24 Mart 2022 Perşembe

ADALAR'DA ZAMAN...

     İstanbul'da bu sene güzel kar yağdı, tuttu, hepsi iyiydi hoştu fakat biraz sıkmaya başladı sanki. Şu satırları yazarken ara ara pencereye göz atıyorum. Kar mı yağsın, güneş mi parlasın kararsız bir hava görüyorum. Biri diğerine baskın çıkmaya çalışıyor. Ee ne de olsa Mart ayındayız. 3 gün sonra ayın 21'i olacak fakat söylenene göre kar yağışı devam edecek ve bu sene ilkbahara enteresan bir giriş yapacağız. Neyse ki enteresanlıklara alıştık. 
Karlı günleri atlatıp mutlaka bahara da uyum sağlarız. Ortam yumuşamaya başladığında Adalar'a uzanabiliriz örneğin. Ya da iyisi mi "Uzanabilirsiniz" diyeyim. Zira biz birkaç hafta önce güneşli günleri değerlendirip yaptık bunu. Kalabalık yaz aylarına kalmadan güzel güzel gezdik. 

    Bu kez zamanımızın çoğunu Heybeliada'ya ayıracaktık. Ancak Büyükada'yı asla pas geçemezdim. Kadıköy'den atladık vapura, önce Prens Adaları'nın en büyüğünde aldık soluğu. Bir gece orada konaklayıp, ertesi gün erkenden Heybeliada'ya geçtik. 

    Büyükada sokaklarında yürüdük, eski evlerine bir kez daha hayran olduk, açık gökyüzünün keskinleştirdiği İstanbul manzarasını izledik, akşamına rakı-balıkla keyiflendik. Bize kediler eşlik etti her zamanki gibi. Bir de artık kendini insandan sayan, baya baya yürüyüşe çıkan İstanbul martıları. 



    

    Yine Mizzi Köşkü'ne takıldım. Şu köşede görmüş olduğunuz gözlem kulesinden, tıpkı bir zamanlar sahibi olan Lewis Mizzi gibi gökyüzünü izlemek istedim. 

    Her şey iyiydi de elektrikli araçların çokluğu hiç hoşuma gitmedi. Faytonlara, daha doğrusu faytonları çeken atlara yapılan kötü muameleye karşıydım. Karşı olanlar ısrar etti, adalara elektrikli araçlar geldi. Ancak her konuyu abartma eğilimimiz var ve adalar şimdi bu araçlardan geçilmiyor. Biz kış mevsiminde, oldukça tenha bir cuma günü orada olduğumuz halde bu dikkatimi çekiyorsa, yaz kalabalığında nasıl bir ortam olacağını düşünemiyorum. Nitekim otel görevlisi delikanlı da beni doğruladı. "Bu mevsimde araçların sadece yüzde 10'u dışarıda" dedi. Anladığım kadarıyla neredeyse her evde birer, ikişer var bu araçlardan. Dükkanlarınkiler ayrı. Onlar da mal taşımak için büyütebildikleri kadar büyütmüşler. Kimi neredeyse küçük bir kamyonete dönüşmüş. Faytonlara da dikkat etmek zorundaydık ama onlar hiç olmazsa çıngır çıngır sesleriyle kendilerini belli ediyorlardı. Şimdi bilhassa Büyükada sokaklarında tedirgin tedirgin yürüyorsun. Artık güzel fotoğraf çekmek başlı başına bir uğraşı çünkü evlerin önüne park etmiş araçlar çirkin bir görüntü oluşturuyor. 

    "Fayton kötü, elektrikli araç kötü, peki ne yapılabilirdi?" diyenler olacaktır. Bisiklet çoğalabilirdi. Elektrikli araç gelince resmen bisikletliler azalmış. Ada hayatı için bundan daha uygun ve romantik ulaşım aracı düşünemiyorum. Güzel havada yürünür, bisiklet kullanılır. Soğuklarda belediyenin devamlı sefer yapan elektrikli minibüslerine binilir. Bomboş dönüp duruyordu bunlar. Evlerin önünde ise fazla fazla özel araçlar vardı. Anlatabildim mi bilmem? Bu noktada aklıma seyrettiğim bir belgeselin Sardunya Adası bölümü geldi. 90 yaşında bir ada yerlisi her akşamüstü inişli çıkışlı ada yollarında sakin sakin yürüyüşünü yaparak bara gidiyor ve bir kadeh kırmızı şarabını içerek evine geri dönüyordu. Buyurunuz... Sardunya adasının dünya üzerinde en uzun ömürlü insanların yaşadığı yerlerden biri olmasına şaşmamak gerek. Hayattan keyif alma tarzımız farklı. Ve gözümüzün gördüğü yerleri güzelleştirerek, sadeleştirerek huzur bulacağımıza tembellik ve abartıyla birçok değeri önemsizleştirme huyumuz da var. Neyse... Biraz daha tenha ve dolayısıyla rahat olan Heybeliada'yla devam edeyim.

    Nasıl sakin, nasıl güzeldi Heybeliada. Bu adayı en son yıllar önce, genç yaşlarımda görmüş olduğumu anımsadım. Ondan da kayda değer bir şey kalmamıştı hafızamda. Bu kez vakit yettiğince, dikkatlice gezecektim. Önce Heybeliada Ruhban Okulu'nu görmek için Ümit Tepesi'ne çıktık. 

    Şu an eğitimin sürmediği, bu konuda yıllardır tartışma ve görüşme haberlerini okuduğumuz 1844 tarihli okulun bazı bölümlerinin ziyarete açık olduğunu biliyordum. Saat 16.00'ya kadar gidip görebilirdik ancak o günün cumartesi olduğunu hesaba katmamışız. O gün 12.30'da ziyaret bitiyormuş. 15 dakika ile kaçırdık. Üzüldüm tabii. Kuş seslerini dinleyerek ağır ağır yürürken, öğlen güneşinin tadını çıkarmaya çalışırken,saf şehirliler olarak ağaçlara zarar veren tırtılların kozalarını toplayan görevlileri izleyip onlarla sohbet ederken epeyi bir gecikmişiz. Bunu adaya tekrar gelmek için bir bahane sayarak, yine yola düştük. Daha sırada ve aklımda İnönü Müzesi, açık mı kapalı mı olduğunu anlayamadığım Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi ve Heybeli Sahaf vardı. 

    Manzarasının şahane olduğu bizzat adalılar tarafından söylenen Hagios Spyridon, yani Terk-i Dünya Manastırı konusunda ise kararsızdık. Her birine vakit ayırıp ayıramayacağımızdan emin değildik. Ancak internetten adanın haritasını incelediğimizde önce oraya yürüyüp daha sonra merkeze inerek diğerlerini görebileceğimiz kararına vardık. Enfes ada ağaçlarının altında, yine kuş sesleri eşliğinde bir uçtan bir uca yürümeye başladık. İyi ki yapmışız. 1868 tarihli manastır binasının küçük kilisesine giriş kısmı açıktı ancak asıl ibadet mekânına kapının camından bir göz attık. Zira her ne kadar ada tarihini yansıtan yapılardan biri olsa da burası müze statüsünde değil, yazın belli günlerde ibadete açık. Bir de bahar ve yaz aylarında bahçesinde oturup bir şeyler içebileceğimizi biliyorum.



    Zamanında onca yürüyüşün ardından bu manastıra gelen keşişlerin amacı dünya nimetlerinden elini eteğini çekip inziva hayatı yaşamaktı, bugün turistlerin yaptığı yürüyüşün amacı ise muhteşem manzaranın tadını çıkarmak. Manastır binasına sırtını verip gözünü güzelim maviliğe açtığında sağında uçsuz bucaksız denizi, solunda çam limanını ve onun tepesinde eski sanatoryumu izlemek mümkün. Bakalım fotoğrafta sanatoryumu seçebilecek misiniz?

    Antik çağlarda çam limanı bölgesinde maden ocağı işletilirmiş. Ada hem bakır, hem demir madeni açısından zenginmiş. Sanatoryum binasına gelince... Klasik Türk romanlarında şifa bulmak için misafiri olan veremli hastalarına üzüldüğümüz, Kelebeğin Rüyası filmiyle fiziksel varlığı hakkındaki merakımızı giderdiğimiz hüzünlü bina... 1924 yılında Atatürk'ün talimatıyla kuruldu. Zira verem, toplum sağlığını tehdit eden önemli bir sorundu. 1980 sonrasında sanatoryumdan devlet desteği çekilince çöküş başladı, 1999 depremi mevcut durumu daha da kötüleştirdi ve bir ara toparlansa da nihayetinde 2005 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredildi. Ara sıra çıkan haberlerden takip ettiğimize göre tartışmalar muhtelif. 
    Gözümüz gönlümüz maviye ve yeşile, ciğerlerimiz temiz havaya doyduğuna göre artık merkeze doğru inebiliriz. Burada bir parantez açmak isterim ki bana kalırsa yokuş inmek, çıkmaktan daha sinir bozucu. Üstüne üstlük hangi akla hizmet, yürüyeceğimi bile bile kısa topuklu botlarımı giymiştim. Normalde çok rahatlar, düz yolda saatlerce yürüsem bana mısın demezler ancak yokuşlardan inmek çok zor. Heybeliada Büyükada'dan daha inişli çıkışlı. 
Rum Okulu'na ve ardından diğer uçtaki manastıra tırmanırken, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın evini ararken hem keyif aldım, hem zorlandım. Minik bebek adımlarıyla yokuş aşağı yürümek yüzünden çektiğim kas ağrısı 2 gün boyunca sürdü. Akılsız başın cezasını yine ayaklar çekti anlayacağınız:) Siz benim yaptığım yapmayın. 

    İsmet İnönü Evi'ni görevli hanımefendinin nazik eşliğinde gezdik. Canla başla, büyük bir hevesle anlattı bize evin tarihini. İsmet İnönü geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda dinlenmek için doktor tavsiyesiyle 1924 yılında gelmiş Heybeliada'ya. Bu evi kiralamışlar. Yazları gelip gitmeye başlamışlar. Çocuklar adada mutluymuş. 1934 yılında evi satın almak istemişler. Fiyat yüksek olunca Atatürk eşyasız satın almak için pazarlık yapmalarını önermiş. Eşyaları Atatürk hediye etmiş. Bugün evde sergilenen eşyaların hepsi orijinal. 

    Yıllar boyunca kim bilir kimler gelip gitmiş, kimler konuk olmuş, neler konuşulmuş bu evde ancak bugün sergilenen halinde siyasete değil aile yaşamına bir vurgu var. Mevhibe-İsmet İnönü çiftinin çocukları Ömer, Erdal ve Özden'in odaları... Hattâ anneannelerinin yatağı... Giysiler, okunan kitaplar, satranç tahtası, İsmet İnönü'nün sağlık nedenleriyle her gün kullandığı tartı, çocuklara yazılan mektuplar, çocuklarından gelen mektuplar, aralarında meşhur çivileme atlayışının da yer aldığı bolca fotoğraf... Sade ama yaşanmışlıkla dolu bir ev. Erdal İnönü eşini bu ev sayesinde bulmuş. Komşu kızı Sevinç'le birleştirmişler hayatlarını. Duvarları süsleyenler arasında Ada'da yapılan nişan töreninden fotoğraflar da var. 

    

    İsmet İnönü'nün ölümünden sonra Heybeliada'ya gidip gelmeler azalıp da ev bakımdan yoksun kalmaya başlayınca, aile binayı İsmet İnönü Vakfı'na bağışlamış. Ve bina Cumhuriyet tarihimizin en önemli isimlerinden birine ait hoş ve başarılı bir "Anı Evi" olarak düzenlenmiş. 

    Bunlar tarihine sahip çıkan bir ülke açısından olması gerekenler. Bir de olmaması gerekenler var. Türk Edebiyatı'nın sevilen isimlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın da bir evi var Heybeliada'da. Mizahi tarzıyla biliriz Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı. Günümüzün gençleri ne kadar tanırlar bilemem ama ben ortaokul ve lise yıllarımda kitaplarını bol bol okumuşumdur. Bugünün gençleri kitaplarını okumasalar dahi sanırım Süt Kardeşler filmini bilirler. Gürpınar'ın "Gulyabani" romanından uyarlanmıştır ve olur da televizyonda yayınlanışına denk gelirsek daha önce defalarca izlemiş olmamıza rağmen tekrar takılırız. İşte bu yazarın da ömrünün son 30 yılını geçirdiği mekân bir anı evi olarak düzenlenmeliydi. Aslında bir süre müze olarak ziyarete açıkmış. Heybeliada'ya giderken o sıra açık olup olmadığından emin değildim. İnternette karma karışık bilgiler vardı. Kimi yerde saat 17.00'ye kadar açık olduğu belirtilirken, kimi yerde şu an faaliyette olmadığı yazıyordu. Ufak araştırmam sonrasında müzenin aktif olmadığını düşünsem de aklımızda halâ bir şüphe vardı. En iyisi gidip yerinde görmek dedik. Epeyi bir aradık evi. Sapa bir yerdeydi (fakat manzarası şahane), bol bol yokuş tırmandık, ara sokaklara girdik. En sonunda bulduk. Kapalı kapısı, bakımsız görüntüsü, yazarın aslında burada yaşamış olduğunu ama eşyaların başka bir binaya taşınıp o binanın müze yapılmış olabileceğini düşündürttü bana. Yani adada ısrarla bir Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi olduğunu düşünüyordum. Pek safmışım. Ada'dan döndükten birkaç gün sonra önüme çıkan bir imza kampanyası ve daha ayrıntılı bir araştırma sayesinde anladım ki şu an orada yazar adına bir müze yok. Uzun süredir kapalıymış, 2017 yılından beri tadilatta olduğu söyleniyormuş ancak bunun için yapılan herhangi bir çalışma görünmüyor. Sadece içerisindeki eşyalar Aşiyan Müzesi'ne taşınmış. Eşyalar bizzat Hüseyin Rahmi Gürpınar'a aitmiş. Öyle ki bunların arasında yazarın elleriyle ördüğü dantel yatak örtüleri, masa örtüleri dahi varmış. Yıllar önce müze açıkken gidip göremediğimiz, bir yandan kişiselliğiyle bir yandan dönemi yansıtması açısından önemli eşyalar bunlar. Yaşamaları için bizler de bu tür müzelere özen göstermeliyiz. İhmâl ettiğim için kendi adıma üzüldüm. Binanın tekrar müze ve kültür-sanat merkezi yapılması için çaba sarf edenlere destek olması adına şimdilik en azından imza kampanyasına katıldım. İlgilenenler ve imza vermek isteyenler olabilir, linki buraya ekliyorum:
    Uzun aramalar sonucu bulduğum evin köşesinde bir hatıra fotoğrafı çektirebildim ancak. Elimdeki mimozalar "Al abla bunlar da senin olsun" diyen, bir kucak dolusu mimoza taşıyan bir kız çocuğundan hediye. 
Halâ masamda duruyorlar. 


    Birkaç saat içinde, pek de rahat yürüyememe rağmen epeyi bir yer gördük dolaştık. O saatten sonra artık yapmak istediğimiz, adanın sevimli sahaf dükkanında biraz vakit geçirmek, birkaç kitap satın almak, ardından bir yorgunluk kahvesi içmekti. Devamında evimize dönüş yoluna geçecektik. Onca hayalini kurduğum sahaf ziyareti ne yazık ki gerçekleşemedi. Dükkân kapalıydı. Cumartesi günü kapalı olmasına şaşırdım. Dönüşte Twitter'dan yoklayayım dedim. Meğer adamcağızın Covid testi pozitif çıkmış, dükkânı açmamış. Herkes iyi olsun, bir daha ki sefere yine uğrarız nasıl olsa.

    Yorgunluk kahvemizi şirin mi şirin Torpi Kafe'de yudumladık. Deniz tarafından değil de arka sokaktan giriş yaptığımız için dükkânın en sevimli kısmına denk geldik. Zaten sigara içilmeyen taraf da orası. Bol kitaplı, bol çiçekli, el yapımı seramiklerle renklendirilmiş bir ortamda güzelce dinlendik. Yaz mevsiminde olsaydık yer bulmak zor olurdu muhtemelen. İşte bu yüzden Adalar'ın diğer mevsimlerini daha çok seviyorum.

    Ve bu gezinin kitabı... Mahallede Kaybolma Diye. Adını çok beğendiğim için satın aldım. Yani daha önce hiç Patrick Modiano kitabı okumamıştım. Hata etmişim. Tarzını sevdim. Polisiye havasında ilerliyor ancak belli bir kurgu içerisinde başlayıp biten bir roman değil. Hatırlamak üzerine, zaman zaman geçmişe kayan anlatımıyla, neyin doğru olup neyin doğru olmayacağını sorgulatan bir roman. Diğer kitapları da böyleymiş. Yazarın hayat hikâyesini incelediğimde bu romandaki karakterle ortak noktaları olduğunu gördüm. Demek ki oto-biyografik izler taşıyor. Diğer kitaplarını da aklımın bir köşesine yazdım.

    İşte böyle... Daha önce birkaç Büyükada ve hattâ Burgazada yazısı yazmıştım. O zaman ne anlattım hiç hatırlamıyorum. Yazıyı yayınlayınca dönüp bakarım belki. Bu seferki Adalar gezisinin özelliği, bizi neredeyse 2 yıl evlere kapatan meşhur salgınımızın hafiflediği zamanlarda gerçekleşmiş olması. Dikkati elden bırakmış değiliz. Maske hâlâ yüzümüzde. Hâlâ çok kalabalığa girmiyoruz, tenha zamanları kolluyoruz. Ancak şu bir gerçek ki sokaklarda olmayı özledik. Bu yüzden çevremizdeki her şeye daha bir farklı bakıyoruz. Bu kez daha bir kıymetliydi ada gezisi. Dalgalar daha köpüklü, martılar daha neşeli, ada sokakları daha bir davetkârdı. 
"Oh be!" Dedim. "Dünya varmış! İstanbul'un güzelim adaları iyi ki varmış!"


  

9 Mart 2022 Çarşamba

BUGÜNLERDE...

    

    Bu ara üzerimde öyle bir tembellik var ki sorma gitsin. 
Kaç haftadır buralara uğramadığımı fark ettim. Bırak yazı girmeyi, okuma bile yapmamışım. Dizüstü bilgisayar kullanıyorum. Kendisi 12 yıllık bir emektar. Şu sıra bir parça sıkıntısı olduğu için, açarken bir takım işlemler nedeniyle işim uzadığından elime almaya üşeniyorum. Orhun'un kendine ayrı bir ev açması artık uzak bir ihtimâl değil. Araya salgın girmeseydi bu daha önce gerçekleşmiş olurdu. Demek istediğim o ki ara ara Orhun'un odasını nasıl kendim için düzenleyeceğimin planlarını yapıyorum:) Yeni bir çalışma masası, yeni bir bilgisayar, okuma alanı, kitaplar için bolca yer, verimli bir düzen... "Bir anne bunu düşünür mü?" demeyin. Orhun benim canımın ta içi. Ama sağlıklısı bu. Aşırı sevgimle ona zarar verdiğimi düşündüğüm öyle anlar oldu ki onun sağlıkla, huzurla kendi yolunu çizmesi benim için bir lütuf. Yoksa herkes ister çocuğu hep yanı başında olsun ama öyle bir dünya yok. Her şeyin normal seyrinde akması lâzım. Zaten hep beraberiz, birbirimize hep desteğiz, çok şükür bol bol sevgimiz var. Rahat rahat bahsediyor gibi görünebilirim ancak bu kafaya gelmek için çok çabaladığımı da belirtmek isterim:) Yine lâf lâfı açtı. Kısacası birtakım sebeplerin, bir parça bahanelerin, bolca üşenmelerin ardından bugün buradayım. Birkaç blog yazısı okudum. Muhtemelen saatlerce devam edeceğim. 
Bir kez bu dünyaya, dostların arasına adım attığımda ayrılmak zor oluyor. Biriktirdiğim her yazıyı tek tek okuyorum.  Yeni bir yazıyı ne zaman yazarım bilmem. Sanırım bu hafta hallederim. Çünkü kar geliyor ve evdeyim. Birkaç hafta öncesinin güneşli bir hafta sonunu Büyükada ve Heybeliada'da geçirmiştik. Ondan bahsedebilirim. Özellikle Heybeliada'dan. Zira Büyükada daha fazla biliniyor. 
    Bu ara verimli okumalar, araştırmalar yaptığımı söyleyemem. Geçen yazıda bahsettiğim Konstantinapolis'le ilgili kitap elimde epeyi bir oyalandı. Şimdi ressam Yüksel Arslan'ın çizimleriyle bezeli bir kitabını okuyorum. 
"Bir Ressam, Bir Resim" serisinin Mart ayı yazısı için ilham alabilirim belki. Bakalım aklıma neler düşecek? Herkes şakır şakır Oscar adayı filmleri izliyor, ben o konuda sınıfta kaldım. Filmlerden çok dizilere yöneldim. 
True Detective'in 3 sezonunu da bitirdim.  Çok sıkı bir seri. The Witcher'ı bitirdim. Geralt haliyle Henry Cavill'a bayılıyorum. Şimdi Amazon'daki The Marvelous Mrs. Masiel'a sardım. Batman'i seyrettim. Fikirler muhtelif. Beğenenlerin tarafındayım. Zaten gördüğüm kadarıyla beğenenler çoğunlukta. Bazı sahnelerin çizgi roman karelerine özgü kompozisyonu yansıttığını fark ettim. Hoşuma gitti. Ne de olsa bizler çizgi romanlarla büyüyen çocuklardık. Robert Pattinson'ı Batman rolüne yakıştırdım. Bruce Wayne'nin duygusal yaralarının varlığını hissettim. Batman karakterinin süper kahraman olduğu gerçeğini bir yana bırakırsak, filmin genelinde, 
çok sevdiğim True Dedective atmosferini yakaladım. 
    İşte böyle...Ufak tefek kişisel meşguliyetlerimi, kişiye özel duygu durumlarımı yansıtan kısa bir bildirimdi bu. Onun dışında, Türkiye ve dünya genelinde, halâ iyi niyetini koruyabilen herkes neye üzülüyorsa, ne için sıkılıyorsa ben de aynı şekilde hissediyorum. Beni de +1 olarak ekleyiverin dostlar.