31 Ekim 2017 Salı

OĞLUM, SOSYAL MEDYA VS... KISACASI BUGÜNLERDE...

   
    Rüzgâr gibi geçen bir 10 gün yaşadım. Okulu ara tatile girince oğlum eve geldi. Bende mutluluk tavan yaptı tabii. Fakat halledilmesi gereken birtakım işler, doktor kontrolleri, arkadaş ve akraba toplantıları vs. derken tatil nasıl geçti anlamadım. Bir de işin yeme-içme faslını ayarlama var ki yurt dışında yaşayanlar ve onları ağırlayanlar için önemli bir konu. Türk mutfağı hayranı oğlum yaban ellerde bize özgü tatları çok özlediği için  lahmacunla geldi, kokoreçle döndü:)
Gelmeler gitmeler oluyor, olacak. Her seferinde ufak tefek alt üst oluşlar yaşasam da alıştırmaya çalışıyorum kendimi. Sağlık, sıhhat, huzur yerinde olsun gerisi halledilir. Aslında bahsetmek istediğim bu değildi. Böyle ara ara oğlumdan bahsetmeden duramıyorum işte:) Başka bir şey anlatacağım. Dün oğlumu havaalanından yolcu ettik. Pasaportu geçip uzaklaşana kadar arkasından bakıyoruz. Eklendiği pasaport kuyruğunda polisin önündeki arkadaşların konuşması uzun sürünce ve biraz da alevli bir hâl alınca ilerleme olmamaya başladı. Dikkatimizi arkadaşlara verdik doğal olarak. Bende de nasıl bir göz varsa, uzakta olmalarına rağmen kendilerini tanıdım. Blogunu ve Instagram hesabını takip ettiğim bir arkadaş ve eşiydi sıranın başındakiler. Yüz yüze görüştüğüm biri değil ama severek takip ederim, nadiren karşılıklı yorumlaştığımız olmuştur. 
Gel gör ki eşime çok yakından tanıdığım biriymiş gibi anlatmaya başladım. "Şöyle evlendi, şu işi yapıyor, şurada yaşıyor, şu anda şu ülkeye gidiyor..." Ve daha nice ayrıntılar... O anda kafamda bir şimşek çaktı. Yahu dedim kendi kendime, yüz yüze tanışmadığımız insanları nasıl bu kadar ayrıntılı anlatabiliyoruz? "Sosyal medya bize neler etti? Nasıl bir zamanda yaşıyoruz?:) 
İlginç değil mi? Aslına bakarsan ünlü falan da değiliz. Kendimizi biraz fazla açık ediyoruz. 
Ama bundan "açık etmemeliyiz" gibi bir sonuç çıkardığımı söyleyemeyeceğim. Sadece tuhaf hissettim. Zaman böyle bir zaman; biz sadece ister istemez, bilinçli ya da bilinçsiz olarak gereğini yapıyoruz. Şahsen sosyal medyada çok özel konulara girmem ancak bugüne kadar sunduklarımla beni epeyi bir tanıdığınızı düşünüyorum. Ben de aynı şekilde sizin sunduklarınıza göre kiminizi daha fazla tanıyorumdur, kiminizi daha az. Ama mutlaka fikrim vardır. Herkesin herkesi birkaç tuş hareketiyle bulabileceği bir devirde gizlenmenin zaten zor olacağını düşünüyorum. 
    Yalnız bugün gördüğüm arkadaşımın birkaç yıllık geçmişini hikaye anlatır gibi anlatmam hakikaten ilginçti:) Benim tanıdığım zamandan beri yaşadıkları, katettiği yollar gözümün önüne geldi. Galiba minik minik diziler izliyoruz ve izletiyoruz. İnanın böyle hissettim.
    Havaalanında gördüğüm arkadaş ve eşi pasaport işlerindeki sıkıntı neyse hallettiler ve uçağa bindiler. Geçişlerini gördüm ancak uçağa binişlerini Instagram'daki story bölümünden izledim:) Kendisine mesaj da attım hatta ve ismini verince çoğu kişi tanıyacaktır ancak izni olmadan böyle bir şey yapmayayım. Vallahi her an her yerde karşınıza çıkıp selam verebilirim haberiniz olsun:) Dikkatliyimdir, benden pek kaçmaz. Bir başka blog arkadaşımla Venedik'te karşılaşıp, tanışmışlığımız vardır mesela. Lafta değilmiş, dünya hakikaten küçülmüş.







19 Ekim 2017 Perşembe

15.İSTANBUL BİENALİ... KAÇIRILMAMASI GEREKENLER...

   15.İstanbul Bienali'nin sergi mekanlarından çoğunu gezdim. "İyi Bir Komşu" başlığı altında düzenlenen İstanbul Bienali hakkında İKSV'nin web sitesinde ayrıntılı bilgiler bulabilirsiniz. 
Yani ben etkinliğin ayrıntılarına girmeyeceğim. Bu yıl, konuyla sergilenen işler açısından özdeşleşmiş bir bienal gördüğümü belirtme ihtiyacı hissederek, özellikle iki mekandaki iki serginin kaçırılmaması gerektiğinden bahsedeceğim. 
    Bunlardan ilki kurmaca bir müze-eve dönüştürülen Ark Kültür. Cihangir'de bulunan ve aslında sanat galerisi olan bu ev, "Ağlayan Adamın Evi" ismiyle bienal ziyaretlerine açılmış. Yıllar önce Kahire'de polisin bastığı bir partide bulunduğu için ülkesini terk eden ve bu eve yerleşen, bir gün geldiği gibi ansızın ortadan kaybolan bir adamın evi olarak düzenlenmiş. 


    Hayatına dair ipuçları, Mısır'dan kaçış sebebi, hüznü, yalnızlığı, komşularının onu nasıl gördüğü, onun komşularını nasıl gördüğü, ellerini yüzüne kapamış erkek imgesinin ne anlama geldiği gibi ayrıntılar Ağlayan Adam'ın giderken ardında bıraktığı eşyalarda gizli. 


    Sergiyi gezmeye başlamadan önce dağıtılan sesli rehberler aracılığıyla her eşyanın hikayesi anlatılıyor ve her eşya ayrı bir düşünsel kapı açıyor. Bu düşündüren, sorgulatan sergideki eserler Mısırlı sanatçı Mahmoud Khaled'e ait. Ağlayan Adam'ın Evi hakkında ne desem az kalacak, fotoğraflar konuyu yansıtmakta yetersiz... Henüz görmeyenlerin kesinlikle atlamamalarını tavsiye ediyorum. 

    

    Etkileyici ve kaçırılmaz bulduğum diğer bir sergi mekanı Abdülmecid Efendi Köşkü. 
Ve tabii bu enfes Osmanlı köşkündeki Ömer Koç Koleksiyonu seçkisi... 

    

Abdülmecid Efendi Köşkü Nakkaştepe'de Bağlarbaşı Korusu'nda yer alıyor. 
Son halife Abdülmecid Efendi'nin yazlık konut olarak kullandığı köşkü her zaman merak etmişimdir. Koç Topluluğu Spor Klubü tesisleri içerisinde yer aldığını, tesislerden topluluk çalışanlarının faydalandığını, dışarıya açık spor faaliyetleri olsa da bizden çok uzakta olduğu için katılamayacağımı ve dolayısıyla köşkü görmenin zor olacağını düşünüyordum. 
İstanbul Bienali'nin ana sponsoru Koç Topluluğu'nun köşkü bienal kapsamında ziyarete açacağını, üstelik bir de Ömer Koç Koleksiyonu'ndan eserler sergileyeceğini öğrenince çok sevindim. Güneşli bir sonbahar günü soluğu Bağlarbaşı Korusu'nda aldım.



    Modern sanatın tarihi bir mekanda sunumu algıları alt üst edici nitelikteydi. Birkaç yıl önce Galeri Arter'de hayranlıkla izlediğim Patricia Piccinini eserleri bu kez farklı bir ortamda tüm ilgileri üzerine çekiyordu. 

    Ziyarete açılmış özel bir köşk ve enfes bir sergi... Bienal sona ermeden muhakkak görülmesi gerekenlerden. Sanatı ve sanatçıyı halk ile buluşturan 15.İstanbul Bienali mekanlarının ücretsiz gezilebildiğini, 12 Kasım'a kadar süreceğini hatırlattıktan sonra tam da bu noktada son halife Abdülmecid Efendi'ye bir parantez açmak isterim. Kendisi iyi eğitim almış bir Osmanlı aydınıdır. Ressamdır ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin destekçisidir. Eserlerinde Batılılaşma dönemindeki Osmanlı soylu yaşantısının izleri görülür. Bir zamanlar sanatsal sohbetlerin yapıldığı yazlık evinde uluslararası bir serginin düzenleniyor oluşu kanımca hoş bir harekettir. Sanat her zaman... Sanat her yerde... Sanat herkes içindir. 
Abdülmecid Efendi - Haremde Beethoven
    










17 Ekim 2017 Salı

AYŞE TUNCÖZ... BİZDEN BİR BAŞARI HİKAYESİ...

    Henüz birkaç gün önce kendim başarmışım gibi mutlu olduğum bir olay gerçekleşti. 
Bazı arkadaşlarımızın tanıdığı, bazılarının da şimdi tanıyacağı  sevgili dostum Ayşe (Carpe Diem) Almanya'da yemek kitabı çıkardı. Amazon'dan satışa çıkan kitap, daha ilk günlerde kendi alanında yükseldi ve Jamie Oliver gibi bir starı geçerek ilk sıraya oturdu. An itibariyle yarışmaktalar. 
Bir Jamie geçiyor bir Ayşe:)  

    Ayşe'ninki tam bir emek, sabır ve başarı hikayesi. Ve bu yazının amacı reklam yapmak değil, onun çabasına şapka çıkarmak. Hayal kurup bunu hayata geçirme konusunda kararsız olanlara fikir vermek. Sevgili Ayşe çocukluğundan beri Almanya'da yaşıyor ve bir çocuk hastanesinde hemşirelik yapıyor. Yemek konusunda oldukça maharetli. Yemek yapmayı da yemeyi de çok seviyor. O yüzden hep kilolarından şikayetçi:) Bu özellikleri ona düşük kalorili yemekler yapmak konusunda ilham oluyor. Deneye yanıla, ölçe tarta bir çok yemek, tatlı, pasta pişiriyor. Almanya'daki bir diyet forumunda fikirlerini paylaşıyor; bu mecrada da tanınan, sevilen, tariflerini bir kitapta toplaması için yüreklendirilen biri oluyor. Kitap fikri kafasında iyice olgunlaşınca birkaç yayıneviyle görüşüyor. Düşük kalorili Türk yemekleri fikri yayınevlerinin hoşuna gidiyor. 
Bir tanesiyle görüşmeler başlıyor fakat -üzülerek söylüyorum ki yayınevinin başındaki kişiler Türk oldukları için olsa gerek- işler fazlaca yavaş ve karmaşık ilerliyor. Bunun üzerine Ayşe bir editörle anlaşmaya ve kitabı kendisi bastırmaya karar veriyor. Bundan sonra deli bir yoğunluk başlıyor. Kitapta yer alacak yemeklerin son hallerine ulaşmak için tekrar tekrar denemeler yapıyor  Ayşe. Ve tüm yemek fotoğraflarını aslında profesyonel değil ama bu işi de öğrenip kendisi çekiyor. 
Çok hoş bir logo tasarımı da yaptırıyor ki logoya bayıldığımı söylemek isterim. Bir kere figür kendisine çok benzemiş ve bayrağımızın yıldızının -onu inşallah ileride bekleyen parlak günleri simgelercesine- saçlarına toka gibi yerleşmesi güzel bir fikir olmuş. 

    Ayşecim editörle toplantı üstüne toplantı yaparken bir yandan da Almanya'nın çeşitli şehirlerinde onun tariflerini öğrenmek isteyenler için atölye çalışmaları düzenliyor. Bu arada asıl mesleğini de ihmal etmiyor. Ve günü gelip kitabı basıldığında, Amazon'da satışa sunulduğunda Jamie Oliver'la yarışıyor. Bundan sonra gelsin atölye çalışmaları, imza günleri. Acaba Jamie 
"Kim bu Ayşe diyor mudur?" :) Jamie'yi çok seviyorum ve takipteyim ancak kusura bakmasın bu yarışta arkadaşımı tutuyorum:)
    Ayşe benim blogger dostlarımdan biri. Yani bu mecrada tanıştık. Ancak kendisiyle yüz yüze de görüştük ve vazgeçilmez bir dostluk kurduk. O kadar güzel kalpli ve iyi niyetlidir ki şu başarısı bana  iyilerin mutlaka kazanacağını ispatlıyor. Şimdi uzun uzun anlatmayayım, Almanya'da beraber geçirdiğimiz günleri, kendisi hakkında bilgi verecek yazılarımı şu linklerden okuyabilirsiniz:  Biraz Almanya, Biraz Hollanda, Çokça Dostluk , Belki Sadece Bir Yemek .
    Ayşe'nin Almanlar'a Türk yemeklerini sevdirmesi, bizim mutfağımızın sağlıklı yanını onlara göstermesi bence hem orijinal hem de duygusal bir fikir. Çalışkanlığının ve sabrının yanı sıra fikri nedeniyle de tebrik ediyorum kendisini. Bence Alman medyasının ilgisini çekecektir. Buradan bizdeki yetkililere de sesleniyorum: Almanya'da bir Türk, Türk Mutfağı adına güzel işler yapıyor! Duyun! Görün! :)
    Yolun açık olsun Ayşecim. Yaratan, üreten, çalışan, kalbini bozmayan, kimsenin üzerine basmadan yüreğiyle ve aklıyla çalışarak başarılı olanlara saygım sonsuzdur. Sana da öyle...






    








14 Ekim 2017 Cumartesi

BÜKREŞ'TE...

    Kış bastırmadan, sonbaharla vedalaşmadan ufak bir seyahat önerisinde bulunmanın zamanıdır. Farklı bir memleket göreyim, yakın olsun, hesaplı olsun diyenlere gelsin bu öneri.
    Bir önceki yazıda bahsettiğim nedenlerle, geçtiğimiz Nisan ayında bir gece konaklamalı iki günümüzü kapsayacak bir hafta sonu gezisi planlamaktayken aklıma Bükreş geldi. Uçakla sadece 1 saat uzaklıktaydı, vaktimizi ulaşımla harcamayıp şehrin tadını çıkarabilme düşüncesi cazipti. Romanya'da aslında Transilvanya bölgesinin daha ilginç olduğunun, Dracula gibi Romanya'ya özgü bir efsanenin bu topraklarda hüküm sürdüğünün, asıl masalsı kısımların o bölge olduğunun farkındayım. Sırf bu sebeplerden dolayı bir gece değil de birkaç gün kalınması gereken Transilvanya olmayacak bu yazının konusu. O bölgeyi de görmeyi çok istediğimi bir kenara yazarak başkent Bükreş'e uzanıyoruz şimdi.
    Gezip görme, sokaklara çıkma, keşfetme, güneşi hissetme duygularının coştuğu bir Nisan günü düştük yola. Sabah uçağıyla İstanbul'dan ayrılıp ortalama 1 saat süren uçuşla Bükreş'e vardık. Taksi ücretinin cebimizi yakmayacağı her ülkede olduğu gibi şehir merkezine ulaşmak için bu aracı tercih ettik. Toplu taşımacılığı kullanmak isteyenler için otobüs seçeneğinin de olduğunu belirtmek gerekir. Romanya AB üyesi ülkelerden biri ancak para birimi Euro değil Lei. 
Bizim orada olduğumuz tarihten bu yana Türk lirasının değeri Rumen leyi karşısında bir parça değer kaybetmiş olsa da hemen hemen aynı ayarda olduklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden harcamalarınızı çarpma, bölme işlerine girmeden kolayca yapabileceksiniz. Bu arada paralarının çok ilginç olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Sudan etkilenmeyen, buruşmayan, şeffaf kısımlarıyla çok şık, pırıl pırıl plastik paralar bunlar.
    Bükreş yemyeşil bir şehir. Herastrau, Izvor, Carol, Cismigiu gibi çoluk çocuk vakit geçirilen keyifli parkları var. Konakladığımız otel Cismigiu Park'ın çok yakınındaydı. Cismigiu Park, yani Çeşmeci Parkı. Ülkenin Osmanlı'ya bağlı döneminden yadigar bir isim. Tarihi ve turistik merkez Lipscani Caddesi'ne yürüme mesafesindeki otelimizin önünden şehrin nostaljik tramvayı geçiyor. Ve bence tramvaylar şehirlere çok yakışıyor.
 
    Eşyalarımızı odamıza bırakıp bir miktar dinlendikten sonra şehri keşfetmeye çıkıyoruz. İlk durağımız her daim turistle dolu Lipscani Caddesi. Gözümüze kestirdiğimiz bir İtalyan restoranında pizzalarımız ve ballı limonatalarımızla enerji depoluyoruz. İlk kez geldiğimiz bir ülkede yemek açısından sürpriz yaşamamak için ilk tercih ettiğimiz yiyecek pizza oluyor genelde:) Nasıl olsa İtalyan restoranları her yerde mevcut. Ve hafif bir pizza en risksiz yiyeceklerden biri. Yerel mutfağı tatma işini akşam saatlerine bıraktık.
     Lipscani Caddesi şehrin en turistik bölgesi. Gece ve gündüz aynı canlılıkta. Avrupalı genç turistlerin yoğunluğu ve neşeleri öyle dikkatimi çekti ki "bunlar İstanbul'da olmalıydı" diye düşünmeden edemedim. Tarihiyle, konumuyla, kültür-sanat etkinlikleriyle birçok Avrupa ülkesini cebinden çıkaracak özellikteki İstanbul'un Batılı turist anlamındaki verimsizliği beni gerçekten üzüyor. Kendilerini burada rahat hissetmedikleri için onları suçlayamayız da.
    
    Turist kalabalığına karışmış, ilkbahar güneşiyle mest olmuş ilerlerken karşımıza Stavropoles Manastır Kilisesi çıkıyor. 1700'lerin ilk çeyreğinde yapılmış tipik bir Ortodoks kilisesi burası. Ziyaretçisi de bir hayli yoğun. 



      Bir müddet sonra 15.yy.'da soyluların yargılandığı mahkeme binasını görüyoruz. Önünde meşhur Eflak Prensi Vlad Tepeş'in büstü. Bir başka deyişle Kazıklı Voyvoda'nın... Ya da daha yaygın bilinen ismiyle Dracula'nın... Romanlara, filmlere konu olmuş Dracula, Romanya'nın en tanınan ismi. İlginç hayatına dair söylentiler ayrı bir yazı konusu olacak kadar fazla. Kısaca bahsetmek gerekirse: Osmanlı'ya bağlı Eflak Prensliği tahtındaki babası tarafından, siyasi sebeplerle kardeşiyle birlikte küçük yaşlarda Osmanlı topraklarına yollanan Vlad, burada birkaç yıl geçirir. İleride Fatih ünvanını alacak olan II.Mehmet'le birlikte ünlü hocalardan ders aldığı söylenmektedir. Hatta çocukluk çağlarında birlikte fazlaca vakit geçiren iki veliahtın kan kardeşi olduklarına dair bir söylenti de mevcuttur. Gel gör ki sonraki yıllarda babasının yerine tahta geçen Vlad, tıpkı babası gibi Osmanlı'dan hiç mi hiç hoşlanmamaktadır. Aslında kimseden hoşlanmamaktadır:) Kendi halkı da dahil olmak üzere sayısız insanı kazığa oturtmuş, çeşitli işkencelerden geçirmiştir. Osmanlı elçileri ve askerleri de dahildir bu gruba. Bu talihsiz insanların kanını içtiği de rivayet edilmektedir ve Kont Dracula efsanesi böyle doğmuştur. Ölümünün Osmanlı askerleri eliyle olduğu söylenmektedir. Ancak bu da kesin bilgi değildir. Kesin olan ömrünün son yıllarını Osmanlılar'dan kaçarak geçirdiğidir.Ve insan ne oldum değil, ne olacağım demelidir. Bir zamanların korkulu rüyası Vlad Tepeş, bugün Romanya'da envaiçeşit hediyelik eşya üzerinde, bazen sevimli bazen korkunç hallerde yer almaktadır:) 
Dracula markalı şaraplar:)
    
    Tarihi bilgilerden sıkılanlar için küçük bir mola verelim şimdi ve yine Lipscani Caddesi üzerinde yer alan modern bir mağazaya göz atalım. Bükreş'e yolu düşen her kitapseverin uğradığı Cartureşti Carusel'deyiz.
    Keyifli bir kitapçı burası. Kırtasiye ve hobi malzemeleriyle, çizgi roman bölümüyle de gönülleri fetheden cinsten. Fakat turistlerin ilgi odağında yer almasından olsa gerek, pek hesaplı olduğunu söyleyemeyeceğim. 
    
    Akşam yemeği için tekrar şehrin merkezine dönene kadar civar bölgeleri de görmek istiyoruz. Ve muhakkak bulmak istediğimiz bir şey var. O da Atatürk'ün büstü. Şehir haritasını açıp Victoriei caddesini işaretliyoruz. Cadde üzerinde ilerlerken rastlıyoruz Ata'ya. Çocuk gibi seviniyoruz...
        Romanya'daki Türk iş adamlarının yaptırdığı heykelde "Mustafa Kemal Atatürk / Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu" yazıyor. Alt kısımda Atatürk'ün imzası ve "Yurtta Barış Dünyada Barış" sözleri İngilizce'siyle birlikte yer alıyor. Ata'ya saygı duruşunda emeği geçenleri gönülden tebrik ediyorum.

    Bükreş geniş bulvarların, irili ufaklı meydanların şehri. George Enescu Meydanı da bunlardan biri. En büyük Rumen besteci Enescu'dan alıyor adını. Meydanda dikkatimizi çeken yapı 
Ataneul Roman oluyor. 1888 tarihinde inşa edilmiş bir konser salonu burası. 
            
    Ataneul Roman'ın iç mekanı da dışı gibi görkemli. Miktarını hatırlayamadığım makul bir ücret karşılığında gezmek mümkün. 


      Bizim içeride olduğumuz sırada George Enescu Filarmoni Orkestrası prova yapmaktaydı. 
Bir yandan duvar resimlerini ve tavan süslemelerini incelerken bir yandan da müzisyenlerin meraklı turist kalabalığı hakkında ne düşündüklerini sorgulamadım değil:)
    
    Konser salonundan çıktıktan sonra eşimi kadınların çok sevdiği yerlerden biri olan pastacı dükkanına yönlendirdim. Bükreş'e gelmeden Ataneul Roman'ın hemen arkasında yer alan meşhur eklerci French Revolution'ın varlığını öğrenmiştim:) Gezmek için enerji gerek. Minicik dükkanın önünde bizim gibi düşünenlerin oluşturduğu kuyruğa eklendik ve sıramız gelince çeşit çeşit pasta arasından seçimizi yaptık. Şu sarı olanlardan aldım ben. Mangolu:) 
      
    
    George Enescu Meyda'nından ayrılmadan önce Bükreş Üniversitesi'nin tarihi kütüphanesinden bahsetmek istiyorum. 19.yy'a tarihlenen kütüphaneyi biz gezmedik ama meraklısı için gezilebileceğini hatırlatmalıyım. Etkileyici olduğu söyleniyor.

    Ataneul Roman'a yakın mesafede önemli bir meydan daha yer alıyor. Piata Revulutiei... 
Yani Devrim Meydanı. Akranlarım ve tabii benden daha büyük olanlar bu meydanı hatırlayacaklardır. Romanya'ya 25 yıl hükmetmiş Nikolay Çavuşesku'nun (Nicolae Ceauşescu) son konuşmasını yaptığı ve karısıyla birlikte bir helikoptere binerek kaçtığı meydan burası. 
      21 Aralık 1989 günü bu meydanda toplanan halka konuşma yapmak için fotoğrafta görülen binanın balkonuna çıkar Çavuşesku. Halkın büyük protestosuyla karşılaşır. Ertesi günü karısıyla beraber apar topar aynı binanın çatısından kaçarlar. Birkaç gün sonra yakalanıp idam edilirler. 
Bu olayla Soğuk Savaş son bulmuş olur. Olaylar sırasında 15 yaşındaydım. Karı koca Çavuşeskular'ın kurşuna dizilerek idam edilmiş hallerini televizyonda izlediğimi ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Fotoğrafta görülen anıt, olaylar sırasında hayatını kaybedenler anısına dikilmiş olan Yeniden Doğuş Anıtı.

    Çavuşeskular'ı tarihin tozlu raflarından çıkarıp hafızalarımızı tazeledikten sonra meşhur saraylarını görmek gerektiğini düşünerek Unirii Bulvarı'na uzanıyoruz. Görmek dediysem dışarıdan. Parlamento Sarayı'nın içi de gezilebiliyor ancak megalomaniye tutulmuş bir diktatörün 1100 odalı sarayını gezmeye hevesli değilim. Halk fakirlikten kırılırken müthiş masrafla yapılmış bir bina burası. İnşası için onlarca dini yapı, yüzlerce ev yıkılmış. Pentagon'dan sonra dünyanın 2.büyük idare binasıymış.
    O kadar büyük bir proje ki bu, Çavuşesku'nun ömrü binanın tamamlanmasını görmeye yetmemiş. Ölümünden 7-8 yıl sonra bitirilebilmiş.

    Bırakalım diktatörleri falan, Parlamento Sarayı'nın önündeki İzvor Parkı çok daha güzel şeyler vadediyor. Çoluk çocuk, genç, yaşlı, herkes çimenlere serilmiş güzel havanın tadını çıkartıyor.
     Gün yavaş yavaş geceye ilerlerken biz de sakin ve meraklı adımlarla tekrar şehir merkezine, Lipscani'ye dönüyoruz. Akşam yemeği için turistik bir hareket daha yaparak yerel restoran Caru'Cu Bere'de deneyeceğiz şansımızı. Gündüz saatlerinde uğrayıp rezervasyon yaptırmak istediğimizde böyle bir uygulamalarının olmadığını söylemişlerdi. 
    1879 yılından beri Bükreş'in kalbinde hizmet veren Caru'Cu Bere "Bira Vagonu" anlamına geliyormuş. Ahşap yerel dekoruyla oldukça sevimli. 
    Bar bölümünde beklersek masa ayarlayacaklarını söylüyorlar ve bize bir sıra numarası veriyorlar. Yaklaşık bir saat bekliyoruz fakat ortam keyifli olduğu için sıkıcı gelmiyor. Tüm masalar dolu, herkes sohbette muhabbette, belli aralıklarla ortaya çıkan dansçılarla mekan iyice şenleniyor.
    Dansçıların yerel halk danslarından tangoya, valse kadar farklı tarzlarda sunduğu gösteriler oldukça başarılı ve ilgiyle izleniyor. Benim fotoğraflar iyi değil ama ortam gayet iyi.
    Caru'Cu Bere'de menü çok zengin. Oldukça da lezzetli. Ve üstüne üstlük fiyat bakımından da 
bu kadar turistik bir mekan olmasına rağmen gayet hesaplı.


    Yemekten sonra dışarı çıktığımızda sokakların da Caru'Cu Bere gibi kalabalık ve hareketli olduğunu görüyoruz. Sokak konserinin şarkılarıyla herkes coşmuş. Herkes dans ediyor. 
Ben bir kez daha "neden bu turistler bizde değil, neden biz de sokaklarda dans etmiyoruz" diye hasetleniyorum. 
    Ben Bükreş'i sahiden kıskanmışım:) Ama inanın şehri öyle turistik bir hale getirmişler ki, herkes memnun. Tüm dünyanın gezip görmek için her fırsatı kullandığı bir çağda turizme öncelik vermeyen ülkeler zarardadır diye düşünüyorum. Ne diyelim? Darısı başımıza! 
Ha bu arada, Bükreş'te gece hayatı da çok iyiymiş, pek meşhur klüpleri varmış. 
Benden söylemesi.

    Şehirdeki ikinci günümüzde müzelerden müze beğeniyoruz ve iki tanesinde karar kılıyoruz. 
40'a yakın müze arasından böyle bir seçim yapmak o kadar zor ki. Gel gör ki zaman kısıtlı, akşam uçağıyla Türkiye'ye döneceğiz.
    İlk olarak Güzel Sanatlar Müzesi'ne gideceğiz. Ardından şehrin en büyük parkı Harestrau içindeki Köy Müzesi'ne. Erkenden kahvaltımızı yapıp çıkıyoruz. Yolumuzun üzerindeki güzel binaların önünde ufak molalar veriyoruz. Şehrin en eski bankası olan C.E.C Sarayı'nda olduğu gibi.
        
    Güzel Sanatlar Müzesi (Muzeul National de Arta al Romaniei) oldukça geniş bir alana yayılmış kocaman bir müze. Nedense bu kadar büyük olacağını tahmin etmiyordum. Zengin bir koleksiyonla karşılaştığım için çok mutlu oldum.
    
    Rumen resim ve heykel sanatçılarının yanı sıra diğer Avrupa ülkelerinden Brueghel, Rubens, Tintoretto gibi usta ressamların eserlerini görmek keyifliydi. Müzede ayrıca kaftanların sergilendiği geçici bir sergi vardı ve Osmanlı kaftanlarına da yer verilmişti.
    
    Güzel Sanatlar Müzesi'nden sonra rotamızı Harestrau Park'a çevirdik. Şehrin biraz dışında oldukça büyük bir park burası. Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi'ne girmeden önce parkta vakit geçirdik. Spor yapanlar, yürüyüş yapanlar, oturmuş dinlenenler, gölette sandalla gezenlerle huzurlu bir pazar günü havası vardı Harestrau'da. 
    
    Köy Müzesi'ne gitgide kapayan bir gökyüzünün eşliğinde ulaştık. Yağmur yağmamasını dileyip başladık gezmeye. Köy müzelerini seviyorum. Açık havada bol oksijen soluyarak yürümek ve öğrenmek hoşuma gidiyor. Gördüklerimin içinde favorim Tallinn'deki ama Bükreş'teki de hiç fena değil. 
    
    Dimitrie Gusti'de 17.yy.dan günümüze köy hayatı sergileniyor. Kilisesiyle, okuluyla, değirmeniyle tam tekmil köyler bunlar. Her biri orijinal yerinden getirilip burada tekrar kurulmuş. 
    
    Doğa yürüyüşüne çıkmış gibi keyifle gezdiğimiz birkaç saatin sonuna doğru müthiş bir yağmur bastırıyor. Herkes kapısı açık evlere kaçışıyor. O kadar çok ev var ki herkese yetiyor. 
Biz de birine sığınıp yaklaşık yarım saat kadar yağmurun dinmesini bekliyoruz.
    
    Belki aksilik gibi görünen bu yağmur olayı bize terapi gibi geliyor. Sadece yağmurun sesi ve toprak kokusuyla geçirilen dakikalar asla unutamayacağımız anılar olarak işleniyorlar hafızamıza. Uçuş saatimiz yaklaştığı için, yavaşlasa da kesilmeyen yağmur altında veda ediyoruz bu yemyeşil müzeye. Havalimanına giderken bir parça ıslansak da ne gam!
    
    Bükreş bizi güneşle karşılayıp yağmurla uğurladı. Dolu dolu geçen iki güzel gün yaşattı. 
Demir perde ülkelerinden biri olan Romanya'nın başkentinde komünizmin izleri bol pencereli dönem binalarında, Devrim Meyda'nında, Parlamento Sarayı'nda... Bunlar haricinde tam bir zamane Avrupa ülkesi havası var bu şehirde. Yalnızca turistik bölgede vakit geçirdiğimiz için yerel halk nasıl yaşar, ne düşünür gözlemleyemedik. Ülkenin diğer güzel şehirlerine gitmeyi, Karpatlar havası almayı, Dracula'nın şatosunu görmeyi bir başka seyahat için hayal ediyorum ve birkaç fotoğraf daha ekleyerek Bükreş'e veda ediyorum.












 







 
 

4 Ekim 2017 Çarşamba

YOL ARKADAŞIM VE EN İYİ YOLCULUK ARKADAŞIM...

   
    Uzun uzun yıllar önce Nisan ayında evlenmiştik biz. Ben 21 yaşımdaydım, eşim 25. Hiç o kadar erken evleneceğimi düşünmezdim ama erken tanışıp her şey iyi gidince böyle oldu. Erken evlenmenin artıları da var eksileri de. Eksisi erkenden hayat gailesine karışmış olmak. Artısı ise erken çocuk sahibi olmak. Erken çocuk sahibi olmanın da artıları ve eksileri var. Acemi anneydim demeyeceğim çünkü çocuğumun olmasını çok istiyordum ve genç yaşıma rağmen çok iyi idare ettim. Sadece gezip tozma bakımından zordu erken evlenip erken anne-baba olmak. Evet Orhun doğmadan önce birkaç güzel seyahatimiz oldu ama evliliğe adapte olma çabasıyla harmanlanmış gezilerdi bunlar. Orhun belli bir yaşa gelene kadar da hep çocuk dostu otellerde, tatil köylerinde konakladık. Bende çocuğun düzenini bozmayayım düşüncesi çok fazlaydı, onu kendi keyfim olsun diye oradan oraya sürükleyemedim. "Aman kimseyi rahatsız etmeyelim" düşüncesi de çok fazlaydı ve çevremizde hemen herkes henüz çocuksuz olduğu için Orhun'la arkadaş toplantılarına, gezilerine katılmayı tercih etmedim. Bir de anne-oğul birbirimize o kadar yapışıktık ki onu kimseye bırakıp gidemedim. Kısacası evliliğimizin ilk iki yılı hay huyla, kalan yılları da çocuk büyütmekle geçti. Şikayetçi değilim, aksine çok memnunum. Yalnızca artı ve eksileri düşündüğümde fark ediyorum bunları. Şöyle bir gerçek de var ki çocuğu çabuk büyüttük. Ortaokul yıllarında gezilerimizin niteliği değişti. Artık üç yetişkin gibi takılmaya başladık. Otellerde çocuk kulüplerini kovalamaktan vazgeçtik. Hatta otellerden vazgeçtik dairelere, pansiyonlara, butik otellere yöneldik. Yurt dışı seyahatleri arttırdık. Bol bol yürümeye, toplu taşıma araçlarını kullanmaya başladık. Küçükken de müze ziyaretlerini ihmal etmezdik ama sayıları çoğaldı. 
Orhun liseye başladığında ise eşimle baş başa kaçamaklar yapma zamanı gelmiş oldu. Bizim çocuğumuz büyümüştü, arkadaşlarımızın çocukları henüz çok küçüktü. Bu durumda yine onlarla seyahat planları yapamıyorduk, çocuk büyütme sırası onlardaydı:) Biz yine baş başa kaldık. İşte erken anne-baba olmanın artısı da bu. Şimdi -Orhun'u da üniversiteye yollamışken- imkanlarımız elverdiğince birlikte gezip görmenin tadını çıkarıyoruz ve bu yolda her fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz. Fikirlerimiz, zevklerimiz olgunlaşmışken; bilgimiz, tecrübemiz artmışken; belli maddi düzeye ulaşmışken gezmenin de ayrı bir keyfi var. Tam bu aşamada çevremizde "Geziyorsun. Ooo! Ne çok geziyorsun?" diyenler çok oluyor tabii ki. İnsanları anlamak zor. Anneanne ve babaanne de genç olup, biri çalıştığı diğeri ise sosyal hayatından vazgeçmemeyi tercih ettiği için benim yanımda pek bulunamadıkları senelerde, ben evde yalnız başıma çocuk büyütürken, dışarıda yalnızca çocuk parklarında, sinema ve tiyatrolarında vakit geçirirken "Ne yapıyorsun? Nasılsın?" demeyenler şimdi gezmemize takılıyorlar ya onlara nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Bu, çalışma konusunda da böyle mesela. Karnım burnumda toplu taşımacılıkla işe gidip geldiğimi, yasal izni bile kullanamadan doğuma gittiğimi unutanlar şu an çalışmıyor olmama daha takıklar mesela. Durduk yere gaza geldim ama hani 40 yaşından sonra bazı şeyler dank eder ya kafana. Sanırım onu yaşıyorum:) Ama kızgın değilim. Sadece insan psikolojisini anlamaya çalışıyorum. Fazla abartana kibarca bunları söylüyorum. 
    Şimdi bak aslında ne anlatacaktım, nereden nerelere geldim. Yazıya başlarken amacım geçen ilkbaharda yaptığımız Bükreş seyahatini anlatmaktı. Seyahatin evlilikle ve evlilik yıldönümüyle alakası vardı. Bizim Nisan aylarında yaptığımız geziler evlilik yıldönümü kutlaması oluyor. Doğum günleri hariç özel günleri hiç sevmem. Hediye beklentim de yoktur. Bu yüzden birkaç sene önce, kendimize bahane yaratarak evlilik yıldönümlerimizde daha önce görmediğimiz bir yeri gezip görme konusunda karar aldık. Çok şükür bugüne kadar da uyguladık. Mesela Gaziantep'e de gittik Bükreş'e de. Önemli olan birlikte olmamız ve daha önce görmediğimiz yerleri görmemiz. Bunlar bir hafta sonunu kaplayan ufacık geziler ama bizim için anlamı büyük. İşte bir önceki Nisan ayında Romanya'nın başkenti Bükreş'e gitmiştik ve ben onu gezi yazılarım içine dahil edememiştim. Neden Bükreş olduğu sorulabilir. Belli bir nedeni yok. Genelde sadece cumartesi-pazar günlerini kapsayan geziler olduğu için fazla uzak olmayan yerleri seçiyorum. O anda aklıma neresi yatarsa o oluyor. Fazla plana gerek yok. Hayatımın şu döneminde hayal kurmanın, adım atmanın gerekliliğine fakat ince ince plan yapıp gerilmenin anlamsızlığına gönülden inanıyorum. 
    Bu kadar gevezeliğin ardından direkt Bükreş yazısı gelmeyecek tabii ki. Başlayayım dedim ama farklı bir iç dökmeye dönüştü bu yazı. Bir sonrakinde ciddi ciddi gezi bloggerı havasına gireceğim haberiniz olsun:) Ve bu yazıyı okuyan herkesin gönlündeki güzel hayaller gerçek olsun.