1 Ağustos 2023 Salı

BUGÜNLERDE...

    Gerçek manâsıyla kafa dinlediğimiz bir tatilden döndük. Sakız Adası'ndaydık. Bangır bangır müzik yok, trafik yok, kalabalık yok, gürültü patırtı yok. İyiydi. Anlatacağım... 
    Tahmin edersiniz ki güzel bir tatilden eve dönüp normal hayata adapte olmak bizler için son derece hızlı ilerleyen alışıldık bir durum. "Normal hayat" derken kargaşayı ve huzursuzluğu kastediyorum. Bugün dayanamadım emekli maaşlarıyla ilgili tweet attım. 7500 lira olarak kalan maaşlarla ilgili... Annem bu guruba giriyor. Çok sıkıntıda olan emeklilerden değil. Evi var, yalnız yaşıyor ve en önemlisi kardeşimle biz varız. Ama ama ama... Kadıncağız "Hazmedemiyorum" diye ağlıyor. Şu devirde bu emeklilik maaşlarının maddi açıdan kabul edilemezliğinin yanı sıra gurur kırıcı durumlar da söz konusu. Annemin haftanın altı günü ağır çalışmanın ardından toplu taşımayla nasıl eve döndüğünü ben biliyorum. Senelerce çalış çabala, çoluk çocuk yetiştir ve rahat etmen gereken bir zamanda "Sen bir bekle" densin. Geçtim gezmeyi tozmayı -ki geçilecek bir konu değil- belli yaştaki insanların torunlarına keyifle harçlık vermesi bile fazla görülüyor artık. "Bir bu mu kaldı?" demeyin. Büyüklerin çocuklarına, torunlarına harçlık verme, destek olma konusuna ne kadar önem verdiklerini gözlemliyorum. Sağlık, ilaç vs. konularına girmiyorum bile. Devlet hastanelerinden randevu alabilen varsa bana da söylesin. Bu insanlar yok sayıldıklarını düşünüyorlar ve haklılar. Zaten pandemi sürecini yeni atlattık. O sırada evden çıkmamaları konusunda baskı gördüler, korkutuldular, terbiyesizliği abartanlar tarafından alaya maruz kaldılar. Şimdi bu şekilde sindiriliyorlar. Annelik dahil hiçbir duruma, hiçbir makama yok yere kutsallık yüklemem. Yaş almaya da yüklemem. İyi yaşlanan var, gittikçe naletleşen var. Ama bazı hakları da teslim etmek gerekir. Hem devlet eliyle hem sosyal hayatta gençler tarafından yaşlılara karşı bir baskı gözlemliyorum. "Bizi bu hale siz getirdiniz" diye haklı haksız her büyüğe çemkiren gençler ve ufaktan ufaktan "Bununla idare et, olmazsa küçük şehre taşın veya çocuğunun yanına git" dayatması yapan bir yönetim arasında sıkışmış, özellikle yaşlıları etkileyen pandemiyi henüz atlatmış bir kesim var. Yemin ederim yine iyi dayanıyorlar. Onların yerine ben sinirleniyorum ve öyle bir ruh halindeyim ki yaşlılık zamanımı saygısızlığa maruz kalmadan nasıl geçirebilirim, bize uygun olan nedir diye bin türlü plan üretiyorum. Sinir bozdum biliyorum. Ama bunları yazdım ki durum tespiti olsun. Bizim maddi açıdan görece biraz daha rahat olmamız başkaları adına da düşünmemin önüne geçmemeli. Karı-koca 7500 liraya geçinmeye çalışıp bir de üstüne kira verenler yok mu? Var. Daha neler neler var. Neyse... Böyle işte... Cidden canım sıkılıyor. Daha da sıkılmadan, sıkmadan konuyu değiştireyim. Aklımıza mukayyet olmaya çalışa çalışa atlatırız inşallah bu dönemi.
En sonunda kullanacağımız akıl kalır umarım.
    Twitter'ın yeni logosuna da sinir oldum. Siyah zemin üzerine koca bir X. Direkt ölümü çağrıştırıyor. Sevmem. Telefon ekranında gözüm ilk anda görmesin diye oradan oraya atarken yanlışlıkla uygulamayı sildim geçen gün:) Sonra yine yükledim. Hali hazırda güncel haberler aldığım yer orası. Bırakmaya hazır değilim. Açılır açılmaz Threads'i de yükledim. Orada da ilk anda katılımcılar pek coşkuluydu, sadece iyi şeyler paylaşma kararlığı vardı ama devamı gelmedi. Sosyal medya farklı bir yerlere evrilecek gibi görünüyor lakin nereye doğru ve nasıl olacak bilmiyorum. 
    Oppenheimer vizyona girdiğinde tatildeydik. İlk gün izlemek isterdim çünkü Nolancı'yım. Vizyona girmesinin üzerinden bir hafta geçti, bilet vardır diye düşünerek rahat rahat satın almaya kalktım ama bir baktım ki yok. 
Daha doğrusu İstanbul'da bir-iki IMAX salon var ve filmin çekildiği teknolojiye müsait salon olmadığından en azından normal IMAX'te izlemenin iyi olacağını düşünenler mevcut mekânlara yüklenmişler. Bizim izleme işi biraz sarktı yani. Yarın izleyeceğiz ama. Oppenheimer'in gününü beklerken kardeşim ve yeğenimle Barbie'ye gittik. Yeğenim daha önce arkadaşlarıyla pembe giyinip gitmişti:) Bir de bizimle izledi. Pembe giyip sinemaya gidenlere lâf edenlere ben de lâf ederim ona göre. Keyifli işlerimiz o kadar azaldı ki en ufak bir durumu değerlendirip gülmeye, eğlenmeye çalışanlara dokunmayalım. Peki Barbie'yi nasıl buldum? Daha felsefik açılımları var sanıyordum, az geldi bana:) Güzeldi, keyifliydi, nostaljik bir yanı da vardı. Hem erkeğin hem kadının kendine dayatılan özelliklere mahkûm olmak zorunda kalmaması gerektiğinin, birbirini anlayarak beraber devam etmenin, hâttâ birey birey değerlendirmenin güzelliği mesajını aldım ki tamamen katılıyorum. 13 yaş sınırı olan filme çocukların getirilmesi ve bazılarının arkadaş grubuyla anne-baba olmadan bırakıp gidilmesini bir kez daha tasvip etmedim. Devamlı oturup kalkan, konuşan, yiyen içen çocuklarla film izlemeye mecbur muyum? Evet, bu şartlarda, bu kurallı ama denetimsiz ortamda her şeye mecburum. Ancak oturup buradan yazıyorum işte. İzmeyenler için -incelemedim ama- 13 yaş sınırının cinsellik açısından getirilmemiş olduğunu söylemek isterim. Küfür, cinsellik vs.yok. Kadın-erkek ilişkisini Barbie dünyası ve gerçek dünya üzerinden eğlenceli şekilde irdeleyen filmi izleyen çocuklar acaba ne anladılar? Film, Stanley Kubrick'in "2001: Bir Uzay Macerası"nın ikonik sahnesine göndermeyle başlıyordu. Anlatabiliyor muyum? :) 
    Gergin yazımı bir kitap önerisiyle bitireyim. "En" demeyi pek sevmem, nadir kullanırım fakat sanırım Ian McEwan'ı "En sevdiğim İngiliz yazar" ilan edeceğim. Okuyup tamamlamam gereken az sayıda kitabı kaldı. 
En son çıkan "Defterler". Kallâvi, dolu dolu... Çok sevdim. Görüldüğü üzere tatilde başladım, evde bitirdim. Roland Baines karakteri üzerinden yakın tarih okuması, insan psikolojisine bakış, aile kavramı vs. 
Tavsiye edilir efendim.

    Şimdi aklıma geldi, bir şey daha ekleyeceğim. Geçen gün bir yazıma yorum geldi. 2013'te bu blogla tanışan, daha sonra doğum yaptığı için uzaklaşan bir blog dostu yazmış. İşleri biraz kolaylaşınca (Orhun bebekken nasıl kendimi her şeyden soyutladığımı hatırladım:)) aklına tekrar benim blog gelmiş. Ama adımı hatırlayamıyormuş. "Bugün birden adınız aklıma geldi ve tekrar buldum, okudum, söylemek istedim" demiş. O kadar mutlu oldum ki anlatamam. Ne kadar ince bir hareket değil mi? Ne yazık ki ismini bilmiyorum, anonim geçiyor ancak kendisine sevgilerimi gönderiyorum. Bir selamla günümü güzelleştirmişti ve yüzlerde gülümseme yaratmak bu kadar basit aslında. 
    O zaman ne yapıyoruz? Burada buluşmaya devam ediyoruz. Hepsi gitse de bu mecra kalmalı:)