25 Aralık 2018 Salı

BENİM OLAĞANÜSTÜ AKILLI ARKADAŞIM...

   
    Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım'ın dizisi çekilmiş, niye söylemiyorsunuz? :) HBO dizisi. Kasım ayında ilk bölüm yayınlanmış. Toplam 8 bölümmüş. Ben de tesadüfen keşfettim. Nasıl sevindim anlatamam. Elena Ferrante'nin 4 romandan oluşan Napoli Hikayeleri'ni, Lenu ve Lila'nın bir ömre yayılan arkadaşlıklarını çok sevmiştim. Ferrante'nin (ki bu gerçek ismi değil, yazarın kim olduğu bilinmiyor) kadın arkadaşlığını yalnızca sevimli yönleriyle değil, olumlu olumsuz her şeyiyle ele alması beni etkilemişti. Takdir edersiniz ki iki kadının arkadaşlığında genelde sevgi de olur nefret de;  gurur da hissedilir, hafif bir kıskançlık da... Lila ve Lenu da tüm bunlarla birbirine bağlı iki arkadaş. Çok küçükken onları tanıyoruz ve çocukluktan gençliğe, gençlikten yetişkinliğe ulaşırken neler yaşadıklarına tanık oluyoruz. Napoli'nin kenar mahallelerinden birinde doğmuş iki kadın... Erkeklerle olan ilişkileri, kadın olarak var olma çabaları, akademik anlamda eğitimli kadın olmak ya da olmamak meseleleri ve 70'lerde İtalya'da sokağa yansıyan siyasi gerginlikler, bu gerginliklerin içinde ne derece yer alıyor oldukları... Hepsi 4 romana yayılmıştı. 8 bölümlük bir dizide nasıl toparlanacak bilmiyorum. İlk bölümü seyrettim. Henüz yeni bir dizi olduğu için bulması zor. Ama dayanamadım -normalde tercih etmem- dublajlı olsa da seyrettim. Lenu ve Lila'yı ekranda fiziksel olarak görmek çok hoşuma gitti. Kitapların okuyucusu olarak ilk bölümden keyif aldım. Okumayanlara ilk bölüm biraz yavaş bir açılış gibi gelebilir. Bence sabredilmeli. 
    İlgilisine, henüz okumamış olanlara Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım ile başlayan Napoli Hikayeleri serisini ve okuyup da dizisini duymamış olanlara diziyi tavsiye ederim efendim. 



21 Aralık 2018 Cuma

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON

    Bizim İçin Şampiyon'u seyrettim. Tereddütlerim vardı ama filmin gerçek bir hikayesinin olması ve atları çok sevmem nedeniyle izlemeden duramadım. Ve çok sevdim.
   
    Filme konu olan Bold Pilot'ı ve jokeyi Halis Karataş'ı biliyordum. Yakın çevremde at yarışı oynayan yoktu ama gazetelerden, haberlerden, ara ara televizyonda gördüğüm yarışlardan dolayı tanıyordum. 1996 yılında 70.Gazi Koşusu'nu halâ kırılamayan rekor derecesiyle kazanmasının haberini o zamandan hatırlıyorum. Fakat Bold Pilot'ı yetiştiren aileyi ve Halis Karataş'ın bu ailenin kızıyla yaşadığı aşkı bilmiyordum. Bu filmde bunların hepsi var. "Bizim İçin Şampiyon" sadece bir at yarışı filmi değil. Daha çok mücadele etmek üzerine kurulmuş bir film. Söz konusu mücadele yalnız yarışlarda yaşanmıyor. Bold Pilot'la aralarında farklı bir bağ olan sahibi Begüm'ün kanser hastalığıyla mücadelesine de tanık oluyoruz. Ve Halis Karataş'la yaşadığı aşka... Karataş ile 
Bold Pilot, Begüm için umut oluyorlar, hastalık karşısında pes etmemesini sağlıyorlar. Filmin sonunda gerçek haber ve görüntülerle bu aşkın nereye gittiğine şahit oluyoruz.
    Sinema salonu epeyi doluydu. Filmin bu kadar ilgi gördüğünü bilmiyordum. Gençler de vardı elbet ama belli bir yaşın üzerindeki seyirci sayısı epeyi fazlaydı. Bunların arasında 90'lı yılların efsane yarış atını tanıyan bilen çoktur diye düşünüyorum. Ve tek başına filmi izlemeye gelen erkekler... Bunlar da muhtemelen at yarışlarına ilgi duyan kişiler. Ve herkes fazlasıyla duygusal. Koca koca insanlar alenen ağladılar. Ben her zamanki topluluk içinde ağlayamayan halimle usul usul sildim gözlerimi. Bu kadar duygusal bir film olduğunu bilsem izler miydim bilmem ama iyi ki bilmiyormuşum. Her ne kadar Begüm'ün tedavi sürecini fazlaca izletip üzdüklerini düşünsem de film sırf bu sebeple duygusal değil. O güzelim atın koşuşu bile etkiliyor insanı. Evde pürdikkat dizi izler gibi sesli yorumlar yapan, ahlayıp vahlayan ya da sevinen insanlarla beraber seyrettim filmi. Herkes kendini o kadar kaptırdı ki hiç telefonunun ekranını açıp açıp bakana rastlamadım. 
Ki biliyorsunuz bu densizlik artık sinemalarda çok sık çıkıyor karşımıza. Telefonlara yöneltmemek bile filmin başarısıdır diye düşünüyorum.
    At yarışlarına mesafeli olabilirsiniz, bu yüzden bu filmi izlemeyi tercih etmeyebilirsiniz. Hatta bu konuda bir blog arkadaşımla yorumlar altında ufak bir yazışmamız oldu. Bu konuyu ben de düşündüm. Filmi izlerken de sık sık aklıma geldi. Atları yarıştırmak ne kadar doğru? Birincisi savaştırmaktan iyidir diye düşünüyorum. Savaş meydanlarında atların kendilerini ateşe atmaları hep çok üzücü gelmiştir bana. Atların yarıştırılması konusuna gelince... Bunun hakkında bir bilgim yok. Yarışlara hazırlığın geri planı hakkında bir şey bilmiyorum. Filmde görünen yemyeşil haralarda koşan atlardı. Ve tabii ki para getiren, prestij getiren varlıklar oldukları için yarış atlarına çok iyi bakılıyordu. Bold Pilot'ın sahibi olan aile, at yetiştiriciliği konusunda öncü ailelerden Atman Ailesi. Sadece yarış atlarına odaklı değiller. Dediğim gibi, bilemiyorum. Bu estetik kaygılar taşıyan bir film neticede. Fakat atların doğasında koşmak olduğu için yarışmaları fikri aşırı gelmiyor bana. Sanki önemli olan yetiştirilirken, yarışlara hazırlanırken nasıl muamele gördükleri.Bir de binicileriyle uyum içinde olma zorunlulukları, insanla beraber hareket ediyor olmaları kurtarır bir durum gibi. Dilerim iyi bakılıyordur onlara. Atlar çok özel hayvanlar. İnsanlık tarihi boyunca bizim için savaştılar, bizim için tarla sürdüler, bizim için yük taşıdılar. Zarar görmelerini istemem. Filmdeki atı da hayranlıkla izledim. Kapkara, müthiş bir şey. Bold Pilot hayatta olmadığı için onun oğlunu izledik perdede. 
    Eve dönünce film hakkındaki yorumlara baktım ve ilk adresim ekşi sözlük oldu. 14 sayfa yorum girilmiş olması filmin dikkat çektiğini gösteriyor. Birkaç olumsuz yorum var tabii ama ekşicilerin yüzde sekseninin filmi beğenmiş olduğunu gördüm. Yapılan eleştirileri mantıklı bulmadım. Aslında olmadığı yazılan kimi sahnelerin, filmin sonunda gerçek halleriyle gösterilmiş olması inandırıcılıklarını yitirmelerine sebep olmuş. Benim olumsuz anlamda dikkatimi çeken tek şey, 
önemi olan at yarışlarının sanki bir futbol maçı gibi o gün tüm evlerde, iş yerlerinde izlendiğinin abartılı sunumu oldu. Bir de zaten konunun içinde önemli yeri olduğunu anladığımız hastalık sahneleri bir parça daha kısa olabilirdi. Ekşi'de okuduğuma göre hasta yakınları olanlar epeyi bir etkilenmişler. Bunlar dışında gözüme olumsuz anlamda batan hiçbir şey yok. İnsana dair, insan-hayvan ilişkisi ve sevgisine dair, aşka dair, o güzel atlara dair güzel bir film izledim ben. Film sonundaki görüntüler, Halis Karataş'ın ufak ropörtajları çok iyiydi. 2015 yılında ölen ve öldüğü gün Twitter listesinde ilk sıraya yerleşen Bold Pilot hakkında atılan tweetlere yer verilmesi de hoş bir ayrıntıydı. Bizim İçin Şampiyon, 2018'de sinemada izlediğim en etkileyici filmlerden biri oldu benim için. Halâ izlemediyseniz benden küçük bir hafta sonu tavsiyesi olarak gelsin. 




















19 Aralık 2018 Çarşamba

GECE... ST.JOSEPH LİSESİ'NDE KÜÇÜK AMA ETKİLEYİCİ BİR SERGİ...

    Geçtiğimiz hafta yolumuzun Kadıköy'e düştüğü bir gün, St.Joseph Lisesi'nde düzenlenen küçümencik bir sergiye uğradık. Paris'teki Ulusal Doğal Tarih Müzesi iş birliğiyle gerçekleştirmiş serginin ismi "Gece". 
    
    Doğadan uzaklaşan insanın dikkatini yine doğaya çekmeyi hedefleyen bir sergi bu. Gökyüzü, Doğa ve Uyku olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Özellikle tasarım çok dikkat çekici. Sergi alanına adım attığın an alacakaranlık bir vakitte bir ormana girmiş oluyorsun. Gece hayvanlarının sesleri, ayağının altında çıtırdayan yapraklar dış dünyadan kopmanı, anı idrak etmeni ve böylece dikkatini vererek faydalı bir sergi deneyimi yaşamanı sağlıyor. Okulun halihazırdaki Doğa Bilimleri Merkezi'nin tahnit koleksiyonundan örnek hayvanlarla, bilgilendirici panolarla ve multimedya istasyonlarıyla küçük ama özenli ve etkileyici bir sergi. Özellikle çocukların ilgisini çekecektir. 

İyi bir uyku için neler gereklidir? Eğlenceli bir oyun şeklinde anlatılmış.
    St.Joseph Lisesi'ndeki "Gece" sergisi 18 Ocak tarihine kadar ziyarete açık. Yalnız burası bir okul olduğu için ziyaret günleri ve saatleri kısıtlı. Hafta içi her gün 15.00 - 18.00 arası gezilebiliyor. Meraklısına benden küçük bir tavsiye olsun. İyi mi olur, kötü mü olur bilmem ama sergiyi gezerken, geceleri ideal koşullarda 3000'in üzerinde yıldız görebilecekken büyük bir şehirde olmamız halinde ancak 20 yıldız sayabileceğimizi bir kez daha hatırlayacaksınız.




13 Aralık 2018 Perşembe

BİR YOLCULUK, ÜÇ FİLM...

    Uçmaktan korkar mısınız? Uçakla seyahat etmekten? Ben biraz korkarım ama belli etmemeye çalışırım, korkumu büyütmemeye çalışırım. Çünkü büyütürsem gezemem. Ve seyahat etmeyi çok seviyorum. Tam bu noktada, en az 2 saat süren uzun uçuşlarda seyredilen filmler imdadıma yetişiyor. Uçağa binip koltuğuma yerleşir yerleşmez eğlence sistemini karıştırmaya başlıyorum. Dakikalarca inceleyip en sonunda birinde karar kılıyorum, başlatıyorum. Filme daldığımda uçak havalanmaya başlamış oluyor. Kaygılanmakla filme devam etmek arasında bocalarken yükselen kalp çarpıntım yavaş yavaş azalıyor. Düz uçuşa geçildiğinde iyice rahatlıyorum ve filmime geri dönüyorum. 
    Geçtiğimiz hafta sonu yine bunları yaşadım. 8 Aralık günü Orhun'un doğum günüydü. Cumartesi gününe denk geliyordu, zemin ve şartlar sürpriz bir yolculuğa müsaitti. Orhun'a haber vermeden Tallinn'e doğru yola çıktık. Erken saatlerde Tallinn'deydik. Yurt odasına giriş için kapıda izin istedik, odaya çıktık ve yanımızda götürdüğümüz keklerle doğum günü şarkısı söyleyerek uyandırdık Orhun'u. Her zaman böyle denk gelmez tabii, bu yıla has güzel bir anı oldu. Doğum günü sürprizi ayrıca bizim için 2-3 günlük küçük bir seyahatle taçlandı. Tallinn'den daha önce çok bahsettim, yine bahsederim ama bu sefer yolculuk sırasında izlediğim filmler yazımın konusu.

    İlginçtir, giderken ayrı dönerken ayrı bir Christopher Robin konulu film izledim. İkisi de vizyondayken dikkatimi çekmişlerdi ama fırsat bulup sinemaya gidememiştim. 
Tanımayan var mıdır bilmem ama böyle bir ihtimale karşı Christopher Robin'in meşhur 
Winnie The Pooh çizgi filminin ana karakterlerinden olduğunu; hâttâ 100 Hektar Ormanı'nda yaşayan Winnie, Piglet, Tigger, Eeyore, Kanga ve Roo'nun arkadaşları olduğunu hatırlatmam lâzım. AA Milne tarafından önce bir kitap olarak yazılan ve 1926'da yayınlanan Winnie The Pooh karakterlerinin hepsi gerçek. Christopher Robin, yazar Milne'in oğlu Billy. Ve diğer hayvan karakterler onun oyuncakları. 
    Önce 2018 yapımı Christopher Robin'i izledim. Christopher büyümüş ve iş hayatına atılmıştı. Çocukluğunun oyuncak arkadaşlarını, onlarla birlikte vakit geçirdiği ormanı unutmuş, Londraya yerleşmiş ve yoğun bir iş hayatına atılmıştı. Önceliği işine veriyor ve ailesini, kızını ihmâl ediyordu. Ormandaki Winnie ise arkadaşı Christopher'ın bir gün onları ziyarete geleceğini düşünüyordu. Birtakım olaylar sonrası kendini Londra'da bulan Winnie, Christopher'la karşılaştıktan sonra macera ilerliyordu. Sonuç, büyüyerek içindeki çocuğu öldüren, fazlasıyla maddi bir dünyaya dalmış Christopher'ın gerçekleri görmesi ve ailesine, yaşamın güzelliklerine daha fazla zaman ayırması oluyordu. Londra görüntüleriyle, Sussex ormanlarıyla bezeli keyifli bir filmdi. 
    
    Yolculuğun başında seyrettiğim "Christopher Robin" hoş ve gülümseten bir filmdi. Dönüşte seyrettiğim "Goodbye Christopher Robin" ise gözlerimi yaşarttı, katı gerçeklere dayanıyordu ve tüm bunlardan dolayı çok etkileyiciydi. 

    Orhun küçükken Ayı Winnie ve arkadaşlarını beraber seyrederdik. Oyuncakları da vardı. Ben de o sevimli guruptan keyif alırdım. Hâlâ alırım aslında. Şu yaşında bazen Orhun'u "Hadi uyaaan! Katıl bizleeeree! Burada tüm dostlarııın!" şarkısını söyleyerek uyandırırım:) Filmde de söylendiği gibi dünya üzerinde Winnie'nin tanınmadığı ülke yok. AA Milne'in eserini oğlundan ve oğlunun oyuncaklarından ilham alarak yazdığını biliyordum. Bir yerlerde okumuştum. Ama hikâyeyi tamamen öğrenmek için bu filmi izlemem gerekiyormuş. Ballandıra ballandıra anlatmak isterdim ama öyle yapmayayım, en iyisi Goodbye Christopher Robin'i izlemeyenlere tavsiye edeyim. 
Baba-oğul, anne-oğul, Billy ve dadısı arasındaki ilişki; Christopher Robin olarak bilinen ve ister istemez herkes tarafından tanınan Billy'nin aniden gelen ünü reddedişi, Winnie'yi herkesle paylaşıyor olmasının getirdiği üzüntü, aslında tüm olan biteni değil sadece anne ve babasını istiyor oluşu çok ama çok etkileyici. 
    Filmi izledikten sonra Winnie ve arkadaşlarına çok daha farklı gözle bakacaksınız. Billy'nin kitaptan, çizgi filminden, oyuncaklardan gelen muazzam geliri reddetmesi, küçük bir kitapçı dükkânı açarak geçimini sağlaması beni olduğu gibi sizi de etkileyecek. Eğer izlemediyseniz Domhnall Gleeson ve Margot Robbie'nin başarılı oyunculuklarıyla taçlanan bu filmi listenize ekleyin derim.

    Tallinn'den dönüş yolculuğu İstanbul hava trafiğinin yoğunluğundan dolayı bir miktar uzayınca ikinci bir filme vakit ayırabildim. Bu film de yine bu sene vizyondayken dikkatimi çekmişti ancak yakınımdaki sinemalarda gösterilmemişti. Bu da bir biyografi. Ve yine bir yazar biyografisi. Frankenstein'ın yazarı Mary Shelley'nin hikâyesi.
   
    Mary de İngiliz. Anne ve babası başarılı birer yazar. Annesi kadın hakları savunucusu, zamanın ilerisinde bir yazar. Mary'nin babası evliyken onunla beraber olmak gibi cesur bir harekete kalkışmış. Cesur bir hareket diyorum çünkü tarih 1700'lerin son yılları. Cesur, başarılı ve fakat ömrü kısa. Mary'nin doğumundan birkaç gün sonra ölüyor. Babası ve üvey annesiyle yaşayan Mary, annesi nedeniyle ölüme ilgi duyan, mezarlıklarda vakit geçirmeyi seven, korku hikâyeleri okuyan farklı bir kız. Ve yine annesi gibi cesur. Aşkının peşinden gidiyor, sevgilisiyle ancak karısının ölümünden sonra evleniyor. O arada bir çocuğunu kaybedince iyice mistik konulara ilgi duyuyor. Hep yazıyor. Frankenstein romanıyla ünleniyor. Önce kitabı kendi adıyla değil kocasının adıyla çıkarmaya mecbur kalıyor. Neyse ki ikinci basım Marry Shelley adıyla oluyor. Edebiyat meraklılarını tatmin edecek bir film, biyografi sevenleri de memnun edecek bir film. Benden söylemesi.
    Vizyondayken kaçırdığın filmleri uçak yolculuğunda yakalamak şahane. Her havayolu aynı değil sanırım ama Türk Hava Yolları'nın hemen hemen tüm uçaklarında eğlence sistemi var ve dediğim gibi yolculuğu epeyi kolaylaştırıyorlar. Evde pek film seyredemiyorum. Bir sinema salonunda 
bir de uçakta dikkatimi verip seyredebiliyorum. Keyif aldığım 3 film de işte böyle bir yazı ve tavsiye konusu oluyor.




5 Aralık 2018 Çarşamba

#latepost KASIM 2018

    Benim Kasım ayına bir göz atasım var. Zira şahsım adına ilginç bir aydı. Önce doğum günü kutlamalarıyla, arkadaş buluşmalarıyla dolu dizgin başladı. Son 10 günde duruldu. Öyle böyle bir durulma değil ama. Eşim, burun, geniz eti, bademcik, küçük dil vs. hepsini kapsayan bir ameliyat geçirince tüm sosyal faaliyetler askıya alındı. Gezmeden, tozmadan, yemeden, içmeden iyileşmesini bekliyoruz:) Bilen, olan çoktur. İyileşme süreci zahmetli operasyonlar bunlar. Fakat neyse ki toparlıyor. Bu arada doğru dürüst bir şey yiyemediği için o 5 kilo verdi, ben de 1 kilo verdim:) Son zamanlarda tatlıyı, ıvır-zıvırı abartıp 1-1.5 kilo almıştım, eşimin sayesinde sadece çorba içmek suretiyle, aldığım o miktarı vermiş oldum.

    Kasım ayında yeni yaşıma girdim. 44 bittiğine göre 45 denmiyor, 44 deniyor. O zaman 44'üm ve demek ki bu sene dört dörtlük bir yıl olacak:) Mumumu üfledim, dileklerimi diledim, pastamı kestim. Hattâ 2 kere mum üfledim. Bizde Kasım ayında doğum günü çoktur. Annemin, çocukluk arkadaşımın vs. derken kimi kutlamalar iç içe geçti ve iki pastam olmuş oldu. 

    
    44 deyince aklıma bir şey geldi. Bazı arkadaşlar yaşlarını söylemiyorlar. Ben bunu çok enteresan buluyorum. Seneler önce yakın bir arkadaşımın Facebook duvarına uzun uzun doğum günü mesajı döşenmiştim. Coşmuşum yazıyorum: "Şu tarihte, şu yaşta tanıştık,  o zamandan beri arkadaşız" vs.vs. Niye o kadar ayrıntıya giriyorsam? Neyse... Ben bunu paylaşınca anında arkadaşımdan, özelden mesaj geldi "Canım benim, çok teşekkür ederim, harika yazmışsın ama o tarihleri, sayıları siler misin?" :) Meğer yaşını ufak söylediği tanıdıkları varmış. "Onlar da bana yaşlarını ufak söylüyorlar, öğrenmesinler" dedi. Kuzu kuzu sildim ben de. O gün bugündür hiçbir kadın arkadaşımla yaşı hakkında muhabbete girmiyorum. Ders oldu bana. Ben yaş olayına hayatta takılmam. Yemin ederim yaşımı tam hatırlayamayıp parmak hesabı yaptığım olur. Orhun'un yaşı, annemin, kardeşimin vs. dahil. Sorulduğunda hemen doğum yılından hesap yapmaya başlarım. Kafamda o derece gerilere atmışım fiziki yaş olayını. Yaşıyoruz gidiyor işte, rakamlara takılamayacağım doğrusu. Bak yine laf lafı açtı. Bazen şu da oluyor. Hani bazı net gerçekler vardır ya, mesela arkadaşlarımla muhabbetteyken "yakını görememeye başladım, e 40'ı geçtiğimiz için normal" diyorum. Anında tepkiler... Vay niye öyle diyormuşum, vay daha gençmişiz falan filan. Arkadaşım içinizde kendini en yaşsız hisseden zaten benim. Ama mantık diye bir şey var. En basiti gözler yakını görmemeye başlıyor işte:) İstediğin kadar inkâr et, ya da ruhun genç olsun, bedenin kendine göre bir ritmi var. Olan oluyor, olacak. Hiç takılamam. Takılmasını da tavsiye etmem. Kendinize yaparsınız.

    Kasım ayındaki malûm operasyondan önce arkadaşlarımla öyle keyifli buluşmalar yaşadım ki. Bir ara neredeyse her günüm farklı bir arkadaşımla, farklı  bir etkinlikte geçti. Hattâ iki blog arkadaşımla ayrı ayrı yine bu sıralarda görüştüm. Hep söylüyorum, bu platformdan edindiğim çok hoş arkadaşlıklarım var. Tarzına, tavrına, kafana, ruhuna, kalbine yakın olanlarla sen fark etmeden illâ ki bir şekilde ortaklık kuruluyor.

    İlk yarısının aksine yavaş ilerleyen son Kasım günlerinin tekdüzeliğini değerlendirerek, yaklaşan yeni yıl havasına uygun bir şey yaptım bu arada. Şu yılbaşı ağacını ördüm:) 
Ev ekonomisini düşünen bir kadın olarak ağaca ve süse tabii ki para veremezdim, bir yeşil iple bu işi hallettim:) Şaka bir yana... Çok tatlı olmamış mı?

    Ağaç süslemeye çok üşenirim. Sonrasında o süsleri toplamaya da çok üşenirim. İyi oldu böyle!

    Kasım ayında okuduğum, Instagram'da paylaştığım bir kitapla bitireyim mi yazıyı? 
Atıf Yılmaz'ın anı kitabını okudum. Kendi hayatına ve en çok da Yeşilçam'a dair anılarında dikkatimi çekenler arasında şu sözleri ilk sırayı aldı: "Mersin Ortaokulu'nun ikinci sınıfındayım. Kim hangi nedenle uygun gördü hatırlamıyorum. Bana 'Rejisör' lakâbı takıldı. Herhalde sınıfta bir Yılmaz daha vardı. Ondan ayırmak için olmalı. Ama halâ kendime sorarım. Neden Rejisör? Bana bu ismi yakıştıran arkadaş, şimdi ünlü bir falcı olmalı."

    Artık kehânet mi? Tesadüf mü? Enerji mi? Bilinmez. Ama bu satırları okurken ağzımızdan çıkan söze, kafamızdan geçen düşüncelere, isteklere dikkat etmemiz gerektiğini bir kez daha anladım. Öylesine ağzından çıkan bir dilek ya da aklından geçen bir düşünce gerçek olabilir. Ben bunu bir kere net biçimde deneyimledim. Çok enteresan ve önemli bir olaydı. Bana kalırsa, takıntı haline gelmemeli tabii ama konuşurken ve dilerken doğru ve pozitif kelimeleri kullanmak çok önemli. 
O zaman ne yapıyoruz? Bu yazıyı pozitif dileklerle bitiriyoruz. Yılın tamamlanmasına şurada az bir zaman kaldı. Güzelliklerle uğurlayalım kendisini. Aralık ayı hepimize uğurlu gelsin.


   
 
 
 







22 Kasım 2018 Perşembe

İÇ BENİ!

    Aniden ilham geldi ve ne zamandır tüm beyazlığıyla benim renklendirmemi bekleyen kupaya Alice'i çizdim. Daha doğrusu aklıma Alice'i çizmek ve altına ünlü repliklerinden birini yazmak geldi, deseni internetten buldum. Neyse ki seramik kalemlerim kurumamış. Yazdım, çizdim, boyadım ve fırınladım. Çok mutluyum:)
   
    Fincanları, kupaları kafana göre boyamak ve kullanmak çok keyifli. Her kahve ve çay içişimde özenle, bazen ruh halime göre, bazen günün anlam ve önemine göre fincan seçtiğim için benim için ayrıca keyifli. İki sene önce babalar gününde eşime bir fincan tasarlamak için almıştım kalemleri. Bir de fırına girmeye uygun beyaz fincan tabii... Bize onu hatırlatan şeyleri yazmıştık üstüne, resimlerini yapmıştık. O zamanlar tatlı hamsterımız hayattaydı, onu bile çizmiştik. Adamı ağlatmıştık. Bildiğin ağladı. Fincanı kullanmaya kıyamıyor şimdi. Havamdaysam sevdiklerime çok etkili hediyeler hazırlarım:) Neyse... Laf lafı açıyor, o zamandan beri kurumamış seramik kalemlerim. Bu sefer kendime bir fincan boyadım. İki sene sonra da Orhun'a yaparım bir tane:)
    Alice Harikalar Diyarı'nda temalı fincanım bana çocukluğumu hatırlatacak. Umarım "İç Beni" yönlendirmesine uyunca büyüyüp küçülmem :)

        - Sen de kimsin? 
      - Ben de pek bilmiyorum efendim. En azından şu an için pek emin değilim. Aslında bu sabah uyandığımda kim olduğumu biliyordum ama o zamandan bu yana birkaç kez değiştim sanırım. 
                                                                                                                      "Alice"



16 Kasım 2018 Cuma

2018 İSTANBUL KİTAP FUARI ALIŞVERİŞİM

    İstanbul Kitap Fuarı 2018'in sona ermesine az bir zaman kaldı. Her sene olduğu gibi bu sene de etkinlikler ve ziyaretçiler açısından yoğunluk yine önümüzdeki hafta sonu olacak. Ben ziyaretimi geçtiğimiz pazartesi günü yaptım. Ortalık son derece sakindi. Fuar bildiğimiz gibi. Internet mağazalarından daha pahalı. Ortaya sürülen kitaplar hep aynı popüler kitaplar. Fakat yine de vazgeçemiyoruz, hepimiz dayanamayıp elimiz kolumuz dolu dönüyoruz. Ne dersiniz? Fikir olması için alışverişimden bahsedeyim mi biraz? 
    Bu sene fuardan 3 tanesi sahaf bölümünden olmak üzere 16 kitap satın aldım. 
    
    İlk alışverişimi E Yayınları'ndan yaptım. Aşağıdaki fotoğrafın üst kısmında görülen 2 kitap çekti dikkatimi. Yazar Nicholas Seare gibi görünse de her ikisine de "Bir Trevanian Kitabıdır" şeklinde not düşülmüştü. Meğer bu isimle yazmış bu romanları. Trevanian romanlarını çok severim. 
Satış görevlisi orta yaşlı bey, yazarın diğer kitaplarını gösterdi "İşte bunlar Trevanian" dedi. "Hepsini okudum" dedim. "Maşallah" dedi amca:) Fakat Nicholas Seare takma ismiyle yazdığını bilmediğim için eksik olmuş demek ki. İkisini de alıverdim. Amca ısrarla Boyalı Kuş'u da tavsiye edince onu da aldım. İsmini duymuştum. Otobiyografik bir roman. İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenlik gerekçesiyle uzak bir köye gönderilen çocuğun savaşa ve ötekileştirmeye dair izlenimlerini anlatıyor. Bu roman E Yayınları'nın bastığı ilk romanmış (1968). Çocukluğumdan hatırlarım bu yayınevini ve logosunu. Babamın kütüphanesinde bolca bulunurdu.
    
    Metis Yayınları'ndan da 3 kitap aldım. Aslında ilk amacım John Berger'in Portreler'ini almaktı. Ancak internet mağazalarında çok daha uygun olduğu için ve bu kitabı nasıl olsa alacağımdan 
o an için erteledim. Metis'te epeyi bir vakit geçirdim. Kitaplarını seviyorum. Yine John Berger'den, Jean Mohr ile birlikte hazırladığı Yedinci Adam'ı aldım. Çokça ilgimi çekti. Göçmen işçiler hakkında bir kitap bu. Çok sayıda fotoğrafla desteklenmiş. Şöyle diyor Berger: "Bugün hâlâ İstanbul'un bir gecekondu semtinden, bir Yunan limanından, Madrid'in, Şam'ın ya da Bombay'ın bir kenar mahallesinden bu kitabı ele geçirip ilk okuduklarında nasıl etkilendiklerini anlatan Güneyli okurlara rastlıyorum. Böyle yerlerde kitap doğru bir adrese ulaştı, dostça ilgi gördü. Yedinci Adam bu okurlar için artık sosyolojik ya da birinci dereceden siyasal bir risale değil, daha çok bir aile albümü -insanın yakınlarının hikâyelerine, hatıralara, bir dizi yaşanmış anlara rastlayacağı bir albüm." 
    Metis'in Ötekini Dinlemek serisinden Haset ve Şükran'ı da aldım. Hasetlik, kıskançlık son derece ilgimi çeken bir konu. Yazarı Melanie Klein, Freud'dan sonra psikanaliz tarihinde en etkili isimlerden kabul edildiği için uzmanından okumak istedim. Önce bir okuyayım, bu konuda bir şeyler yazarım buraya diye düşünüyorum:)
    Yine Metis'ten aldığım Ben Buradan Okuyorum, kitaplar üzerine yazılmış bir kitap. Piyasadan, değişen değerlerden vb. konulardan bahseden faydalı olduğunu düşündüğüm bir kitap. 

    Çokça vakit geçirdiğim standlardan biri de Karakarga Yayınları'na aitti. Çizgi romanı da bol olan bir yayınevi bu. Sevdiklerimden biri. Çok eğlenceli kitaplar aldım buradan. Kutlukhan Perker'in çizimlerini seviyorum. İki tanesi ona ait. Biri İnsomnia Cafe isimli çizgi roman. Seneler önce seri halinde L-Manyak'ta yayınlanmıştı. Daha sonra Amerika'da basılmış. Şimdi toparlanmış ve Türkçe haliyle Karakarga Yayınları'nda. 
    Fotoğrafta görülen, Kutlukhan Perker'in çizimleriyle desteklenmiş Öbürküler romanı 
Mahir Ünsal Eriş'e ait. Keyifle okuyacağımı düşünüyorum. İsmail Güzelsoy'un yeni romanı 
Süslü Hatıralar Sahnesini de Kutlukhan Perker resimledi ve o gün onu da alacağım düşüncesindeydim. Ancak baskıda problem olmuş ve yetişmemiş. Cumartesi günü İsmail Güzelsoy'un imza etkinliğine kadar gelecekmiş. Hafta sonu tekrar gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum. Şimdilik kaldı sanırım ama en kısa zamanda Süslü Hatıralar Sahnesi'ni de alacağım. 
    Fotoğrafta görülen Neşeli Günler de keyifli bir kitap. Berk Kuruçay Yeşilçam filmlerini yazmış, Emirhan Perker resimlemiş. Bilmeyenler için bahsi geçen iki Perker'in kardeş olduğunu ve bizimle hiçbir akrabalıklarının olmadığını belirteyim:) İki sene önce yine fuarda her ikisiyle de tanıştım, soyadımın -aslında eşimin soyadı tabii- aynı olduğunu söyleyince şaşırdılar. Zira pek bilinen bir kelime değil. O gün Berk Kuruçay'la da tanışmıştım. Çok güleryüzlü, samimi, üretken, gencecik bir yazar. Orhun yaşında. Çok sevdim Berk'i. Epeyi bir sohbet etmiştik. Her kitabını alıyorum. Ve keyifle de okuyorum.
     
    Karakarga Yayınların'dan aldığım farklı bir kitap daha var. Daima Şık... Çıktığından beri aklımdaydı. Atatürk'ün o bildiğimiz şıklığını, zarafetini anlatan bir çalışma bu. Nebil Özgentürk 
20 yılda bir çok röportaj yaparak hazırlamış. Atatürk'ün çevresinde olup hayatta olmayan isimlerin anılarından da faydalanıp özel bir kitap çıkarmış ortaya. Tarihçiler, modacılar, sanatçılar... 
Epeyi ilginç isimler var. Hemen bu kitaba mı başlasam, ne yapsam?

    Yeni çıkanlardan biri de Yekta Kopan'ın Sıradan Bir Gün'ü. Sanırım henüz o gün gelmişti. 
İlk alanlardan olabilirim. Yekta Kopan'ın öykülerini seviyorum. O yüzden romanlarını da kaçırmıyorum ancak ille de öyküleri diyorum. Aslında öykü okuyucusu olmamama rağmen söylüyorum bunları. 
    
    Epeydir aklımda olan Şule Gürbüz kitabını nihayet o gün aldım. Çok sevdiğim Hakan Günday'ın Şule Gürbüz romanlarını okuduğunu söylemesi beni bu yazara yönlendirdi. Kambur, yazarın ilk romanı. Yazalı üzerinden çok zaman geçmiş. İnce bir kitap olduğu için aynı gün okudum. Sert bir anlatım. Fakat severim. Tamamen çiçek böcek şeklinde ilerleyen hikayelerden hoşlanmam. İnandırıcı olmuyor. İnsan varsa acı da olmalı, hüzün de... Ve aynı şekilde daha bir çok olumsuz duygu... Şule Gürbüz'ün diğer kitaplarını da alırım ben. 

    Yeraltı edebiyatı denilen türden bir kitap daha. Bunaltı... Burak Parmaksız'a ait. Nereden duydum, nasıl aklıma yazdım bilmiyorum ama görünce kafamdaki alınacaklar listesinde olduğunu hatırladım. Bakalım nasıl bir roman?

    Bu sene kitap fuarının sahaflar bölümüne ilgi çok daha fazlaydı. Bunun sebebinin ekonomik olduğunu söylememe gerek yok. Aslında aklımda yoktu ama benim de yolum düştü. İyi oldu. Gidince uğramayı unutmayın bence. 5 liraya çok güzel kitaplar alabilirsiniz. Kalabalıktan dolayı fazla duramadım ama 5'er liradan 3 kitap seçmeyi başardım. İkisi gezi kitabı. Bir önceki yazıda Buket Uzuner'in röportajını dinlediğimi ve tarzını öğrenip sevdiğimi söylemiştim. O yüzden gezi yazılarını beğeneceğimi düşünüyorum. 

    Kapanışı Nilüfer'le yapayım. Sahafta biyografisine rastlayınca onu da aldım. 
    
    Fena kitaplar almamışım:) Fuarın son 3 günü İstanbul'un yağmurlu günlerine denk geldi ama eminim kitapsever birçok kişi hava durumuna ve TÜYAP'ın uzaklığına bakmadan bu günleri değerlendirecektir. O hâlde şimdiden keyifli gezmeler ve okumalar diliyorum. Paylaşımları merakla bekliyor olacağım.





7 Kasım 2018 Çarşamba

İLK SAYFASI...

   
Mirgun Cabas ve Can Kozanoğlu, dijital müzik platformu Spotify'da fazlasıyla ilgimi çeken 
"İlk Sayfası" isimli bir podcast serisine başlamışlar. Ahmet Ümit'le başlattıkları edebi bir seri bu. Soru-cevap şeklinde ilerliyor. Cabas ve Kozanoğlu, konuk ettikleri yazarların bizzat seçtikleri romanlarının ilk sayfası üzerinden başlayarak yaklaşık yarım saat süren bir sohbete davet ediyorlar bizi. Serinin amacının yazmak isteyenlere yardımcı olmak olduğunu, bir nevi yazı atölyesi kurduklarını söylüyorlar fakat sohbetler -sadece yarım saat olmasına rağmen- o kadar dolu ve keyifli ki yazmak gibi bir amacı olmayıp sadece okumayı sevenler de dinlemeli. Bilinçli okurluğun çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlk Sayfası'ndaki sohbetlere şu ana kadar Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ayşe Kulin, Buket Uzuner, Saygın Ersin ve Murat Menteş katılmışlar. Öncelikle ilgimi çeken her zaman bahsettiğim gibi Hakan Günday oldu ve onun sayesinde haberim oldu bu seriden. İlk dört sohbeti arka arkaya dinledim. Saygın Ersin ve Murat Menteş'i de en kısa zamanda dinleyeceğim. Bu altı isimden sadece Saygın Ersin'in kitaplarından herhangi birini okumadım. Okumadım diye dinlememezlik etmeyeceğim tabii ki, tanımak için bir fırsat olacak. Dinlediğim sohbetler çok keyifliydi. Bilgilendirmenin yanı sıra lafın lafı açmasıyla yönlenen, gündelik yaşama kayan konuşmalar, söz konusu yazarları insan olarak da tanımanın güzel bir yolu. Örneğin Ayşe Kulin'in samimi sohbetine bayıldım. Kendisinin sadece biyografik ve otobiyografik kitaplarını okumuştum fakat sohbeti dinledikten sonra "Kanadı Kırık Kuşlar'ı da okusam mı?" diye düşünmedim değil. Buket Uzuner'in toplumsal duyarlılığına, kendi deyimiyle radikal olmayan feminist tavrına şapka çıkardım. Roman kahramanı Defne Kaman'ı "Edebiyatta hep erkekler macera yaşıyor, bir kadın maceracı neden olmasın?" diyerek yaratmış olması hoş. Ahmet Ümit'in İstanbul üzerine konuşmaları, Hakan Günday'ın her zamanki gibi varoluşsal yollara sapan anlatımı çok iyiydi. Herbirini ilgiyle dinledim. 
    Yani okuma işini seviyorsanız İlk Sayfası'nı tavsiye ediyorum. Birkaç ay önce tesadüf Mirgun Cabas'ın ve Can Kozanoğlu'nun, medya dünyasına yıllarını vermiş bu iki gazetecinin de kitaplarını okumuştum. Mirgün Cabas'tan "2001 Eski Türkiye'nin Son Yılı" ve Can Kozanoğlu'ndan "Acemi Eğitimi". Kozanoğlu'nun bu kadar iyi bir anlatıcı olduğunu bilmiyordum. Anı kitabı olan Acemi Eğitimi'nde öyle zekice, esprili ve aynı zamanda sihirli bir anlatım var ki gerçek nerede bitip hayalgücü nerede başlıyor -ya da tam tersi- anlayamıyorsunuz. İnanılmaz keyifli. 
    Şahsen, İlk Sayfası'nda yeni sohbetleri merakla bekliyorum. Tahmin ediyorum ve umuyorum -ve hattâ buradan sesleniyorum ki- yakın zamanda İsmail Güzelsoy da konuk olacaktır:) Sizin aklınızda hangi yerli yazar var?
    









5 Kasım 2018 Pazartesi

3 İNSAN...

    Bu aralar vizyon filmlerine ağırlık verdik. Arka arkaya 3 ayrı biyografi izledim. Kitapta da filmde de biyografiye bayılıyorum. O kadar çok şey öğretiyorlar ki bana. O kadar düşündürüyorlar ki. 
En son izlediğim Bohemian Rhapsody'den başlayayım mı anlatmaya? 
    
    Bohemian Rhapsody, 1970 yılında İngiltere'de kurulan, özellikle 80'li yıllara damgasını vuran rock grubu Queen'in efsanevi solisti Freddie Mercury'nin filmi. O kadar çok beğendim ki bu filmi. Son zamanlarda izlediklerimin en iyisiydi. Müzikle en çok ilgilenilen ergenlik yıllarımın popüler grubudur Queen. Fakat sırf ben ve akranlarım sevmeyiz onu, her yaş grubunu etkilemiştir. Ortalamanın dışında, renkli, farklı Freddie Mercury'yi ise herkes bilir. 1991'de AIDS'ten ölmüş olduğunu da herkes bilir. Hastalığını ölümünden bir gün önce açıklayan, her zaman güçlü görünmek isteyen Freddie'ye yakışan bir film olmuş. Gram duygu sömürüsü olmadığı hâlde seyirciyi derinden etkileyen bir film. Edebiyatta, sinemada olması gereken "açıkça gösterme, hissettir" mottosunu yakalayan bir film. Seyirci tüm şarkılar bitene kadar, yazıların akması durana kadar salondan çıkmadı. Freddie Mercury'yi, Queen'i anlatan bir filmde ağlayacağım aklıma gelmezdi. Wembley Stadyumu'ndaki meşhur Live Aid konserindeki 20 dakikalık Queen performansının yeniden birebir canlandırılmasında gözyaşlarımı tutamadım. İnanın tüm salon aynı şekildeydi. Sakın sözlerime bakıp bol dram içeren bir film olduğunu düşünmeyin. Eğlenceliydi, espriliydi, güçlüydü, içinde arkadaşlık vardı, hepimiz biriz duygusu vardı, müzik vardı. Grubun şarkılarının filmin içine yerleşimi muazzamdı. Bu film bana Freddie Mercury üzerinden, farklı insanları ne kadar sevdiğimi, saygı duyduğumu bir kez daha gösterdi. Farklı olan, farklı düşünen, farklı davranan, farklılığını gizlemeyen, cesur insanlar hayatın tekdüzeliğinden kurtulmamızı sağlayanlardır. Tüm insanlığın yükünü taşırlar aslında. Kendileri çok zorlanırlar ama arkalarından gelenlere yeni yollar açarlar. Hayat onlarla güzel. 
    Queen'in yaptığı müziği sevin ya da sevmeyin hiç fark etmez. İyi bir biyografik film izlemek istiyorsanız Bohemian Rhapsody'yi kaçırmayın. Oyunculukların da müthiş olduğunu eklemeliyim. Freddie'yi canlandıran Rami Malek, fiziken bir miktar çelimsiz kalmasına rağmen, oyunculuk anlamında resmen döktürmüş. Şahsi bir not daha ekleyeceğim; İngiliz aksanına ve İngiliz oyunculara ba-yı-lı-yo-rum :)

    Sırada bizden bir biyografi var. Tabii ki Müslüm'e de gittim. Zira bu ara gitmeyeni dövüyorlar:) Şaka bir yana tek boş koltuğun olmadığı salonda her kesimden, her yaştan seyirci vardı. Senaryosunu Hakan Günday'ın yazmış olması benim bu filmi seyretmem için ilk sebepti. Yani müziğinin büyük hayranı değilim. Hepimiz gibi en çok bilinen şarkılarını bilirim ben de. 
Müslüm Gürses'i ancak son yıllarında pop ve rock şarkıları yorumlamasıyla beğenip, bu şarkıları dinledim. Ancak hayat hikâyesi, çocukluk yıllarımıza dayanan aşinalık, o saf duruş 
Müslüm Gürses'i sevme nedenlerimdendi. Ölümüne çok üzülmüştüm. Ameliyat sonrası komplikasyonlarla ölmesi etkilemişti beni. Babam gibi ve babamla aynı yaşlarda... 
    
    Üzgünüm ama özellikle Bohemian Rhapsody'yi izledikten sonra efsane olmuş bir şarkıcıyı anlatan biyografik filmin nasıl olması gerektiğini daha iyi anladım. Müslüm filminden hem duygusal hem teknik anlamda çoğu insan kadar etkilenmedim. Üzerine bir de kıyaslayabileceğim bir başka film izleyince haklı olduğumu anladım. Az önce anlattığım film nasıl sömürüden uzak bir şekilde duygulandırıyorsa, bu tam tersiydi. Müslüm'ün annesinin babası tarafından bıçaklanma sahnesi, kanlı oda, kanlı giysiler, kanlı bardaktan rakı içmek salondaki çoğu kişinin hüngür hüngür ağlamasına sebep oldu. Yanımdaki kadın o sahneden itibaren filmin ilk yarısı bitene kadar susmadı. Sesli sesli ağlayıp devamlı burnunu çektiği için bende konsantrasyon falan kalmadı. Grup gelmişlerdi, çantasını açıp açıp yanındakilere mendil vermesi konsantrasyon eksikliğime 
tuz biber ekti. Ha bir de telefonunu çıkarıp çıkarıp fotoğraf çekenler, şarkılı sahneleri kayda alanlar beni delirtti. 
    Müslüm filmi bana herkesin hayatta aynı şansa sahip olamadığını bir kez daha hatırlattı. Annesi, 2 yaşındaki kız kardeşi, genç erkek kardeşi şanslı olamayanlardandı. Zor yaşadılar, erken gittiler. Müslüm Gürses ise ne kadar zor bir hayat yaşamış olursa olsun aslında yırtanlardan biri. Yeteneği ve Muhterem Nur'u tanımış olması onu şanssızlıkların içinden çekip çıkaran şeyler. Filmi izlerken böyle hissettim. Herhalde doğru hissetmişim ki filmin sonunda sanatçının "Hayat zordu ama güzeldi" sözüne yer verdiler. Müslüm Gürses'in bir derviş olduğu sıkça vurgulandı. Annesini öldüren babasını affetmiş olması dervişlik mi? Saflık mı? Yoksa ataerkil bir ortamın getirisi mi? Siz karar verin. Ben dervişlikten ziyade Müslüm Gürses'in saf tabiatlı olduğunu düşünüyorum. Galiba bu hayat hikâyesinde en şanslı olan, yaptığı yanına kâr kalan o baba. Olan yine kadına oldu.
    
    Bu aralar izleyip en beğendiğim filmlerden biri de Ay'da İlk İnsan'dı. Neil Armstrong'u ve Ay'a yapılan yolculuğu anlatıyor. Yönetmen Damien Chazelle. Başrolde yönetmenin La La Land'de birlikte çalıştığı Ryan Gosling var. 
    Damien Chazelle'ı seviyorum. Bu filmde de tıpkı Oscar kazandığı Whiplash'te olduğu gibi buram buram gerilim vardı. Ay'a gidilmeden önce yapılan tüm o testler, testler sırasında hayatını kaybeden astronotlar, Neil Armstrong'un ketum hâlleri ve görmediğimiz ama hissettiğimiz gerginliği... Bir de astronot eşi olmanın düşündürdükleri. İnsani gerilim. Ay'da ilk insan. İnsan... Teknik detaylar oldukça fazlaydı ama asıl olay Ay'a adım atan ilk insanın ve ailesinin psikolojik durumuydu. Adamın Ay'a gideceğini biliyorum ama sanki bilmiyormuş gibi heyecanla izliyorum. Gergin sahneler, Ay'a iniş ve o esnada benim ilk düşüncem Armstrong'un ilk adımı sol ayağıyla atışı oluyor:) Kendi kendime güldüm tabii. Günlük hayatta "Aman şuraya sağ ayakla gireyim, buradan sol ayakla çıkayım" gibi takıntım yoktur. Artık o an nereden aklıma geldiyse, sanki Ay'a gitsem yine de ilk sağ ayağımı atarmışım gibi düşündüm. Kodlanma meselesi sanırım. Birileri uzaya yolculuk için çalışırken, bu uğurda hayatını kaybederken, birileri uzaya giderken, birileri de bunun filmini çekip dünyaya sunarken benim sol ayağı düşünmüş olmam oldukça üzücü tabii:) Şaka bir yana sahiden birileri yapıyor birileri izliyor. Filmi çok sevdim ama çıkışta moralim bozulmadı değil. Gerçi belki de gitmemişlerdir Ay'a:) Öyle bir söylenti var biliyorsunuz. Rusya ile girilen uzay yolculuğu yarışında Rusya'ya fark atmış olmak için böyle bir yalan ve düzen uydurulduğu, Ay'a iniş fotoğraflarının sahte olduğu söyleniyor. Amerika'dan her şey beklenir ama ben sahtekârlık olmadığını düşünenlerdenim. Ay'a çıkarken bir çok aksilik olabilirdi, en ufak bir aksilik her şeyin sonunu getirebilirdi. Ama çalıştılar, hazırladılar, işler yolunda gitti ve Ay'a çıkıldı. Bak, Amerika Neil Armstrong'tan nasıl bahsettiriyor. Aslında uzaya ilk kez çıkan ve Dünya yörüngesinde seyahat eden isim Sovyet kozmonot Yuri Gagarin. Ama hani nerede Rus sineması? Yok öyle bir şey. Amerika'nın bu konularda çabası malûm. Bu filmde Ay'a iniş sırasında Amerika bayrağını göstermedi diye Damien Chazelle'a tepki gösterenler olmuş. Artık ben sana ne diyeyim Ey Amerika?

    İşte böyle. 3 insan. 3 hayat hikâyesi. Ve bana düşündürdükleri...
    


2 Kasım 2018 Cuma

TOPHANE-İ AMİRE... GALATA RUM OKULU... İKİ MEKAN, İKİ SERGİ...

    Dün Nişantaşı'nda ufak bir işim vardı, onu hallettikten sonra Tophane-Karaköy civarına iniverdim. Kasım ayının ilk günüydü ve sevgili kasım, güneşli bir günle merhaba demişti bize. Tophane'ye inince soluğu Tophane-i Amire'de aldım. Benim güzel okulum MSGSÜ'nün kültür merkezi olan bu tarihi yapıda şahane bir sergi vardı. 
"Arkas Koleksiyonu'nda Post-Empresyonizm"...
    
    Arkas isminden de anlaşılacağı gibi özel bir koleksiyon bu. İzmir merkezli holdingin yine bu şehirde bir sanat merkezi var. Şu sıra İstanbul'da Tophane-i Amire'de sergilenen eserler İzmir'den misafirler ve çok çok iyiler.
    
    19.yy.'ın ikinci yarısında Empresyonizmin ardından gelişen Post-Empresyonizm, gerçeğe yakın resmetmekten uzaklaşıp kişisel bakış açısına yer vermesiyle, farklı ifade biçimleri yaratmasıyla bilinmekte. Bugünlerde Tophane-i Amire'ye giderseniz bu akımın Andre Lhote, George Braque, Pierre-Auguste Renoir gibi sanatçılarının eserlerini göreceksiniz. Fakat bunun için çabuk davranmak lazım. Çünkü sergi 6 Kasım tarihine kadar açık olacak. Hazır havalar iyi giderken önümüzdeki hafta sonu bu şekilde değerlendirilebilir. Tophane-i Amire'nin tarihi havası içinde sunulan sergiler her zaman keyifli oluyor. Girişin ücretsiz olduğunu da belirtmeliyim.
   

     
    Arkas Koleksiyonu sergisinden çıkınca hemen 500 m. ilerideki Galata Rum İlkokulu'nu ziyaret ettim. Burada şu sıralar 4.İstanbul Tasarım Bienali'ne paralel olarak düzenlenen "206 Odalı Sessizlik" isimli bir sergi var. "206 Oda", Büyükada Rum Yetimhanesi'nin odalarının sayısı. "Sessizlik" ise binanın 60'lı yıllarda aniden boşaltılınca kuşandığı durum. Adadaki yetimhanenin tarihi bu sergide gözler önüne seriliyor.
    
    Büyükada'ya gidince sadece deniz kenarında kalmayıp tepelerine doğru yürüyüşe çıkanlar, büyük, ahşap, yıkılmaya yüz tutmuş ve hüzünlü yetimhaneyi muhakkak görürler. Binanın ne olduğunu bilen bilir, bilmeyen ise meraklı sorular sorar. Bu kocaman ahşap binanın ne olduğu, neden bakımsız olduğu konuşulur. İşte bugün Galata Rum İlkokulu'nda tüm soruların cevabı var. 
    
    Ali Kazma, Dilek Winchester, Murat Germen ve Hera Büyüktaşçıyan çalışmaları olan fotoğraflar, belgeler, videolar ve yerleştirmeler ile Büyükada'daki müzeden getirilen az sayıda eşya, meraklısı için yetimhanenin tarihine ışık tutmakta.
    
    Büyükada Rum Yetimhanesi, bir süre ellerinden alınmış olsa da bugün yine Patrikhane'nin mülkiyetinde. Tarihçesi bir yana, dünyanın 2. büyük ahşap yapısı olması sebebiyle de önemli ve bu yüzden "Tehlike Altındaki 7 Dünya Mirası" listesinde gösteriliyor. Mimarı Alexandre Vallury ki bu isim İstanbul mimari tarihi açısından oldukça önemli bir isim. Batılılaşma sürecindeki Osmanlı'nın İstanbul yapılaşmasında izi var. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin de mimarı olduğunu ve bu okulda mimarlık bölümünü kurup eğitmenlik yaptığını bilmek, bu konuda ipucu verecektir sanırım. 

    
    Bir zamanlar otel ve casino olması amacıyla inşa edilen, ancak gerekli izinler alınamayınca öksüz ve yetim Rum çocukları için yetimhaneye dönüştürülen binanın açılışı 1903 yılında II.Abdülhamid'in de katılımıyla gerçekleşmiş. Zaman içerisinde nice çocuk yetişmiş burada, nice olaylar yaşanmış. Gün gelmiş kaderine terk edilmiş. Sergideki fotoğraflardan gözlemlediğimiz bugünkü metruk hâli, bir zamanlar ne kadar görkemli olduğunu gizleyemez durumda. Büyükada'nın en tepesinde yeşillere ve maviye hakim bir noktada geçmişten bir iz gibi yükselen bu özel yapı kurtarılabilir mi? Geleceğinde ne var? Bilmiyoruz. Şu an yapabileceklerimiz arasında sergiye gidip bilgi edinmek var. İlgilisi 10 Kasım'a kadar ziyaret edebilir. Giriş yine ücretsiz. 
    
    Bu iki sergiyi ziyaret ettikten sonra benim gibi yapıp Karaköy'ün güzel kafelerinden birinde tatlı-kahve keyfi yapabilirsiniz. Ya da isterseniz Taksim'e çıkıp İstanbul Tasarım Bienali'nin son günlerini değerlendirir ve ev sahibi mekânları gezersiniz. Zira onun da birkaç günü kaldı. 
Öyle ya da böyle, bu yazıyı okuyan herkese mutlu bir hafta sonu diliyorum:)




   

18 Ekim 2018 Perşembe

SONBAHARDA SANAT... MUSEO, LORO, ŞAHANE ZÜĞÜRTLER...

    Tembellik edip fazla yazı giremiyorum diye zannedilmesin ki sonbahar gelmedi ve dolayısıyla İstanbul'un sinema salonlarına, tiyatrolarına, müze ve galerilerine gidilmiyor. Örneğin Filmekimi geldi, geçti. Sadece iki film izlemiş olsam da bunlardan bahsedemedim. Neyse ki festival filmlerini daha sonra vizyona girdiklerinde veya istediğimiz zaman internet üzerinden izleme şansımız var fakat Filmekimi dahilinde izlemenin keyfi bir başka oluyor. Aynı amaçla salonu dolduran seyirciyle bir arada olmak hatta bazen tanışmak sohbet etmek, genelde reklamsız film izlemek, benim gibi sinema salonunda izlemeyi seven biri olarak çok farklı filmlere ulaşmak güzel. Ancak her filmi izleyeyim dersen ve ekonomik açıdan orta halli bir sanatseversen cüzdanında hatırı sayılır bir gedik açacaksındır. İşin bu yanı sıkıcı işte. Hafta sonu tam biletin 25 lira olması seni mümkünse hafta içine, 10 liralık biletlere yöneltecektir. O da 19.00'dan önce olursa. O saatten sonra yine 25 lira. Daha önce de yazmıştım, ben çocukken dört kişilik bir aile olarak çok sık sinemaya ve tiyatroya giderdik. O zamanlar aldığımız kadar bileti günümüzde değerlendirip hesap yapıyorum, şimdi olsa o kadar sık gidemezdik. İşin ekonomik kısmına değinmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Değindim. Şimdi gelelim seçtiğim ve izlediğim iki filme. 

    Bu yıl Filmekimi'nde izlediğim ilk film Müze'ydi. Yönetmen Alonso Ruizpalacios. Film, 1985 yılının Noel akşamında Meksika Antropoloji Müzesi'de yapılan soygunu, daha doğrusu soyguncuları konu almış. Birebir soygunu anlatan bir film değil. Soyguncular filmdeki gibi gerçekten yakalanmış olsa da filmde daha farklı, daha romantik bir son var. Filmi seyreden birkaç izleyicinin yorumunu okudum ve herkesin ne kadar farklı sonuçlar çıkardığına tanık oldum. Örneğin filmin Meksika devleti tarafından Müze'yi tanıtmak için çekilmiş havasında olduğunu söyleyenlere katılmadım çünkü ben öyle bir yapaylık hissetmedim. Soygunu planlayan ve kendisi gibi kaybeden konumundaki arkadaşını bu iş için ikna eden Juan'ın hikayesiydi bu. Juan'ı soyguna iten dürtüler konusunda da farklı yorumlar okudum. Benim gördüğüm Juan, 30 yaşına geldiği halde veterinerlik fakültesini bitirememiş, ablaları tarafından bu yüzden devamlı alay edilen, zaten dış görünüşü nedeniyle çocukluğundan beri "küçük" lakabıyla seslenilen, ailenin baskın karakteri olan doktor babanın gölgesinde ezilmiş, isteneni verememiş, kafası karışık bir genç adamdı. Önce kendisine bir şeyleri kanıtlamak istedi. Daha önce müzede çalışmış olduğu için, yeterli güvenlik teknolojisi olmadığı için, tereyağından kıl çeker gibi soyuverdiler müzeyi. Meksika Antropoloji Müzesi bu. Değerli Maya kalıntıları çok. Yükte hafif pahada ağır ne varsa aldılar. Ülke bu soygun haberiyle çalkalanırken, son derece planlı olduğu ve çok kişinin karıştığı zannedilirken, soyguncuların vatan haini oldukları konusunda fikir birliğine varılmışken Juan ve Wilson ellerindeki eserleri ne yapacakları sorusuyla baş başa kaldılar. Meksika halkı çalınan eserlerin boşluğuna bakmak için müzeye akın etti. Ki bu da ayrı bir tartışma konusudur. 1911 yılında Louvre Müzesi'nden çalınmış olan Mona Lisa'nın bıraktığı boşluğu görmek için gelen binlerce insan gelir akla. O boşluğu görmek istemenin nedeni nedir? Bu tabii ayrı bir konu ama bir sanat eserinin güzelliği işte böyle farklı şeyler akla getirmesidir.. Bu kadar anlattığıma bakılırsa ben Müze'yi sevmişim:) Bir izleyen, yüksek sesli müziğin başını ağrıttığını söylemiş ama ben öyle yüksek müzik hatırlamıyorum. Aynı filmden mi bahsediyoruz diye düşünmedim değil. Haydi Loro'dan bahsediyor olsa neyse:) Loro, festivaldeki ikinci filmimdi ve Müze'nin aksine çok renkli, abartılı, gürültülü bir filmdi. Böyle olması da normal çünkü yönetmen Paolo Sorrentino, konu ise Silvio Berlusconi ve onun zamanında İtalya.

    Paolo Sorrentino günümüz İtalyan sinemasının popüler yönetmenlerinden biri. İsmini bilmeyenler "Genç Papa" dediğimde hatırlayacaklardır. Jude Law'ın başrolde olduğu dizi ona ait. Ayrıca Oscar ödüllü Muhteşem Güzellik, Il Divo ve Gençlik (Youth) filmleri de Sorrentino'ya ait.
    Loro'da "Azgın Teke" lakabını hak ederek almış devlet adamı Berlusconi'nin hicvedilmesi, renkli, çarpıcı ve abartılı sahneler konusunda yönetmenin işini oldukça kolaylaştırmış. İlk 15-20 dakika bir miktar erotik film tadında ilerlese de (biraz daha sürse çıkacağımı itiraf ediyorum), popo ve meme fazlalığından fenalıklar gelse de yönetmenin ne demek istediğini gayet iyi anladım:) Berlusconi zamanında kadın bedeninin, kadın varlığının değersizleşmiş olması eleştirilen konulardan biriydi çünkü. Ağırlık o yönde olsa da Loro'da Berlusconi hakkında sadece cinsellik üzerinden hiciv yok. Özellikle karısının onun hakkında söyledikleri dikkate değer.
    Bu sene Filmekimi'nde benim açımdan durum buydu. Farklı iki hayatı anlatan ama gerçek olaylardan yola çıkma noktasında birleşen filmler seçtim. Birini Kadıköy'de Rexx'te diğerini Nişantaşı City's'de seyrettim. Yazıyı yazmadan önce Ekşi Sözlük'te okuduğum bir arkadaş Loro'ya yer kalmadığından yakınmış, serzenişte bulunmuş. Emin olmadan bu serzenişler niye? Benim izlediğim saatte salonda boş yer vardı. Ayrıca illâ festival sırasında izlemek istiyorsan film başlamadan bilet alacaksın, salonun kapısına gideceksin, başlamaya yakın ilan ettiklerinde, gelmeyenlerin boş bıraktıkları yerlere geçeceksin. Böyle yapan çok kişi var. Bilet bulamadım diyenlere ve bunu bilmeyenlere ipucu vermiş olayım. Hâttâ Loro için ben de böyle yapabilirdim. Biletler satışa çıkar çıkmaz satın alınca Biletix, Müze için en arka sıradan, Loro için en ön sıradan yer vermiş. İlk alanlar için doğrusu arkadan başlamaktır. City's'de niye tersi olmuş anlamadım. Zaten artık yakını görmekte zorlanıyorum, ilk sıradan izlememe imkân yoktu:) Boş yerler olunca arka koltuklardan birine geçtim. Boş koltuk vardı yani Ekşici kardeşim.
    Yazıyı benim için sezonun ilk tiyatro oyunu olan Şahane Züğürtler'le bitirmek ve Şehir Tiyatroları sezonunun da açıldığını hatırlatmak isterim. Ekim ayı biletleri çıktığında havalar iyice soğumadan annemle izlemek için gişeden satın aldım biletleri. İkimiz için de uygun olan gün ve saate bakarak Şahane Züğürtler'i tercih ettim. Aslında annemin uzun zaman önce seyrettiği bir oyun bu fakat bir klasik olması nedeniyle hayır demedi. Aslında epeyi bir geç kalmış olsam da ben de böylece ilk kez izlemiş oldum. Haldun Dormen'in yönettiği, Mikael rolünde Can Başak'ı, Tatyana rolünde Müge Akyamaç'ı izlediğimiz, Jacques Deval'in ünlü eseri Şahane Züğürtler, Rusya'daki Ekim Devrimi'nin ardından Fransa'ya kaçmak zorunda kalan ve mecburen hizmetçilik yapan Rus asilzadesi bir çiftin yaşadıklarını anlatıyor. Şahane Züğürtler denmesinin sebebi, yanlarında getirdikleri yüklü miktarda bir para olması ancak emanet bildikleri bu parayı harcamak ya da Fransa hükümetine kaptırmak istememeleri ve bir gün Rusya'ya dönecekleri umudu taşımaları. Güldürürken düşündüren, benzerlerinin yaşanmış olması muhtemel insan hikayeleri... 
    Tiyatro iyidir. Sinema kadar ağırlık vermesem de ara sıra izlemek bana iyi gelir. O gün de iyi geldi. Dışarıda esintili ve yağmurlu bir hava varken, annemle Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin fuayesinde sıcak çikolata eşliğinde temsil saatini bekleyip sohbet etmek güzeldi. Darısı ileri ki günlere diyeyim:) Sanatla kalalım!




16 Ekim 2018 Salı

SÜLÜKLÜ GÖL... GİTTİM GÖRDÜM PİŞMAN DEĞİLİM:)

    Bolu'dan İstanbul'a dönerken "Yolumuzun üzerinden bir yer daha seçelim, uğrayalım, gezelim görelim" kafasıyla internetten civar haritasını açıp, öncesinde hiç bilmeden, fotoğraflarına bakmadan, incelemeden buldum Sülüklü Göl'ü. Ne de olsa pek çok gölle süslenmiş yemyeşil bir bölgedeydik. Haritaya göre Sülüklü Göl Mudurnu'ya yaklaşık 30-40 km. uzaklıktaydı. Normal şartlarda yarım saat kadar sürecek bir yol yani. Oraya da uğrayıp Sakarya - Akyazı üzerinden İstanbul'a dönerdik. Eşime haritayı gösterdim, her zaman olduğu gibi -özellikle gezi konusunda bana sonsuz güvenmenin, plan programı her daim üzerime yıkmanın etkisiyle- öylesine baktı, 
o da benim gibi yarım saat süreceğini düşündü herhalde, kabul etti. Mudurnu'dan yola çıktık. 
Yol tarifini de açtık. Göle ulaşmak için 1.5 saat veriyordu. Ben nedense inanmadım:) Düz yolları geçip de Sülüklü Göl için orman yollarına sapınca neyin ne olduğunu anladık. Doğa gezilerine uzak olmak böyle bir şey sanırım.
    Bir tarafı uçurum olan daracık toprak yolda virajları döne döne tırmanırken, endişe kumkuması annemin korkusuyla ve eşimin "İstanbul'a geç kalacağız" dırdırlarıyla baş başa buldum kendimi. Hayır, işin kötüsü ikisine de katılıyorum ama belli etmemeye çalışıyorum:) İstanbul'a geç kalma endişesi araba kiralamış olmamızdan kaynaklanıyordu. 3 yıl önce arabamızı sattık, o tarihten beri yeni bir araba alma girişiminde bulunmadık. Orhun yurt dışına gittiğinden beri zaten iki kişiyiz, yani ufak çocuğumuz yok. O yüzden metrobüs, taksi, Uber, gerektiğinde kiralık araba, her birini kullanıyoruz. En güzeli eskisine göre daha çok yürüyoruz. Trafiğe takılmıyoruz, park yeri aramıyoruz, gereksiz otopark ücreti ödemiyoruz, benzin fiyatları artışı genelde etkili olsa da en azından arabamızın deposunu nasıl dolduracağız diye düşünmüyoruz, araç vergisi ve kasko vs. ödemiyoruz. Bir de eşimin İstanbul trafiğinde her an bir kavgaya karışabileceği ihtimalinden korkmuyorum:) İstanbul trafiğine maruz kalanlar benim ne demek istediğimi gayet iyi anlamışlardır. Kısacası yakın yerlere ufak tefek seyahatler istiyorsak araba kiralamak durumundayız. Çok kişi araba kiralıyor ama bunların içinde eşim kadar pimpiriği, kuralcısı az bulunur herhalde. Teslim saatini aşacağız diye gerildi de gerildi. Ki kesin öyle olacak diye bir durum yok. Sorun bir gün ücreti daha ödemek değil. Saat belliyse işler o saate kadar halledilecek. Ben de kuralcıyımdır, dakik insanımdır ama elde olmayan ve halledilebilecek sebepleri kafaya fazla takmamayı öğrendim. Önce sağlık olsun! Zaten eşime her gezinin son günü bir hâller olur, eve ulaşana kadar gergindir, uçuş saatine daha epeyi vakit varken bile bizi havaalanında koşturur:) Neyse, haydi ben alışkınım da yanımızda annem var, bir şey söylemek istemiyorum. Oflamalar puflamalar, "Az duracağız ama bak!" uyarıları eşliğinde çıktık Sülüklü Göl'e. Niye geri dönmediğimizi sormayın, belli bir noktadan sonra dönüş imkânı olmayan bir yol burası. 
 
    Öyle ya da böyle, Sülüklü Göl'e vardığımız için, gördüğümüz için mutluyum bugün. Gergin dakikaların ardından muhteşem bir doğal güzellikle karşılaştık. Çeşit çeşit ağaçlarla çevrelenmiş şeffaf yeşil bir göl. Balıklara, suyun kenarında zıplayan kurbağalara, gölün ortasında kalmış ağaç gövdelerine... Hangi birine bakacağını şaşırıyorsun. 
    Sülüklü Göl tektonik hareketler sonucu oluşan çukura dere sularının dolmasıyla oluşmuş. 
Ani çökme nedeniyle çukurun ortasında kalan çam, köknar ve meşe ağaçları ilginç bir görüntü oluşturmuş ki kışın kapalı havalarda oldukça gotik bir manzaranın meydana geldiği söyleniyor. Söz konusu ağaçlar 300 yıldır oradalarmış ve bunca yıldır çürümemeleri nadir rastlanan bir durummuş.
    Sülüklü Göl bitki ve hayvan çeşitliliği açısından özel bir ekosisteme sahip olduğu için belli bir zamana kadar koruma alanıymış. Sonradan tabiat parkı haline getirilip halka açılmış. Giriş ücretli. Haklı olarak bu duruma karşı olanlar var. Korunması gereken bir alan kıymet bilmeyenlerin kullanımına açılmamalı. Örneğin benim fotoğrafımda görülen duman, romantik doğal bir buğu ya da sis değil. Bildiğin mangal dumanı. Çok fazla insan yoktu, dumanı aşırı şekilde tüttürenlerden başka mangal yapan da görmedik ancak bir tek aile bile ortamı nasıl etkilemiş bu fotoğraftan anlamak mümkün. Tabiat parkının girişinde jandarma vardı. Böyle korunması gereken birçok yerde oluyor. Askerin işi gücü bırakıp kamp yapmayın, mangal yapmayın, yere çöp atmayın, hayvanlara zarar vermeyin, çevreyi rahatsız etmeyin demek için görev yapması bana çok tuhaf geliyor. Buna gerek olmalı mı? İnsanlar neden bunları zaten yapmamaları gerektiğini akıl edemiyorlar? Bir insan ülkesinin doğal güzelliğine neden zarar verir? Geçenlerde Instagram sayesinde ünlenen Salda Gölü'nde kamp yapılmaması için jandarmanın nasıl uyarı üstüne uyarı yaptığını ama yine de insanların dinlemeyerek çadır kurduğunu okumuştum. Durum bu! 
    Sülüklü Göl'de kamp yapılabiliyor. Etrafı dumana boğan günübirlikçi aileden başka çok sayıda kampçı gençle karşılaştık. Motorsiklet grupları da vardı. Demek ki doğa dostu gençlerin bildikleri bir yer Sülüklü Göl. Kampçılar için yeme içme ihtiyacının karşılandığı bir yer görüp görmediğimi hatırlamıyorum ama WC vardı. Bunu azıyorum çünkü Instagram'da fotoğraf paylaşınca çok sayıda soru geldi. Çocuklarla gidebilir miyiz? Tuvalet var mı? Yolu çok mu kötü? Soğuk mu? Araba mahvolur mu? gibi gibi gibi... Aile ve çocuk alışıksa çocukla her yere gidilebilir. Yaz dahi olsa akşamları tabii ki serin olur. Yiyeceği içeceği önceden tedarik etmekte fayda vardır. Yol bize korkutucu gelmiş olsa da alışık olanlar için -yağışlı günler hariç- sorun teşkil etmez. Nitekim biz o gün akşam üstü saat beş buçuk civarı Sülüklü Göl'den ayrılırken yeni yeni gidenler vardı. Hava kararmaya başlamışken cesurca buldum doğrusu. Ama dediğim gibi bu endişe ve acemilik bizim fazlasıyla şehir insanı olmamızdan kaynaklanıyor. Yola çıkmazsan, her şeyi çok ince düşünürsen hiçbir şey göremezsin, gezemezsin, yaşayamazsın. 
Sorun yokmuş gibi çek! :)
    Sülüklü Göl'e otobüsler çıkamadığı için tur dahilinde gelenler belli bir noktadan sonra yürüyerek ulaşıyorlarmış buraya. O da keyifli bir seçenek olabilir. En iyisi ben şuraya bilgilendirme linki bırakayım, gitmeyi düşünüyorsanız benim yazdıklarım üzerine bir de oradan okuyun. (suluklugol.com) Hem tüm anlattığım sebeplerden dolayı bende fotoğraf az ve çok iyi değil. Farklı fotoğraflar da görmüş olursunuz. Ben "İyi ki bu doğa harikasını görmüşüz" diyorum. Dönüşümüzü merak edenlere de İstanbul yolunda trafik olmasına rağmen varmak istediğimiz yere zamanında yetiştiğimizi, İstanbul'a dönüş yolunun Mudurnu'dan göle gelirken olduğu kadar uzun ve tehlikeli olmadığını, yine boş endişelere kapılıp beni gerdiği için eşimle iki gün konuşmadığımı söyleyeyim:) Hayır, yakınımız dahi olsa yanımızda başkaları varken tartışmak huyumuz değildir, o yüzden yol boyu gecikeceğiz diye düşünerek oflamaları karşısında la havle çekerek kendimi tutmak zorunda kaldım, evde tabii ki bunun acısı çıkacaktı. Hele de zamanında yetişmişsek:) Gezi yazılarının yüz karası olmuş olabilir ama bu da böyle iç dökmeli bir yazı oldu. Varılan yer kadar yolculuk da önemliydi değil mi? :)