27 Temmuz tarihine kadar, müsait olan herkesin görmesini istediğim bir sergiyi hatırlatmak için buradayım. Nisan ayının ilk haftası Meşher'de açılan sergiyi ben ancak geçen hafta ziyaret edebildim. Bir süredir yüzümü huzurla gülümseten böylesi bir etkinlik içinde bulunmamıştım. Konumuzun öznesi John Craxton... Ve tabii onun Ege kokulu rengârenk resimleri, sınır tanımayan karakteri... Ve biraz da imrendiren şansı... Şans konusu sergi tanıtımında özellikle vurgulanmış. Şöyle ki... Londralı varlıklı bir müzisyen ailenin oğlu Craxton, hayatı boyunca sadece sevdiği şeylere odaklanmış. Resim yapmak ve gezmek gibi... Çoğu kişinin hayalini yaşamış.
Sergi kitapçığında hakkında "Olağanüstü yetenekli, olağandışı talihliydi; keyfin resmini çizip keyif içinde yaşayan cesur bir hedonistti" denen Craxton'ı vallahi kıskanmadım:) Coşkulu resimlerinin uyandırdığı keyif baskın geldi. "Böyle de yaşanabiliyormuş" deyip, sanki Ege kıyılarında ben gönlümce gezmişim gibi, tüm o insanlarla ben tanışmışım gibi, kedilerle ben oynamışım, keçilerle dostluk etmişim gibi, o resimler benim fırçamdan çıkmış gibi hissettim. Gündelik yaşamdan koptuğum bir zamandı. Mutlu oldum.
John Craxton resmi eğitimi reddetmiş, gönlünce resimler yapmış. Ancak yakın aile çevresinde sanatçılar çok olduğu için gereken desteği de bulmuş. Onlardan hem teknik anlamda dersler almış hem de beraber yaptıkları müze gezileri sayesinde ufku açılmış. Picasso ve El Greco'dan etkilendiğini söylüyor ki daha erken dönem resimlerinde bu etkiyi görmek mümkün.
Genç yaşında ziyaret ettiği Dorset'teki Pitt Rivers Museum'da antik sanatı keşfetmiş ve Akdeniz'e hayranlığı başlamış. 2.Dünya Savaşı sırasında Londra'da haliyle sıkıntılı bir dönem geçirmiş ve bunu sergide gördüğümüz resimlerine de yansıtmış. Hem konu, hem renk, hem yarattığı etki olarak daha karanlık resimler bunlar. Onlar da çok beğendiğim etkili resimler ancak bir tane bile fotoğraf çekmemişim. Dikkatimi eserlere vermek için genelde -belki birkaç hatıra dışında- pek fotoğraf çekmiyorum fakat bu yazının benim gözümden akışı için olmalıydı. Özeleştirimi de yapayım. İngiltere dönemi resimleri bu aşamada şunun için önemli. İngiltere'den çıktığı anda, Yunanistan'a gidip gelmeye başladığı anda tarzı değişiyor. Hele hele Yunanistan'da yerleşik duruma geçince daha da canlanıyor; hayatın içine karışmış, güneşle ve denizle yoğrulmuş, hayatta olmanın keyfiyle şekillenmiş eserler oluşturuyor. Serginin isminden de anlaşılacağı gibi "Işığın Peşinde" müthiş bir koleksiyon çıkıyor ortaya.
Yunanistan'a ayak basmadan önce, savaş biter bitmez, kendisi gibi aykırı ressam Lucian Freud'la birlikte önce Scilly Adaları'nı ziyaret ediyorlar. O sırada 22 yaşında. Savaş sırasında orduda görev almıyor çünkü tüberküloz nedeniyle sık sık hastalanıyor. Ne ilginçtir ki hem ruhen hem bedenen sıcak iklimlere ihtiyacı varmış. Sanırım Ege-Akdeniz coğrafyası onu hep çağırmış. O da bu çağrıya uyarak 23 yaşındayken önce Atina'ya gitmiş. Sonra Poros adasına taşınmış, Kiklad Adaları'nı ve 12 Ada'yı gezmiş, birçok yerli sanatçıyla tanışmış, arada hem Yunanistan'da hem Londra'da sergiler açmış. 3 yıl sonra Girit'i tanımış. Her yıl buraya gelip gitmiş, kalan zamanında bol bol resim yapmış ve birçok ülkeye seyahat etmiş. İstanbul'a da birkaç kere gelip gitmiş tabii. Antik dünyanın peşinde Çanakkale'den İzmir'e gezileri olmuş. 1959'da Girit'e taşınmış. Hanya'da Venedik limanında bir Osmanlı evini satın almış. Eve dair bir video da sergide mevcut. 1967'de Cunta döneminde Girit'ten sürülmüş. Ajan olduğu söylenmiş, kimine göre askeri rejimi hafife alan yerli yersiz konuşmaları dikkat çekmiş ve genç askerlerle yakınlığı da onun Girit'ten sürülmesine neden olan söylentiler arasında. 9 yıl aradan sonra dönebilmiş Yunanistan'a. Girit'te stüdyo olarak kullanmak için ikinci bir ev satın almış. Bu ev onun anısına Yunan Ulusal Anıtı ilan edilmiş. 2006 yılında sağlık nedeniyle Girit'ten ayrılmış ancak geçici umduğu bu ayrılık son olmuş. Bir daha Girit'e dönememiş. Yabancı bir kaynakta küllerinin Girit'e götürüldüğünü okudum fakat başka bir yerde görmediğim için emin olamadım.
Resmi eğitimi reddeden, kendi tarzını yaratan, sanata dair hiçbir beklentisi olmadan gönlünce çizen ve kendini "Arkadyalı" olarak tanımlayan Craxton'ın Ege resimleri tamamen kendine özgü. Gündelik hayata dair, ışıkla bezenmiş resimler bunlar. Ve bu sergi, The Guardian'da çıkan habere göre sanatçının en büyük sergisi. Craxton Londra Kraliyet Akademisi'ne seçilmiş ve kendi ülkesinde de sergileri oluyor ancak habere göre yine de bu zamana kadar İngiltere'de gereken ilgiyi görememiş. Yunanistan sanatçıya daha fazla sahip çıkıyor ve İstanbul'daki bu sergi Londra'nın bir miktar gözünü açmış. Sergi İstanbul'dan hemen önce Girit'teymiş. Sanatçının eserlerinin büyük kısmı Ömer Koç koleksiyonunda yer almakta. İstanbul'da yaşayanların, yakın zamanda İstanbul'da olacakların kaçırmaması için yaklaşık 3 hafta kadar bir süre var. Meşher sergilerinin ücretsiz olduğunu da ekleyeyim.
Meşher'den çıkınca yakın zamanda restore edilip açılışı yapılan Botter Apartmanı'na da uğradım. Nerede o ilk günlerdeki izdiham, nerede o günkü tenhalık? Kalabalık dağılsın diye beklemiştim. İyi de yapmışım. Rahat rahat gezdim.
Sosyal medyada fazlasıyla yer alsa da minicik bir ekleme yapayım. Botter Apartmanı İstanbul'un ilk Art Nouveau binası. Sarayın resmi terzisi Jean Botter için yapıldı ve mimarı Raimondo D'Aronco ki kendisi mimarlık tarihimiz açısından önemli isimlerden biri. Apartmanın ilk katı "Botter Moda Evi" olarak kullanılmış. 1900'lerin hemen başında inşa edilmiş değerli bir mekânı gezerek deneyimlemek güzel. Üstelik bir de "Düşler, Hakikatler" isimli sergi varken. Vaktim olsaydı kütüphanesinde de vakit geçirmek isterdim. 3 okuma-çalışma odasında sadece 5 genç vardı. Bu sayı bana az geldi doğrusu. İstanbul'un göbeğinde tarihi bir mekânda daha fazla vakit geçirmek adına kütüphanesinden de faydalanılmalı diye düşünüyorum. Sosyal medya etkisi biraz azalmış sanırım.
Gerçi bir yandan da şöyle düşünüyorum: İstanbul o kadar kalabalık ki bazı yerler tenha kalsa da olur mu acaba?
Botter'den çıkınca da ANAMED binasında yeni açılan bir sergiye, "Türkiye'de Bizans Çalışmalarının Serüveni"ne geçtim. Bir miktar akademik bir sergi fakat "Bu topraklarda yaşıyorsak geçmiş kültürlere de az ya da çok aşinalığımız olması gerekir" düşüncesiyle hareket edenler için oldukça faydalı. Çok da özenli. Burada da epeyi bir vakit geçirdim. Koç Ailesi'nin ülkemiz adına kültür-sanat bağlamında yaptığı katkıları bir kez daha gönülden takdir ettim.
Beyoğlu'nda aynı güzergâh üzerinde 3 farklı mekânda 3 sergiye ulaşmak... Üstelik bunlar sadece o gün seçtiklerim. Kızıyoruz mızıyoruz ama İstanbul bambaşka bir şehir. Bir de o gün Beyoğlu pek bir sakindi. Yani bir süredir gözümüzü, gönlümüzü yoran karmaşa yoktu. Pek çok milletten makûl bir turist kalabalığı vardı. En azından Şişhane civarı böyleydi. Fakat mağazalar, yeme-içme yerleri muazzam pahalı. Fiyatlar tamamen turistik. Devamlı giderim ama bu sefer bana inanılmaz pahalı geldi. Bir tatlı bir kahveye ödediğim hesabı telaffuz etmek istemiyorum ki dediğim gibi her gittiğimde o tatlıyı yerim, o kahveyi içerim. Bir süre yapmayacağım sanırım. Kırık Türkçeli yabancı bir kadın bile "Her şey ne kadar pahalı olmuş" diye garsona dert yanıyordu. Sanatla başladığım yazıyı ekonomiye bağladım ama inanın planlı değildi. Bu sıra her konuşmamız, her sohbetimiz eninde sonunda ekonomiye bağlanıyor. Kafa rahatlığıyla gezeceğimiz günlerimiz yakın olsun efendim!