28 Ekim 2021 Perşembe

OH BE! MAMUT ART PROJECT 2021...

     Önceki gün Yapı Kredi bomontiada'daydım. Acaba kültür sanat ortamlarına geri dönmüş olabilir miyim dostlar? Ne yazık ki buna kocaman bir "Evet!" cevabı veremiyorum. Soğuk deniz suyuna alışır gibi, henüz tam anlamıyla bitmemiş salgının gölgesinde ufak adımlarla ilerliyorum. Ama çok bunaldım. Halihazırda arkadaşım Pınar Bora'nın projesinin de yer alacağını bildiğim Mamut Art Project sergisi zamanıyken, dayanamadım, bomontiada'ya uzandım.  

    Mamut Art Project yıllardır genç sanatçıların çalışmalarını koleksiyonerler, galeriler, sanatseverlerle buluşturan bir kuruluş. Bu anlamda her yıl ilham ve fikir veren önemli sergiler düzenliyorlar. Güncel sanatın genç yeteneklerinin işleri bu sene Yapı Kredi bomontiada'da. Görmek isteyenler Ekim ayı bitmeden harekete geçmeli. Zira 19 Ekim'de başlayan sergi 31 Ekim'de sona erecek. Etkinlik ücretsiz. Önümüzde Cumhuriyet Bayramı tatiliyle birleşen uzun bir hafta sonu varken değerlendirmeye sunmak istedim. Henüz ziyaret etmemiş olanlar için şunu söyleyebilirim ki bomontiada'nın tarihle harmanlanmış modern ortamı, ilgilenenler için İstanbul'un keyifli köşelerinden biridir. Ve iki yazıdır bu tip mekânlara dikkat çektiğimin farkındayım.

    Efendim, gençlik iyidir, gençliğin yaratıcılığı gereklidir. Mamut Art Project 2021 sergisini bu duyguyla gezdim. Resimler, fotoğraf ve videolar, farklı yerleştirmeler... Her biri sınırsız okumaya açık, gelecek vadeden çalışmalar.

    

    Bakınız Ayris Alptekin "92'den beri hayatımı kurguluyorum" çalışmasında nasıl bir yol izlemiş. Ailesinin onun doğumundan ergenliğine kadar çektiği videoların kasetlerine yerleştirdiği QR kodları sayesinde, izleyicinin o yıllara erişmesini sağlamış. Şöyle diyor sanatçı: "Kamera karşısında görülme arzusu ile görülmeme isteği arasında, sosyal medyadan öncesi ama onun arketipi gibi duran 92'den beri Hayatımı Kurguluyorum". 
    
    Ve Sevgili Pınar'ın, Pınar Bora'nın çalışması "Bir Hayalim Var". İnce ince işlenmiş müthiş bir emeğin ürünü. 
   
     Sanatçı plastik ve metal alaşım yüzeyler üzerine mürekkep ve kuru boya ile çizdiği, boyadığı, fırınladığı çalışmalarla 20.yy.'ın dönüm noktalarında yaşanmış ikonik sahneleri, fotoğrafları üzerinden yeniden yorumlamış. Onun belleğinde yer etmiş bu sahneler aslında hepimizin belleğinde olanlar. Belgesel özelliğinin yanı sıra izleyiciyi kendi özelinde de bambaşka hayallere sürükleyen, izleyicinin kendine ait geçmişinin tozlu çekmecelerini karıştırmasını sağlayan bir çalışma bu. Önünden ayrılması zor. Her birini teker teker inceledim, hatırladım, sorguladım, hüzünlendim, keyiflendim, zamanda yolculuk yaptım.


    Her bir çalışmayı anlatmam mümkün değil. En beğendiklerim üzerinden küçük bir okuma bu. 31 Ekim'e kadar oradalar. Ve daha sonra kim bilir hangi çalışmalarıyla karşılaşacağız onlarla. Dilerim artık tam anlamıyla korkmadan, özgürce üretilen, izlenen zamanlar yakındır. Politika, sağlık, ekonomi, toplumsal yaşam vs.  Maddi ve manevi her anlamda zorlanmadan...
    Günümü güzelleştiren, gündemin ağırlığından uzaklaşmak için bana bir yol açan, ışık tutan sanatçılara ve onları ulaşılır kılanlara sevgilerimle...



24 Ekim 2021 Pazar

MÜZE GAZHANE...

     Bugün İstanbul yağmurlu ve serin. Dün tişörtle yürüyüş yapmıştık, bugün evden çıkmadık. Herkes kendi köşesine çekildi, yağmurlu ve soğuk bir günde evde olmanın tadını çıkarıyor. Madem öyle, gecikmiş bir güneşli gün yazısı yazayım, birkaç fotoğraf ekleyeyim diyorum. Bundan bir-iki hafta önce güneşli bir cumartesi öğleden sonrasını Kadıköy Müze Gazhane'de geçirmiştik. 

    Tarihi endüstriyel mekânların yaşam alanlarına çevrilmesi fikrine bayılıyorum. Tarih ve bugün kol kola girerek fantastik bir hava yaratıyorlar. Tallinn'de böyle iki yer vardı. Galerileri, müzeleri, kafe ve restoranları, antikacıları barındırırdı. Şehre her gittiğimizde bu mekânlarda vakit geçirmeden, bir şeyler içmeden dönmezdik. Bir de yıllar öncesinden Viyana'daki Gazometre'yi hatırlıyorum. Bizim Kadıköy'dekiyle aynı tarihlerde yapılmış ama bizimkinden çok daha büyük. Eşimin kuzeninin evine çok yakındı. Bugün öğrenci yurdu ve konut olmasının yanında bir de alışveriş ve eğlence merkezi olarak kullanıldığı için, Türk filmleri oradaki sinemada gösterildiği için kuzenler "Gazometre'de şöyle böyle" diye konuşurlarken dönüştürülmüş eski bir bina olduğu işine uyanmıştım ve beni götürmelerini rica etmiştim. Yanılmamışım, 1896'da yapılmış,  bugün konut ve eğlence merkezi olarak kullanılsa da Viyana'nın tarihi ve turistik mekânlarından sayılmaktaymış. İşte bizim Gazhanemiz onun küçüğü. 1891 yılında hizmet vermeye başlamış ve 101 yıl boyunca İstanbul'un aydınlatma ve yakıt ihtiyacını karşılamış. Atıl yıllardan sonra geçtiğimiz temmuz ayında kültür-sanat merkezli bir yaşam alanı olarak yeniden düzenlenmiş. İyi de olmuş.

    Müze Gazhane'nin şehrin modern yüzünü sergileyip umut verdiğini söylemeliyim. Çimenlere oturmuş sohbet eden gençler, belediyeye ait kafede yer bulabilmiş olanların çay-kahve eşliğinde sohbetleri, meydanda paten kayan çocuklar, sağda solda sokak heykelleri, oyun saatini bekleyen şehir tiyatrosu sahneleri, sergi alanları, 24 saat açık kütüphane, bir köşede her hafta değişen konularda yapılan açık hava konuşmaları, İstanbul Kitapçısı'nda kitaplar arasında dolaşanlar, konser alanında büyük bir araçtan malzemeleri indirerek akşam konserine hazırlık yapanlar... Herkes keyifli. Kulağıma çalınan konuşmalardan anladığıma göre herkes orada olmaktan memnun. 


    Gazhane'deki sokak heykelleri 7 heykeltraş tarafından Haliç Tersanesi'nde atık materyallerden üretilmiş. Ki üretim aşamasını İBB'nin Twitter hesabındaki bir paylaşımdan izlemiştim. 

    Ana bina, gazometre binası şehir tiyatrosunun sahnesi yapılmış. Önce fark etmedik, gezilecek bir alan zannedip içeri girdik ancak "Veba" oyununun provasının yapıldığını ve tiyatro sahnesi olduğu öğrenip çıktık. O zaman eğer tükenmeden ayarlayabilirsek bilet alıp geliriz. 

    Hal böyleyken yan tarafa Karikatür ve Mizah Müzesi'ndeki "Çizerini Yaşatan Çizgiler" sergisine geçiverdik. Özellikle bizim gibi mizah dergileriyle büyüyenler için şahane bir sergiydi. İlk günden bugüne karikatür hayatımızın önemli isimlerinin çizgileriyle Türkiye tarihi gözler önüne serilmişti. 


    Biz sergiyi gezerken, daha öncesinden atölye çalışmasına katılacağını belirtmiş kişiler bir köşede çalışıyorlardı. Müze Gazhane'de her yaşa hitap eden atölye çalışması çok. Sanatsal faaliyetlerin yanında spor çalışmaları da mevcut. 
    Hani sevdiğim örnek fazla ama karikatür sergisinden Suat Yalaz'ın şu çalışmasını eklemeden geçemeyeceğim. 

    Kompleksin farklı binaları, yani zamanında kullanılan teknik kısımlar ve mutfak, ofis binası gibi bölümler ayrı ayrı değerlendirilmiş. Her birinin işlevini ve tarihçesini okuduktan sonra merakla içine adım atıyorsun. Bu şekilde İklim Müzesi'ni ve Kente Doğru fotoğraf sergisini de gezdik. Çocuk Bilim Merkezi'ni çocuklara bıraktık:)

    İstanbul'un meşhur kedileri, köpekleri de bizler gibi Gazhane'nin keyfini çıkarıyorlardı:)

    Daha rahat bir zamanda buradaki Afife Batur Kütüphanesi'ni ziyaret edeceğim. O gün İstanbul Kitapçısı'na girmekle yetindim ve Selim İleri'nin "İstanbul'un Tramvayları Dan! Dan!" isimli kitabını satın aldım. O sırada herkese açık sohbetlerin olduğu köşede, günümüzün en dikkate alınması gereken konularından tarım hakkında konuşmalar devam ediyordu. Ara ara inceliyorum işinin uzmanı kişilerle farklı konularda söyleşiler tam gaz sürmekte.

     Müze Gazhane'de etkinlik çok. Değişen sergiler, atölye çalışmaları, konserler, film gösterimleri vs. derken sürekli bir hareket var. İlgilenenler "Tüh kaçırmışım!" dememek için sosyal medya hesaplarını takip etmeli. 

    Evime uzak bir noktada olsa da ben ara ara gideceğim. Çünkü Müze Gazhane bana çağdaş bir kentte yaşamanın keyfini tattıran yerlerden biri olmuş. Kolay ulaşılır, renkli, sanat ve bilimle harmanlanmış, nostaljiyle geleceği birleştirmiş enfes bir mekân. Yukarıdaki fotoğraflar benden. 2021'in Ekim günlerinden. Öyleyse son fotoğrafı geçmişten almalı ve böylece bitirmeli yazıyı.




19 Ekim 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (29)

     MICHELANGELO MERISI DA CARAVAGGIO (1571-1610) - KART OYNAYANLAR


    John Berger "Portreler" kitabının Caravaggio'ya ait bölümüne oldukça romantik bir giriş yapar. Sevgilisine adadığı güzel cümlelerin ardından şöyle der: "Bir gece yatakta en beğendiğim ressamın kim olduğunu sormuştun. En keskin, en doğru cevabı verebilmek için ne diyeceğimi bilememiştim. Caravaggio demiştim. Kendi cevabım şaşırtmıştı beni. Daha soylu, ufku daha geniş ressamlar, daha çok hayranlık duyduğum ve duyulabilecek ressamlar vardı oysa. Ama yine de bundan şu sonuç çıkıyor ki -cevabın önceden hazırlıksız verilmesinin de katkısı var bu sonuçta- kendimi en yakın hissettiğim ressam Caravaggio". 
    John Berger kadar romantik sözlerle açıklamama gerek yok. İster birden cevap vermem gereksin ya da uzun uzun düşüneyim, fikrim değişmez, her zaman ve her şartta en sevdiğim ressam Caravaggio'dur. Onda beni çekenin ne olduğu sorusu zaman zaman aklımı kurcalamıştır. Öncelikle resimlerinden etkilenirim elbet. Fakat kavgacı, öfkeli, suça meyilli, tuhaf kişiliği de ilgimi çeker. Şiddete yatkın ruhunun, asla ölmeyecek bir sanatçı haline gelmesinde engel teşkil etmemesi etkiler beni. Sanatı ve sanatçıyı ayrı tutmak... Bu onun zamanında da geçerliymiş ki Caravaggio defalarca karıştığı kavgalarda, bir diğerinden kaçarak geldiği şehirlerde nüfuzlu dostları ve sanat hamileri tarafından daima kollanmış. 
    Ressamın bir diğer çekici özelliği resimlerindeki başkaldırı. Kendine özgü yöntemlerle dönemin otoritesini kararsız bırakmasını severim. Kuralları kesinkes belirlenmiş dini konulu resimlerde dini karakterleri kendi sefil çevresindeki gerçek kişileri model alarak çizmesi, tanık olduğu olaylara dayanarak nehirde boğulmuş bir fahişenin görüntüsünü veya Roma sokaklarında sık görülen infazlar sonucu kafası kesilmiş figürleri kullanması başkaldırı değil de nedir? Sokaktaki insanla kutsal olanı öyle iyi harmanlar ki kilise tepki gösterir, kimini geri çevirir ancak yine de aynı kilise bu resimleri dini mekânlarda sergilemekten vazgeçmez. Vazgeçilen de varlıklı sanatseverler tarafından elde edilmeye çalışılır. Çünkü Caravaggio iyi bir ressamdır. Barok sanatın duygulara hitap eden tarzını en iyi uygulayanlardandır.
    Barok sanat duygulara hitap eder. Rönesans sanatı daha çok aydın kesimi ilgilendirirken, ardından gelen Barok sanat halka yönelik olmuştur. Temelinde din vardır. Bir karşı-reform hareketidir. Orta Çağ'da güçlenen ve tek hakim olan Katolik kilisesinin yozlaşmış düzenine Rönesans döneminde başlayan tepkiler Reform hareketiyle sonuçlanır. Alman rahip Martin Luther'e göre kilise devletin üstüne çıkmıştır, özellikle para ile günah bağışlama (Endüljans) gibi uygulamalar değişmelidir. Rahibin 1517'de ortaya koyduğu "Doksan Beş Tez" Reform'u ve dolayısıyla Protestanlığı doğurur. İşin resim ve heykel sanatı açısından etkisine gelirsek... Dini görsel yolla anlatmayı benimseyen Katolik inancın tersine Protestanlar söze önem verir.  Protestanlar dini kurumlarda resim ve heykeli kullanmazlar. İş Katolik imgeleri yok etmeye kadar varır. Avrupa'da giderek güç kazanan Protestan inanca karşılık yeniden güçlenmenin yollarını arayan Katolik kilise Karşı-Reform hareketlerine girişir. Katolik inancı eski gücüne kavuşturmanın, derleyip toparlamanın yollarından biri yeniden sanata başvurmaktır. Bu kez resim ve heykeller, hâttâ dini mimari daha coşkulu olacaktır. Abartılı yöntemlerle duygulara hitap ederek etkileyeceklerdir inananları. Barok sanat böylece ortaya çıkar. Resim ve heykelde etki için güçlü ışık-gölge karşıtlığı, dramatik ifadeler, teatral kompozisyon, kıvrım kıvrım kumaşlar, hareket ve illüzyon kullanılır. 
    Roma'yı eski gücüne kavuşturmak isteyen Katolik Kilisesi imar ve sanat faaliyetlerine girişir. Milano doğumlu Caravaggio böyle bir dönemde, henüz gençken, Roma'ya gelir. Babası onun erken yaşında ölmüştür. Bir kız ve bir erkek kardeşinin olduğu kesindir. Annelerini de kaybettikten bir süre sonra aileye ait varlıklarını satarlar ve yollarını ayırırlar. Roma'da Caravaggio yeteneğinde bir sanatçı için yapacak iş çoktur. Dinle şekillenen sanat ortamında onun din ve ahlakla alâkasının olmayışı ise ironiktir. Aynı zamanda onu ölümsüz ressam Caravaggio yapan özelliktir de. Roma'yı sever. Hem resim yapabildiği için sever, hem bol miktarda düşkünü, serseriyi, kumarbazı, fahişeyi, kavgacıyı barındırdığı için sever. Onları resimlerine taşır. Berger'in dediği gibi "Arka sokak insanlarının, lümpen-proletaryanın ve daha aşağı sınıfların yaşadığı hayatı resmeden ilk ressamdır". Bu insanlar onun resimlerinde kutsal kişiliklere dönüşürler. Dini konulu resimlerde yer alan azizler, azizeler, İncil yazarları, hâttâ İsa ve Meryem figürleri için çevresindeki düşkünleri, suçluları model olarak kullanır. Bu insanlara tuvallerde bir nevi kutsallık kazandırırken idealize etmez. Öyle bir derdi yoktur. Ayaklarının kiriyle, kıyafetlerinin basitliğiyle gerçektir onlar. Modellerini en yakınlarından seçmesi doğaldır elbette. Ve bazen kendi yüzünü dahi kullanır. Kimine göre bunda şaşılacak bir yan yoktur. Ancak dini sapkın olarak görülüp ceza almanın çok kolay olduğu bir dönemde, herkesin rahatlıkla tanıyabileceği fahişeleri, hırsızları resimlere taşımak her hâlde cesaret gerektiren bir eylemdir. Hem kiliseden hem varlıklı kesimden öyle çok sipariş alan bir ressamdır ki neredeyse her resmini sipariş üzerine yapmıştır, müşteri beklemek onun lûgatında yoktur. 
    Onun resimlerine hakim olan gerçekçilik özellikle karakterlerin yüzünde doruğa ulaşır. Korkuyu, şaşkınlığı, acıyı, öfkeyi, hüznü, hayal kırıklığını, hoşnutsuzluğu, saflığı, sahtekârlığı ve daha birçok insani özelliği rahatlıkla okuruz. Duyguların başarılı ifadesi resmin konusunu daha da akılda kalıcı hale getirir. Duygusal etkiyi arttıran bir diğer etken de güçlü ışık-gölge karşıtlığıdır (Chiaroscuro). Chiaroscuro konusunda tartışmasız en başarılı ressamdır, ilk akla gelen isimdir. Hiç atölye kurmamıştır, öğrenci yetiştirmemiştir, sırrını açıklamamıştır ancak kendisinden sonraki ressamları etkilemiştir. Işık kadar karanlığın da önemini bilir. Karanlık, aydınlıkta olanı güçlendirir. 
    Bu yazı için hangi Caravaggio resmini kullanacağım konusunda kararsız kaldım. Sevdiğim çok örnek var. Düşündüm taşındım Kart Oynayanlar'da karar kıldım. Dini konulu bir resim değil, şiddet içeren çarpıcı örneklerden değil, ne erkek ne dişi genç meleklerinden biri değil, kendi portresini kullandığı örneklerden de değil. Sanat ortamı dışında, varlıklı mesenlerinin zaman zaman kaldığı ve çalıştığı saraylarından uzak, diğer hayatını -belkide asıl olanı- yaşadığı sokaklardan tanıdık kişileri konuk eden bir tablo bu. İki hilebazı ve onların kandırmaya çalıştığı genç bir adamı betimleyen "Kart Oynayanlar". 
    Sanat eleştirmeni Costantino D'Orazio, masada karşılıklı oturan iki gencin aynı kişi olduğunu, yani aynı modelden çalışıldığını söyler. Ne var ki kompozisyonda biri aldatılan diğeri aldatandır. Aldatılan saf ve naif, aldatan dikkatli ve gergindir. Aldatılanın yanında bir başka hilebaz daha yer alır. Daha rahat duruşuna ve yaşına bakarak elebaşının o olduğunu söyleyebiliriz. Aldatılan oyuncunun kağıtlarına göz atmakta ve gördüğü sayıları eliyle diğerine işaret etmektedir. Bu sırada diğer hilebaz kemerinden sahte bir kağıt çıkarmaktadır. İfadeler ve hareketler dışında figürlerin giysileri de bu üç figürün farklı sınıflardan olduğunu göstermektedir. Kurbanın ağırbaşlı ve koyu renk giysisi diğerlerinin renkli giyimiyle tezat oluşturur. Ayaktaki hilebazın eldivenindeki yırtıklar da aynı şekilde dikkat çekmektedir. Temiz ve saf bir yüzle sert hatlı ve kurnaz bakışlı bir yüz yan yana yerleştirilerek zıtlık vurgusu güçlendirilmiştir. Olay Caravaggio'nun hemen her resminde olduğu gibi kapalı bir mekânda gerçekleşmektedir. Sağ alt köşeye yakın bir kapı ya da pencereden gelen ışık, aydınlatması gereken yerleri aydınlatarak, kimi yerde gölgeler oluşturarak sol tarafa doğru giderek azalır. Erken bir örnek olduğu için ışık-gölge karşıtlığı yoğun değildir. İlerleyen yıllarda kontrast daha fazla artacak ve "Bu bir Caravaggio tablosu" dedirtecek üsluba ulaşacaktır. 
Kart Oynayanlar'da sanatçının bir tiyatro yönetmeni tavrıyla oluşturduğu kompozisyonlardan biri görülmektedir. Dünyanın bir tiyatro sahnesi olduğu anlayışı Barok sanatın özelliklerindir ve Caravaggio her zaman bunu başarıyla uygular. Eğlenceli bir resimdir Kart Oynayanlar. D'Orazio'nun deyimiyle "Ahlâki yargı açısından ağız tadını kaçırmaz". 
    Bu resim kardinal  Francesco Maria Bourbon del Monte tarafından satın alınır. Del Monte, Roma'nın etkili isimlerinden biri olup Caravaggio'nun hamisi olacaktır. Entelektüel kardinal, fikirleriyle tıpkı Caravaggio gibi sistem dışı bir insandır. Sanatseverdir, aynı zamanda bilime de meraklıdır. Sanatçı zaman zaman onun sarayında misafir olmaktadır. Anlaşıldığı üzere çok güçlü bir ismin himayesinde popüler bir ressam olan Caravaggio asla rahat durmaz. Aynı zamanda emniyet güçlerinin de yakından tanıdığı bir isimdir. Karıştığı kavgalar, kavgalar sonucu yaralanmalar derken onun ismi bol bol hastane ve emniyet kayıtlarında yer alır. Nihayetinde Roma'daki yaşamının sonunu getiren büyük bir çatışma olur. Ölümlü çatışmanın sonucunda, kendisi de ağır yaralandığı halde Roma'dan kaçmak zorunda kalır. Colonna Ailesi'nin ve nüfuzlu dostlarının yardımıyla şehirden şehre gezecektir. Önce Napoli'ye gider, sonra Malta'ya geçer. Napoli'de büyük bir ressam olarak coşkuyla karşılanmıştır. Papa'nın hakkında ölüm kararı vermesine rağmen çalışmaya, üretmeye devam eder. Ondan istenen budur. Malta'da şövalyelik ünvanı dahi alır. Şövalye olmak için soyluluk şartı vardır. Malta Şövalyelerinin üstadı, Caravaggio için Papa'dan özel izin alır. İzni kimin için istediğini söylememiştir ancak bunun kim olduğu bellidir. Papa'nın ölüm emri yürürlükteyken şövalyelik izni vermesi üstün yetenekli bir ressam söz konusu olsa da ilginçtir. Yetenek ve başarının yanında sanırım Caravaggio'da şeytan tüyü de mevcut. Peki bunca destekle şövalye ünvanı alan bu huzursuz insan işlerini biraz hâle yola koymuş mudur? Tabii ki hayır. Bir başka şövalyeyi yaraladığı için mahkûm edilir. Yine soylu dostlarının yardımıyla hapisten kaçar. Malta şövalyeliğinden çıkarılır. Bu karar Aziz Yahya Şapeli'nde henüz tamamladığı eserinin önünde okunmuştur ancak yaratıcısı suçlu olsa da yapıtı duvardan indirilmez. 
    Hayatının son iki yılını Malta ve Sicilya arasında kaçak yaşayan sanatçının en büyük isteği tekrar Roma'ya dönmektir. Bu amaçla 1610 yazında Napoli'den Roma'ya gitmek için bir tekneye biner. Bundan sonra yaşananlar hâlâ çözülmesi için uğraşılan bir muammadır. Aynı yılın temmuz ayında Toskana'da, Porto Ercole'de bir hastanede öldüğü ilan edilir. Neden öldüğü belirsizdir. Pek çok görüşe göre bir suikast sonucu ağır yaralanmıştır. Nitekim kollandığı kadar düşman da kazanmıştır. Tifüsten, sıtmadan, frengiden öldüğü gibi farklı görüşler de vardır. 
    Film gibi, roman gibi bir hayat... Yan yana düşünmekte zorlandığımız sanatsal yetenek ve şiddet dolu kişilik, destek ve düşmanlık, saraylar ve sokaklar, soylular ve düşmüşler, onlarca okumaya açık muazzam tablolar, gizemli bir son... Her biri ilgimi çekiyor. 400 yıldır hâlâ pek çok insanın ilgisini çektiği gibi. Fakat sanırım en çok belli kurallarla yapılması şart olan tablolara, son derece cesur davranarak, herkesin sırt çevirdiği insanları yerleştirmesini, onlara kutsallık ve ölümsüzlük kazandırmış olmasını seviyorum. Bu insanlar bir zamanlar Roma'nın arka sokaklarında kaybolmuşlardı, bugün Caravaggio sayesinde binlerce ziyaretçi onları görmek için müzeleri doldurmakta. 
    


Yazıda adı geçen kaynak kitaplar: Portreler, John Berger
                                                       Caravaggio'nun Sırrı /Sanatın Gücü , Costantino D'Orazio
Ayrıca Barok Sanat konusunda sevgili hocam Nilüfer Öndin'in "Barok Resim ve Heykel Sanatı" adlı kitabını tavsiye ederim. Sıkmadan, yormadan, örneklerle anlatır.
 

15 Ekim 2021 Cuma

NEDEN YARIM BIRAKTIM?

     

    Bir kitabı okurken yarıda bırakmışlığım nadirdir. Mümkün olduğunca diretirim. Ancak bugün Olga Tokarczuk'un Koşucular'ında okuduğum bir bölümü göz ardı edip kitaba devam edemedim. Yarısında bıraktım. Öykülerden, denemelerden, anılardan oluşan bu kitabın "Atatürk'ün Reformları" başlıklı bölümünde, Adile Alexsandra adlı arkadaşına o gün öğrendiği bir haberi yazdığını söylüyor ve şöyle devam ediyordu yazar:
    "... Atatürk, yirmili yıllarda, cesur reformlarını gerçekleştirirken İstanbul sahipsiz, yarı vahşi köpeklerin kentiymiş. Hatta özel bir cins oluşturmuş bunlar -orta uzunlukta tüyleri olan, beyaz ya da krem rengi veya bu iki rengin karışımı köpekler. Köpekler limanlarda, kafelerde ve restoranların arasında, sokaklarda, meydanlarda yaşıyorlarmış. Geceleri ava çıkıyorlar, ısırıyorlar ve çöpleri dağıtıyorlarmış. İster istemez doğalarına dönmüşler- sürüler halinde toplanıyor, kurt ve çakal sürüleri gibi bir çete reisi seçiyorlarmış.
    Atatürk için önemli olan şey Türkiye'yi uygar bir ülke haline getirmekmiş. Birkaç gün içinde binlerce köpek özel ekiplerce toplanmış ve insansız ve bitkisiz bir adaya götürülmüş. Orada serbest bırakılmış. Tatlı sudan ve yiyecekten yoksun olan hayvanlar iki üç hafta içinde birbirlerini yemişler; İstanbullular özellikle Boğaz kıyısındaki balkonlu evlerde yaşayanlar ya da kıyıdaki balıkçı restoranlarında yemek yiyenler, uluma seslerini duyarlarmış. Sonra dalgalar halinde gelen korkunç pis kokudan da çok rahatsız olmuşlar. 
    Gece aklıma pek çok suç kanıtı geldi, öyle ki terden sırılsıklam olmuştum. Örneğin ters döndürülen bir küvete kulübe olarak girdiği için donan bir enik gibi."
    Bu bölümü okurken yazarın aslında 1910 yılındaki olaydan, İstanbul'daki sokak köpeklerinin toplanıp Sivriada'ya götürülmesinden söz ettiğini anladım. Bahsettiği gibi feci bir olaydı ancak yazar tarihsel olarak hata yapıyordu. Kitabın çevirmeni de sayfa altında bir notla olayın doğrusunu açıklamıştı. Her şeye rağmen yine de internette biraz daha araştırma yaptım ki 20'lerde de böyle bir olay varsa atlamış olmayayım. Bulamadım. Türk çevirmen notunu düşmüş ancak diğer ülkelerde bu böyle olmayacak, olay aynen bu şekilde aktarılacak. 2018 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanmış olan yazarın, yani tanınan, bilinen, takdir gören, okuyucusu olan bir yazarın gerçek bir olayı "bugün öğrendim" diyerek, araştırmadan konu etmesini yadırgadım. Üstelik konuyu yanlış tarihlendirişinin, yanlış kişiye mâl edişinin yanı sıra bir de "Atatürk için önemli olan şey Türkiye'yi uygar bir ülke haline getirmekmiş" diyerek üstü kapalı "Uygarlık bunun neresinde?" diyerek yorum yapıyordu. Başlıktan da bunu anlamak mümkün. Kitaplardaki her yanlışı bulamam, yeryüzündeki her bilgiye sahip olmam mümkün değil tabii ki. Ama güvenmek isterim. O yüzden önüme gelen her yazarı okumam, yayın evlerinde titizlenirim, kitabı duyduğum kaynağın kim veya neresi olduğuna dikkat ederim vs. Yanlış bir bilgiyle karşılaşmaktan hiç hoşlanmıyorum. Kurgu bir roman söz konusuysa belki tolere edebilirim. Diğer türler için aynı şekilde düşünemiyorum. Başka derdin mi kalmadı diyebilirsiniz fakat okumak benim için hafife alamadığım bir eylem. Skor için okumuyorum. Bir kitabı okurken elimde defter, kalem; olayların geçtiği yerleri, yeni öğrendiğim bir bitkiyi, tarihsel bir karakteri ve daha pek çoğunu not alarak, araştırarak okuyorum. Roman dahi olsa tarzım değişmiyor. Yani amacım hoş vakit geçirmekle birlikte yeni bilgiler öğrenmek, unuttuklarımı tekrar hatırlamak oluyor. O yüzden güvenmek istiyorum. Internet ortamında elmalarla armutların birbirine karıştığı, doğru bilgiye ulaşmak için bin türlü araştırma yaparak emin olmanın gerektiği böyle bir çağda kitaplara olan güvenimin sarsılmamasını istiyorum. Evet her zaman hatalar olmuştur ancak bu devirde az önce bahsettiğim yanlışın biraz araştırarak aslında yapılmayabileceği gibi bir gerçek var. Yazarlardan biraz özen beklemek okuyucunun hakkıdır diye düşünüyorum. Gerçi özensizlik de bu çağa ait. Anlaşılan ben ve benim gibi düşünenler didikleye didikleye okumaya, eğer bu hengâme içinde başarabilirsek doğru bilgiye ulaşmak için kılı kırk yarmaya devam edeceğiz. 



    

12 Ekim 2021 Salı

EN İYİ DİLEKLER ONLAR İÇİN...

     

    Orhun bir süredir çalışıyor. Yaklaşık bir buçuk ay oldu. Çocuğunun büyüyüp profesyonel hayata adım attığını görmek çok acayip bir şey. Bir yandan gurur duyuyorsun bir yandan artık yetişkinler dünyasının bir parçası olduğu için hafif hüzünleniyorsun. O halinden memnun ama inanın ilk günler benim için duygudan duyguya sürüklendiğim ruhsal bir karmaşa içinde geçti. 
    Beni burada tanımış dostlarım bilirler. 12 yıl önce açmıştım bu hesabı. O zamanlar bol bol Orhun'un okul hayatından bahsederdim. Bazen enteresan Okul Aile Birliği toplantılarını anlattığım bile olurdu:) Gezdiğimiz müzelerden, gittiğimiz oyunlardan, filmlerden; Orhun için ayarladığım atölye çalışmalarından vb. birçok etkinlikten bahsederdim. Lise zamanı eskisi kadar anlatmadım. Sağlık konusunda çok zorlandığımız üzücü yıllardı. Liseden sonra Tallinn maceramız başladı. Ona o kadar düşkün olduğum halde nasıl olup uzaklara yollayabildiğimden bahsettim. Dertleştim. Özlem derindi ancak üniversite yılları hem onun için hem bizim için çok keyifli anıları da beraberinde getirmişti. İkinci evimiz saydığımız, çocuğumuzu emanet ettiğimiz Tallinn'e gidip geldikçe burada yazardım. Çok da güzel dönüşler alırdım. Buradan iletişim kurduğum iyi kalpli dostlar... İyi ki varsınız. 
Öyleydi böyleydi derken üniversite bitti. O arada çok şükür ki sağlık sorunlarının da sonu geldi. Burada ilk kez ilkokul yıllarında tanıdığınız Orhun genç bir adam oldu. Çocuklarımız hepimizin gözü önünde büyüdü. Yıllar su gibi akıp geçti. Biz yaşlandık demeyeceğim, onlar büyüdü:)
    Geçen gün iş yerine götürsün diye portakallı kurabiye yaptım. Yükselen burcum yengeç. Anaçlıksa sonuna kadar:) Çünkü sabahlayarak çalışıyorlar, yeri geliyor iş yerinde uyukluyorlar. Dizi-film sektörü... Sahneleri bekliyorlar, pür dikkat iş yetiştirmek için uğraşıyorlar. Ben de kıyamadım bol tükettikleri çay-kahve yanında yesinler diye kurabiye yolladım. Eylemlerim sürecek! Çoğu zaman işten gelene kadar uyumuyorum. Tabii ki gidip gelirken merak ediyorum ama çaktırmıyorum. İşiyle ilgili anlattıklarını keyifle dinliyorum. Bu ara yine Orhun'a endeksli yaşıyoruz. Yanlış anlaşılmak istemem, yeri gelince çocuğunu kendinden bağımsız düşünen, kendine vakit ayırmayı asla ihmâl etmeyen bir anneyim. Ancak o hayatının önemli bir döneminde ve tamamen kendi yolunu çizene kadar elimden gelen her türlü desteği vereceğim. Zaten malûm salgın yüzünden hâlâ kısıtlı sosyalleşiyoruz, Orhun'a sarmayayım da kime sarayım?:) 
    Aslında epeyi güzel bir duygusallıktayım da tam ifade edemiyorum. Bence siz anladınız ne demek istediğimi. 



5 Ekim 2021 Salı

BİR RESSAM, BİR RESİM (28)

     VICTOR VASARELY (1906 - 1997) - İSİMSİZ

    Efendim "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin son iki haftasında epeyi iç karartıcı şeylerden konuştuk. Gerçeklere fazlasıyla sadık kaldık. Ben derim ki bu kez somut gerçeklerden soyut dünyaya geçelim, renklerin ve biçimlerin arasına dalalım. O biçimler geometrik olabilir örneğin. Özellikle 20.yy. sanatçıları doğadaki her nesneyi özüne indirdiğimizde geometrik şekillere ulaştığımızı söylüyorlardı. Bu doğru! Yaşam devamlılığını sağlayan güneş yuvarlak değil mi? Şu bulut bir dikdörtgeni, şu böcek bir altıgeni andırmıyor mu? 
    Yazının özünü belirledim ancak devamında ne anlatsam, ne paylaşsam derken aklıma salgından önceki son yurt dışı seyahatlerimden birini gerçekleştirdiğim Budapeşte'deki rengârenk müze geldi. Çünkü bir öğleden sonramızı ayırdığımız Victor Vasarely Müzesi'nde geçirdiğimiz zaman, zihnimi ara sıra yoklayan keyifli bir hatıra bırakmıştı. 2 sene önce yine böyle güneşli bir ekim günü ziyaret etmiştik. Çok bilinen bir müze değil. Ulaşmak için epeyi bir uğraşmıştık. Yanlış tramvaya binip farklı bir yerde indik, otobüsle geri döndük, ardından doğru tramvay derken etrafa göz atarak, net bilmeseler bile yardımcı olmaya çalışan Macarlar'ı dinleyerek bulduk Obuda bölgesindeki müzeyi. Sonrası bizden başka sadece yaşlı bir Fransız çiftin bulunduğu mekânda renkler ve biçimler dünyasında geçirilen hoş zamanlar... Renkli geometrik biçimlerle oluşturduğu kompozisyonlarında yanılsama, derinlik ve hareketi sağlayan sanatçının amacı izleyiciyi görme eylemine odaklamak, görsel tepkiler yaratmaktı ve biz o gün buna fazlasıyla hevesliydik. Tenha müzede her bir eseri önünde bir ileri bir geri hareketlerle rahatça inceledik, sevdiklerimizin önünde daha fazla vakit geçirdik, hâttâ ne yalan söyleyeyim eserlerin yarattığı dinamizmin etkisindeki neşeyle biz iki arkadaş fotoğraf çekimini abarttık. En renklilerin sağında, solunda, önünde, bazen tek tek, bazen bir desteğe dayadığımız makinenin karşısında iki kişi koştura koştura neşeli pozlar verdik. Bence Vasarely görse mutlu olurdu. Sanatın demokratik yanını, her zaman her yerde ve herkesle olması gerektiğini savunan oydu. Ve sadece Budapeşte'de değil farklı ülkelerde de müzeler kurmuştu. Yazının görselini hem o günün anısına hem de internetteki sevdiğim örneklerin kalitesi düşük olduğundan kendi albümümden seçtiğimi belirtmek isterim. 
    Victor Vasarely 1906 yılında Macaristan'ın Peç kentinde doğdu. Sanatçıların hayat hikâyelerini duyduğumuzda genellikle onların çocuk yaştan itibaren sanatla ilgilendiğini görürüz. Vasarely'de durum biraz farklı. O daha çok bilimle ilgilenen bir çocuktu. Ancak uykuya yatmış sanat tutkusu bir noktada uyanmış ki Vasarely Budapeşte'de tıp okumaktayken, iki yılın sonunda üniversiteyi bıraktı ve sanata yöneldi. 1929'da Sandor Bortnyik'in kurduğu akademi Mühely'ye kayıt oldu. Bu okul Almanya merkezli Bauhaus akımının Macaristan'daki takipçisi. Dolayısıyla Victor Vasarely burada grafik tasarıma, yalın ve geometrik çizgilere yöneldi. Rus avangardı, konstrüktivist sanatçılar da etkilendikleri arasındaydı. Ancak yaratıcılığını ateşleyecek önemli etkiyi ilk aşkı bilimde buldu. 
Üçüncü boyutu yakalama gayretindeki çalışmalarında perspektif, ışık ve gölge üzerine denemeler yaparken, renk ve optiğin bilimsel ilkeleri, astrofizik, kuantum ve görelilik konularını da çalışmalarına taşıdı. 
    Budapeşte'deki Mühely'de hayat arkadaşını da bulmuştu Vasarely. Claire Spinner ile uzun bir evlilik hayatları oldu. Beraberliklerinin ilk yıllarında Almanya'ya gitmek istediler. Dönemin siyasi şartları nedeniyle bunu gerçekleştiremeyince Paris'e geçtiler. Böylece şekillenen kaderin gereği Victor Vasarely hayata Macar asıllı Fransa vatandaşı olarak veda etti. Fransa onun üne kavuştuğu yerdi. Grafik tasarım alanında isim yaparken deneysel çalışmalarına devam etti. Zamanla statik formlarla hareket yaratmaya, iki boyutlu geometrik biçimlerle optik yanılsamalar oluşturmaya odaklandı ve Op Art'ın yani Optik Sanat'ın kurucusu oldu. 1960'lı yıllar optik sanat için popüler kültüre eklemlendiği zirve yıllardı. 1965'te NewYork'taki "The Responsive Eye" sergisi Vasarely'nin ve 
Op Art'ın tanınırlığını katladı. Statik formların iç bükey-dış bükey, büyüklü küçüklü vb. şekillerde yerleştirilmesiyle, karşıt renklerin veya azalıp çoğalan renk değerlerinin gerektiği gibi kullanımıyla oluşturulan hareketin yarattığı halüsinasyon etkisi altmışlı yılların ruhuna denk düşüyordu. Bu yazının görselinde sanki arkadan bastırılmış gibi oluştuğunu gözlemlediğimiz yuvarlakların kazandığı üçüncü boyut ve hareket aslında birtakım düzenli yerleştirmenin sonucuydu. Yeniden üretimle tekrar tekrar basılabilen resimler günlük hayatta, dekorasyonda, tekstilde rahatlıkla kullanılıyordu. O gün Budapeşte'de müzede örneklerini gördüğümüz David Bowie'nin albüm kapağı, satranç seti gibi bir çok kullanım eşyası sanatla buluşmuş oluyordu. Ayrıca Vasarely heykeller, duvar halıları vb. üretimlerde de bulunmuştu. Bu noktada ilerleyen yaşlarında Renault markasıyla çalıştığını da eklemem gerek. 
    Geometrik biçimlerin birbirine eklenip tekrar tekrar kullanımıyla oluşan sonsuz sayıda kompozisyon oluşturmanın ve bunu herkesin yapabilmesinin bir yolunu da bulmuştu Vasarely. Renkli bir fon önünde farklı renklerdeki geometrik şekillerden oluşan bir dizi kareye "Alphabet Plastique" adını verdi. Güzel Sanatlar Alfabesi diyebileceğimiz bu alfabe belirli bir uyumla oluşturulmuştu ve her birinin büyüklü küçüklü farklı varyasyonlarla birleştirilmesi sonsuz sayıda ihtimale açılıyordu. En ufak eşyadan mimari projelere, şehir düzenlemelerine kadar kullanılabilen bir sistemdi. Bugün bilgisayarlar elimizin altındayken bu gibi tasarımları oluşturmak ilgilisine zor gelmeyen bir konu. Vasarely'nin tüm bunları elleriyle kesip biçerek, çizerek tasarladığını düşünmek gerek. O meydana getirdiği evrensel sözlüğün insanları birleştireceğine, dünyayı daha iyi bir yer yapacağına inanıyordu. Bilim yanlısı mantık temelli bir yanı olduğu kadar manevi yanı da kuvvetli biriydi. Paris metrosunun fayansları, duvarlardaki çatlaklar, sahil şeridinin doğal desenleri, tepeler, tepelerin eteğine yerleşmiş üçgen çatılı evler, su damlaları, zebraların çizgileri... Gözünün gördüğü her şey ona ilham oluyordu. Önce zihninde sonra ellerinde somuttan soyuta, sonsuzluğa ulaşıyordu. Aynı zamanda ileri görüşlüydü Vasarely. Kendinden sonrakilerin sanata yeni boyutlar, yeni ışık, ses ve hareket getireceğini söylemişti. 1997 yılında bu dünyadan ayrıldı. Eğer görme şansı olsaydı eminim bugünün dijitale kayan sanat anlayışı onu heyecanlandırırdı. 
    1954 yılında Venezuela'da merkez üniversitede yapmış olduğu mimari duvar düzenlemesi gibi ünlü örnekleri saymazsak Victor Vasarely ve onun temel tasarımlarıyla her an her yerde karşılaşabiliriz. Duvarları ya da zemini kaplamak için alınan karolarda, kumaş desenlerinde, dekoratif birçok eşyada onun tasarımları var. Öyleyse sanat ve bilim her yerde. Öyleyse izleyeni derin düşünceler içinde bırakan sadece figüratif sanat değil. Vasarely'nin anlatmak istediği gibi... Bir birim geometrik biçimin -farklı büyüklüklerde ve renklerde olsa da- birleştikçe bütünü oluşturması ve bunun sonsuzluğa uzanması insanı ve evreni düşündürmüyor mu? 



* Müzeden birkaç fotoğraf daha görmek isteyenler, görmüş olsa da hatırlamak isteyenler için Budapeşte seyahatinin yazısı : Burada :) 

1 Ekim 2021 Cuma

EYLÜL... YAZIN PEŞİNDEKİ KÜÇÜK KARDEŞ

    Şöyle demiş şair, Gövdemden sızan sular gibi /Akıp gitti bir yaz daha...  *
    Neyse ki yaz tam da çekilmeden tuttuk biz eteklerinden, geçtiğimiz günlerde Bodrum'a uzandık. Seneler önce Bodrum sakini olmuş teyzem, kuzenim ve ailemizin en küçük üyesi Parem'le malûm salgın yüzünden pek az görüşür olmuştuk. Gitmeler, gelmeler seyrekleşmişti. Çok kalabalık bir ailemiz olmadığı için hepimiz birbirimize düşkünüz, Parem bizleri çok özlüyor. Ortalık bir nebze sakinleşmişken güneşli günleri değerlendirdik ve güzel bir Eylül günü düştük yola. Böylece yazdan birkaç gün daha çaldık, hem özlem giderdik hem denizle buluştuk. 
Parem de sahil beldesinde yaşayan her çocuğun yapabileceği gibi okul çıkışı bizimle birlikte henüz ısısını kaybetmemiş denize attı kendini. 

    Akşamları o uyuyunca anneannesine emanet edip, biz kuzenler Bitez'de alıyorduk soluğu. Vamos'ta birer kadeh şarap eşliğinde, uzak kalınan zamanların biriktirdiği sohbetler ediliyordu. İsim veriyorum zira tavsiye olsun.  Hava o kadar iyiydi ki incecik bir şala dahi ihtiyaç duymadım. Öğlen saatlerinde plaja gitmeden önce, farklı farklı mekânlarda kahve eşliğinde devam ettirdik sohbetleri

    Fotoğraftaki kitabı götürmüştüm yanımda. O kadar hoş bir kitap ki... İngiltere'de Thames Nehri'nde gezintiye çıkan üç arkadaş keyfime keyif kattı. Ve İngiltere'yi görme isteğim onlar sayesinde bir kez daha alevlendi. Bir gün Thames kıyısındaki her kasabayı, her şehri onlar gibi nehir üzerinden olmasa da karadan gezsem fena mı olur?  

    Bazen plajda da devam ediyordu kahve keyfi. Gün batana kadar epeyi vaktimiz vardı ne de olsa. 
    
    Kimi zaman merkezde takıldık.

     Restorasyondan sonra henüz ziyaret etmediğim Bodrum Kalesi'yle uzaktan selamlaştık. Önümüzdeki bahar geleceğime söz verdim. 

    Ama Deniz Müzesi'ni ihmâl etmedik. Ben daha önce görmüştüm ve Bodrum'da denizciliğe dair her bilgiyi tek tek incelemiştim. Bu kez sevdiceğimle ziyaret ettik. "Görmelisin" dedim. Sağlığında babasının küçük bir teknesi vardı. Boş zamanlarında ve daha sonra emekli olduğunda balıkçılık yapardı. Dolayısıyla çocukları denizle haşır neşir büyümüştü. Yani bu müzeyi önermekte haklıyım. Hem ben de ikinci kez görmeye hayır demem. Her biri mücevher görünümündeki deniz kabukları için bile defalarca gezebilirim burayı. 

    Bodrum Deniz Müzesi'ni uzun uzun anlatmayayım. Daha önce hakkında yazmıştım, linki tam buraya ekliyorum: DENİZ KABUKLARINI SEVER MİSİNİZ? 
    İşte böyle! Yaz mevsimini uzun zamandır görmediğimiz sevdiklerimizle, sonbaharda Ege'de olmanın keyfiyle, ılık gün batımlarıyla, gün batımı renginde meyle, sohbetle, muhabbetle uğurladık. Yazın yeri gönlümde ayrıdır ama her mevsimi severim. Dört mevsimi yaşayabildiğimiz bir coğrafyanın insanı olmak beni mutlu eder. Renkli bir döngünün içinde her birine ayrı hazırlık, her birinde hissedilen farklı duygular... O halde hoş geldin sonbahar! 



    * Ataol Behramoğlu / Geçmiş Yaz