16 Mayıs 2023 Salı

BİRKAÇ KELÂM...

     Yazmak hevesiyle oturmamıştım bilgisayar başına fakat blog dostlarımı okuyunca "Bir iki söz de ben edeyim" dedim. Enerjimi arttıranlara selam olsun! 
    Hayat biz insanları bir mutlu eder bir üzer ya? Tam rahatladığını düşünürken "O kadar kolay değil o işler" diye cevap verip küçüklü büyüklü darbelerle yoklar. Sabrımızı sınar. Yine öyle bir zaman diliminden geçtim. 
Ya da "Geçiyorum" mu demeliyim? Mesela daha seçim sonuçlanmadı. Çoğumuz gibi kafamı meşgul eden konulardan biri de bu. Ancak endişeye mahâl yok dostlar! İyiyim. 
    10 gün kadar önce sevimsiz bir rüya gördüm. Anlatmayayım ama bunun haberci rüya olduğunu anladım. 
İster istemez aklımı meşgûl etti. Bir şeye sıkılacağıma, olumsuz bir şey yaşanacağına fakat çaresinin bulunacağına işaret ettiğine karar verdim. Bazen kötü rüya görürsün ama hiçbir anlam ifade etmediğini bilirsin. Bazen de tam tersi o kadar fena bir rüya görmezsin ama onun bir şeye işaret ettiğini hissedersin. Ya da bana mı böyle oluyor? 
Yok yahu! Böyle düşünmekte yalnız değilimdir sanırım. Neyse... Yine lâfı uzattım. Ayrıntı vermek istemediğim için affedin, çok yakın çevremde hakikaten çok sıkıldığım, içimi acıtan bir şey yaşadım, yaşadık. Sağlıkla ilgili olduğunu söyleyebilirim ki bence en önemli konu her zaman budur. Ancak o cenahta işlerin yoluna gireceğini düşünüyorum. Üzerine bir de seçim sıkıntısı vardı malûm. Gerçekten gerim gerim gerildim. Geniş kapsamlı düşünen herkes bunun bir maç gibi kazanmak ya da kaybetmek durumu olmadığını bilir. Toplum içinde yıllardır adım adım tırmanan öfkeden, ikilikten, gayrı medeni tavırlardan, bozulan eğitim sistemi nedeniyle çocuklarımızın gençlerimizin hak ettiklerini alamayışlarından, trafikte, sokakta, bankada, markette, işyerlerinde, metroda, metrobüste herkesin devamlı karşısındakine karşı gardını almış şekilde dolaşmasından, mutsuz suratlardan ve daha bir sürü şeyden bunaldım. Bunalmayanı, vallahi çeşitli sebeplerle takdir ederim. Birkaç sene önce bir tanıdığım "Senin çocuğun özel okula gitti ama" demişti. Ve ben onun karşısında ağzım açık kalakalmıştım. Böyle bir şeyi nasıl söyler, nasıl düşünür diye... Olay bu mudur? Nasıl böyle basite indirgenebilir. Benim çocuğum orta karar bir özel okula gitti. Ve her sene sınavına girip yarı yarıya burs aldı. Yine de kendimizi zorlayarak yaptık bunu. Ve aynı şartları sağlayamayız diye başka çocuk yapmadık. Daha geniş bir ailenin maddi yükünü kaldıramayız, kafamızdaki hayatı yaşamaktan eksik kalırız diye düşündük. Yani genç yaşımıza rağmen iyi ya da kötü kararlar aldık, sorumluluklarına katlandık, artılarını keyifle karşıladık. Ben ara ara çalıştım ama eşim senelerdir gecesini gündüzüne katarak çalıştı, hâlâ çalışıyor. Kendimiz kazandık, kendimiz harcadık. Zor zamanlarımız da oldu görece rahat zamanlarımız da. Tek çocuğumun özel okula gitmesiyle iş bitmiyor. Onu yaparken başka şeyden kıstık. 
Ve inanın o orta karar okula gönderirken bile bir yanım rahatsızdı. Her çocuğun aynı şartlarda eğitim alamadığının bilincindeydim. Biz özel okula gitmedik. Bizim zamanımızda en azından eğitim konusunda daha eşit bir sistem vardı. Normal olan evimizin yakınındaki okula gitmekti. Öğretmene saygı vardı, veliler arasında saçma sapan rekabet yoktu. Günümüzün yozlaşmış sistemi içinde özel okul da kuş kondurmadı, onu da belirteyim. Kötünün iyisi için uğraştık. Tanıdığımın o lâfı beni nasıl etkilemiş ki şu an bunlar geldi aklıma. O gün onu siyaset konuşurken "Niye şikâyet ediyorsun, senin tuzun kuru" anlamında söylemişti. Herkes için olabildiğince iyi şartlar istediğimi anlayamamıştı. Benim tuzum kuru falan değil. Kimine göre daha iyi durumdayız, kiminden fersah fersah gerideyiz. Ben istiyorum ki çalışan, üreten herkes emeğinin gerçek karşılığını alsın, parası pul olmasın. Maddi ve manevi ihtiyaçlarını rahatça karşılasın, huzurlu olsun. Her şeyin gittikçe daha zorlaştığını fark etmemek için daha ne olması gerekiyor bilmiyorum. Ha hükümet değişse her şey bir anda değişecek mi? Tabii ki bugünden yarına sihirli değnek değmiş gibi olmayacak. Ama adım adım rahatlayacağımıza, öfkemizin yavaş yavaş dineceğine yürekten inanıyorum. Zaten şu an tüm olumlu isteklerim yalnızca gençler adına, çocuklar adına. Beni ve ailemi tanıyanlar bilirler. Son model telefonlarımız, bilgisayarlarımız yoktur, heves etmedik hiç; Orhun'un ameliyatlar döneminde arabamızı satmıştık tam yine alalım derken döviz fırladı, beklemedeyiz; ev eşyasında gözüm yoktur,  ufak tefek beğendiğimi alıyorum ama temelde hâlâ 30 yıllık çeyizimdeki eşyaları kullanıyorum vs.vs. Ama kocaman kütüphanem var. Kitaba verilen paraya acımam. Seyahat etmeyi severiz, seyahate acımam. İstediğim her konsere, her oyuna gidemiyorum bu ara. Çok pahalı. Aralarından seçim yapıyorum. Eğitim önemlidir bizim için. 
Son zamanlarda elimize geçen ekstra parayı yine Orhun'un eğitimi için Londra Film Akademisi'ndeki sertifika programına harcadık. Dışarıda yemeyi içmeyi severiz, son zamanlarda azaltmak durumunda kaldık ama olduğunca yapıyoruz yine de. Ben istiyorum ki iyi eğitim görmek isteyen herkes buna ulaşsın. Gençlerimiz eğer istiyorlarsa az ya da çok yurt dışına çıkıp farklı ülkeler görebilsinler. Gitsinler demiyorum ama farklı kültürleri deneyimlemek gerçekten çok önemli. Kitap fuarlarında öğrencilerin ellerinde bir kitabı döndürüp döndürüp, isteyip de alamadığına çok şahit oldum. Bu o kadar üzücü ki. Herkes istediği kitabı alsın, istediği konsere gitsin, istediği oyunu izlesin. Kavga gürültüden ibaret değil bu hayat. Ben son model telefon heveslisi olmayabilirim fakat isteyen buna da rahatlıkla ulaşsın. Ve... Her şey maddiyat değil. Doktorlar dövülmesin, öğretmenler darlanmasın, şu sinir stres ortamı bir rahatlasın. Bunları niye yazdım? Aslında yazıya başlarken aklımda değildi hiçbiri. Döküldüm diyelim. İstiyorum ki -maalesef bizi böldükleri için- bana karşıt tarafta gibi görünen arkadaşlarım "tuzun kuru" demeden önce beni tanısınlar. Ben düşman değilim. Bencil de değilim. Herkes mutluysa mutluyum. Dediğim gibi değişim birden olmayabilir çünkü çok geriye düştük ama adım adım inşa etmek elimizde. 
    Seçim konusunda da asla umutsuzluğa kapılmıyorum. İlk turda bitmeyeceğine emindim. Muhalif seçmene rehavet iyi gelmedi. Gerçekleri görüp, umudu kaybetmeyerek yola devam. Sevgili Buraneros'a da yazdığım gibi eşit şartlarda gidilmedi seçime. O, şehirde bir tarafın mitingi varken ulaşımın nasıl bedava olduğundan, diğer tarafın mitinginde çatır çatır ulaşım parası alındığından bahsetmişti. Bizim vergilerimizle bir tarafın lehine karşılanan şeylerin farkındayız hepimiz. Adaletsizliğin tanımı en basitiyle budur. Tüm bunlara rağmen Kılıçdaroğlu'nun çok iyi oy oranına ulaştığını düşünüyorum. Kavgasız gürültüsüz bir seçim yaşadığımız için de mutluyum. Seçime doğru kimi zaman korktuğumu itiraf etmeliyim. Kavga etmemeyi, çocuklarımız için en iyisini yapmayı başarabiliriz. 
İki hafta sonra bu yazdıklarım elimde patlamaz umarım:) Şaka bir yana her biri benim fikrim, hepsinin arkasındayım. Sosyal medyada "niye tarafını belli ettin, seni takipten çıkıyorum" gibi şeyler dönüyor ya... Buna katılmıyorum. Yetişkin insanlarız. Hepimizin bir fikri var, bir oy hakkı var. Sen de oyunu kullanacaksın,  ben de... Şunu bile olay yapmayalım Allah aşkına. 
    Rüyalardan başlamıştım, rüyalara bağlayacaktım. Araya bir sürü düşünce girdi. Seçim gecesi, uyuyamadım ya, uyuduğum ender zamanda rüyamda rahmetli babamı gördüm. "Sen bu ara çok üzüldün" deyip sarıldı. O kadar gerçekti ki. Rahatladım. Sonrasında inanamadım. Şimdi söylemeyeyim ama kıyafetinin rengi, hissiyat vs. iyi bir şeylerin olacağını düşündürttü. Birkaç senedir arada bir böyle enteresan rüyalar görüyorum ve aslında ben mistik olmak istemiyorum dostlar:) Eskiden olmazdı. Hatta rüya gördüysem de hatırlamazdım. Çok korkarım bir şeyleri hissetmekten. Neyse... Bakacağız. Hep olumluya bağlanan rüyalar görürüm umarım. Yahu aslında ben mantık insanıyım! :)
    Yazıyı bizden bir fotoğrafla bitireyim bari. Pazar günü aynı zamanda anneler günüydü malûm. Kardeşime oy kullandıktan sonra annemi de alıp bize gelmelerini söyledim. 

    Ben onlardan biraz uzak oturuyorum. Oylarını kullanmışlar. Nisan ilk kez oy kullandı. O uzun kağıdı doğru katlayayım diye iki saat kabinden çıkamamış:) Senelerdir gittiğimiz kuaför bana yakın diye önce kuaföre gitmişler, Nisan dahil süslü püslü geldiler. Annem, kardeşim ve yeğenim benden daha bakımlıdır. Üçü doğum günlerinde, özel günlerde süslenirler, dikkatli giyinirler vs. Fotoğrafta yok ama Nisan ilk kez oy kullanacak diye ona göre elbise giymiş:) Ben kara kuzu olarak hep üşengeç, hep kendi halinde. "Ooo! Seçim güzelleri gelmiş" diye karşıladım onları. Kendi kendimize pasta aldık, üfledik. Maksat biraz da seçim heyecanı dağılsın. Her şey herkes için çok güzel olsun!
   



6 Mayıs 2023 Cumartesi

BUGÜNLERDE...

     Londra seyahati hariç bir süredir yazmadım yazmadım da Hıdrellez gecesi oturdum klavyenin başına. O zaman fırsat bu fırsat tüm güzel dileklerinizin gerçek olmasını temenni ediyorum. Son yıllarda "yok öyle yapman lâzım, yok böyle istemen lâzım" diyerek ilgi çekmek isteyenleri, kafa karıştıranları takmayın, gönlünüzce dileyin.

   En son gergin olduğumdan bahsetmiştim. Galiba rahatlamaya başlıyorum. Çok düşündüm, kendimce çok kararlar aldım. Uyguladığımda dışarıdan kimsenin farkına varamayacağı ama benim içsel rahatlamamı sağlayacak kararlar bunlar. Dışsal etkiler de hafifledi. Aman maşallah diyeyim. Ruh sağlığı şart dostlar! 

    Seçim için siz de heyecanlı mısınız? Ben çok heyecanlıyım? Öyle böyle değil. Bazen düşününce resmen kalbimin atışı hızlanmaya başlıyor. Zaten her fırsatta ritmini yükselten hafif sorunlu bir kalbim var. Hayırlısıyla şu iş güzel güzel bitsin de beni zarara sokmasın. 

    Geçen hafta koştura koştura Pera Müzesi'ne gittim. Çünkü "Paula Rego / Hikâyelerin Hikâyesi" adlı serginin 
son günleriydi. Tavsiye yazısı yazamadım zira sergi bitti. Fakat ilgileniyorsanız ve tanımıyorsanız Paulo Rego'yu inceleyin derim. 

    Portekizli sanatçı teknik açıdan başarılı olmak bir yana içerik olarak da şahane işler üretti. Başarılı bir ressam olduğunu bilmesen erken yaşta evlenmiş çoluklu çocuklu bir kadın dersin. Evet bu doğru ama sessiz sakin tabiatına karşıt ürettiği feminist eserler oldukça şaşırtıcı. Bayılıyorum böyle sessiz güç insanlarına. Bağırmadan çağırmadan sorunlara dikkat çekenlere. Londra'daki kısa konaklamamız sırasında British Museum ve Tate Modern arasında kararsız kalıp tercihimi eşimin de ilgi alanına giren British Museum'dan yana kullandığımı söylemiştim. 
Bir sonraki müze durağı Tate Modern olacak. Orada Paula Rego'nun çarpıcı eserlerinden daha fazla sayıda göreceğim. Çok istiyorum.

    Pera dedim... O zaman bir de yeğenim Nisan'ın 18.yaş gününü Pera Palas'ta da kutladığımızdan bahsedeyim. Eski dostlar bilirler. Nisan'ın her doğum günü konseptlidir, hoştur. Geçmiş yıllarda çok anlattım. Annesiyle beraber beni az çalıştırmamışlardır. Bir sene Harry Potter temalı bir partimiz vardı ki efsaneydi:) Günlerce ellerimle snitch'ler mi hazırlamadım, okulun her bölümüne ait materyaller mi kesip biçmedim? Hem yiyecek, hem dekorasyon derken ne fikirler ürettim ne fikirler. Anne-kız seviyorlar böyle şeyleri. "Sen yapabiliyorsun" diye el işleri hep bana paslanırdı da son zamanlarda yavaş yavaş elimi eteğimi çektim:) Karlar Kraliçesi Elsa temalı partide her çocuğa kar tanesi şeklinde kolye yapmıştım mesela. Defalarca kes, birleştir içimin şiştiğini hatırlıyorum da ondan aklıma geldi. Fakat bunlar güzel hatıralar tabii. Çocuklar büyüyor neticede. Arkadaşlarıyla kutlama hariç kardeşim bir de doğum günü hediyesi olarak bu sene Pera Palas'ta konaklamak için yer ayırtmış. Onlar ailecek gittiler kaldılar. Biz de eşimle akşam barına gittik. Nisan vesile oldu biz de bu tarihi, etkileyici otelde güzel vakit geçirdik. Onlar zaten her şeyden memnun kalmışlar. Hangi bölümde bir şeyler yiyip içseler hep sürpriz bir pasta gelmiş. Çalışanlar tarafından güzel dilekler cabası. Biz oradayken bir garson arkadaş Nisan'a "burası sihirlidir, 
ne dilersen olur, ona göre" diyordu:) 

    Narin, romantik yeğenim Nisan benim bir tanemdir. Teyze-yeğen olmanın ötesinde arkadaş gibiyizdir. Şahane sohbetler ederiz. Bu sene üniversite sınavına girecek ve ısrarla MSGSÜ Sanat Tarihi bölümünü istiyor. Benim okulumu, benim bölümümü yani:) Antik mitolojiyi o kadar seviyor ki babası bir gün "teyzen soktu di mi bunları kafana?" demiş:) Bölümü küçük görüyorlardı ama Nisan ısrar edince alıştılar. Bu arada ben kesinlikle bilinçli etki etmedim. Hattâ farklı yeni bölümlerden de bahsediyorum ama o vazgeçmiyor. Kazanırsa okusun. Sanat tarihi aslında bugünün sanatını da kapsayan geniş bir alan. İleride hangi kısmına ağırlık vereceğine karar verir nasıl olsa. 

    Böyle bir takım aksiyonlar haricinde bol bol yürüyorum. Salgın sırasında aldığım kiloları vermeye niyetliyim. Çok değil ama. Çok zayıflayınca yüz sarkıyor, yaşlı gösteriyor. Gıdı hariç aslında tombiş yüzümün ay gibi görüntüsünden memnunum:) Küçük büyük bilumum estetik operasyona, estetik dokunuşa karşıyım. O yüzden ne kadar geç sarkarsa o kadar iyi. Yediklerime de dikkat etmeye çalışıyorum. Beyaz unu ve şekeri minimuma indirdim. Bugün kahvaltıda kendime yulaf, muz, yumurta ve fıstık ezmesiyle krep yaptım. Çok güzel oldu ama fıstık ezmesi az gelmiş. Dur dedim o zaman biraz bal dökeyim. Balı döktüm. Balla peynir sevdiğim için yanında bir de beyaz peynir yedim. Hayır, bunu niye anlatıyorum? Çünkü tam bu ne perhiz bu ne lahana turşusu durumu:) Güya bu dikkat eden halim. Halbuki sadece krepleri yiyip kahvemi içsem yeterdi. Ama gerçekten o kadar iyi geldi ki 
gün boyu acıkmadım ve tatlı istemedim. 

    Bugün hava yağmurlu ve rüzgârlı da olsa mayıs ayında yürüyüş çok keyifli. Ağaçlar rengârenk. Herkes biliyor, görüyor, paylaşıyor... Sosyal medyayı açıklı koyulu pembeler, beyazlar bürüdü. Ve her bahar çiçek sevdasına düşen kadınlarda olduğu gibi bana da renkli çiçek alma aşkı geldi. Renk renk çiçekler aldım. Bu sefer riske girmeyip, serada değiştirttim saksıları. Balkon korkuluğuna astım. Yazıyı yazdığım şu anda elimde foto yok ne yazık ki. 
Ama anladınız siz durumu. Pembe karanfillerim açmaya başladı bile.

    Evdeyken ders çalışıyorum. Görsel İletişim Tasarımı açık öğretim sevdası malûm. Güzel bilgiler öğreniyorum. Öğrendikçe Orhun'a "sen bunu biliyor muydun?" diye mesaj atıyorum. Onunla paslaşmayı severiz. 
Ve Şule Gürbüz'ün yeni romanı Kıyamet Emeklisi'ni okuyorum. Romana bayıldım. Okuması kolay değil. 
Şule Gürbüz'ün dilini ağır bulan çok ve hakikaten eski kelimeleri çok kullanıyor. Gel gör ki insanın olumlu olumsuz her türlü derinliğini çok iyi aktarıyor yahu. Ve şiir gibi yazıyor. İlber Ortaylı'nın, Hakan Günday'ın ropörtajlarında en sevdikleri yerli yazar olarak Şule Gürbüz'ü göstermeleri bana referans olmuştu. 
Kambur'la başlamıştım okumaya. Benim de en sevdiklerimden oldu. 

    Efendim, Dijital Kültür dersini çalışırken, malûmunuz tarihi seyir içerisinde farklı coğrafyalarda farklı kültürler oluştuğunu; bugün ise ağ toplumlarında sınırlar olmaksızın kendi fikrimize, zevkimize uyan insanlarla birlikte bir kültür oluşturduğumuzu okudum. Tabiidir ki aklıma burası geldi. Muazzam ilerleyen teknoloji söz konusu olduğunda her ne kadar blog yazarları bir miktar geri kalmış gibi görülse de beraber ürettiğimiz kültüre bayılıyorum. Bu kadar rahat yazmam, anlatmam, yazmadığımda eksik hissetmem hep bu aidiyet duygusundan. Halimden memnunum. Yok efendim uzun yazılar okunmuyormuş? Uzun videolar seyredilmiyormuş? Derste de vardı bunlar. İnsanlar hızlı tüketmek istiyormuş falan filan. E peki Twitter niye karakter sayısını arttırdı o zaman? Instagram'da neden story'lerin süresi uzatıldı. "İnsanlar artık böyle" diyerek dayatılamıyor demek ki bazı şeyler. 
Bir de karşıt düşünenler var. Vallahi yazın. İlgimi çektiyse uzun da olsa okuyorum, izliyorum. Bu zevki sabırsız bir güruhun elimden almasını da istemiyorum. Ben aynen devam yani... 
Ve siz... Buraya kadar okuduyssşajfjvjbjvbj:))) 
Sevgilerimle...
    




29 Nisan 2023 Cumartesi

NİHAYET TANIŞTIĞIM ŞEHİR... LONDRA...

     Buralarda değilken biraz bunalımdaydım, biraz da seyahatlerdeydim dostlar. Ruhen ve madden o kadar yorgundum ki bu durum bana -düşündüm de bunalım abartılı bir tabir oldu- gerginlik olarak yansımıştı bir süredir. Yeni yeni toparladığımı, kendime geldiğimi hissediyorum. Sebep net değil. Genel. Hepimizde olan şeyler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığı diyelim, hayat diyelim, yaşla birlikte gelen bir takım olumlu olumsuz birikimler diyelim. İsteğin dışı gelişen birtakım olayların stresi diyelim. Toparlamak lâzım diye de ekleyelim. 
    Böyle dumanlı bir ruh haliyle adım attım Londra'ya. Oysa ki ilk kez gidiyordum ve görmeyi en çok istediğim şehirdi. 3-4 günlük seyahatimiz aslında iyi de geçti. Bir kere Orhun'la birlikte olduk ki bu en önemli şey. Oğlumuz şu an Londra'da. Özlem had safhada, belli etmeme gayreti de aynı şekilde. Ne zaman büyüdü bunlar düşüncesinin kafada dönüp durmasını saymıyorum bile. Hem güzel hem yorucu, kafa karıştıran duygular işte. Hepimiz biliriz. Anne, baba olmaya gerek de yok, yeğenim için de aynı şeyleri hissediyorum, oğlumun arkadaşları için de. 
Bir seyahat yazısına böyle başlanmaz biliyorum. Bu da değişik olsun. Öyleydi de zaten. İlk kez bu kadar plansız, programsız gezdik desem yeridir. Üstelik en büyük başkentlerden birine giderken. Tabii bunda "Nasıl olsa tekrar gideriz" düşüncesi de etken. Sağlık olsun ve ülke ekonomisi biraz toparlansın da hallederiz. Gerginim merginim ama umutluyum da.
    Şimdi gelelim seyahatimize. İlk izlenimlerimize... Şehirde 4 gün kaldık. Ancak 3 gün akşamüzerleri Orhun'la buluştuk, kalan sürede ayaklarımız bizi nereye götürürse oraya doğru gezdik, gördük. Orhun tabii ki şu an kendine ait bir dairede yaşamıyor. Tüm büyük şehirlerde olduğu gibi Londra'da da ev kiraları pahalı. Çoğu genç gibi oda kiralamış durumda. Halinden memnun. Eh biz de halimizden memnunduk. Bayswater bölgesinde, Hyde Park'a yürüme mesafesinde bir otelde konakladık. Londra'ya indiğimiz gün "Aman orası da hep bulutlu, yağmurlu" diyenlere inat pırıl pırıl güneşli bir hava karşıladı bizi. Çok mutlu oldum. Diğer günler ise bir kapalı, bir güneşli geçti. En sıcak günde üst üste Türk arkadaşlarımızla buluşup, sabahtan akşama kapalı mekânlarda olmayı başardığımız için bol yürüyüşlü günler yağmura denk geldi. Bu yüzden fotoğraflarda size bol bol turuncu yağmurluğum eşlik edecek:) Hiç çıkarıp poz çektiremem, müthiş üşenirim, ayrıca vakit kaybı sayarım.

    Londra'da çok yürüdük ama neticede kocaman şehir; metrosundan, treninden de epeyi bir yararlandık. Ve sonraki ziyaretler için ulaşım olayını güzelce çözdük. Londra ulaşımının simgesi olan bu yazı karakterini hatırladınız mı? "Tam Benim Tipim(miş)" başlıklı, tipografi konulu yazıda bahsetmiştim. İngiltere'nin simge fontlarından biri olan "Underground". Edward Johnston, Londra metrosu için tasarlamış. Her durakta bu şekilde yer alıyor. "Halka ait ilk yazı karakteri" deniyor. "Eğitimle, politik manifesto ya da sınıfla değil; seyahat ihtiyacıyla ilişki kuran, gündelik kullanım için tasarlanmış ilk yazı karakteri". Tipoloji dersi alacak öğrenciler bunu yazın bir kenara, sınavlarda çıkıyor:) 

    Bakınız bir örnek daha. Queensway istasyonu. Boş anını yakalamış çekmişim fakat her zaman böyle değil tabii. Londra kalabalık ve kozmopolit bir şehir. Her ne kadar öyle olduğunu bilsem de uçaktan iner inmez yine de ilk dikkatimi çeken her milletten insanın bir aradaki varlığı oldu. Kozmopolit tanımının vücut bulmuş hali gibi. Ve kalabalık dedim ama bu asla İstanbul'la karşılaştırılacak bir kalabalık değil. İşe gidiş-geliş saatlerinde artıyor olsa dahi toplu ulaşımda insanlığını sorgulatan bir yoğunluğa, itiş kakışa rastlamadık. Bu arada şu Queensway istasyonuna niye gittiğimizi, oradan nereye geçtiğimizi hatırlayamıyorum:) O kadar şuursuzca gezdik ki. Karşımıza ne çıkarsa gibi bir durum oldu. Şunu şunu görelim diye bir plan yapmadık. Öncesinde çok yoğundum ve hiçbir şey düşünmedim. Üstelik onca ücretsiz müzenin olduğu bir şehir söz konusuydu fakat bu kez aklımda sadece İngiliz pubları ve İngiliz birası vardı. 

    Biramızı içtik mi peki? Tabii ki. Mesela şurada. İsmine bakar mısınız? Krallı, kraliçeli publar çok burada. 
Hepsi de pek sevimli. Biranın yanında fish&chips enfes. Fakat yemek olayı bu kadar gibi. İngiliz mutfağı zayıf. Bunu orada gözlemlediğim gibi, normalde de bir iki tarif hariç İngiliz mutfağıyla ilgili pek bir şey duyduğumu, okuduğumu hatırlamıyorum. Kozmopolit bir şehir olduğu için farklı ülkelerin restoranlarıyla dolu. İngilizler de bunların müşterisi. 
    Fotoğrafta geleneksel binanın çevresinde yükselen yeni binaları fark etmişsinizdir. Gördüğüm kadarıyla hep böyle. Eski ve yeni iç içe. Sadece bina bazında değil, sokaklar da aynı şekilde. Ne kadar güzel deyip bayıla bayıla gezdiğin iki sokağın ardından daha dökük bir sokağa geçiyorsun, ardındaki sokakta tekrar hava değişiyor. Bir öyle bir böyle ilerliyor. Karmaşık desen değil. Şehirde kendine özgü bir tarz oluşmuş. Değişmeyenler Londra'ya özgü siyah taksiler, iki katlı kırmızı otobüsler, posta kutuları ve telefon kulübeleri... 

   

    Londra'nın simge yapılarından kimini gördük kimini bir başka sefere bıraktık. İkinci günümüzde makûl bir saatte yola çıktığımızda, civarı nasıl olsa turistiktir düşüncesiyle telefon haritasında London Eye'ı işaretlemiştik. 
Hyde Park içinden geçerek yürürüz, karşımıza ne çıkarsa kabûlümüzdür dedik. Tüm gün dışarıda olmak için hava pek elverişli değildi, ara ara yağmur çiseledi ama gezgin modumuzdan vazgeçemezdik. 
    Londra'nın simgelerinden biri olan park tabii ki oldukça geniş bir alana yayılmış. Bir başka zaman, güneşli bir havada daha uzun saatleri buraya ayırmak hayaliyle kısmen gezebildik. Rastladığımız anıtları, heykelleri inceledik, kimine hiç yolumuz düşmedi. Fotoğrafta arkamda görünen bina Kensington Sarayı. Önündeki Kraliçe Victoria anıt heykeliyle beraber.

    Parkın kıyısından kıyısından giderken karşımıza Royal Albert Hall konser salonu çıktı. Bilirsiniz, burada şahane konserler olur. Ara sıra YouTube'dan izlerim. 

    Salonun bu kadar yakınına gelmişken caddeyi geçip binaya ve çevresine göz atmak istedik. Kendisine bağlı eğitim binaları, misafirhane vs. yapılarıyla birlikte etkileyici bir alandı. 

    1871'de Kraliçe Victoria tarafından açılan salonu gezmek için düzenlenen turlar olduğunu öğrendik. Bunu aklıma yazdım. Konser izleme fikri ise hep aklımda. O gün kendisine sadece bir merhaba demiş olduk. Bahçesinde çiçeklenmiş ağaçların önünde böyle poz verdik. 

    Hyde Park'ı takip ederek ilerlerken Buckingham Sarayı'na geldiğimizi gördük. Meraklı kalabalığa uyup demir parmaklıkların arasından içeriye doğru baktık:) Aslında hiç benlik bir hareket değil. Elbette ailenin tarihi yönüyle ilgileniyorum; günümüzdeki magazinsel durumunu ise denk gelip de gördüğüm kadarıyla biliyorum. Ve artık krallıkların, kraliçeliklerin simgesel kurumlar olduğunun farkındayım. Yine de bir ailenin herkesten üstün konumda olması hiç hoşuma gitmiyor, aklıma mantığıma sığmıyor. Ama parmaklıklar ardından Kral'ın askerlerine baktık mı baktık:) Boş bir anda kapısında fotoğraf çektirmeyi ihmâl etmedik:) 


    Bir saraydan bir saraya, Buckingham'dan Westminster'a doğru giderken St.James Park'ta bir miktar zaman geçirdik. Burası da çok tatlı bir park. Şöyle de bir manzarası var. 

    St.James'ten çıkıp Downing Sokağı 10 numaranın önünden geçerken tamamen film ve dizilerden gelen aşinalıkla binanın Başbakanlık konutu olduğu anladık. Pek çok senaryoda geçse de en son The Crown dizisinden hatırladığımız ofis ve konut binası. Ondan fotoğraf yok. Sadece film ve dizilerin gücünü hatırlatmak için parantez açtım. 
    Çevreyi inceleye inceleye yürümeye devam ederken karşımıza tüm ihtişamıyla Big Ben çıktı. Yani bir saat kulesi için oldukça ihtişamlı. 

    Aslında kulenin orijinal ismi Elizabeth Kulesi. Big Ben, kulenin çanının ismiymiş ve halk arasında yapının tamamı için bu isim kullanılmaktaymış. Yalnızca zamanı haber veren bir bina zannedilmesin, içinde şimdi o amaçla kullanılmasa da bir cezaevi odası bile varmış.
    Big Ben, Westminster Sarayı'nın bir parçası. Yani Avam Kamarası ile Lordlar Kamarası'nın görev yaptığı parlamento binasının... Tabii öncesinde kraliyete aitmiş zira 11.yy'a kadar inen bir tarihçesi var. Yangınlarla, 2.Dünya Savaşı sırasında alınan hasarlarla pek çok şey atlatmış, çok gün görmüş. 

    

    Ve Thames Nehri... Rüzgâr başladığı için kıyısında keyifle yürüyemediğimiz... En merak ettiğim yerlerden biriydi. Neden bilmem, benim nehirlere karşı farklı bir sevgim var. Kızım olsaydı adını Nehir ya da Irmak koyardım:) Orhun da hem bir vadinin, hem nehrin ismi malûm. Uzatmayayım, nehirleri çok seviyorum. 
Her ne kadar boz bulanık bir görüntüsü olsa da Thames de gözdelerimden. Senelerdir okuduğumuz romanlarda suyuyla, kıyısıyla, köşesiyle, etkisiyle yer alması buna sebep olabilir mi? Bence olabilir. Size de çok tanıdık gelmiyor mu Thames Nehri? En son "Bir Kayıkta Üç Kafadar"ı okuduğumu hatırlıyorum örneğin. 3 arkadaşın Thames boyunca yaptığı eğlenceli yolculuğu anlatıyordu. Okudukça onların kıyısından geçip gittikleri, bazen de konakladıkları her kasabayı ben de görmek istemiştim. 

    Oysa ki pek de heybetli değil Thames. Hepi topu 346 km. İngiltere'de doğuyor, İngiltere'de denize dökülüyor. Ama meşhur işte. 
    Yukarıdaki fotoğrafta görülen London Eye'a ulaştık ulaşmasına da işaretleme yaparken neden Tower Bridge'i hedeflememişiz acaba? O da en merak ettiğim simgelerden biriydi. Tamamen ters tarafta kalmış. Onu da bir başka ziyarete, güneşli bir güne bıraktım. Dediğim gibi bu bir tanıma seyahatiydi ve özellikle bu yazıyı yazarken açıp haritaya baktığımda taşların yerine oturduğunu görüyorum. Büyük bir şehir olduğu için gözüm korkmuştu ama halledilebilir olduğunu anladım. 

    Peki spontane dedim ama Londra'da hiç mi müze ziyareti yapmadık? Böyle bir şey mümkün değil. Her ne kadar aklım diğerlerinde kalsa da bu kez tek bir seçim yapıp vaktimizi British Museum'a ayırdık. Tate Modern'e gitmemek için kendimi zorladım ve eşimin ilgisini de dikkate alarak British Museum'a karar verdim. Neredeyse bir tam günümüzü de ona ayırdık, kapanış saatine kadar gezdik. Yine de bitiremedik. Dile kolay, 8 milyon eserlik bir koleksiyon söz konusu.

       1753 tarihli müze binası, dönem gereği klasik Yunan mimarisine öykünen tarzıyla dışarıdan bile etkileyici. Güncel sergiler hariç kalıcı koleksiyonu görmek ücretsiz ve bu herkes adına takdir edilesi. 

      İtiraf ediyorum, nasıl olsa aşinayız diyerek Yunan ve Roma galerilerini en sona bıraktık ve tabii ki yetiştiremedik. Yani bizim topraklarımızdan ve Yunan topraklarından çalma, kaçırma, kılıfına uydurma ne derseniz alıp götürülen eserleri bu sefer göremedik. Fakat Asya, Uzakdoğu, Mezopotamya vs. diğer galerilerdeki eserler de o kadar güzeldi ki... Sindire sindire gezmek bizim tercihimizdi. 
    Çin'in yeşim taşından yapılma objelerinin önünden zor ayrıldım. Hint sanatı eserlerini canımız istediğinde göremiyoruz. Asurlular'dan kalan heykelleri nasıl incelemezsin? 

    

        Hele o Rosetta Taşı yok mu? Gördüğüme o kadar sevindim ki. Rosetta Taşı, 1799 yılında, Napolyon'un Mısır seferi sırasında Nil Deltası'ndaki Rashid (Rosetta) kasabasında Fransız birlikleri tarafından bulunuyor. 

    Taşın üzerinde hem Mısır hiyeroglif yazısı, hem eski Yunanca hem de Mısır'daki halk yazısı olan Demotik yazı yer alıyor. M.Ö 196'da Mısır kralı V. Ptolemy adına yazılan bir kararname bu. Önemi hiyeroglif yazının bu taşla çözülmüş olması. Aynı kararnamenin 3 dilde yazılması eski Yunanca'nın da varlığı sayesinde hiyerogliflerin çözümüne sebep oluyor ve Mısır tarihi hakkında çok şey öğreniliyor. Önce Fransa'da ve ardından diğer ülkelerde Mısır'a müthiş bir ilgi başlıyor. Bu ünlü taş, daha büyük bir stelin parçası. Bulunuşundan bir süre sonra bölgeyi İngilizler'in ele geçirmesiyle pek çok arkeolojik ve bilimsel keşif gibi Rosetta Taşı da İngilizler'e veriliyor. 
Ve bugün emperyalist İngiltere'nin yayıldığı her coğrafyadan elde ettiği bilimsel ve arkeolojik nesnelerin bir kısmı işte bu salonda sergileniyor. 

    Kuşlardan böceklere, heykellerden günlük kullanım eşyalarına kadar birçok coğrafyadan yüzlerce örnek... Kim bulmuş, kim incelemiş, kim hangi keşif gezisine çıkmış, koleksiyonerler kimler, araştırmacılar kimler? Bu salon da uzun zaman geçirdiklerimizden biri oldu. Okullu çocuk kalabalığının dağılmasından sonra, belli bir saatte açtılar, iyi oldu hoş oldu.
    Müze ne yazık ki 17.00'de kapanıyordu. Ne kadar açıksa o kadar gezerdik. Yine de çıkışta yorgunluğumuzu atacağımız, gördüğümüzü sindireceğimiz bir mola, bir müze kahvesi iyi geldi.

    Son gün havaalanına Piccadilly caddesi üzerinden, o civardaki metrodan gitmeye karar verdik. Biraz da o hareketli bölgeyi görelim dedik. Onun havası da başkaydı. "A! Çin Mahallesi burasıymış", "E biz Soho'ya gelmişiz" diye diye gezdik. 

    Bölgedeki tiyatroların, müzikallerin yoğunluğuna bayıldım. Klasikler, modernler... Tanıdık, tanımadık birçok temsil... Bakınız Harry Potter ve Lanetli Çocuk. 

    Tekrarlamış oluyorum ama hakikaten Londra'da tamamen spontane gezdik. Öncesinde plan yapmak istemedim. Dediğim gibi kafaca doluydum, fiziken yorgundum ki bence bu fotoğraflardan da anlaşılıyor. Biraz da şehrin büyüklüğünden gözüm korktu. Umarım tekrar gideriz diyerek vaktimizi tanışmayla geçirdik. Samimi söylüyorum "Ne güzel mağaza, hadi girelim" dediğimiz yerin Harrods olduğunu içine girince anladık:) Bazı şehirlere sinemadan, edebiyattan, magazinden, haberlerden o kadar aşinayız ki sanırım bilgilerime de güvendim, fazla yabancılık çekmeyeceğimi düşündüm. Nitekim öyle de oldu. Hayalimdeki daha romantik mahallelerini ve kitapçılarını gezemedim. Daha rahat bir zaman için hayalini kurduğum yerler var. Çocuk musun denmesin çünkü Harry Potter stüdyo turu yapmak da istiyorum Sherlock Holmes Müzesi'ne gitmek de:) Ve yüzlerce peluş oyuncakla dolu öyle bir mağaza gördüm ki onu gezmek de istiyorum. Harry Potter lisanslı ürünleri satan mağazalar her yerde. Kendimi tuttum ve sadece bir broş aldım. Alabildim desem daha doğru aslında. Aşağıdaki fotoğraf ülke paralarını karşılaştırırken ve hesap yaparken çekilmiştir:) 

    Çocukları olanlar hatırlar, şu an bizde var mı bilmiyorum ama bir ara bu oyuncakları seçip, hemen o an doldurtup zevkine göre giydirmek modaydı. Kişisel peluş oyuncağını yapıyordun yani, kimlik vs. çıkartıyordun. İsmini hatırlayamıyorum. Tam bir para tuzağıydı. Ben de yeğenimden biliyorum. Ne yazık ki öyle de tatlılar ki incelemeden duramadık. Bir de Nisan'ın küçüklüğünü hatırladım. Ayrıca şimdi anlıyorum ki epeyi bir ıvır zıvır dükkana girmişiz. 
    Çok yürüdük dedim fakat o istasyondan bu istasyona yerin altında da baya vakit geçmiş. Üstelik bir sürü fotoğraf çekmişiz.

      Bu Orhun'un yaşadığı mahalleye yakın olan duraktı. Crystal Palace futbol kulübünün bölgesi. Ya da işte semtin kulübü Crystal Palace. Her neyse... Bir şehirde o kadar fazla başarılı futbol kulübü olur mu yahu? Modern futbolun atası olunca oluyor işte. Metroda durak isimlerine bakıyorum, bir çoğu Avrupa kupaları kurasında eşleşsek çekineceğimiz isimler:) Aslında maça da gitmek lâzım. 

    İşte böyle... Hep görmek istediğim Londra beni hayal kırıklığına uğratmadı. Eskiden koştura koştura gezerdim. Mümkün olduğunca eksik bırakmamak isterdim. Bıraktıklarımda aklım kalırdı. Hem de fena kalırdı. Bir şeyleri becerememişim duygusu hissederdim. Artık sakinleştim. Sindire sindire gezmenin, bazen plansız davranmanın, karşıma çıkan sürprizlerin keyfini sürmenin değerini anladım. Koşturacağıma çevremi daha fazla incelemeye başladım. Bizzat deneyimlediklerime dair parçaları birleştirip; yetmediğinde okuyarak, araştırarak tamamlayıp o ülke hakkında, o şehir ya da o kasaba hakkında bir fikre varır oldum. Ama bu kez yetmedi, Londra puzzle'ını tamamlayamadım:) Büyük şehir olmak böyle bir şey. Ve ben tuttum bu şehri. O zaman tekrar görüşmek dileğiyle...

    





23 Mart 2023 Perşembe

KUBRİCK FİLMLERİNİ SEVENLER BURAYA...

    Geçtiğimiz Ekim ayında İstanbul Sinema Müzesi'nde açılmış olan Stanley Kubrick sergisini henüz gezme fırsatı buldum. Yaşadığımız üzücü afetten sonra çoğumuz gibi toparlanabilmiş değilim ancak ilgimin deprem bölgesinden uzaklaşmasına izin vermeyerek günlük hayatın birtakım getirilerine kendimi açmak zorundayım. Bu sebeple, 
bir süredir ertelediğim ziyareti gerçekleştirdim. İstanbul Sinema Müzesi de sergilenme tarihini biraz uzatmıştı. Yakalayabildim. 2 Nisan'a kadar gezebilirsiniz. Pek az gün kaldı, hatırlatma yapmak için apar topar yazıyorum bu yazıyı. Özellikle siyaset açısından maruz kaldığımız ülke gündeminin yoğunluğuna ara vermek için şahane bir mola olabilir. 
    Çok fazla şey anlatmayacağım aslında. Sinema sanatı hakkında bilgim kısıtlı. Elbette okuduğum, izlediğim çok fazla şey var ama hepsini toparlayıp ortamlarda satamıyorum:) Filmleri, yönetmenleri didik didik irdeleyip arada bir de bağlantılar kuranlara, replikleri ezbere söyleyenlere bayılıyorum. Ben ancak duyduğum zaman bildiğimi hatırlıyorum. Sergiyi de aynen böyle gezdim. "Tabii ya, bu film de onundu! A böyle bir şey de vardı!" diyerek... Fakat teknik anlamda birtakım terimlere aşina olduğum için, bunların amacının ne olduğunu bildiğim için mutlu oldum. Storyboard gibi, çekim programı çizelgesi vb. Evet bunlar da vardı sergide. Titizliğiyle bilinen Kubrick'in elleriyle hazırladığı bir sürü detay. Onun çok akıllı bir insan olduğunu anladım. Değişik bir kafası var. Filmlerini izleyenler bilirler ancak sırf sergiyi gezdiğinde bile bunun böyle olduğunu anlıyor izleyici.
    Kubrick 16 yaşında fotoğraf çekmeye başlamış. Bunun için ortam gayet müsaitmiş çünkü evlerinde babasının karanlık odası varmış. İlk fotoğraflarını Look dergisine satmış. Sergi, yönetmenin fotoğraflarıyla başlıyor ki hepsine bayıldım. Özellikle dişçi muayenehanesinde bekleyenlerin serisi şahaneydi. Her bir hastada birazdan doktorla karşılaşacak olmanın tedirginliğini yakalayışına hayran oldum. Aşağıdaki görsel bahsettiğim seriden değil. Camlar çok parladığı için düzgün fotoğraflar çekemedim. Serginin sanatçının fotoğrafçı yanını yansıttığı bölümünden bir görüntü yalnızca.

    İlerleyen bölümlerde kısa film zamanları ve ardından hepimizin bildiği uzun metraj filmler hakkında bilgiler, belgeler, bu filmlerde kullanılan eşyalar gelmekte. Paths of Glory, Spartacus, Lolita, Dr.Strangelove, The Shining, 2001: Bir Uzay Destanı, Otomatik Portakal, Full Metal Jacket, Gözleri Tamamen Kapalı ve diğerleri... 

    Mesela Spartacus... Yanılıyorsam akranlarım ya da büyüklerim düzeltebilir. Pazar kuşağında izlediğimi hatırlıyorum. 
 
    Kitabını da dehşetle okuduğumuz Otomatik Portakal. 


    Eşimin her rastladığında baştan sona izlediği Full Metal Jacket. Evet, ben de izledim ama bir kere. 
Savaş filmleri beni çok üzüyor. Yine de bu filmin büyüklüğü konusunda hemfikirim. 


        Pek tartışmalı Gözleri Tamamen Kapalı. Filmde kullanılan birçok maske buradaydı.

        
    2001: Bir Uzay Destanı. Kült film statüsünde. Hakkında konuş konuş bitirilemiyor. Bu film ne anlatıyor, kimleri etkiledi vs. Ona ayrılmış bölüm çok güzeldi. Çok fazla materyal vardı. Camlar parladığı için benden fotoğraf bu kadar. 

    The Shining... En ilgi çekici bölümlerden biri. İkizlerin elbiseleri, Jack'in daktilosu ve malûm yazı, 
meşhur labirent... Ve daha birçok materyal...



    Hepsi bu kadar zannetmeyin. Londra Sanat Üniversitesi, Alman Sinema Müzesi, Stanley Kubrick Arşivi ve Amerika'nın büyük film stüdyolarının desteğiyle düzenlenmiş bir sergi bu. Oldukça doyurucu, keyifli. Bir sinema filminin çekiminde ne denli emek olduğunu hissettiren cinsten. Kubrick pek ortalarda görülmeyen bir yönetmenmiş. Röportaj dahi vermezmiş. Kafasına buyruk, zeki ve dediğim dedik biriymiş. Amerika'da işine çok karışıldığı için İngiltere'ye yerleşmiş. Ve ortak fikre göre asıl o zaman Kubrick'i Kubrick yapan filmler ortaya çıkmış. Sergide okumaya meraklı, satranca düşkün yönetmenin bu özelliklerinin filmlerine nasıl yansıdığını da anlıyorsun. Bir kere genelde roman uyarlamaları çekmiş. Hepsi birbirinden farklı türlerde. Sadece titizlikle kurguladığı sahnelerde değil, çekim öncesi hazırlıklarda da analitik zekâsının izlerini görmek çok kolay. Elleriyle hazırladığı bir çekim planı vardı ki üşenmeden ince ince düzenlemesine hayran oldum. Sanat eseri inceler gibi inceledim. Biraz nemrut ve takıntılı bir tipmiş ama olsun! Bu, onun işlerini sevmemiz yolunda engel değil. 
    Sergi, Kubrick'in filmleri hakkında ufkumu genişletti. Bildiğim ve bilmediğim; birleştiremediğim ya da bunu denemediğim, algıladığım ama gün yüzüne çıkaramadığım ne çok şey varmış. Bu zor zamanlarda sanat yine iyi geldi. Fırsat bulursanız, ilgileniyorsanız kaçırmayın derim. 




11 Mart 2023 Cumartesi

TAM BENİM TİPİM (MİŞ)...

     Eskişehir'in alametifarikalarından biri kitapçıları. Geçtiğimiz ocak ayında bu güzel şehirde bulunduğum zaman, bir başka işi olan Orhun'u beklerken kitap-kafelerden birine girmiştim. Bir masaya yerleşip sıcak kahve eşliğinde satın aldığım kitabı incelemeden önce raflar arasında uzun uzun gezmiştim. Seçtiğim kitap buydu: 

      "Tam Benim Tipim". Bir font kitabı. Yazı karakterleri ve tasarımcıları hakkında eğlenceli bir kitap. AÖF İkinci Üniversite kapsamında Görsel İletişim ve Tasarım okuduğumdan bahsetmiştim. Dersler arasında Tipoloji de var. Kitabı aldığımda hangi sene müfredatta olduğunu bilmiyordum. Bu dönemdeymiş. Ben bu kitabı merak edip her türlü alırdım ama zamanlama şahane örtüştü. Önce kitabı okudum, sonra dersler başladı ve bilgiler birbirini tamamladı. Üstelik eğlenceli bir şekilde. 
    Okuduğumuz kitaplarda, sokak tabelalarında, reklamlarda, yediğimiz çikolatanın paketinde, sinema afişlerinde, blog sayfalarında, yazının olduğu her alanda her gün karşımıza çıkan harfleri birilerinin tasarladığını elbette biliyordum ancak bilgim bu kadardı. Oysa ki tarihi geçmişi nasıl da uzun, etkisi ne kadar yüksek bir alanmış. 
Bunu kitabı okuyunca idrak etsem de tasarım aşamasının göründüğü kadar basit olmadığının her zaman farkındaydım. Nasıl mı? Aşağı yukarı 10-11 yaşlarında kendi kendime bir alfabe tasarımı yapmıştım. Allah herkese benim gibi kendini oyalayabilen bir çocuk versin, elim hiç boş durmazdı:) Okur, yazar, resim yapar, keser-yapıştırır, bebek elbiseleri diker, bulmaca -çözer değil- yapar, örgü örer, devamlı fikir üretir bir çocuktum. Arada mesela televizyon ya da radyo dibine oturup yeni duyduğum şarkıların sözlerini yazmak gibi boş uğraşlarım da oluyordu ama bu kendini oyalayabilen bir çocuk olduğum gerçeğini değiştirmiyor:) Ve bunları hep kendi kendime, sessiz sakin hallederdim. Tasarımlarımı bazen kendi kafamı kullanıp çözmeye çalışırdım, bazen -örgü gibi- bilen büyüklere usul usul yanaşıp öğretmelerini isterdim. Asla yapışmazdım, darlamazdım, yaptıklarımı da kimsenin gözüne gözüne sokup ilgi görmeye çalışmazdım. Tamamen kendi keyfime çalışırdım. İşte böylece tam bir yaz boyunca, babaannemin Gemlik körfezine bakan güzelim balkonunda kendi tasarımım olan alfabe üzerinde uğraştığımı hatırlıyorum. Tam Benim Tipim'i okuyunca baya baya tipograflık yaptığımı anladım. Çünkü ölçe biçe çizmiştim. Bunun için kareli kağıt kullanmıştım. A harfiyle I harfinin aynı kalınlıkta olmayacağının farkındaydım, noktaları ya da çengelleri eklerken belli ölçüleri gözetmem gerektiğini biliyordum. Gözleye gözleye fark ediyordum. Bir kelime içinde yer alan harflerin ölçülerini ayarlarken, birleşimin göze estetik ve dengeli görünmesi gerektiğini anlıyordum. O yaşta resmen bir tasarımcı gibi çalıştığımı bugün hayretle fark ediyorum. Çiziyordum, siliyordum, tekrar çiziyordum, deniyordum. Üşenmesem şimdi bir örneğini tekrar çizip buraya eklerdim ama üşeniyorum. Şunu söyleyebilirim ki ekstra uğraştıran gölgeli bir karakterdi. Kalın ve serif (tırnaklı) harfin kendisi yetmiyormuş gibi bir de sol aşağıya düşen gölgesini yapıyordum:) Gölgeleri dikkatli dikkatli koyu renge boyuyordum. "Serif" kelimesini o yaşta bilmiyordum tabii. Ve dediğim gibi yan yana görünüşleri önemliydi. Kitaptan öğrendim ki tasarımcılar bu iş için "The quick brown fox jump over the lazy dog" cümlesini kullanırlarmış meğer. Bu bir pangram. Yani tüm harfleri içinde barındırıyor. Her birinin nasıl göründüğünü bir cümlede izleyebiliyorsun. "Hamburgers" veya "Handgloves" gibi kelimeler de ölçü kelimeleriymiş. Çünkü h, g ve e önemli. Yemin ederim o zaman "G,g" harfinin öneminin farkındaydım:) Bir yazı karakterinin hangisi olduğunu anlamak için "g" harfine bakmak yeterli çünkü tasarımcılar için yaratıcılıklarını kullanabilecekleri özellikte bir harf. Tasarımım olan alfabeyi bugüne getirip getirmediğimi sorabilirsiniz. Ne yazık ki saklamadım, küçüktüm. 
Daha önce bahsetmiştim, annemin de öyle huyları yoktur. Velhasılıkelam... Harcandığımı düşünüyorum dostlar:) Şaka maka bu böyle aslında. Bir kere ben yine bir şeylerle uğraşırken babamın "grafiker olabilir" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar şimdiki gibi rağbet görmese de böyle bir mesleğin farkındasınız madem, niye üstüne gitmediniz? Kendi gereksiz dertlerinin peşine düştüler, kardeşim de ben de "nasıl olsa akıllı" kontenjanından ilerlemeye çalıştık. Sonra sonra kendi aklımla anca Sanat Tarihini bulup halledebildim. Şimdi durduk yere niye içimi döktüm bilmiyorum:) Nereye bağlayacağımı da unuttum. Kitap da yazı dünyası da keyifli yani dostlar! 
Blog yazarlarına uzak bir konu da değil. Hepimiz yazımız daha okunabilir olsun diye bedavaya sunulanların arasından karakter seçimi yapıyoruz. Farklı tasarımlar isteyen her türlü işinde ücretli karakterleri kullanabilir. 
Ben bu sayfada daha önce (ismini unuttum) daha büyük ve kalın bir karakter kullanıyordum. Çünkü biliyorum ki okuyucular arasında büyüklerimiz de var ve telefondan ya da bilgisayardan yazı okumak, rahat görmek kolay değil. Benim açımdan bu platformda işlevselliğin ön planda olduğunu söyleyebilirim. Bir süre önce Times kullanmaya başladım ki bu karakter öncekine göre biraz daha ufak olsa da soluk değil, karmaşık değil. Kitapta Times New Roman için "Onunla yazılmış her şey dürüst ya da hiç olmazsa adilmiş hissi veriyor. Buna koşullandık" deniyor.
    Kitapta çok daha fazla enteresan bilgi var tabii. Mesela Obama'nın kampanyasında kullandığı "Gotham" karakteri aslında GQ dergisi için tasarlanmış. Kimseyi ürkütmeden ileriyi düşünmek gerektiğini hatırlatan bilinçli bir tercihmiş.
    Edward Johnston'ın Londra metrosu adına tasarladığı "Underground" için, halka ait olan ilk yazı karakteri deniyormuş. Eğitimle, politik manifesto ya da sınıfla değil, seyahat ihtiyacıyla ilişki kuran, gündelik kullanım için tasarlanmış ilk yazı karakteri.
    Helvetica, İsviçre tasarımıymış ve İsviçre'nin Latince adı olan Helvetia'dan geliyormuş. Dünya üzerinde o kadar kullanımda olan bir yazı karakteri ki Cyrus Highsmith adlı bir NewYork'lu bir gününü Helveticasız geçirmeye karar verdiğinde toplu taşıma araçlarını kullanamamış, çok az yiyecek arasından tercih yapmak zorunda kalmış, devamlı sağdan soldan gözlerini kaçırmak durumundaymış. Henüz izlemedim ama "Helvetica" isimli keyifli bir belgeselde bunların yer aldığı söyleniyor. 
    İngiltere'nin en tanınan yazı karakterlerinden olan Sans'ın tasarımcısı Gill Sans, kardeşiyle, kızıyla ve hatta köpeğiyle giriştiği deneysel cinselliği günlüklerine not alan bir kimseymiş. Bu yüzden bu fontun kullanılmaması gerektiğini savunanlar var ancak geçmiş olsun. Epeyi yaygın.
    Naziler Gotik formları benimsemişler, Roman yazıyı yoz saymışlar. Ancak işgal ettikleri ülkelerde gotik yazıyı uygulayacak matbaa kalıpları bulamayınca ve bu ülkelerde insanlar gotik yazıyı okurken zorlandıkları için kılıfına uydurup bir gecede onu "Yahudi" ilan edip yasaklamışlar.
    "Apollo 11" astronotlarının Ay yüzeyine bıraktıkları plakette "Futura" yazı karakteri kullanılmış. 
    Ve böyle daha bir çok bilgi... Bu kitabı ve yıllar sonra anlamını kavradığım tipolojiyi sevdim. Kitap kütüphanemden göz kırptıkça bana Eskişehir'i hatırlatacağı gibi çocukluğuma da döndürdü ve pek böyle şeylere takılmadığım halde ailemi sorgulamama sebep oldu:) Bu dönem Tipoloji sınavından 100 üzerinden 100 almazsam bana yazıklar olsun dostlar!





28 Şubat 2023 Salı

BUGÜNLERDE...

     Bugünlerde çoğumuz gibiyim. İyi değilim yani. İyi olmaya çalışıyorum. Ama bu yazıyı sızlanmalarla doldurmak istemiyorum. Sadece bir selam vermek, durum bildirimi yapmak istedim. Deprem bölgesinde birinci dereceden yakınım yoktu. Fakat tanıdıklarımın yakınları vardı tabii ki. Nelere şahit olduk, neler yaşadık anlatmak istemiyorum, tekrar tekrar acıları kanırtmak istemiyorum. Hepimiz her şeyin tanığı olduk zaten, her birimizin çevresinde bir dolu üzücü olay yaşandı. Kaybettiğimiz insanlara, hali hazırda zor durumda olanlara karşı hissettiğimiz üzüntünün yanı sıra  bir de "biz bu duruma nasıl geldik" hissi var ya? O içimizi kemiren, uykularımızı kaçıran his! İşte o çok fena. Düzeleceğimiz umudu ile asla rahat yüzü göremeyeceğimiz duygusu arasında gidip geliyoruz ve bu çok yoruyor. 
    Birazdan takip ettiğim blog arkadaşlarımın paylaştıklarını okuyacağım. Umarım hepiniz olabildiğince iyisinizdir. Ve aldığım karar gereği, ülke gündemi izin verdiği müddetçe normal yazılarımı yazacağım. Bugün Sevgili Rüya'nın (Manxcat) son yazıma yapmış olduğu yorumla karşılaştım. Yazıyı henüz okuduğunu, deprem sonrası karamsarlık dolu zamanda iyi geldiğini söylüyordu. O kadar duygulandım ki... Hani hepimiz dokunsan ağlayacak durumdayız ya? 30 Ocak'ta yazdığım o yazıyı, yazıya konu olan seyahat sırasındaki beni düşündüm, bir de şimdiki beni... 
Yine üzüldüm. Bir yandan da sevgili Rüya'nın sözleri iyi geldi, hareket gereğini hatırlattı. Aksi mümkün değil ama yine de söylemeli ki olan biteni unutmadan, ihtiyacı olana elimizden gelen desteği esirgemeden, yeri geldikçe hesap sorarak, öfkemize hakim olmaya çalışarak rutinimize dönmek zorundayız. "Normal" demiyorum zira bence tanıdığımız normal yok artık. Dilerim bu hissiyat daha iyi bir toplum olma yoluna girmemize, aklımızın başına gelmesine sebep olur. 
    Sevgiyle kalın...



30 Ocak 2023 Pazartesi

BUGÜNLERDE...

     Ara ara uğrayıp takip ettiğim dostlarımın yazılarını okuyorum fakat koskoca Ocak ayında kendi adıma tembelliği kırıp bir türlü yazı giremedim. Birkaç senedir her yıl ilk yazıyı bir önceki sene okuduğum kitapların ayrıntılı listesi olarak hazırlardım. Onu bile yapamadım. Ne yazık ki bu kez bu blogda "2022'de Hangi Kitapları Okudum" başlıklı bir yazı olmayacak. 
    Yine de... Yazma konusunda tembellik yapsam da hayata karşı o kadar tembel olmadığımın altını çizmek, kendimi savunmak isterim:) Ocak ayını keyifle ders çalışarak geçirdim. Geçtiğimiz Eylül ayında Anadolu Üniversitesi AÖF'nin "İkinci Üniversite" kapsamında "Görsel İletişim Tasarımı"na kayıt olmuştum. Bir süredir düşündüğüm bir şeydi. Fakat şu salgın o kadar enerjimi düşürmüştü ki hiçbir şeye yeltenemiyordum. Resmen hayattan soğumuştum. Kendimi ayağa kaldırmak için mücadele veriyordum. Neyse ki toparlamaya başladım. Hem seyahat perilerim geri gelmeye başladı hem de işte böyle bir takım faaliyetlerle ilgilenmeye başladım:) 
AÖF kaydından kimselere bahsetmedim. Başkaları nasıl davranır bilemem ancak ben koca kadın olarak, bir normal örgün lisans eğitimi üzerine iki açık öğretimin lâfını etmekten biraz çekiniyorum. Gel gör ki bir şeyler öğrenmeyi gerçekten çok seviyorum. Kendi kendime okumak, yazmak, çalışmak çok hoşuma gidiyor. Ama iş profesyonel anlamda çalışmaya gelince orada yokum:) AÖF'ye kayıt yaptırınca kardeşime "Bak şimdi anneme söyleyeceğim, 
o da 'okuyorsun okuyorsun çalışmaya gelince faydası yok' diyecek" dedim ve aynen öyle oldu:) Güldük tabii. Çünkü annem ben dışarıda çalışmadığım için "sen de çalışmıyorsun" deyip kardeşim tam bir işkolik olduğundan "sen daha ne kadar çalışacaksın" diyen biri. Ve anlamsızca senelerdir bunu tekrarlıyor. Bu arada... Ben de çalışan bir kadındım. Karnım burnumda toplu taşımayla işe gidip geldiğim, aniden doğuma gidip doğum iznimi bile kullanamadığım, huyuma suyuma hiç uymayan memuriyet günlerim unutuluyor. İş hayatını bırakıp evime, zevklerime, gezmeye, okumaya odaklandığımdan ve bir de çocuğumu büyüttüğüm için artık kendime daha fazla zaman ayırabildiğimden sanki hayatı hep laylaylom yaşamışım gibi algılanıyor. Çevremde herkes daha geç evlendi, daha geç anne-baba oldu. Biz eşimle çok erken tanıştığımız için hayata çok erken atıldık. Bunun sıkıntısını da yaşadık. Bir noktada işi gücü bıraktım. Bir ara yine dayanamadım -eski blog dostlarım bilir- ücretli öğretmenlik yaptım. Sosyo-kültürel açıdan zorluklarla dolu bir bölgenin ortaokulunda çalıştım. Manevi açıdan tatmin edici yanları olduğu gibi, aynı açıdan çok da hırpalayıcı bir deneyimdi. Zaten ücretli öğretmenin kalıcılığı olamaz, bir süre sonra ötesine ben de yeltenmedim.  Çalıştığım süre boyunca birkaç çocuğa dahi olsa -umarım tahminimden fazladır- olumlu etki yapmış olduğumu biliyorum. O defteri de kapattım. Ardından Orhun'un sağlık problemleri geldi ve çok şükür ki geçti. Birkaç sene de kafamı o meşgûl etmişti. İşte tüm bu süreç boyunca yeni şeyler öğrenmekten hiç uzaklaşmadım. Arada AÖF Halkla İlişkiler bitirdim. Mozaik, Katı', yağlı boya dersleri aldım. Şimdi Görsel İletişim Tasarımı'na devam ediyorum. Dikkat ederseniz tamamen ilgi alanlarım doğrultusunda keyfe keder bir eğitim durumu:) MSGSÜ Sanat Tarihi, arkasından AÖF Halkla İlişkiler ve AÖF Görsel İletişim Tasarımı. Zaman zaman pratik sanat kursları. Tam bir disiplinler arası eğitim örneğiyim:) 
    Lâfı çok uzattım ancak demek istediğim şu ki Görsel İletişim Tasarımı'nı zevkle okuyorum. Bundan bahsetmemenin "İkinci Üniversite" oluşumunu bilmeyenlere, bilseydi tercih edeceklere haksızlık olacağını düşündüğüm için oluştu bu yazı. O yüzden niye memnun olduğumu anlatmak istiyorum. 
    Eğer bir üniversite bitirdiyseniz, tekrar sınava girmeden, Anadolu Üniversitesi "İkinci Üniversite" seçeneklerinden birine kayıt yaptırabiliyorsunuz. Ben bir süredir açık öğretim Antropoloji okumak istiyordum. Bazı arkadaşlarım "sınava girip normal üniversiteye gitsene" diyorlar ancak cidden yollara düşmeye, yeni insanlarla muhatap olmaya mecalim yok. Genç birinin öğrencilik hakkını almak da doğru gelmiyor. Mütevazi olamayacağım, sınavı kazanırdım:) Yeğenim de sınava hazırlanıyor ve neyin ne olduğunu biliyorum. Hadi kazandım gittim diyelim, ben inek bir öğrenciyim, sınıfta dereceye girip çok sevdiğim gençlerin tepkisini çekmek istemem:) Dayanamam çalışırım çünkü. En iyisi açık öğretimdir, kendi kendime okurum dedim. İnceledim ve gördüm ki İkinci Üniversite kapsamında Antropoloji yok. Ben de Görsel İletişim Tasarımı'nı seçtim. Ve özellikle ilk yılın derslerinin Sanat Tarihi ile ne kadar uyumlu olduğunu gördüm. İşin teknik kısmında ne yaparım bilmiyorum, belki ek kurs vs.alırım ancak şu an her şey iyi gidiyor. Zaten senelerdir ilgilendiğim konuları -örneğin Estetik- bu kez farklı hocalardan dinlemek çok keyifli. Dikkat ederseniz "dinlemek" dedim. Her ünite için canlı dersler var ve bunları Eskişehir Anadolu Üniversitesi akademisyenleri veriyor. Biliyorsunuz, Eskişehir Anadolu Üniversitesi ülkemizin en iyi eğitim kurumlarından biri. Bu üniversitenin alanlarında isim yapmış hocalarını tanımak harika. Vakitlerini ayırıp bazen evlerinden, bazen okuldan canlı yayın açıyorlar. O sırada katılamazsan daha sonra kayıtları izleyebiliyorsun. Süre kısıtlı olduğu için fazla soru-cevap yapılamasa da konu üzerinde sesli değil ancak yazılı olarak interaktif bir iletişim sağlayabiliyorsun. Zaten devamlı "Sormak ya da eklemek istedikleriniz varsa bize mail atabilirsiniz, Eskişehir'e geldiğinizde okulu ziyaret edebilirsiniz" deniyor. Öğrenciler belli bir yaşta, belli birikime sahip kimseler olduklarından kısıtlı da olsa konu ile ilgili verimli yorumlar yapılıyor. Kitap, film önerileri oluyor. Asla boş muhabbetler dönmüyor ki bu bence şahane bir şey. Hocalar ağız alışkanlığıyla tam "Evet çocuklar!" derken "Çok özür dilerim, sevgili arkadaşlar demem lâzımdı" şeklinde konuşuyorlar:) Benim için, Mimar Sinan Güzel Sanatlar gibi katı akademik geleneğin sürdüğü bir okuldaki eğitimin ardından farklı hocalardan benzer konuları dinlemek çok iyi oldu. Bakış açım biraz daha genişledi. Bu blogda dahi sanat konularında yazarken kendi hocalarımın dediğinin gram dışına çıkmaktan endişelenirdim. Eskişehir Anadolu ekolünü ucundan kıyısından da olsa tanımak, o katılığımı kırmama sebep oldu. Gerçi çok da zıtlık yok. Örneğin "Görsel Estetik" dersini anlatan ressam Mustafa Toprak hocamız, sanatta yeterliliğini MSGSÜ'den almış bir sanatçı. Her şey benim açımdan çok keyifli yani. Takdir edersiniz ki sadece verilen üniteleri çalışıp geçmiyorum. Zaten her zaman okuduğum, incelediğim konular olduğu için dışarıdan da epeyi bir araştırma yapıyorum. Sayelerinde yeni kitaplara, yeni isimlere de ulaştım. Ve internete sahip olduğumuz için çok şanslı olduğumuzu bir kere daha anladım. AÖF Halkla İlişkiler'i okuduğumda sadece kitap okunup sınava giriliyordu. Şimdi okulun web sitesinden sana ait sayfaya giriyorsun, istediğin dersi çalışıp canlı ders kayıtlarını tekrar izleyebiliyorsun. Testler çözüyorsun, kitapları pdf olarak indirebiliyorsun, deneme sınavlarını kullanıyorsun. İstatistiksel olarak durumunu da görüyorsun. Şu kadar çalıştın, bu kadar çözdün gibi... Sınav belgesini de buradan indiriyorsun. Tek sorun, kitaplarda imlâ hatalarının çok olması. -de, -da kullanımı tam bir facia ve ben bu konuya takıntılıyım:) Kaptırmış içimden okurken imlâ hatalarıyla karşılaşmak bütün ritmi bozuyor. Bunun için okula mail atmayı düşünüyorum. Çünkü bu kadar emek verilmiş, verimli bir sisteme bu hata yakışmıyor.
    Bir yarı dönemi tamamladım. Final notları belli olmadı ama vizeler iyiydi. En düşük notu "Ben bunu havada karada yaparım" diye böbürlenip çalışmadığım, sadece ders kayıtlarını izlediğim Mitoloji ve Din dersinden aldım:) Öyle çok da hava atmayacaksın. Mezopotamya tanrılarının hepsini birbirine karıştırdım, mitolojik hikâyelerini okumadığım için zorlandım. Mart ayında ikinci dönem başlayacak. Yeni dersleri heyecanla bekliyorum. 
    Bu eğitim sayesinde yeni kitaplar, yeni filmler, yeni isimler tanıdığımı söylemiştim. Bir hareket, bir seçim ne güzel açılımlara sebep oluyor değil mi? Okul sayesinde aklıma gelen bir başka şey de Eskişehir gezisiydi. Onu da yaptık:) Okula gitmedim ama Eskişehir'e gittik ki onu bir sonraki yazıda anlatacağım. Bu sene kitap fuarında gezerken "Avare Adımlarla Eskişehir" diye bir kitaba rastlamıştım. Ben onu normalde de alırdım ama Levend Kılıç ismini görünce "Yahu kimdi bu Levent Kılıç" diye düşünmeye başladım. O zaman dersleri yeni yeni çalışıyordum. Canlı derslerde Alper Altunay'ın devamlı "Levend Kılıç hocamız" dediğini, ona işaret ettiğini hatırladım. Hemen hem o kitabı, hem de bir başka kitabını aldım. Adım Adım Eskişehir'i tren yolculuğu sırasında okudum. Eskişehir'e bir kaç kez gitmişliğim var. Eşim de aynı şekilde. Ancak Orhun henüz görmemişti. Ben de devamlı "Bir gidip görmedin" diyordum. Zira severim bu kenti. Hoş biz de çocuğu yanımıza almamışız ama üniversite öğrencisiyken kendisi gidebilirdi:) Orada okuyan arkadaşları vardı. Hattâ bir sene o Tallinn'de normal okurken bile sınıfına Erasmus'la Eskişehir'den gelen öğrenciler olmuştu, halâ görüşür. Yine lâfı uzattım, yani bu kez onun da boş bir zamanına denk getirerek, anne-oğul iki günlüğüne Eskişehir'e gittik. Odunpazarı Modern Müze'yi görmek istiyordum ve açılışından bu yana araya salgın girmişti. Hızlı treni de denemek istiyordum. E hocalar da devamlı "Eskişehir'i gelin görün vs." dedikçe bir seyahat kıpırtısı başlamıştı. Gittik, geldik. Şahaneydi. Evden çıkmamızla Eskişehir'e varmamız bir oldu sanki. Bizim ev metrobüs durağına çok yakın, Söğütlüçeşme metrobüs durağı da tren istasyonuna çok yakın. Pıt pıt oradan oraya atlayıp Eskişehir'e geçiverdik. Bir sonraki yazıda anlatacağım.
  Bende bu sıra durumlar böyle... Bundan sonra daha sık yazı gireceğimin ümidiyle herkesi selamlarım efendim!