29 Nisan 2023 Cumartesi

NİHAYET TANIŞTIĞIM ŞEHİR... LONDRA...

     Buralarda değilken biraz bunalımdaydım, biraz da seyahatlerdeydim dostlar. Ruhen ve madden o kadar yorgundum ki bu durum bana -düşündüm de bunalım abartılı bir tabir oldu- gerginlik olarak yansımıştı bir süredir. Yeni yeni toparladığımı, kendime geldiğimi hissediyorum. Sebep net değil. Genel. Hepimizde olan şeyler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığı diyelim, hayat diyelim, yaşla birlikte gelen bir takım olumlu olumsuz birikimler diyelim. İsteğin dışı gelişen birtakım olayların stresi diyelim. Toparlamak lâzım diye de ekleyelim. 
    Böyle dumanlı bir ruh haliyle adım attım Londra'ya. Oysa ki ilk kez gidiyordum ve görmeyi en çok istediğim şehirdi. 3-4 günlük seyahatimiz aslında iyi de geçti. Bir kere Orhun'la birlikte olduk ki bu en önemli şey. Oğlumuz şu an Londra'da. Özlem had safhada, belli etmeme gayreti de aynı şekilde. Ne zaman büyüdü bunlar düşüncesinin kafada dönüp durmasını saymıyorum bile. Hem güzel hem yorucu, kafa karıştıran duygular işte. Hepimiz biliriz. Anne, baba olmaya gerek de yok, yeğenim için de aynı şeyleri hissediyorum, oğlumun arkadaşları için de. 
Bir seyahat yazısına böyle başlanmaz biliyorum. Bu da değişik olsun. Öyleydi de zaten. İlk kez bu kadar plansız, programsız gezdik desem yeridir. Üstelik en büyük başkentlerden birine giderken. Tabii bunda "Nasıl olsa tekrar gideriz" düşüncesi de etken. Sağlık olsun ve ülke ekonomisi biraz toparlansın da hallederiz. Gerginim merginim ama umutluyum da.
    Şimdi gelelim seyahatimize. İlk izlenimlerimize... Şehirde 4 gün kaldık. Ancak 3 gün akşamüzerleri Orhun'la buluştuk, kalan sürede ayaklarımız bizi nereye götürürse oraya doğru gezdik, gördük. Orhun tabii ki şu an kendine ait bir dairede yaşamıyor. Tüm büyük şehirlerde olduğu gibi Londra'da da ev kiraları pahalı. Çoğu genç gibi oda kiralamış durumda. Halinden memnun. Eh biz de halimizden memnunduk. Bayswater bölgesinde, Hyde Park'a yürüme mesafesinde bir otelde konakladık. Londra'ya indiğimiz gün "Aman orası da hep bulutlu, yağmurlu" diyenlere inat pırıl pırıl güneşli bir hava karşıladı bizi. Çok mutlu oldum. Diğer günler ise bir kapalı, bir güneşli geçti. En sıcak günde üst üste Türk arkadaşlarımızla buluşup, sabahtan akşama kapalı mekânlarda olmayı başardığımız için bol yürüyüşlü günler yağmura denk geldi. Bu yüzden fotoğraflarda size bol bol turuncu yağmurluğum eşlik edecek:) Hiç çıkarıp poz çektiremem, müthiş üşenirim, ayrıca vakit kaybı sayarım.

    Londra'da çok yürüdük ama neticede kocaman şehir; metrosundan, treninden de epeyi bir yararlandık. Ve sonraki ziyaretler için ulaşım olayını güzelce çözdük. Londra ulaşımının simgesi olan bu yazı karakterini hatırladınız mı? "Tam Benim Tipim(miş)" başlıklı, tipografi konulu yazıda bahsetmiştim. İngiltere'nin simge fontlarından biri olan "Underground". Edward Johnston, Londra metrosu için tasarlamış. Her durakta bu şekilde yer alıyor. "Halka ait ilk yazı karakteri" deniyor. "Eğitimle, politik manifesto ya da sınıfla değil; seyahat ihtiyacıyla ilişki kuran, gündelik kullanım için tasarlanmış ilk yazı karakteri". Tipoloji dersi alacak öğrenciler bunu yazın bir kenara, sınavlarda çıkıyor:) 

    Bakınız bir örnek daha. Queensway istasyonu. Boş anını yakalamış çekmişim fakat her zaman böyle değil tabii. Londra kalabalık ve kozmopolit bir şehir. Her ne kadar öyle olduğunu bilsem de uçaktan iner inmez yine de ilk dikkatimi çeken her milletten insanın bir aradaki varlığı oldu. Kozmopolit tanımının vücut bulmuş hali gibi. Ve kalabalık dedim ama bu asla İstanbul'la karşılaştırılacak bir kalabalık değil. İşe gidiş-geliş saatlerinde artıyor olsa dahi toplu ulaşımda insanlığını sorgulatan bir yoğunluğa, itiş kakışa rastlamadık. Bu arada şu Queensway istasyonuna niye gittiğimizi, oradan nereye geçtiğimizi hatırlayamıyorum:) O kadar şuursuzca gezdik ki. Karşımıza ne çıkarsa gibi bir durum oldu. Şunu şunu görelim diye bir plan yapmadık. Öncesinde çok yoğundum ve hiçbir şey düşünmedim. Üstelik onca ücretsiz müzenin olduğu bir şehir söz konusuydu fakat bu kez aklımda sadece İngiliz pubları ve İngiliz birası vardı. 

    Biramızı içtik mi peki? Tabii ki. Mesela şurada. İsmine bakar mısınız? Krallı, kraliçeli publar çok burada. 
Hepsi de pek sevimli. Biranın yanında fish&chips enfes. Fakat yemek olayı bu kadar gibi. İngiliz mutfağı zayıf. Bunu orada gözlemlediğim gibi, normalde de bir iki tarif hariç İngiliz mutfağıyla ilgili pek bir şey duyduğumu, okuduğumu hatırlamıyorum. Kozmopolit bir şehir olduğu için farklı ülkelerin restoranlarıyla dolu. İngilizler de bunların müşterisi. 
    Fotoğrafta geleneksel binanın çevresinde yükselen yeni binaları fark etmişsinizdir. Gördüğüm kadarıyla hep böyle. Eski ve yeni iç içe. Sadece bina bazında değil, sokaklar da aynı şekilde. Ne kadar güzel deyip bayıla bayıla gezdiğin iki sokağın ardından daha dökük bir sokağa geçiyorsun, ardındaki sokakta tekrar hava değişiyor. Bir öyle bir böyle ilerliyor. Karmaşık desen değil. Şehirde kendine özgü bir tarz oluşmuş. Değişmeyenler Londra'ya özgü siyah taksiler, iki katlı kırmızı otobüsler, posta kutuları ve telefon kulübeleri... 

   

    Londra'nın simge yapılarından kimini gördük kimini bir başka sefere bıraktık. İkinci günümüzde makûl bir saatte yola çıktığımızda, civarı nasıl olsa turistiktir düşüncesiyle telefon haritasında London Eye'ı işaretlemiştik. 
Hyde Park içinden geçerek yürürüz, karşımıza ne çıkarsa kabûlümüzdür dedik. Tüm gün dışarıda olmak için hava pek elverişli değildi, ara ara yağmur çiseledi ama gezgin modumuzdan vazgeçemezdik. 
    Londra'nın simgelerinden biri olan park tabii ki oldukça geniş bir alana yayılmış. Bir başka zaman, güneşli bir havada daha uzun saatleri buraya ayırmak hayaliyle kısmen gezebildik. Rastladığımız anıtları, heykelleri inceledik, kimine hiç yolumuz düşmedi. Fotoğrafta arkamda görünen bina Kensington Sarayı. Önündeki Kraliçe Victoria anıt heykeliyle beraber.

    Parkın kıyısından kıyısından giderken karşımıza Royal Albert Hall konser salonu çıktı. Bilirsiniz, burada şahane konserler olur. Ara sıra YouTube'dan izlerim. 

    Salonun bu kadar yakınına gelmişken caddeyi geçip binaya ve çevresine göz atmak istedik. Kendisine bağlı eğitim binaları, misafirhane vs. yapılarıyla birlikte etkileyici bir alandı. 

    1871'de Kraliçe Victoria tarafından açılan salonu gezmek için düzenlenen turlar olduğunu öğrendik. Bunu aklıma yazdım. Konser izleme fikri ise hep aklımda. O gün kendisine sadece bir merhaba demiş olduk. Bahçesinde çiçeklenmiş ağaçların önünde böyle poz verdik. 

    Hyde Park'ı takip ederek ilerlerken Buckingham Sarayı'na geldiğimizi gördük. Meraklı kalabalığa uyup demir parmaklıkların arasından içeriye doğru baktık:) Aslında hiç benlik bir hareket değil. Elbette ailenin tarihi yönüyle ilgileniyorum; günümüzdeki magazinsel durumunu ise denk gelip de gördüğüm kadarıyla biliyorum. Ve artık krallıkların, kraliçeliklerin simgesel kurumlar olduğunun farkındayım. Yine de bir ailenin herkesten üstün konumda olması hiç hoşuma gitmiyor, aklıma mantığıma sığmıyor. Ama parmaklıklar ardından Kral'ın askerlerine baktık mı baktık:) Boş bir anda kapısında fotoğraf çektirmeyi ihmâl etmedik:) 


    Bir saraydan bir saraya, Buckingham'dan Westminster'a doğru giderken St.James Park'ta bir miktar zaman geçirdik. Burası da çok tatlı bir park. Şöyle de bir manzarası var. 

    St.James'ten çıkıp Downing Sokağı 10 numaranın önünden geçerken tamamen film ve dizilerden gelen aşinalıkla binanın Başbakanlık konutu olduğu anladık. Pek çok senaryoda geçse de en son The Crown dizisinden hatırladığımız ofis ve konut binası. Ondan fotoğraf yok. Sadece film ve dizilerin gücünü hatırlatmak için parantez açtım. 
    Çevreyi inceleye inceleye yürümeye devam ederken karşımıza tüm ihtişamıyla Big Ben çıktı. Yani bir saat kulesi için oldukça ihtişamlı. 

    Aslında kulenin orijinal ismi Elizabeth Kulesi. Big Ben, kulenin çanının ismiymiş ve halk arasında yapının tamamı için bu isim kullanılmaktaymış. Yalnızca zamanı haber veren bir bina zannedilmesin, içinde şimdi o amaçla kullanılmasa da bir cezaevi odası bile varmış.
    Big Ben, Westminster Sarayı'nın bir parçası. Yani Avam Kamarası ile Lordlar Kamarası'nın görev yaptığı parlamento binasının... Tabii öncesinde kraliyete aitmiş zira 11.yy'a kadar inen bir tarihçesi var. Yangınlarla, 2.Dünya Savaşı sırasında alınan hasarlarla pek çok şey atlatmış, çok gün görmüş. 

    

    Ve Thames Nehri... Rüzgâr başladığı için kıyısında keyifle yürüyemediğimiz... En merak ettiğim yerlerden biriydi. Neden bilmem, benim nehirlere karşı farklı bir sevgim var. Kızım olsaydı adını Nehir ya da Irmak koyardım:) Orhun da hem bir vadinin, hem nehrin ismi malûm. Uzatmayayım, nehirleri çok seviyorum. 
Her ne kadar boz bulanık bir görüntüsü olsa da Thames de gözdelerimden. Senelerdir okuduğumuz romanlarda suyuyla, kıyısıyla, köşesiyle, etkisiyle yer alması buna sebep olabilir mi? Bence olabilir. Size de çok tanıdık gelmiyor mu Thames Nehri? En son "Bir Kayıkta Üç Kafadar"ı okuduğumu hatırlıyorum örneğin. 3 arkadaşın Thames boyunca yaptığı eğlenceli yolculuğu anlatıyordu. Okudukça onların kıyısından geçip gittikleri, bazen de konakladıkları her kasabayı ben de görmek istemiştim. 

    Oysa ki pek de heybetli değil Thames. Hepi topu 346 km. İngiltere'de doğuyor, İngiltere'de denize dökülüyor. Ama meşhur işte. 
    Yukarıdaki fotoğrafta görülen London Eye'a ulaştık ulaşmasına da işaretleme yaparken neden Tower Bridge'i hedeflememişiz acaba? O da en merak ettiğim simgelerden biriydi. Tamamen ters tarafta kalmış. Onu da bir başka ziyarete, güneşli bir güne bıraktım. Dediğim gibi bu bir tanıma seyahatiydi ve özellikle bu yazıyı yazarken açıp haritaya baktığımda taşların yerine oturduğunu görüyorum. Büyük bir şehir olduğu için gözüm korkmuştu ama halledilebilir olduğunu anladım. 

    Peki spontane dedim ama Londra'da hiç mi müze ziyareti yapmadık? Böyle bir şey mümkün değil. Her ne kadar aklım diğerlerinde kalsa da bu kez tek bir seçim yapıp vaktimizi British Museum'a ayırdık. Tate Modern'e gitmemek için kendimi zorladım ve eşimin ilgisini de dikkate alarak British Museum'a karar verdim. Neredeyse bir tam günümüzü de ona ayırdık, kapanış saatine kadar gezdik. Yine de bitiremedik. Dile kolay, 8 milyon eserlik bir koleksiyon söz konusu.

       1753 tarihli müze binası, dönem gereği klasik Yunan mimarisine öykünen tarzıyla dışarıdan bile etkileyici. Güncel sergiler hariç kalıcı koleksiyonu görmek ücretsiz ve bu herkes adına takdir edilesi. 

      İtiraf ediyorum, nasıl olsa aşinayız diyerek Yunan ve Roma galerilerini en sona bıraktık ve tabii ki yetiştiremedik. Yani bizim topraklarımızdan ve Yunan topraklarından çalma, kaçırma, kılıfına uydurma ne derseniz alıp götürülen eserleri bu sefer göremedik. Fakat Asya, Uzakdoğu, Mezopotamya vs. diğer galerilerdeki eserler de o kadar güzeldi ki... Sindire sindire gezmek bizim tercihimizdi. 
    Çin'in yeşim taşından yapılma objelerinin önünden zor ayrıldım. Hint sanatı eserlerini canımız istediğinde göremiyoruz. Asurlular'dan kalan heykelleri nasıl incelemezsin? 

    

        Hele o Rosetta Taşı yok mu? Gördüğüme o kadar sevindim ki. Rosetta Taşı, 1799 yılında, Napolyon'un Mısır seferi sırasında Nil Deltası'ndaki Rashid (Rosetta) kasabasında Fransız birlikleri tarafından bulunuyor. 

    Taşın üzerinde hem Mısır hiyeroglif yazısı, hem eski Yunanca hem de Mısır'daki halk yazısı olan Demotik yazı yer alıyor. M.Ö 196'da Mısır kralı V. Ptolemy adına yazılan bir kararname bu. Önemi hiyeroglif yazının bu taşla çözülmüş olması. Aynı kararnamenin 3 dilde yazılması eski Yunanca'nın da varlığı sayesinde hiyerogliflerin çözümüne sebep oluyor ve Mısır tarihi hakkında çok şey öğreniliyor. Önce Fransa'da ve ardından diğer ülkelerde Mısır'a müthiş bir ilgi başlıyor. Bu ünlü taş, daha büyük bir stelin parçası. Bulunuşundan bir süre sonra bölgeyi İngilizler'in ele geçirmesiyle pek çok arkeolojik ve bilimsel keşif gibi Rosetta Taşı da İngilizler'e veriliyor. 
Ve bugün emperyalist İngiltere'nin yayıldığı her coğrafyadan elde ettiği bilimsel ve arkeolojik nesnelerin bir kısmı işte bu salonda sergileniyor. 

    Kuşlardan böceklere, heykellerden günlük kullanım eşyalarına kadar birçok coğrafyadan yüzlerce örnek... Kim bulmuş, kim incelemiş, kim hangi keşif gezisine çıkmış, koleksiyonerler kimler, araştırmacılar kimler? Bu salon da uzun zaman geçirdiklerimizden biri oldu. Okullu çocuk kalabalığının dağılmasından sonra, belli bir saatte açtılar, iyi oldu hoş oldu.
    Müze ne yazık ki 17.00'de kapanıyordu. Ne kadar açıksa o kadar gezerdik. Yine de çıkışta yorgunluğumuzu atacağımız, gördüğümüzü sindireceğimiz bir mola, bir müze kahvesi iyi geldi.

    Son gün havaalanına Piccadilly caddesi üzerinden, o civardaki metrodan gitmeye karar verdik. Biraz da o hareketli bölgeyi görelim dedik. Onun havası da başkaydı. "A! Çin Mahallesi burasıymış", "E biz Soho'ya gelmişiz" diye diye gezdik. 

    Bölgedeki tiyatroların, müzikallerin yoğunluğuna bayıldım. Klasikler, modernler... Tanıdık, tanımadık birçok temsil... Bakınız Harry Potter ve Lanetli Çocuk. 

    Tekrarlamış oluyorum ama hakikaten Londra'da tamamen spontane gezdik. Öncesinde plan yapmak istemedim. Dediğim gibi kafaca doluydum, fiziken yorgundum ki bence bu fotoğraflardan da anlaşılıyor. Biraz da şehrin büyüklüğünden gözüm korktu. Umarım tekrar gideriz diyerek vaktimizi tanışmayla geçirdik. Samimi söylüyorum "Ne güzel mağaza, hadi girelim" dediğimiz yerin Harrods olduğunu içine girince anladık:) Bazı şehirlere sinemadan, edebiyattan, magazinden, haberlerden o kadar aşinayız ki sanırım bilgilerime de güvendim, fazla yabancılık çekmeyeceğimi düşündüm. Nitekim öyle de oldu. Hayalimdeki daha romantik mahallelerini ve kitapçılarını gezemedim. Daha rahat bir zaman için hayalini kurduğum yerler var. Çocuk musun denmesin çünkü Harry Potter stüdyo turu yapmak da istiyorum Sherlock Holmes Müzesi'ne gitmek de:) Ve yüzlerce peluş oyuncakla dolu öyle bir mağaza gördüm ki onu gezmek de istiyorum. Harry Potter lisanslı ürünleri satan mağazalar her yerde. Kendimi tuttum ve sadece bir broş aldım. Alabildim desem daha doğru aslında. Aşağıdaki fotoğraf ülke paralarını karşılaştırırken ve hesap yaparken çekilmiştir:) 

    Çocukları olanlar hatırlar, şu an bizde var mı bilmiyorum ama bir ara bu oyuncakları seçip, hemen o an doldurtup zevkine göre giydirmek modaydı. Kişisel peluş oyuncağını yapıyordun yani, kimlik vs. çıkartıyordun. İsmini hatırlayamıyorum. Tam bir para tuzağıydı. Ben de yeğenimden biliyorum. Ne yazık ki öyle de tatlılar ki incelemeden duramadık. Bir de Nisan'ın küçüklüğünü hatırladım. Ayrıca şimdi anlıyorum ki epeyi bir ıvır zıvır dükkana girmişiz. 
    Çok yürüdük dedim fakat o istasyondan bu istasyona yerin altında da baya vakit geçmiş. Üstelik bir sürü fotoğraf çekmişiz.

      Bu Orhun'un yaşadığı mahalleye yakın olan duraktı. Crystal Palace futbol kulübünün bölgesi. Ya da işte semtin kulübü Crystal Palace. Her neyse... Bir şehirde o kadar fazla başarılı futbol kulübü olur mu yahu? Modern futbolun atası olunca oluyor işte. Metroda durak isimlerine bakıyorum, bir çoğu Avrupa kupaları kurasında eşleşsek çekineceğimiz isimler:) Aslında maça da gitmek lâzım. 

    İşte böyle... Hep görmek istediğim Londra beni hayal kırıklığına uğratmadı. Eskiden koştura koştura gezerdim. Mümkün olduğunca eksik bırakmamak isterdim. Bıraktıklarımda aklım kalırdı. Hem de fena kalırdı. Bir şeyleri becerememişim duygusu hissederdim. Artık sakinleştim. Sindire sindire gezmenin, bazen plansız davranmanın, karşıma çıkan sürprizlerin keyfini sürmenin değerini anladım. Koşturacağıma çevremi daha fazla incelemeye başladım. Bizzat deneyimlediklerime dair parçaları birleştirip; yetmediğinde okuyarak, araştırarak tamamlayıp o ülke hakkında, o şehir ya da o kasaba hakkında bir fikre varır oldum. Ama bu kez yetmedi, Londra puzzle'ını tamamlayamadım:) Büyük şehir olmak böyle bir şey. Ve ben tuttum bu şehri. O zaman tekrar görüşmek dileğiyle...