar, ne de Araplar bugüne kadar Sardinya'ya boyun eğdirebildiler. O dışarıdadır, medeniyetin dışında, etraflarında dolanıp durur; aynı İspanya'nın Bask bölgesi gibi.
    Önümüzdeki çarşamba; yani üç gün sonra, Palermo'dan iki haftada bir kalkan bir gemi var. Gidelim öyleyse. Sinir bozucu Etna'dan, İyon Denizi'nden, sudaki muhteşem yıldızlardan, tomurcuklanmış badem ağaçlarından, dalları kızarmış meyvelerle ağırlaşmış portakal ağaçlarından; insanı deli eden, çileden çıkaran, çekilmez, hiçbir şeyin doğrusunu bilmeyen ve insanlığını kaybedeli çok olmuş Sicilyalılar'dan uzağa gidelim."

    Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki yıllar olduğu için, konunun sıcaklığıyla İtalyanlar İngiltere'ye kızıyorlar ve bunu belli ediyorlar. "Amerika'nın ve sizin paranız değerli kaldı, bizden istediklerinizi yok pahasına alıyorsunuz. Biz sizden kömür alamıyoruz çünkü çok pahalı. Üstelik savaşı kazananlardanız" deyip duruyorlar. Lawrence dayanamıyor ve beni güldüren şu satırları yazıyor:
    "Buna alıştım, hatta bıkkınlık vermeye başladı. Durumun tersine dönüşü kafama kakılmadan bir adım bile yürüyemez oldum. Bu ateşli kincilik karşısında kan beynime sıçrıyor. Onları temin ederim ki İtalya'da ne alırsam parasını veriyorum. Ayrıca ben İngiltere ya da ayaklı Britanya adaları değilim ki!" 

    15- MÜZİK UĞRUNA - KETIL BJORNSTAD
    Cismen hacimli, içerik açısından hafif bir roman. Kuzey edebiyatı olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Hayatına o 15 yaşındayken girdiğimiz Aksel ve müzisyen arkadaşları sayesinde Norveç'in sokaklarına, operaya, üniversiteye epeyi bir aşina oluyoruz. Aksel'in hikâyesi biraz hüzünlü. Annesi gözlerinin önünde boğulmuş, ablası ve babasıyla birlikte yaşıyor. O hazin olaydan sonra toparlanamıyorlar. Babanın sıkıntısı ayrı, abla ayrı bir dünyada. Yorucu olsa da Aksel'in müzik sayesinde hayata tutunduğunu görüyoruz. Piyano çalıyor. Hayatına müzisyen olarak yön vermek istiyor. Kendisi gibi piyanist olan kız arkadaşının hikâyesi de hüzünlü. Okuyacak olanlar için bu ilişki hakkında açık vermemem gerekir. Kısaca, gençlik dizisi tadında ilerleyen bir roman olduğunu söyleyebilirim.

    16- 29 NUMARALI KOLTUĞUN HİKÂYESİ - AMIN MAALOUF

    Çok sıkı bir kitap. O kadar severek okudum ki... Hâlbuki bana ne bu zamana kadar Fransız Akademisi'nin 29 numaralı koltuğuna kimlerin oturduğundan değil mi? :) İşte yazarın ustalığı tam bu noktada devreye giriyor. Şahane anlatmış Maalouf. Kendisi de Fransız Akademisi üyesi. 29 numaralı koltuğa seçilmiş. Seçilen kişinin Akademi hakkında çalışma şartı olduğu için aynı koltuğa daha önce oturmuş olan yazarların, şairlerin, kardinallerin, avukatların, düşünürlerin hayatlarını anlatan bir kitap yazmış. Böylece Fransa'nın entelektüel tarihine ışık tutan harika bir eser çıkmış ortaya. Her kitabı gibi bu da ilgiyle okunuyor.
    Kitaptan çok fazla not almışım. Her birini paylaşmam mümkün değil, zira hem epeyi bir sürer, hem de hangisini seçeceğimi bilemiyorum. Fakat nasıl anlatasım var bir bilseniz. Her bir üyenin hayatından ilginç anekdotlar ve dönemin olayları... İlgilisine kesinlikle tavsiye ederim. 

    17- ÜVEY KARDEŞ - LARS SAABYE CHRISTENSEN

    Yine bir Norveç romanı. Birkaç blog arkadaşımın tavsiyesiyle okumaya karar verdim ve ben de onlar gibi çok sevdim. Temelinde Barnum üzerinden ilerleyen, ancak üvey abisi Fred'i, anneleri Vera'yı, baba Arnold Nilsen'i, Vera'nın annesi ve anneannesini de kapsayan; tam dört kuşağın hikâyesini barındıran dolu dolu bir anlatı. Fred'in bitmeyen öfkesi, Arnold'un sırları, ailenin kadınlarının zaman değişse de değişmeyen çilesi ve tüm bunların ortasında sessiz sakin Barnum. Tasasız insanların yaşadığını zannettiğimiz bir başka coğrafyada, aslında hiç değişmeyen insanlık hâlleri... Karakterlerini unutturmayan romanlardan biri Üvey Kardeş.

    18- BİRAND... BİR ÖMÜR ARDINA BAKMADAN - CAN DÜNDAR
    Mehmet Ali Birand biyografisi. Kurt bir gazeteciydi Birand. Başarılı olma hırsını bu kitapta da görmek mümkün. Hırsının arkasında, çok küçük yaşta kaynar su dökülen bacakları nedeniyle çektiği sıkıntı var. Fiziksel durumunun yarattığını düşündüğü dezavantajı, kazanacağı başarılarla dengelemek istemiş. Sabretmeyi öğrenmiş. Her düştüğünde ayağa kalkmayı, tekrar başlamayı bilmiş. Erken yaşta babasını kaybetmiş, maddi sıkıntı da çekmişler ancak çevreleri geniş olduğu için rahatlıkla okuyabilmiş. Bir bacağındaki kısalığın düzelmesi için her şeyi göze almış, genç yaşında İngiltere'de bir hastanede aylarca yatağa bağlı kalmış. Tedavinin masraflarını bir şekilde buluştuğu Vehbi Koç karşılamış. Önce işi düşünen, duyguları arka planda tutan yapısı gazetecilik hayatında faydalı olmuş. Bir ara zimmetine para geçirmekle suçlansa da aklandığını biliyoruz. Ancak bu hep gölgede kalan bir konu. Yalnız edinilmiş malı mülkü yok. Parayı daha iyi yaşamak, iyi yerlerde yemek, iyi giyinmek, medya dünyasında en iyi olmak için gerekli ortamlara girmek ve çok insan tanımak için kullanmış. Medyacılar zaten enteresan insanlar, seversiniz ya da sevmezsiniz Mehmet Ali Birand da bu dünyanın zirvesinde yer almış, kendinden söz ettirmeyi bilmiş bir isim. 
    Ne kadar çok biyografi o kadar çok insanlık hali. Biyografi türü kitapları seviyorum.

    19- VEBA GECELERİ - ORHAN PAMUK

   
   Öncelikle kitabın konusuyla kitabı okuduğum mekânın uyumsuzluğuna ve dolayısıyla bunun fotoğrafa yansımış haline dikkat çekmek isterim. Tatile giderken hafif kitaplar seçilir değil mi? Ben tersini yaptım. Yeni çıkan 
Veba Geceleri'ni bir an önce okumak istemiştim. Salgın zamanı korka korka çıktığımız tatilde vebaya mahkûm Minger adasının hikâyesini okumanın biraz sinir bozucu olduğunu kabul ediyorum:) Olsun, arada bir farklı davranmak iyidir deyip geçelim.
 Orhan Pamuk bu romanda bir ada, bir ülke yaratmış. Bunu öylesine başarıyla yapmış ki Minger Cumhuriyeti'nin gerçekten var olduğuna inanmamak elde değil. Minger'e ince ince siyasi bir tarih yazmış. Osmanlı'ya bağlı, Türkler'in, Rumlar'ın ve yerlilerin bir arada yaşadığı güzel bir ada olan Minger'in veba tehlikesiyle karşılaşmasını, ana kara tarafından yalnız bırakılmasını, için için kaynamasını, karışmasını, istenen ve istenmeyen bir takım olaylar sonucunda bağımsızlığını ilan etmesini bir tarihçi olan anlatıcıdan dinliyoruz. Günümüzde Minger tarihinin kitaplarda nasıl yazdığını da öğreniyoruz. Kitabi bilgiler yaşanan kargaşanın ayrıntılarından uzak tabii. Hep öyle olur. Bu noktada Orhan Pamuk'un "Acaba tarih kitaplarında gerçeklerin ne kadarı mevcut?" sorusunu akla getirme gayretinde olduğunu görüyoruz. Neticede Orhan Pamuk hayali bir ülkeye dört dörtlük bir tarih yazmış. İnce ince hazırlamış. Çok ama çok akıllı bir adam bu. Ve öyle bir şey daha yaptı ki yine kendinden konuşturmayı başardı. Romandaki Kolağası Kâmil karakterinin Atatürk'le kıyaslanmasını sağladı. Aslen Mingerli olan, Abdülhamid'in yeğeni Pakize Sultan ve devlet görevlisi eşinin yanında oluşu nedeniyle, yani olayların kontrolü sırasında adada bulunan ve ayrılamayan Kolağası Kâmil, bir takım olaylar sonrasında, planlarında yokken kahraman haline gelmişti. Ancak devrimle cumhurbaşkanı olması, yeni ülkeyi şekillendirmesi, milliyetçiliği, halkın kalbinde sonsuz sevgi uyandırması, "Minger Mingerliler'indir" gibi sözleri ister istemez bu kıyaslamaya neden oldu. Orhan Pamuk bunun olacağını bal gibi biliyordu. Önce ben de bir huzursuz oldum, kızdım. Fakat kitabı okumaya devam ettikçe, hasbelkader kahraman olan, yer yer karikatürize edilmiş durumlar içinde kalan Kâmil'i Atatürk'le kıyaslamanın hem Atatürk'e, hem zekâma haksızlık olacağını düşündüm. Yani böyle hayali bir roman kahramanını ne benzeyen ne benzemeyen özelliklerle Atatürk'le bir tutmak olacak iş değildi. İşte burada yazar bizimle oynuyordu. "Kâmil'i Atatürk'e benzetiyorsan o senin sorunun? Atatürk Kolağası Kâmil gibi bir lider mi? Bunu ben söylemiyorum, sen söylüyorsun" dese haklıydı. Anlatabiliyor muyum? Aslında Atatürk'ün çakma kahraman Kâmil'le bir benzerliği olamaz. Dediğim gibi Orhan Pamuk çok ama çok akıllı bir insan. Yayınevi Orhan Pamuk adına Kolağası Kâmil karakteriyle Atatürk'ün kastedilmediğine dair bir açıklama yaptı. Yazarın şu sözlerine de yer verildi: "Veba Geceleri'nde imparatorlukların küllerinden kurulan milli devletlerin kahraman kurucularına ve Atatürk'e hiçbir saygısızlık yoktur. Tam tersi, roman bu özgürlükçü ve kahraman önderlere saygı ve hayranlıkla yazılmıştır. Kitabı okuyanların göreceği gibi Kolağası Kâmil halkın sevdiği, her şeyiyle olumlu bir kahramandır". Hayranlık mı? Bak sen! Yahu tamam, Kâmil ülkesini çok seviyor ama aklında olmayan sebepler sonucunda, hattâ aşk yüzünden milli kahraman oldu:) Öyle arada derede bırakan sözler ki bunlar. Kitapta da öyle dokunup dokunup geri çekildiği benzetmeler var ki. Bunların konuşulacağını, hattâ dava edileceğini tahmin etmemesi imkânsız. Bu yüzden, olası üstüne gelmelerde kullanmak üzere kitapta şu satırlara yer verdiğini düşünüyorum: "Eğer büyük komutan olmasaydı, bugün Yunanların, Türkler'in ve belki de İtalyanlar'ın esiri olacaktık". (Minger yerlisi farklı bir halk) "Komutan, Minger'in istiklâlini ve hürriyetini ilan etti ve bizi medeni milletlerin seviyesine çıkardı". Buyur buradan yak. "Ben bunları da söyledim" sözleri bunlar. Ve hani olur da okuyucu bu sefer olumlu olan sözleri Atatürk'e yakıştırırsa, önceki sayfalarda Kâmil'in başa gelişiyle ilgili olumsuz durumları da kabul etmek zorunda olur gibi bir cinlik:) Vallahi kızmıyorum. Atatürk benim kahramanım. Özellikle bir kadın olarak ona minnettarım. Atatürk'e yönelen her kötü söz, yapılan her haksız itham beni üzer, kızdırır. Ancak Orhan Pamuk'a kızmıyorum. Çünkü Kâmil ile Atatürk'ü kastettiğini düşünmüyorum. O sadece bunun illüzyonunu yarattı. Yine hakkında konuşulsun istedi ve konuşuluyor da. Zeki adam. Ben olsam yapmam, bu nedenle kendisini tutmuyorum. İyi bir yazar olduğu halde, Nobel'i almak için kendisinden beklenen sözleri sarf ettiğini de düşünüyorum. Ancak kitaplarını seviyorum, okurum. Her şey bir yana Veba Geceleri'nde "Bakın ben de tarih yazdım! Her yazılan doğru olabilir mi?" göndermesini takdir ettiğimi de belirtmek isterim.

    20- VİŞNENİN CİNSİYETİ - JEANETTE WINTERSON

    Çok farklı, çok hoş bir roman bu. Mekân İngiltere, tarih 1700'ler. Ancak ortam fantastik. Kadın kahramanımız devasa görünümüyle dikkat çekiyor. Güçlü, korkusuz. Köpek dövüştürüyor. Şiddete yatkın. Onun yüreğini ısıtan şey oğlu Jordan. Thames Nehri kıyısında bulduğu, büyüttüğü Jordan. Jordan, hayâl dünyası geniş, hep uzakların, gitmenin, maceranın peşinde bir oğlan. Nitekim gidiyor da. Bir gemiye binip uzaklaşıyor annesinden. Kadın dile dökemese de çok seviyor oğlunu ve onu çok özleyeceğini bilerek, gitmesine, hayallerini gerçekleştirmesine engel olmuyor. Bir annenin, bir oğlunun kafasından geçenleri okuyoruz. Jordan masal gibi şeyler anlatıyor. Kendi dünyasına ait bir balerini arayıp duruyor. Kadın ise hayatına, geçmişine, hislerine davet ediyor bizi. Bütünlük oluşturan ancak ayrı ayrı da okunabilecek metinler halinde ilerliyor kitap. Bir sona bağlanıyor. Şu satırları yazarken tekrar dönüp okumak istedim. O kadar sevdim Jordan ve annesinin hikâyesini. Winterson'ın tarzını seviyorum. Bu kitap "Dans Eden On İki Prenses" masalını değiştirdiği, masallara aykırı şiddetli bir yorum getirdiği bölüm için dahi okunur. 
    Jordan, bildiğiniz gibi Ürdün Nehri'nin İngilizcesi. Thames'de bulduğu oğluna yine bir nehrin ismini vermesi konusunda şunları söylüyor kahramanımız:
    "Akışı olmayan bir su birikintisinin adını vermeliydim ona. O zaman onu elimde tutabilirdim. Ama ona bir ırmağın adını verdim ve sel geldiğinde beni bırakıp gitti." 
    Annesi ve babası üzerine söylediği sözler de çok etkileyici. İstisnaları ayrı tutarım ancak annelik ve babalık davranışları üzerine tespit gibi tespitler:
    "İnsanların benden korktuklarını biliyorum. Ya köpeklerimin havlamalarından ya da boyumun hepsinden uzun olmasından çekiniyorlar. Çocukken bir keresinde babam beni kucağına almaya kalktı, iki bacağı birden kırıldı. O günden sonra bana hiç dokunmadı, köpekleri terbiye etmek için kullandığı kamçının ucuyla dürtüklerdi, o kadar. Ama annem ( ki çok yaşamadı), rüzgârlı havada sokağa çıkamayacak kadar hafif, naif olmasına karşın, beni sırtına vurduğu gibi kilometrelerce taşırdı. Büyücülüğüyle ilgili birtakım dedikodular çıkmıştı ama sevgiden daha güçlü ne olabilir?"

    21- KLARA VE GÜNEŞ - KAZUO ISHIGURO
    Bu romanla Ishıguro geleceğe götürüyor bizi. Hani teknolojinin geldiği nokta doğrultusunda konuşulmaya başlanan bazı konular var ya... İnsanın genetik müdahalelerle geliştirilmesi gibi, ölen sevdiğinden ayrılmamak için onun sanal görünümünü ya da robotunu yapmak gibi rahatsız edici ancak olasılık dahilindeki konular... İşte bu gibi fikirlerden yola çıkarak bir hikâye oluşturmuş yazar. Klara bir YA. Yani Yapay Arkadaş. Ergenlik çağındaki çocukların sağlıklı gelişimi için satın alınan robot arkadaşlardan biri. Josie tarafından seçiliyor. Josie daha iyi okullarda okumak, daha gözde meslekler edinmek için genetik müdahale yapılırken hastalanmış, yorgun bir çocuk. Bir de Rick var. Josie'nin en yakın arkadaşı Rick ailesinin doğallık tarafında olması nedeniyle müdahale edilmemiş bir çocuk. Yani yeni dünyanın insanları ile geleneksel kalanlar bir arada. Klara ise mekanik bir varlık. Enerjisini güneşten alıyor. Tanrı fikrini bilmese de Güneş onun için -okuyucunun değerlendirmesiyle- Tanrı gibi bir şey. Klara Josie'nin iyileşmesi için Güneş'le bir anlaşma yapıyor. Josie iyileşecek mi? Rick, Josie ve Klara'nın hayatları nasıl ilerleyecek? Bunların cevabı kitapta. Çok katmanlı, üzerine düşünülesi bir roman Klara ve Güneş. 

    22- PAULO COELHO/BİR SAVAŞÇININ YAŞAMI - FERNANDO MORAIS
    Paulo Coelho hayranı değilim ama gençlik zamanımdan beri birkaç kitabını okudum. Hayatına dair pek bir fikrim yoktu. Mistik altyapılı romanlar yazdığı için huyunun suyunun hep o yönde olduğunu sanırdım. Değilmiş:) Adam bildiğin satanizmden, bambaşka bir hayattan dönüp bu noktalara gelmiş. İlgimi çeken bir hayat hikâyesi var. Bence asi, farklı, hayâl gücü geniş bir çocuk ve genç iken ailesi tarafından baskı altına alınması, potansiyelinin yanlış yönlendirilmesi onun daha da farklı yollara sapmasına sebep olmuş. Oğullarını defalarca akıl hastanesinde yatıran aileyi suçladım doğrusu. Halâ normal olduğu söylenemez (kime göre, neye göre normal konusu bir yana) ancak kendi gayretiyle kendini bulması, başarılı bir kariyer yaratması takdire şayan. Anladığım kadarıyla seri katil bile olabilirmiş:) Zira çocukluğunda ve gençliğinde düşündüğü, kalkıştığı karanlık işler bu konuda ipucu gibi. Kaç kişinin aklına çocuk denecek kadar genç bir yaşta intihara kalkışıp başaramayınca ölüm meleğini çağırmış bulunduğu ve bunun için kan dökmesi gerektiği fikri gelir de gider koyun keser? Gibi... Bu kitabı ilgiyle okudum anlayacağınız. Ünlü bir yazar olmayı daha çocukken kafasına taktığını, bunun için çok uğraştığını öğrendim. Enteresan tanıtım çalışmaları dahil. Rusya'da en çok okunan yazarmış. Mısır'da hep korsan kitapları satıldığı için kalitenin düşmemesi adına oradan telif hakkı almamaya başlamış. Cimriymiş. Ailesinin durumu iyi olmasına rağmen hiç lüks tüketimde bulunmamış. Takıntıya varan huylara sahipmiş. Bazı kelimeleri negatif enerji verdiği için söylemezmiş ki bunların önemli bir kısmını siyasilerin isimleri oluştururmuş. Onun yanında bu isimler söylenirse üç kere tahtaya vururmuş. Çocukken günlük tutmaya başlamış ve hiç aksatmamış. Kitap da bu sayede rahat yazılmış. Gereksiz ama enteresan bir bilgi: Otomatik vitesi amcası keşfetmiş:) 

    23- AY VE ALTI PENİ - SOMERSET MAUGHAN

    Paul Gauguin'in hayatından esinlenerek yazılmış bir roman. Ressamın hayatı hakkında çok fazla ayrıntı yok aslında. Yazar Maughan boşlukları kafasında çok iyi doldurmuş ve yazıya dökmüş. Gauguin'den bağımsız baktığımızda, sanata tutkun bir ressamın maddi yoksunluk tehlikesine rağmen tutkusundan vazgeçmemesi üzerine, kadın-erkek ilişkileri üzerine, toplumsal normlar üzerine iyi düşünülmüş bir roman. Kitabın anlatıcısı bir yazar. Gauguin olduğu söylenen ressam Charles Strikland'in arkadaşı. Borsacı Charles yolunda giden aile hayatını bırakıp eşini terk edince, yazarımız onunla konuşmakla görevlendiriliyor. Yazar arkadaşı anlıyor ki Charles'ın aklında, gönlünde resimden başka hiçbir şey yok. Çok farklı resimler yapıyor. Bin bir zorlukla yaşadıktan sonra peşinde olan birinden uzaklaşmak için bindiği gemi Tahiti'ye uğradığında, onun yerinin burası olduğunu anlıyor. Hayatının geri kalanını burada geçiriyor. Her zaman olduğu gibi resimleri o öldükten sonra değer kazanıyor. Olay kısaca bu fakat birçok güzel ayrıntı var tabii. 

    24- TANPINAR'IN İZİNDE BEŞ ŞEHİR - ALBERTO MANGUEL
    Arjantinli yazar Alberto Manguel, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın meşhur kitabındaki beş şehrimizi gezmiş, yazmış. Yeni bir kitap bu. Bir miktar siyasi okumaların eşliğinde ilerlemiş. Diplomat babasının Atatürk hayranlığı nedeniyle Türkiye'ye ilgi duyan bir yazar Manguel. Burada pek çok tanıdığı, dostu var. 
    "Şehirler mecazi kimlikler edinirler: Oyunbaz ve çocuk gibi olan şehirler vardır (Sidney, Salzburg, San Francisco), bir babalık (Hamburg, Torino, Madrid) ya da annelik hissi yaratanlar (Venedik, Lima, Krakow)... Kimileri ise hiçbir aşina imaj uyandırmaz (Taipei, Los Angeles, Tokyo). Ankara baba gibi bir şehirdir, ama belli bir otoriter mesafe koyar. Babamın, benim aksime Ankara'da daha rahat edeceğini hissediyorum."
    İstanbul'un da diğer büyük şehirler gibi kalabalık olduğunu ama bu kalabalığın farkının insanların meraklı gözlerinde yattığını söylüyor yazar. Şöyle ekliyor: "...altta yatan açıklanmamış bir eğlenme duygusu, kaygısız bir merak niteliği varmış gibi. Herkes başka birinin ne yaptığına dalmış, herkes görebildiği ve anlayabildiğiyle ilgili." Bu tespite o kadar katılıyorum ki. Bizdeki herkesi inceleme , bir başkasına gözünü dikme durumundan oldum olası şikâyetçiyimdir. Yolda karşıdan gelen insan sana baka baka yaklaşır mesela. Müthiş rahatsız edici. Manguel yumuşak benzetmeler yapmış bu durum için, benimse daha katı fikirlerim var bu konuda. 

    25- BİR KAYIKTA ÜÇ KAFADAR - JEROME K. JEROME

    2021 listesinin en neşeli kitaplarından biri. Okumak için geç kalmış olduklarımdan. Aslında bu bir klasik. Defalarca sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış. 
    1800'lü yıllarda Thames nehri üzerinde, tekneyle gezintiye çıkan üç arkadaşın ve bir köpeğin hikâyesini anlatıyor. Okurken çok güldüm, çok eğlendim. Thames üzerinde olup da bahsettikleri kentleri ve kasabaları internetten inceleye inceleye ilerledim. Onlarla birlikte gezdim. Biraz ciddiyet, biraz mizah şeklinde akıyor roman. Örneğin anlatıcı, Kraliçe 1.Elizabeth'in hanların müdavimi olduğunu, Londra'nın 10 mil civarında uğramadığı han bulmanın zor olduğunu, Sezar'ın da bu civarda ayak basmadık yer bırakmadığını ancak onun bakire kraliçe Bess'ten daha saygın olduğu için hanlarda konaklamaya tenezzül etmediğini söylüyor:)

    26- ON DÖRT YAŞINDAKİ KÜÇÜK DANSÇI - CAMILLE LAURENS
    Edgar Degas'nın "On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı" heykelinin modelliğini yapan Marie Genevieve Van Goethem hakkında, dönemin şartlarına da ışık tutarak ilerleyen bir araştırma kitabı. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin Edgar Degas bölümünde bu kitaptan faydalanmıştım. Tekrar olmaması adına, daha önce okumamış olanlar için yazının linkini şuraya iliştiriyorum: Edgar Degas - Bale Sınıfı 

    27- HAYATIN İKİNCİ YARISI - SERYAL DİNÇER

    Astrolojiye inanır mısınız? Ben inanıyorum. Dünyayı oluşturan elementler insan vücudunda da olduğu için evrenin bir parçası olduğumuzu ve dolayısıyla yer, gök, sular, gezegenler vb. evreni oluşturan her şeyin bizi etkilediğini düşünüyorum. Bunu herhangi birinden dinleyip ikna olmuş değilim, kendimi bildim bileli böyle hissediyorum. Yani son yıllarda ortaya çıkan astroloji furyasından etkilenerek söylemiyorum bunları. Gezegen döngülerinin dünyaya, bireye etkisi olduğuna inanıyorum. Yalnız bu etki sadece burçlar bazında değerlendirilecek, günlük burç yorumlarını okuyarak sonuç çıkarılacak bir durum değil. Fal hiç değil. Olayın bütününe bakma ve yorumlama işi. "Şu tarihte şunlar olacak" gibi bir kesinlik içermez astroloji. Hayatımızın hangi döneminde, hangi alanlarda ne gibi kolaylıklar ya da zorluk riski var, amacımız ne olmalı, hangi yönlerimizi törpülemeliyiz ya da yüceltmeliyiz gibi daha pek çok konu hakkında ipuçları veren bir sistem. Ve herkesin gökyüzü haritası kendine özel. Kafayı takmadan, abartmadan ufak ufak ilgilenmeyi seviyorum. Birkaç astrolog takip ediyorum. Seryal Dinçer de onlardan biri. Onun "Hayatın İkinci Yarısı" isimli kitabı 30'lu yaşların sonundan itibaren yaşanan değişiklikleri astrolojik açıdan bakarak anlamlandırma üzerine kurulu. Ayrıntı verirsem astrolojiye ilgi duymayanlar için sıkıcı olacaktır. O yüzden ben ilgilisine kitabı tavsiye edeyim.
    Yalnız tişörtümün üzerine yerleştirdiğim kitaplı fotoğrafa ne diyorsunuz? Bu sene listede fotoğraf az. Hem Instagram'ı bıraktığım için, hem de salgın nedeniyle evden fazla çıkmadığımızdan. Kafe okumaları az, seyahat az. Evde de ne kadar fotoğraf çekebilirim artık? O kadar büyük bir ev de değil, çekilecek nokta kalmadı:) 
    

    28- BETON BAHÇE - IAN MC EWAN
    Yaşları 4 ile 17 arasında değişen dört kardeş, anneleri ölünce yetimhaneye gitmemek için bir plan yaparlar. Annelerini bodrumdaki bir sandık içine yerleştirip üzerine beton dökerler ve olan biteni kimselere belli etmeden hayata tutunmaya çalışırlar. Gerisi Ian McEwan okurlarının bildiği tarzda ilerler. Hüzünlü, karanlık, gerilimli bir hikâye. 

    29- ADANMIŞLIK - PATTI SMITH
    Yine Patti Smith'in anıları. Yalnız bu kez bir farklılık var. İşin içinde bir öykü de var. Smith bir iş seyahati için Fransa'ya gidecektir. Bu seyahate hazırlanırken, sonrasında yolda ve en sonunda Fransa'da karşılaştığı bir takım ufak tefek olayların ona ilham vermesiyle "Adanmışlık" isimli öykü çıkar ortaya. Yolculuk için internetten bir araştırma yaparken Risttuules isimli bir Eston filmine rastlıyor örneğin. Paris'te otelde dinlenirken televizyondan buz pateni yarışması izliyor. Bu ve bunun gibi rastlantıların algı kırıntıları birleşiyor kafasında, öyküsünün parçası oluyorlar. Tam evden çıkarken uçakta okumak için kütüphaneden çektiği Simone Weil biyografisini uçakta okuyor. Weil'in mezarını bulmak için bir ara Paris'ten Londra'ya geçiyor. Simone Weil de ona ilham oluyor. Kısacası, hem bir seyahatin notlarını okuyoruz, hem de bir yazarın eserini oluştururken nelerden ilham alabiliceğine tanık oluyoruz. Müthiş bir kurgu, enteresan bir fikir. Patti Smith'i boşuna sevmiyoruz. 

    30- UZAK ÜLKE / BİR KIBRIS ÇOCUKLUĞU - TANER BARLAS
    Normalde bilmediğim, sahafta görüp aldığım bir anı kitabı. Kıbrıs'a dair. Taner Baybars kütüphaneci ve şair. Aslında hukuk eğitimi almış ancak edebiyata düşkün. Kıbrıs'tan sonra İngiltere ve Fransa'da yaşamış. Kitapta 1940'lı yılları, 11 yaşına kadar olan çocukluk dönemini anlatıyor. Okul müdürü babasının görev yaptığı Vavilya köyünü ve Minareli Köy'ü dinliyoruz ondan. Yazları Lefkoşa'da, bol akrabalı evlerde geçiriyorlar. Türkiye'den gelen maddi manevi her şey çok kıymetli. Milliyetçilik var ancak Rumlar'la aralarında sorun yok. Kıbrıs'ta üst sınıfta eğitim önemli. Çok kitap okunuyor, iyi okullar hedefleniyor. Bir roman tadında yazmış Taner Barlas. 
Keyifle okudum. Bir şehrin, bir ülkenin geçmiş dönemlerini gerçek hayat hikâyeleriyle öğrenmeyi seviyorum. 

    31- İÇERDEKİ KEDİ - WILLIAM S.BURROUGHS

    Son zamanlarda sayısı gözle görünür şekilde artan kedili kitaplardan biri. Beat kuşağı yazarlarından Burroughus'un kedi sevgisini merak ettim. Tatlı tatlı anlatmış. "Kedilerimle aramdaki ilişki beni ölümcül ve her şeye nüfuz eden bir cehaletten kurtardı" diyor. Kediler yaşlılığında ona iyi arkadaş olmuşlar belli ki. Kitapta değişik bir şey yok aslında. Kedi dostlarının bildik fikirleri ve onlarla yaşadıklarından ibaret tanıdık anekdotlar. Fotoğraftaki arkadaş da Orhun'un iş yerinden:) İsmi Fluffy:)

    32- GURMENİN SON AKŞAM YEMEĞİ - MURIEL BARBERY
    Bir Fransız gurmemiz var. Alanında tek. Eleştirilerinde son derece acımasız, ukalâ, piyasayı yönlendirebilen biri. Bu adam birkaç gün ömrü kaldığını öğreniyor ve hasta yatağında onda izi kalmış olan tadın hangisi olduğunu düşünmeye başlıyor. Kitap bir onun, bir de yakın çevresinin anlatımıyla ilerliyor. Örneğin çocuklarının... Arası iyi değil onlarla. Bu aksi adam hayatındaki en iyi tadı bulmak için geçmişini yokluyor. Annesinin kökleri Rabat'ta olduğu için çocukluğunda her sene gittikleri Fas'ı ve oradaki kebapçıyı anıyor. Bretonya'da kalabalık aile sofrasında yedikleri ızgara sardalyaları hatırlıyor. Büyükbabası sabahları balık haline gidip özenle seçiyor sardalyaları.
    "Et erkeksi ve güçlüdür, balıksa hayret verici ve acımasızdır. Asla teslim alınamayacak olan gizemli bir denizden, bir başka dünyadan gelir".
    Muhteşem bir bahçesi olan teyzesinin domateslerine uzun uzun övgüler düzüyor. Ustasından yediği ve unutamadığı suşiler geliyor aklına. Rafine zevklere sahip amcasının sakin sakin hazırladığı yemeklerin kokusunu hissediyor. Plajdan koşarak geldiğinde yediği ekmeklerin tadını düşünüyor sonra. Rastgele davet edildiği bir masada sohbet eşliğinde yenen yemekler düşüyor aklına. Sabahları mutfağı saran iyi kızarmış kruvasanların kokusunun köpeğinin başına nasıl sindiğini hatırlıyor. Fakat aradığı tat ve koku bunların arasında değil. Acaba nerede? Acaba hangisi? Cevabı kitapta:) 

    33- MEDICI AİLESİ - TIM PARKS
    Üniversite hayatım boyunca Avrupa sanatına dair derslerde adını sık sık duyduğumuz, bol bol andığımız sanat hamisi aile. Floransa'yı Floransa yapan, papalar, krallar çıkaran güçlü Medici Ailesi. Kentte bir turist olarak gezdiğimizde hayran kaldığımız Rönesans eserlerinin yapılmasına vesile olanlar. Tim Parks bu aileyi beş kuşak üzerinden anlatmış. Türkçe'ye çevrildiğini duyar duymaz aldım ve okudum. Öncelikle banker aile olarak bilindikleri için konu sanattan çok ekonomi ve siyaset üzerine yoğunlaşsa da sanat koruyuculuğunun es geçilemeyeceği bir anlatı. O kadar çok not almışım ki. İşin sanatsal kısmını biliyordum ancak bankerliğin de tarihini çözdüm diyebilirim:) Kitap ilginizi çekmiyorsa, ancak aileyi merak ediyorsanız bir dizi önerebilirim. Gerçi ben henüz seyretmedim. "Medici: Masters of Florance" nasıl acaba? iyi gibi duruyor. İzleyen varsa görüş alabilirim. 

    34- SESSİZ EV - ORHAN PAMUK
    Daha önce okumadığım Orhan Pamuk romanlarından biriydi, buna da tik atmış oldum. Yazarın diğer romanlarına göre daha basit bulsam da sevmediğimi söyleyemem. Tarih: 1980. Mekân: Bir sahil kasabası olan Cennethisar. 
Eski bir evde yaşayan babaanne, onu ziyarete gelen torunları, babaannenin günlük işlerini gören cüce Recep ve yeğeninin hikâyeleriyle hatırlatılan birtakım ülke hâlleri. Her dönemin getirisi ve kurbanları ayrı. 

    35- BALIKÇI VE OĞLU - ZÜLFÜ LİVANELİ
    Canım, ciğerim, hümanistim, iyi niyetli müzisyenim, derdi olan yazarım Zülfü Livaneli yine gündemi hatırlatan bir roman yazmış. Mülteci sorununa ama en çok da bu hengâmede yitip giden çocuklara odaklanmak istemiş. 
İyi niyetli insanları anmayı unutmamış. Okuyup da "Edebi yönden zayıf" vs. şeklinde yorum yapanları görüyorum. Adam, dünya meseleleri bari akıcı bir roman olup okunsun, öğrenilsin, kayda geçsin diye yazıyor. Yüksek edebiyat ürünü eserler değiller belki ama kusura bakmayın baştan savma da değiller. Net, sade ve akıcı konuşuyor, konuştuğu gibi de yazıyor. Romanın özündeki konuya odaklanılsın istiyor. Ben bu gözle bakılması gerektiğini düşünüyorum. 
    Balıkçı ve Oğlu, çocuğu olmayan balıkçı Mustafa'nın denizde bir bebek bulması ve onu evine götürmesi, karısı Mesude'yi ikna ederek gizli saklı büyütmeye çalışmalarını anlatıyor. Son derece insanı bir hareket ancak sürdürmesi zor. Devamı kitapta...

    36- GÜLERYÜZLÜ SOHBETLER - MEHMET GÜLERYÜZ
    Ressam Mehmet Güleryüz'ün sanat çevresinden dostlarıyla yaptığı küçük söyleşilerin kitabı. Birkaç isim vermek gerekirse: Abidin Dino, Aziz Nesin, Şakir Eczacıbaşı, Nilüfer Göle, Neş'e Erdok, Buket Uzuner, Ali Ulvi, Avni Arbaş, Behiç Ak... 

    37- TAŞ OLSA ÇATLAR - MARK FREEMAN
    Günümüz insanının kaygılı, endişeli bir hali var ya hani? İşte bu kitap endişelerle, takıntılarla dolu zihnimizi nasıl susturmak gerektiğiyle ilgili birtakım egzersizler sunuyor. Olaya metafizik açıdan yaklaşmaması; uygulanabilir, yoklanabilir teknikler önermesi açısından ilgimi çekti. Kendimi ve başkalarını daha iyi anlamak için okudum. Hepimizin hissettiği, endişe ettiği, ulaşmak istediği şeyler aynı aslında.

    38- MARİFETLER - URSULA K.LE GUIN 

    Ursula K.Le Guin'in eserlerinin bana göre fazla fantastik olduğunu düşünür ve kaçınırdım. Yaz tatilinde, Kaş'ta bir kitapçıda Marifetler'i görünce artık okuma zamanının geldiği hissettim ve aldım. İyi ki almışım. Hiç de benim korktuğum gibi değilmiş. Bu demektir ki yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım. 
    Efendim yine farklı bir alemdeyiz. Dağlılar var, Ovalılar var. Ovalılar, yani kentliler... Dağlılar rekabet halinde klanlara ayrılmışlar. Her klanın ayrı marifeti mevcut. Öyle fazla uçmalı kaçmalı şeyler değil ama etkili özellikler. Çözme yeteneğine, yani baktığı her şeyin içten un ufak olmasına sebep olan bir yeteneğe sahip genç Orrec'le, hayvanları çağırma özelliğine sahip Gry'ın arkadaşlığını (belki de aşkını), aileleriyle olan ilişkilerini, klanlar arasındaki rekabeti okuyoruz. Orrec ve Gry, marifetlerini kullanmak istemiyorlar. Bir gün Ovalılar arasından kaçan ve bir şekilde Orrec'in klanında birkaç gün saklanan bir hırsız, bu iki gencin kafalarının karışmasına sebep oluyor. Ovalı hırsız onları tanımaya, anlamaya çalışırken kendi geldiği yerleri de anlatıyor. Orrec'in annesi de Ovalı'ydı ve oğlu ile Gry'a okuma-yazmayı öğretmişti. Madem akıllı ve eğitimlilerdi, dağlardaki rekabetten hoşlanmıyorlardı, o zaman onları kente inmek için tutan neydi? Devamı diğer iki kitapta imiş. "Sesler" ve "Güçler". İlk fırsatta onları da okumalı.


    39- ALMAN KOLEKSİYONCU - MANUEL BENGUIGUI
    Alman Ludwig resim sanatına tutkun. Yenilerini görmek, daha önce gördüklerini tekrar izlemek için yaşıyor. İlk Dünya savaşına katıldığı gibi ikincisinden de kaçamıyor ve göreve çağrılıyor. Kendisini bir şekilde ERR'ye, yani kültürel nesnelerin Naziler adına el konduğu birime atıyor. Tablolara yakın olmak için yapıyor bunu. Zamanının çoğunu Louvre'da geçiriyor. Deli gözüyle bakılıyor ona, ancak en iyi eserleri belirlemede o kadar usta ki kimse yerini değiştiremiyor. Müzede, Fransa'nın kültürel mirasını korumayı iş edinmiş, gizlice bunun için çalışan genç bir kadınla tanışıyor. Anlıyorlar birbirlerini. Sonrası onlar adına ve korumaya çalıştıkları eserler adına bol heyecan, bol gerilim... İçindeki boşluğu sanatla dolduran, savaştan nefret eden Ludwig'in hüzünlü hikâyesi bu.
    Savaş romanları okuduğumda, filmler izlediğimde, evine kısa süreli izinlerle gelmiş askerlerin günlük hayatlarını bırakıp tekrar cepheye dönmelerine üzülürüm hep. "Nasıl dönebiliyorlar?" diye düşünürüm. Kitapta bunun hakkında kısa bir bölüm var ki beni bir parça aydınlattı.
    "Ve zaman zaman eve dönme fırsatı çıktığında, cephenin gürültüsü, sanki Fransız topçu ateşi gümbürtüyle yandaki odaya düşmüşçesine halâ kulaklarında çınlıyor, bu bir saplantı haline geliyor ve insan şu bitsin, şu ya da bu şekilde sesler kesilsin diye, gerçekten oraya dönmekten başka bir şey düşünmüyor". 
Bir an önce döneyim de şu savaş bitsin artık düşüncesi. Korkunç değil mi?
    
    "Ludwig başka ressamların karakterlerini sıralamada uzun zamandır usta: Memling'in iri ve düz burunlarını, Botticelli'nin bombeli ve hafifçe kıvrık burun kanatlarının altındaki ince uzun burun deliklerini, Dürer'de göz bebeklerinin asimetrik konumunu, Rogier'nin belli belirsiz altı çizilmiş göz kapaklarını, Bellini'nin sıcak renklerini, Piero della Francesca'nın ve Mantegna'nın soluk renklerini, Altdorfer'in yaprak öbeklerini ve Patinir'in manzaralarını..."

    40- DOĞU EKSPRESİ - JOHN DOS PASSOS
    Yazar John Dos Passos'un Doğu'ya yaptığı seyahatin kitabı ve onun ressamlığı hakkında daha önce yazmıştım. Okumak isteyenleri şuraya beklerim: John Dos Passos - Mağara
    Yine de tadımlık bir bölüm ekleyeyim. İstanbul'un hep güzelliklerinden bahsedilecek değil ya, işgâl altındaki İstanbul hakkında şöyle bir gözlemde de bulunmuş Passos:
    "...yukarıda parlak mavi gökyüzü, zihnimde İstanbul, sokaklarda kasılarak yürüyen itilaf inzibatları, Pera Palas'ın tahtakuruları, uzun vize ve pasaport kuyruklarındaki hırpani insanlar, çökmüş, sararmış yüzlerinde gök mavisi gözleriyle Ruslar; her köşe başında kâğıtlar, bebekler, sigaralar, halkalı şekerler, kartpostallar, kuklalar, takılar satan Ruslar; saray yıkıntılarının avlularında hasırlara çökmüş uzun burunlu Ermeniler, İstanbul camilerinin etrafındaki ağaçların altında sessizce oturan Makedonyalı Türkler, Yunan sığınmacılar, Yahudi sığınmacılar, yanmış çarşıların kömüre dönmüş yolları; bir gece geç vakitte, kenetlenmiş ellerini yüzüne bastırıp hıçkırıklara boğulan tek bacaklı adam."
    
    41- PARİS BİR YALNIZLIKTIR - FERİDUN ANDAÇ


    Feridun Andaç'ın mail kutuma düşen "Edebiyat Haberleri" sayfasındaki yazılarını okuyorum. Aşinalığım var yani. Fakat tarzını sevip sevmediğim konusunda hep kararsız kaldım. Bu kararsızlığı belki sonlandırırım fikriyle Paris Bir Yalnızlıktır'ı okudum. Yazarın Paris sevgisini biliyordum, belki henüz gidip görmediğim bu şehir hakkında farklı bilgiler edinirdim. Olmadı. Kararsızlığım devam ediyor. Andaç, Paris'teki yazma serüvenine, kendi içindekilere odaklanmış. Yazacağı kitapların çatısını oluşturmuş. Paris baş rolde değil. Fakat "Kafede oturup yazdım" vurgusu bol. Herhangi biri Paris'in kafelerinden başka bir şeylerden de bahsetse mesela. Neyse... 
Feridun Andaç'ın kitapta yer verdiği, Nazım Hikmet'in Paris dizelerine bırakayım sözü:
    "Hangi şehir şaraba benzer?
     Paris.
     İlk bardağı içersin
     buruktur,
     ikincide dumanı vurur başına, 
     üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın,
     garson, bir şişe daha getir!
     Ve artık nerede olsan, nereye gitsen 
     Paris'in ayyaşısın
     iki gözüm."

    42- ZAMİR - HAKAN GÜNDAY
    Hakan Günday sevgimden defalarca bahsetmiştim. Yeni romanı çıkar çıkmaz okudum."Daha", "Az" ya da "Kinyas ve Kayra" kadar etkilemedi beni. Siyasetin nasıl şekillendiği, tüm dünyada aynı anda neler olup bittiği, neler olabileceği konusunda düşünme imkânı yaratan bir roman olduğunu söyleyebilirim. Aslında Günday'ın kitapları hep öyle ama bunda bir bombardıman var. Tüm görüşlerini biriktirip adeta kusmuş yazar. Bunu romanın kahramanı Zamir üzerinden yapmış. Zamir, doğar doğmaz kendini mülteci kampında bulan ve aynı anda bir patlamada yüzünü kaybeden bir çocuk. Yüzü olmayan haliyle yardım kuruluşlarının yüzü oluyor. Ülke ülke geziyor. Bir noktada kendine biçilen görevi bırakıp Barış Vakfı'nda çalışmaya başlıyor. Amaçları, ne olursa olsun barışı inşa etmek. Bunun için tavizler vermek gerekiyorsa veriliyor. İşler kimi zaman gizli kapaklı yürüyor. Daha çok kişinin ölmesindense örneğin, daha az kişi feda edilerek anlaşma sağlanıyor. Bu sırada dünya üzerinde devam eden şiddete, Zamir'in iç sesine tanık oluyoruz. Hakan Günday tarzında ilerleyen bir roman."Dünya başıma yıkılmış gibi yazdım" diyor Günday. "Ne yazarsan yaz, gerçekten daha şiddetli değil" diyor. "Zamir'in konusu herkesin herkese saldırdığı bir dünya resmi" diyor. Daha ne desin? (Gazete Duvar, 21 Ekim 2021 tarihli röportaj)


    42- BİR DİNAZORUN GEZİLERİ - MİNA URGAN

    Seneler önce Bir Dinazor'un Anıları'nın okumuştum. Tabii ki çok sevmiştim ve faydalanmıştım ancak Geziler bölümünü ihmâl etmişim. Yine bir sahafta görünce okumadığım aklıma geldi ve 2021'in benim için son kitabı bu oldu. Planlamamıştım ama Uludağ gezisi sırasında bitirdim. Uludağ'ın en eski otellerinden Fahri Otel'de konaklamıştık. Otelin duvarlarında yer alan eski fotoğrafları incelerken Mina Urgan'ın da olduğunu gördüm:) 
Zaten yolda onun Uludağ anılarına ait bölümü de okumuştum. Şahane bir tesadüf oldu. Bir Dinazorun Anılarını ve Gezilerini, bu iki kitabı okuyan çoktur. O yüzden ayrıntıya girmeyeyim. Hem yazmaktan yoruldum artık:) 
Bir dönemi anlamak için faydalı ve hoş kitaplar. 
    Mina Urgan'ın seyahatleriyle yılı bitirdiğime göre totem sayabilirim ve 2022 için güzel seyahatler dileyebilirim. Bol bol okuyayım, öğreneyim yine bu sene. Yazının sonuna kadar benimle olan herkese teşekkür ediyorum. 
Keyifli okumalarınız olsun!


    Önceki listeler için bkz:  2020
                                                                   2019
                                                                   2018
                                             2017           
                                             2016