5 Ocak 2024 Cuma

JISBAR İSTANBUL'DA...

    Hazır hafta sonu yaklaşırken renkli mi renkli, sizi gündemin ağırlığından uzaklaştıracak bir sergi tavsiyesiyle buradayım efendim. "Jisbar İstanbul'da"... Ve Taş Konak'ta... 

    Fransız sanatçı Jisbar'ın eserleri geçtiğimiz kasım ayının başında Kalyon Kültür / Taş Konak'ta izleyiciyle buluştu. Ben de tam o günlerde gezip görmüştüm ancak şimdi yazma fırsatı bulabildim. Kuratörlüğünü sevgili dostum Aslı Bora'nın yaptığı sergiyi kaçırmayın derim. 14 Şubat'a kadar meraklısını bekliyor olacak. 

    Jisbar, sanat hayatına Paris sokaklarında graffiti yaparak başlamış. Anlamca bağdaştırması zor olan sokak sanatını ve pop sanatı eserlerinde birleştirerek kendine özgü bir tarz yaratmış. Eserlerinde sanat tarihinin ikonik figürlerini yorumlarken, onların nasıl popüler hale geldiğine vurgu yapmış. Sanatın metalaşmasını sorgulamış. 
Kimi zaman kendine ait deyişlerle, kimi zaman bilindik isimlere ait ünlü sözlerle ve simgelerle desteklemiş çalışmalarını. Her biri amaca hizmet eden destekler bunlar. Ve oldukça oyuncaklı bir etki yaratmaktalar. 

   Jisbar'ın çalışmalarının önünde uzun uzun kalıp her bir simgeyi yorumlamaya, her yazının üstlendiği görevin ne olduğu konusuna yoğunlaşırken çocukça bir heyecana kapılıyorsun. Yakaladığın her ayrıntı, dağarcığını yoklayarak ortaya çıkarmaya çalıştığın her bilgi, renklerle de birleşip tatlı bir sevinç yaratıyor. 


    Buyurunuz Tony Montana... Efsane bir karakter mi? Evet öyle. Açgözlü müydü? Zenginlik onun için ne ifade ediyordu? Nereden geldi, nereye vardı? Tony'nin başının üzerine yerleştirilmiş "Parayı al ve kaç" kimin sözü? 
Ön plandaki Paul Getty'ye ait söz ne ifade ediyor? Pek çok eserinde "Sanat paradan daha değerlidir" yazan Jisbar haklı mı? Geçmişin ünlü sanatçıları Frida, Van Gogh, Monet, Manet, Matisse, Klimt... Bu isimler nasıl oldu da popüler kültürün birer parçası oldular? 

    Jisbar kafasındakileri resme dökerken hep aynı sembolleri, sürükleyici öğeleri kullanmış ki bunlar yıldızlar, merdiven, taç, pırlanta, uçak, para gibi nesneler. Yani onun eserlerini tanımlayan şeyler. Eski yeni, maddi ve manevi, klasik ve popüler... Her biri çözülmeyi bekleyen birer bulmaca havasındaki kompozisyonlarda yerini bulmuş. 

Sokak ve özgürlük deyince motosiklet. Tarihi bir mekânda düzenlenen sergiye en yakışanı Vespa. 
Jisbar bu motosikleti ve kaskları açılış günü Kalyon Kültür için boyamış. 
Her birini tek inceledim desem yalan olmaz. 

   

    Kısacası bol anlamlı, çok renkli bir sergi bu. Dali'den Benjamin Franklin'e, Metallica'dan Tony Robbins'e, Banksy'den James Bond'a, Süperman'den Bugs Bunny'ye, Karl Lagerfeld'den Jane Birkin modeli meşhur çantaya kadar pek çok detay, pek çok iz Fransız sanatçının çalışmalarında. Daha çok şey anlatmak isterdim ancak yazıyı sergi kataloğuna döndürmek istemem:) İstanbul'da olanlar 14 Şubat'a kadar ücretsiz olarak gezebilirler. 
    Her şey para mı? Popüler olan mı daha makbul? Maddi olanın şekillendirdiği günümüzde karmaşa içinde bunalan ruhumuza, eserlerinde bir umut kapısı da açıyor Jisbar. Bir çalışmasında yer alan ve Mahatma Gandhi'ye ait olan söz beni oldukça düşündürdü: "Gelecek bugün ne yaptığına bağlıdır".
    Her zaman hissettiğim ve söylediğim gibi, sanat olmasa hepten yanmışız.





30 Aralık 2023 Cumartesi

YILIN SON AYINDA...

    Bir hafta önce Orhun'un yemin törenine katılışımız ve bu sayede Samsun üzerinden Amasya'ya gerçekleştirdiğimiz küçük seyahat hakkında uzun ve keyifli bir yazı yazmıştım. Tam yayınlayacağım saatlerde sınır ötesi operasyonlarda yitirdiğimiz askerlerin haberini duydum. Ertesi gün de aynı haberleri aldık. Çok ama çok üzüldüm. Yazıyı yayınlamadığım gibi büyük bir kısmını sildim. Evet askerlik profesyonelleştiriliyor. 
İşinden 6 ay uzak kalmak istemeyenler, o süre içinde işini kaybetmek istemeyenler, kendini askerlik görevi konusunda yeterli görmeyenler, belirlenen ücreti denkleştirebilenler "bedelli askerlik" denen haktan yararlanabiliyorlar. Orhun'un da bu haktan yararlanmasını anne-baba olarak öncelikle biz istedik. Bir an önce görevini tamamlasın ve yoluna baksın dedik. Bunun bilincindeydik. O yüzden yemin töreninde ekstra bir duygusallığa girmedik. Herkes gibi temel eğitimi almıştı. Bedelli'nin artısı, temel eğitimden sonra kendi işine dönecek olmasıydı. Yani sürenin kısa oluşuydu. Sildiğim bölümlerde asıl işin profesyonel askerlerde olduğunu belirtip onlara sağlık, gayret, kuvvet dilemiştim. İlk kez gördüğüm yemin törenini ilgiyle ve çocukluğumun bayramlarında tanık olduğum askeri törenlerin hatıralarıyla izlediğimi belirtmiştim. Yani uzun uzun anlatsam da yazımda hiçbir coşma taşma yoktu. Yine de... En zor görevi yapan kesimin üzücü kaybı, kendi deneyimimize ve gözlemlerime dayanarak yazdığım yazıyı yayınlama isteğimi aldı götürdü. Konu çok derin. Bence askerliğin profesyonelleşmesi ya da neden "bedelli" askerliğin olduğunun sorgulanmasından önce, atanamayan öğretmenlerin polisliği tercih etmesi, "düzenli gelirim olur" diyen gençlerin sözleşmeli askerliğe geçmesi gibi konuları irdelemek gerekir. Daha ne diyeyim? Üzgünüm.
    Bir hafta önce yazdığım söz konusu yazının silmediğim ikinci kısmını yayınlamak isterim. Zira içinde Amasya güzellemesi ve Samsun kısmında blog dostlarımdan biriyle tanışmamızın mutluluğu vardı. 2023'ü yazısız göndermek de istemedim. Sonuçta yeni derlemeyle tam da 2023 gibi hem hüzünlü hem keyifli, karmakarışık bir metin çıktı ortaya. 2024'ten daha huzurlu ve olaysız günler bekliyorum. Bunun da yazılarımıza tatlı tatlı sirayet etmesini diliyorum. Az önce yazdıklarım üst kısımda, daha önce yazdıklarımın yarısı alt kısımda:) 
O halde buyurunuz efendim!

***

    "Yemin töreni sayesinde ben de Amasya'yı 16 sene sonra tekrar görme fırsatı buldum. Samsun'dan daha fazla sayıda uçuş olduğu için Merzifon'dan değil Samsun'dan gidip gelmeyi tercih ettik. Bir gece Amasya'da bir gece Samsun'da kaldık. Samsun'a indiğimizde bizi blog dostum Sevgili Buraneros karşıladı. Onun şahane yazılarında Amasya'da askerlik yaptığı günleri ilgiyle okumuştum ve ne ilginçtir ki Orhun'a da Amasya denk geldi:) 
Bunu ta geçen sene sonu öğrendiğimde kendisine bahsetmiştim ve o da sağ olsun "gelince haberim olsun" demişti. Senelerdir bazı blog dostlarımla İstanbul'da ya da şehir dışında, hâttâ ülke dışında yüz yüze tanıştığım oldu. 
Eşim de alıştı bu duruma, benim arkadaşlarımla benden daha fazla sohbete muhabbete girdi:) Bu mecrayı çok sevdiğimi defalarca belirttim. Burası sayesinde tanıştığım hiç kimseden tahminim dışında bir davranış görmedim, her birini çok sevdim. Hali hazırda blog yazısı yazmadığı halde görüştüğüm dostlarım var. Hem de dünyanın çok farklı köşelerinde. Sevgili Buraneros da hayatımıza sevgiyle giren dostlar arasında. Geleceğimizin haberini verdiğimde o kadar sıcak ve içten karşılayıp heyecanla planlar yaptı ki içinde bulunduğumuz tuhaf zamanların karamsarlığına inat ışık oldu. Kendimi insanlardan uzak tuttuğum, zorlayarak harekete geçme gayreti gösterdiğim bir dönemde her düşündüğümü yeniden sorgulamamı sağladı. Samsun'daki tüm saatlerimizi onunla, kendisi gibi samimi ve nazik kardeşiyle ve en sevdiği kadınla geçirdik:) Koşturmacalı seyahatimiz içinde bu saatler aslında fazla değildi, tadı damağımızda kaldı ancak inanın dolu doluydu. Kendisi benden önce, o şahane tarzıyla anlatmış. Ben bu yazının üzerine çıkabileceğimi sanmıyorum. Tanımayan veya okumayanlar için, beni duygulandıran yazısını buraya ekliyorum: La Paragas 
Şunu tüm kalbimle söylüyorum ki samimi ve nazik misafirperverlikleri için minnettarız, dostlukları için mutluyuz. 
    Şimdi iyisi mi ufak ufak o iki günden bahsedeyim. 
    Efendim, daha önce ne ben, ne eşim, ne annem (yanımızda annem de vardı) Samsun'a gitmemiştik. 
Gönül isterdi ki hazır gelmişken bu güzel şehre birkaç günümüzü ayıralım. Ancak iş yoğunluğu buna izin vermedi. Hevesimizi bir başka bahara bırakıp mevcut saatlerimizin keyfini çıkardık. 
    Sabahın erken saatlerinde indik Samsun'a. Çarşamba havaalanı miniminnacık bir havaalanı. Çok severim böylesini. Her şey yürüyerek halledilecek kadar kolay. Üstelik bu kez bizi bir dost karşıladı. Hemen alıp meşhur Samsun pidesini tatmaya götürdü. Önceden söylediği için uçakta kahvaltı almamıştık:) Leziz pidelerimizi yerken hem sohbet ettik, hem erken saatlerin mahmurluğunu atmaya çalıştık. Amasya'ya geçeceğimiz için, bir de annemin dinlenmesi adına muhabbete ertesi güne kadar ara verip, önceden kiraladığımız arabayı alarak yola koyulduk. Burada bir parantez açacağım. Bizde birkaç senedir araba yok. Arada bir kiralıyoruz. Aynı firmadan İstanbul'da gördüğümüz ilgi, özen vs. ile bir başka şehirde gördüklerimiz arasında dağlar kadar fark var. Biz İstanbul'da ne yaşıyoruz? Yaşıyor muyuz? Hiç bilmiyorum. Samsun'da karşılaştığımız nezaket ve arabanın temizliği, kontrolü, ufak tefek eşantiyonlar gibi aslında talep etmeden olması gereken her özenli hareket bizi bir an afallattı:) 
Başka şehirlerde de oluyor bu. Her alanda. Gerçekten yazık biz İstanbul'da yaşayanlara. Bir şey daha aklıma geldi. Askerde herkes birbirine "Nerelisin?" diye soruyor tabii. Orhun hiç sormaz, hiç umursamaz, öğrense de aklında tutamaz. Çok sıkılmıştı bu durumdan. Bir de ona "İstanbullu olamazsın, nerelisin?" diye ısrar ediyorlarmış:) Kütüğü İstanbul Adalar. Benim anne tarafım kaç nesil İstanbullu. Çünkü zamanında Kırım'dan gelmişler. Eşimin baba tarafı da tamamen aynı şekilde. Babam Bursa'lı, eşimin annesi Tekirdağlı ama onlar da İstanbul doğumlular. Yani hissimiz tamamen İstanbul. Askerde Orhun'a "Trakyalısın o zaman" demişler:) Annenin hükmü yok bu arada. Neden Bursa değil o zaman? Neyse... Bu da ayrı konu. Sözün özü İstanbullu olmak diye bir şey kalmadı insanların gözünde. Bu bakış da bu şehri bambaşka bir hâle getirdi. Üzücü. Hem bu şehirden gidesim var, hem "Niye gidip de değerini bilmeyenlere bırakayım" duygusu var. En iyisi arada şehir dışına çıkıp bir hava alıp gelmek ve  İstanbul'da çarpışmak için enerji toplamak sanırım.
    Yine konuyu dağıttım. Affola. Amasya'dan devam... Amasya'da annemi otele bırakıp biz gezecektik ancak az önce anlattığım gibi, kışlanın yerini görelim fikri planlarımızı alt üst etti. Akşam üzeri Orhun'u görme saatine kadar yakınlardaki bir kafede geçirdik zamanımızı. Seneler önce geldiğimde böyle havalı kafeler yoktu. Şehri tepeden, manzaraya tamamen hakim bir noktadan görmemiştim. Kafenin şehir manzarası bu seyahatin artılarından biri oldu. "O müze şurada, bizim otel burada, Amasya Genelgesi'nin görüşüldüğü bina ne tarafta, ne güzel stadyumu varmış" diye diye izledik. Hava serin ama güneşliydi, görüş açıktı. 

    Amasya yüzölçümüyle küçük ama tarihiyle, coğrafyasıyla dolu dolu bir şehir. Hitit, Frigler, İskitler, Pers, Pontus, Roma, Bizans geçmişinin yanı sıra Danişmend-Selçuklu hakimiyeti ve Moğol-İlhanlı dönemini yaşamış; gönüllü olarak Osmanlı'ya geçmiş; "Şehzadeler Şehri" ünvanını almış bir kent. Şehrin ulusal kurtuluş mücadelemizdeki yeri de malûm. İlk kez Ulusal Egemenlikten bahsedilen Amasya Genelgesi, Atatürk tarafından burada hazırlandı 
ve ilan edildi. Milleti kurtaracak olanın kendi azmi ve kararlılığı olduğu dile getirildi. 

    Ancak akşam yemeğinden sonra Amasya şehrinin ortasından geçen Yeşilırmak kenarında yürüyüş yapma fırsatı bulduk. Yemek konusuna parantez açayım. Bence şehirde yerel mutfak konusunda fazla seçenek yok. Seneler önce nehir kıyısında yerel yemekler yapan, turistler tarafından tercih edilen restoranda yemiştik ve hijyen açısından olumsuz tecrübe yaşamıştık. Bu yüzden, aradan seneler geçmiş olsa da aynı yeri istemedim. Yine nehir kıyısında eski bir konakta hizmet veren, internet puanı yüksek mantıcıyı tercih ettik. Oraya ait bir tat olsun diye, mantıların yanında baklalı sarmayı da sipariş ettik. Temiz pak, hoş bir işletmeydi. Yemekten sonra nehir kıyısında yürüdük. 
Bu kez şehri daha ışıklı, daha büyümüş buldum. Gece manzarası o zaman da etkileyiciydi, hâlâ öyle olduğunu gördüm. Yürüme yollarına yeni heykeller eklenmiş. Selfie çeken şehzadenin fotoğrafını çekmedim, Amasyalı coğrafyacı Strabon'u tercih ettim. Küçücük Amasya'nın öyle geniş bir tarihi geçmişi var ki turist konumundaki herkes kendine yakın bulduğu şahsiyetlerin heykelleri önünde fotoğraf makinesine sarılıyordu. Kimi Ferhat ve Şirin çiftiyle, kimi şehzadelerle, kimi Strabon'la daha fazla vakit geçiriyordu. 

    Pontus Kralları'nın kaya mezarları (M.Ö 333-26) ve gölgesi Yeşilırmak'a düşen Osmanlı dönemi Yalıboyu Evleri ise herkes için etkileyiciydi. 

    Bu şehrin gece manzarası dünya çapında bir değer. Muhakkak gidip görülmesi gereken, yaşanması gereken bir deneyim. Benim fotoğraflarım bu güzelliği anlatma konusunda yetersiz kalıyor. İnternetteki profesyonel çalışmaları şiddetle tavsiye ederim. 



   Nehir kıyısı güzel fakat arkasındaki ara sokaklarda vakit geçirmek de ayrı keyif. 

    Serin havadaki yürüyüşü nehrin üzerindeki tekne-kafede sıcak salep içerek sonlandırmak istedik ancak salep tükendiği için hevesimiz kursağımızda kaldı. Zira yemin töreni için şehre gelen asker ailelerinin nüfusu arttırdığı bir gündeydik. Eğitim Tugayı'nın varlığı belli ki Amasya'nın ekonomisini belirleyen etkenlerden biri. Hem askere yemek, malzeme vs. karşılamak açısından, hem de her ay tekrarlanan yemin töreninin turist sayısını arttırması açısından yerli halk üzerindeki etkisi büyük. Tören başlamadan önce ve bittikten sonra kışlaya sıra sıra gelip giden taksilerin de haddi hesabı yoktu. Bir üniversitesi de olan şehir belli ki küçük ama tekdüze değil; vadide yer alması nedeniyle klostrofobik duyguları akla getiriyor ancak sıkışıp kalmış gibi değil, aksine hareketli. Zaten sevdiğim bir kentti, askerlik sebebiyle kişisel tarihimizde anlamlı bir şekilde de yer almış oldu. 
    Amasya'daki ikinci günümüzün asıl konusu yemin töreniydi. Törenin ardından askerlerin dağılmasını beklemek, kalabalık otoparktan çıkmaya çalışmak derken vakit öğle sonrasını bulmuştu. Ufak bir yemek molasının ardından tekrar Samsun'a doğru yola çıktık. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuğu da ekleyince ancak akşama doğru kente varabildik. İki gündür iyice yorulan anneannemizi otele bırakıp ufak tefek birkaç işi hallettikten sonra, kararlaştırdığımız saatte Sevgili Buraneros ve onun en sevdiği kadınla buluştuk:) Hoş sohbetin eşlik ettiği masamızda aralıksız konuşarak geçirilen her saatin tadı damağımızda kaldı. Bir başka zaman, belki bu kez İstanbul'da tekrarını dileyerek ayrıldık restorandan. Ortak zevklerde, ortak konularda buluşmak o kadar keyifli ki yeni dostlarımız bizi otelimize biraz farklı yoldan götürerek Samsun'un ilk apartmanını gösterdiklerinde inanılmaz mutlu oldum. Çiftimizin kadın olanı apartmanın kapısını yoklayıp açık olduğunu anlayınca o ayrı sevindi, ben ayrı sevindim:) Amaç apartmanın girişindeki duvar resimlerini göstermekti. Eski apartmanların tarihiyle ilgilenenlerin kayıtlarına girmiş Kefeli Apartmanı'ydı burası. Tabii ki ilgimi çekiyordu ve yeni tanışmış olsak da bunu anlayan dostlarla olmak bir nimetti. Hayat böylesi sürprizlerle güzeldi. Sabahın çok erken saatlerinde başlayan, tören heyecanıyla devam eden ve iki şehir arasında bölünen, aslında oldukça yorucu geçen günümüz şahane sonlanmıştı. Ah! Unutuyordum! Son anda girilen eski pastaneyi, dükkân kapanmadan önce midelere indirilen keşkülleri atlamamalıyım:) Samsun'un aklımda olan müzelerini görecek vakti bulamasak da, Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcını simgeleyen Atatürk heykeline ancak odamızın penceresinden baksak da, Atakum'a gidemesek de bu şehirde geçirdiğimiz vakit oldukça değerliydi. Aklımızdakileri bir başka zamana erteleyip dostlarımızla vedalaştığımız gecenin sabahında çok erken saatlerde İstanbul'a dönüş için yola çıktık. Bu yılı anlamlı bir seyahatle sonlandırmış olduk. Şimdi gelsin bakalım 2024. Dostlukla, muhabbetle, sonu güzelliklere varan yollarla, huzurla ve sağlıkla..." 
***

Herkese gönlünce bir yıl diliyorum. 



24 Kasım 2023 Cuma

BUGÜNLERDE...

     Of! Yine burayı ihmâl dönemi yaşadım. Son bir senedir öyle bir ruh halindeyim ki her şey için kendimi zorluyorum. E haliyle yazmak için de zorluyorum. Oysa yazmak istiyorum. Bence insan gelişiminin doğal gidişatı içinde, bu yaşlarda yaşanması gereken huzursuzluğu, sorgulamayı, hassasiyeti ve sıkça da öfkeyi yaşıyorum. 
Bazen sadece yere uzanıp yüzükoyun yatmak istiyorum:) Çok saçma. Fakat eminim psikoloji biliminde bunun bir karşılığı var. Tüm bunların farkında olduğuma göre bir yolunu bulup atlatacağım. Hazır birkaç gündür iyi hissediyorken geçtim bilgisayarın başına. Zira olumsuz şeylerden bahsetmek istemiyorum. Herkesin sıkıntısı kendine yetiyor. 
    Orhun'um, canımın içi oğlum şu an askerde. Sıkıntımın bu olduğu düşünülmesin. Bu konuda rahatız şükür. Bir aylık temel eğitimi alıyor sadece. Yapılması, aşılması gereken bir aşama bu. Kendisi de aynı düşüncede. Yaşadığım deneyim yanıma kâr kafasında. Her gün arıyor (tuşlu telefonla) enteresan şeyler anlatıyor tabii. İnanın ben de burada anlatmak ve derin analizler yapmak isterdim ama ne onun özeline dokunmuş olayım, ne insanımız hakkında yoruma gireyim:) Yani bir de çocuğumu övmüş olmayayım:) Vallahi ukalalık yapmıyorum, hem kendi düzenimizde hem genel anlayışta ilginç aydınlanmalar içindeyiz. Bilhassa Orhun. Ve bu onun açısından çok önemli. İfade etmekte zorlanıyorum. Bunun için karşılıklı sohbet lâzım. Durum şu ki bu dönemi de hayırlısıyla atlatmak için sabırla bekliyorum. Son 7-8 senedir sabırla atlatmam gereken çok şey oldu (şükür bu en hafifi) ve benim gibi sabırsız biri iyi yola geldi. Ya da gelmedi bilemiyorum. Belki yaşadığım öfkenin, huzursuzluğun sebebi onlardı. Sağlığımı dahi etkilediler. Neyse... Çözeceğim. Askerlik konusunu da şöyle kapayayım. Bedelli gidecekler varsa bana yazsın, giderken ne götürmeleri vs. konusunda yardımcı olabilirim:) Öncesinde öyle çok yazı okudum, video izledim ve her şeyin anlatılanlarla birebir örtüşmediğini, kesin beyanlarda bulunulmaması gerektiğini anladım ki çok iyi fikir verebilirim. 
    Birkaç gündür daha iyi hissediyorum diyorum ya? Bunun sebebi güneşin yay burcuna geçmesi midir acaba? :) İnanırsınız, inanmazsınız, yay burcunun temsil ettiklerinden biri iyimserliktir. Burcum da yay. Bu ay doğum günüm var. Dilerim güneşin yay döngüsü herkese iyi gelsin. 
    Eşimin doğum günü hediyesinden bahsedeyim, "Hani bunalımdaydın?" deyin. 
 
    Bende en eskisi 18 yıllık olmak üzere birkaç dövme var. Son yılların popülaritesine kapılmış değilim yani. 
Bir süredir Pucca ve Garu dövmesi aklımdaydı. Eşim de hediye olsun deyip duruyordu. Dün keyfim yerine gelmişken yaptırdım. Çok tatlı oldu. Dövmeci arkadaş, dışarıdan rahat görünsün diyerek "Şu tarafa yapalım" deyip durdu. Oysa ben kendi keyfime yaptırıyorum, başkasının görüp görmemesi umurumda değil. Ve aslında dövmeci bu tip şeylere karışmaz. Her neyse... Asimetrik bir açıda, kendi görüşüme uygun şekilde uygulattım ve pek mutluyum. Orhun ilkokula giderken her sabah çıkmadan önce, kahvaltı yaparken çizgi film seyrederdik. Bunlardan biri de Pucca ve Garu'ydu. Dövmem bana hem o günleri hatırlatıyor, hem de takıntılı aşık Pucca'yı seviyorum:) Zorla Garu'yu öpmeye çalışması, ninja eğitimi alan Garu'nun da sert tavırlarından ödün vermemek için şekilden şekile girmesi çok hoşuma gidiyor:) 50.yaşıma girerken şirin bir ayrıntı oldu bu. Dolu dolu 49 bu arada. 
Bu sene 49 diyeceğim, seneye 50 olacak:) 

    Orhun askere gitmeden önce, onun da boş vakti varken bir Tokyo gezimiz oldu. Fırsat bulup yazamadım. Düşünüyorum da bu sene iyi gezmişim. 2023 yılı, müthiş kafa dinlendiren bir Eskişehir seyahatiyle başlamıştı. 
Ne mutlu ki devamı geldi. Salgın nedeniyle kapandığımız günlerin acısını çıkarmaya çalıştık bu yıl. Yazmadığım, anlatmadığım seyahatlerim var. Anlatmak zorundaymışım gibi konuşuyorum belki ama kendim seyahat yazılarını ve kitaplarını sevdiğim ve faydalandığım için aynı şekilde aktarmak istiyorum. Artık internet var, nereden neye bineceğim, otel ücreti nedir gibi ayrıntılardan ziyade yolun ve yolculuğun deneyimlerine, hissettirdiklerine odaklanmak yazı gezilerinde tercih edilir bir şey oldu. Zaten böylesini severdim, yararlanırdım. Hattâ gidip görmesem bile çok şey öğrenirdim, öğreniyorum. Kısacası seyahat yazılarını okumayı da yazmayı da önemsiyorum. O zaman niye bu sene ihmâl ettim? İşte o enerji durumu... Çok ama çok tuhaf bir seneydi. 
Beni o duygudan o duyguya savurdu. Ne kadar güzel seyahatler yapmış olduğumun bile şimdi farkına vardım.
Ha o yolculukları gerçekleştirirken memnundum, minnettardım ama ilk kez didik didik plan yapmadan yollara düşmüştüm, kafam daha dolu gezmiştim. Neyse ki sadece içimde yaşadım da canım yol arkadaşım eşime ve birkaçında eşlik eden oğluma  hissettirmedim. İyi ki yapmışız o yolculukları. 2023'ün güzellikleri oldular.

    Diğerlerini de toparlarım belki ama Tokyo'yu muhakkak anlatmam lâzım. Umarım tembellik etmez kotarırım. Japonya bambaşka bir alem. Çok kalmadık, Tokyo dışına çıkmadık ama dolu dolu yaşadık. Ziyaret etmediğimiz yerleri var, daha tatmadığımız lezzetleri var fakat bu enteresan kentten kendimize katabildiğimiz her şey bizi mutlu etti. "Dolu dolu" dememin sebebi bu. Umarım tekrar görme imkânı buluruz. Bu kadar senedir gitmediğimize hayıflana hayıflana gezdik. Çünkü "Ooo, Tokyo dünyanın en pahalı şehirlerinden biri" deniyordu ve cesaret edememiştik. Ne yazık ki ulaşım pahalı ancak ulaşımı hallettikten sonra Tokyo'da gezmek maddi-manevi çok kolay. Hattâ İstanbul'dan daha ucuz bir şehir. Biz öyle bir duruma geldik ki, İstanbul öyle bir konumda ki pahalılık konusunda dünyada ilk beştedir. Hele hele yeme-içme alanında. Bu sene Tokyo'da, Atina'da, Kıbrıs'ta rahatça sipariş verdiğimiz masalarda buradakinden çok daha az hesap ödedik. Kafelerde buradakinden daha ucuza kahveler içtik. Ayrıca Tokyo'da ulaşım da yine bizden daha hesaplıydı. Şimdi uzatmayayım, Tokyo konusunu başka yazıya bırakayım. Ulaşım kartlarının şu şekil olduğu, iner inmez seni iç açıcı renk ve görüntülerle karşılayan bir ülke ayrıca anlatılmayı hak etmiyor mu? :) 

    Ha kimisi sevmez böyle çocuksu şeyleri ama ben seviyorum. Konuyu kapatmadan önce, yazının sonuna eklediğim kısa videoma bir tıklamanızı öneririm. Şu makinelerde dakikalar geçirdik. Tam bir kafa boşaltma yöntemi:) Sadece turistler değil, kendileri de o makinelerin başında vakit geçiriyorlar. Cidden enteresan insanlar.

    Bu aralar beni en mutlu eden, rahatlatan şey Görsel İletişim Tasarımı derslerine çalışmak. Geçen sene "İkinci Üniversite" kapsamında sınavsız kayıt olduğumdan bahsetmiştim. Bu sene ikinci sınıftayım. Şahane konular var. Sanat tarihi eğitimimle de örtüştüğü için, yeni dönemleri ve geleceğin teknolojisini baz alarak klasik sanat eğitimime güncel eklemeler yaptığı için keyifle ders çalışıyorum. Yeni şeyler öğrenmek güzel. Canlı ders kayıtlarını izliyorum, pdf kitapları okuyorum, ek araştırmalar yapıyorum. Pek memnunum. Canlı anlatım yapan Anadolu Üniversitesi hocaları, o sıra zaman kısıtlılığından bire bir iletişime geçemeseler de her zaman yazabileceğimizi, Eskişehir'e yolu düşenlerin okula gelebileceğini, çeşitli etkinliklerde karşılaşma imkânlarının olabileceğini belirtiyorlar. Açık öğretim fakat epeyi verimli. Bir de öğrenciler zaten normal üniversite mezunu olup belli yaşlarda olan insanlar olduğu için kaliteli bir dijital iletişim söz konusu. Artık okumanın yaşı yok biliyorsunuz. Biz bunu abarttık mı ya da neyin eksikliğini çekiyoruz ve tamamlamaya çalışıyoruz, düzenlemeye çalışıyoruz bilmem ama örgün öğretimde de çok fazla orta yaşlı insan var. Hele ki sosyal bölümlerde. Sözlerim yanlış anlaşılmasın, bu aslında güzel bir şey. Ama şöyle bir değişik durumu da var, örneğin bu sene üniversiteye başlayan yeğenimin sınıfında sadece birkaç kişi direkt liseden gelmiş:) Çoğunun yaşı büyükmüş, 2.3. üniversiteleriymiş. "Teyze, tıpkı senin gibi, bana seni hatırlatan bir kadın öğrenci var sınıfımızda" diyor:) Bölümleri sanat yönetimi. Bir yandan "Güzel bir şey tabii, kimse kenara çekilmek zorunda değil, keşke herkes ileriki yaşlarını böyle değerlendirse" diye düşünüyorum. Bir yandan da gençleri rahat bıraksak mı, boomerlardan şikâyet etmekte haklılar mı? diyorum:) 
Ben kendimce ikinci üniversite-açık öğretim yolunu seçtim. Umarım sözlerim yanlış anlaşılmaz. Herkesin -başkalarına zarar vermediği sürece- kafasına, gönlüne göre yaşaması taraftarıyım. Sadece son zamanlarda artan bir durumun tespitini yaptım. Nedenleri muhteliftir. Düşünmek, aktarmak, iletişim kurmak güzeldir. 

    Bu tip yazıları hep son zamanlarda ne izlediğim, ne okuduğum konusuyla bitiririm. Vallahi pek bir şey izlemedim. Vakit ayıramadım. Ancak The Crown'ın yeni sezonunu ve Netflix'teki Bodies'i izleyecek zamanı ve isteği buldum. The Crown bilinen bir dizi zaten. Bodies'i de öneririm. Çok beğendim. Okuma anlamında ise beni son zamanlarda İskenderiye Dörtlüsü meşgûl etti. Çok iyiydi. Niye daha önce okumadım diye üzüldüm. Yazarı Lawrence Durrell'i bir güzel araştırdım. Araştırırken bir de "Lawrence Durrell'in Eserleri, Kişiliği ve Türkler" başlıklı bir doktora tezi buldum, indirdim. Acayip sevindim. En kısa zamanda onu da okuyacağım. 
Tezin Ahmet Kayıntu'nun çalışması olduğunu da belirteyim, atlamış olmayalım. Tezi okuyunca belki ben de burada paylaşmak üzere bir yazı hazırlarım.

 
    Şimdi aklıma geldi, buralarda değilken bir kitap fuarı da geçti gitti tabii. İstanbul Kitap Fuarı'nın 40.'sı düzenlenmişti bu yıl. İlk günlerinde İstanbul'da değildim, döner dönmez gittim. Hayâl kırıklığına uğradım. 
Fuarın 40. senesiydi ve bu bence ses getirmedi. Ekstra etkinlikler olur zannediyordum. Hattâ ekstra indirimler de olacağını düşünüyordum. Ancak mevcut ekonomik şartlarda her sektör kendine göre haklı. Bırak ekstra indirimi, önceki senelere göre daha avantajsız bir ortam mevcuttu. Yine de dayanamayıp alışveriş yaptım. Kendimce uygun ve güzel kitaplar buldum. Okumaya ağırlık vermem lâzım. Dersler daha çok vaktimi almaya başladı ama diğer kitaplarımı da ihmâl etmemeliyim. Klişe gibi algılanıyor bazen fakat kitapların dünyanın keşmekeşinden uzaklaşma konusunda duygusal bir sığınak olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle bu böyle. Kitaplar var oldukça bana bir şey olmaz hissiyatını abartısız yaşıyorum.

     İşte böyle! Huzurlu günlerimiz çoğunlukta olsun der ve derslerime çalışmak için kaçarım. Zira ilk sınavlar yaklaşıyor. 
(Şu azmi, şu çalışma keyfini keşke lisede yaşasaydım. Kusura bakmayın gençler, galiba bizden kurtuluş yok:)))






3 Ekim 2023 Salı

BİZİM MUHİT...

    Şehir içine uzağız malûm... Elimizdeki şartları en iyi şekilde değerlendirmek önemli. Gerçi şartlar da hiç fena değil buralarda:) Bakınız... 
    Kış gelmeden bol bol yürüyüş yapma telaşındayım. Gerçi kışın da çıkıyorum ama diğer üç mevsimin rahatlığı başka. Yürüyüş rotam belli. Beylikdüzü Yaşam Vadisi... Geçen gün neredeyse yağmur yağdı yağacak bir havada gittim vadiye. Nasıl sakin, nasıl güzel! Yürümeye ara verip oturdum bir masaya, içecek bir şeyler aldım ve yanımda getirdiğim kitabı karıştırmaya başladım. 
    Kitabımı sahaftan almıştım. Aldığım zaman fark etmediğim bir ayrıntıya ilişti gözüm. İlk sayfaya bir damga basılmış. Kimin kitaplığına ait olduğuna dair... Sherlock Holmes sezgilerim hemen devreye girdi. Kitap yeniydi. Muhtemelen henüz okunmamıştı. Sahibi yakın zamanda vefat etmiştir ve yakınları onun kitaplarını sahafa vermiştir diye düşündüm. ".... Kitaplığı" şeklinde damga bastırıp mimlediğine göre bu kitapların sahibi entelektüel bir insandır dedim. İnternet sağ olsun, söz konusu ismi arattım ve anında kitabın ilk sahibi karşıma çıktı. Yanılmamışım. İsim vermeyeyim, kendisi Musevi cemaatinin tanınan müzisyenlerinden biriymiş ve dünyaya veda edeli iki sene bile olmamış. Siz de düşünür müsünüz sizden sonra kitaplarınıza ne olacak diye? Ben düşünürüm. Her ne kadar duygusallaşsa da konuyu açmışlığım, Orhun'la konuşmuşluğumuz da var. Kitaplar kıymet bilen ellerde olmalı. Sizce de böyle değil mi?

    Hüzünlü havayı dağıtalım, yazıdan resme geçelim. Bir senedir Beylikdüzü'nde var olan ancak benim nedense yeni öğrendiğim şahane bir mekândan bahsedeceğim. Galeri Beylikdüzü... 

    İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun kurucusu ve onursal başkanı olduğu "Batı İstanbul Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı" tarafından Beylikdüzü'nde açılmış bir galeri burası. Güncel sergi "Görüyü Paylaş" ile Ekrem İmamoğlu özel resim ve heykel koleksiyonu ziyarete açılmış. Dünyanın en büyük şehirlerinden birinin başkanının sanat bilgisi ve zevkini değerlendirmesi açısından ilginç bir sergi bu. Galeri Beylikdüzü, hem sergi koleksiyonuyla hem genel atmosferiyle küçük bir İstanbul Modern gibi. Kent merkezinden uzak semtte kültür-sanat adına mücevher gibi parlayan bir mekân. Çok ama çok sevdim. 

    Kütüphanesi sanat kitaplarıyla ayrı kıymette. Evime yürüme mesafesinde değil, aslında biraz uzak olduğunu da söyleyebilirim ama en kısa zamanda birkaç saatimi bu kütüphanede geçirmek için sabırsızlanıyorum. 
Fırsat buldukça tekrarlamaya değer bir etkinlik olacağı kesin. 
    Yolunuz bu civara düşerse "Görüyü Paylaş" sergisini kaçırmayın derim. Sanatla dolu bir soluk aldıktan sonra galeriden çıkabilirsiniz ve denizle buluşmak için biraz aşağıdaki West İstanbul Marina'ya inersiniz. Belki bir yemek molası veya bir kahve içimi... Zamanınız varsa ve o akşam sevdiğiniz bir sanatçı gelmişse marinanın sonundaki gündüz plaj olan konser mekânında günü bitirebilirsiniz. Kimler konsere gelmiyor ki buraya? Bunlar hep "Madem sizin için şehir içine inmek zor, o zaman biz gelelim" kaynaklı etkinlikler. Belediyenin kültür merkezinde tüm yıl boyunca seyredilen tiyatro oyunları da aynı şekilde. Çok iyi oyunlar gelir buralara. Farkındayım, Beylikdüzü tanıtım yazısı gibi oldu:) Ama durum bu. Fazlası var eksiği yok. 

    Deniz havası almak için bir yol daha var yakınımızda. Büyükçekmece sahile inmeden olmaz örneğin. 
Mevsim gözetmeyiz aklımıza estikçe gideriz. Bir uçtan diğer uca yürüyüşümüzü yaparız, bir şeyler yer içeriz. Günbatımı şahanedir burada. 

    Eski bir muhittir burası. Yazın denize gelinirdi. Bir ara kalktı bu adet ama bu sene öyle güzel düzenlemeler yapıldı ki denize girenler, güneşlenenler yine çoğaldı. İstanbul'un modern yüzü denebilir Büyükçekmece için. 
Ama hafta sonu durum nedir bilemiyorum açıkçası. İstanbul'da uzak yakın herhangi bir yere çıkacaksak en sakin gün ve saatleri seçmeye çalışıyoruz yıllardır. 

    Son yağmurlardan hemen önce, güzel bir Eylül akşamüstü yine Büyükçekmece'deydik. Bir-iki görüntüden oluşan minik bir videom var. Yazının sonuna ekleyeceğim. Geç aklıma gelmese daha hoş çekimler yapabilirdim. Fakat bunun için bir sonraki ziyareti beklemek istemedim, o güzel Eylül gününü bir an önce hesabıma ekleyeyim dedim. Acele oldu ama gönülden oldu:) Bu aralar YouTube Shorts'a takılmış olmamın etkisi de var tabii. Yazıları ve videoları denk getirmek hoşuma gitmeye başladı. 
    İşte böyle... Ufak bir Eylül dökümü de sayabiliriz bu yazıyı. Ne ara geçti anlamadım. Şahsi takvimimde Ağustos'a göre çok daha iyi olduğu kesindi ama. Böyle böyle ilerlesek değil mi? 
Ekim ayı hepimiz için güzelliklerle gelmiş olsa mesela...




    

25 Eylül 2023 Pazartesi

BU ELBİSE NE RENK?

     2015 yılında sosyal medyada ortaya çıkan bir tartışma vardı. Halâ ara ara karşımıza gelir. Bir kadın kızının düğününde giyeceği elbisenin fotoğrafını kızına ve damadına göndermiştir. Kızı elbiseyi sarı-beyaz renkte algılarken, damadı mavi-siyah olduğunu söyler.  

    Ben o zaman "Olur öyle, beyin bu!" deyip geçiştirdiğim duruma dair yorumları hiç okumamıştım. Kısa bir süre önce bitirdiğim "Sanatta ve Beyin Biliminde İndirgemecilik" isimli kitapta tekrar bu konuya rastlayınca hem ufacık bahsedeyim hem de kitabı tavsiye etmiş olayım istedim. 

     Renkleri algılama serüvenimiz insana dair en çok hayret ettiğim şeylerden biri. Tamamen ışıkla ilgili. Bir şeyin üzerine düşen ışık, dalga boyuna göre yansıyor ya da soğuruluyor, önce retinaya gönderiliyor, ardından beynimiz değerlendirmeyi yapıyor. Her rengin dalga boyu farklı. Mesela kırmızının dalga boyu maviden daha uzun. Beynin karar vermesinde, gelen ışığın şiddeti, yönü, miktarı ve daha önce kaydettiklerimiz önemli. Muazzam bir bilgisayar saydığımız beynimiz dümdüz algılasaydı şafak vaktinde rastladığımız bir yaprağı kırmızı görebilirdik. Ancak "Renk Sabitliği" denen duruma göre yaprağı yeşil görürüz çünkü beynimizin yaprağın asıl rengini algılamayı sürdürme özelliği vardır. Elbiseye dönecek olursak... Kitaptan anladığıma göre, iki fotoğrafı da baz aldığımızda elbiseyi aydınlatan ışık oldukça muğlak. Loş mu? Sarı ışık mı? Mavi ışık mı? Net değil. Bu nedenle "Bu muğlaklık, beynimizin belirli algısal kararları alırken bilinçdışı şekilde kargaşadan düzen yaratmasıyla birlikte, elbisenin rengine ilişkin olarak izleyicilerin de ulaştığı farklı yargıların sebebi". Aslında elbise mavi-siyahmış. 
Fakat sarı-beyaz göründüğü fotoğrafa baktığımızda haddinden fazla ışıkla aydınlanmış olduğunu çözebiliriz. Fotoğraf çekimi sırasında fazla ışığa maruz kalan elbise normalde daha koyu olmalıdır. Bunu ilk anda bilinçli düşünmeyiz. Ancak beyni bu karara bilinçdışı ulaşmış olan insanlar, elbiseyi otomatik olarak mavi-siyah görürler. Muğlak durumda, farklı insanların farklı deneyimlerdeki beyinleri farklı yargılara ulaşırlar. (Tam şu noktada "Yani bazı insanlara ne desen boş" diyesim geliyor da her ne kadar bağlantılı olsa da şu an için gereksiz :) ) 
    Elbisenin rengi konusu bende böylece netleşti. Madem konu açıldı, bir de şu bağlamayı yapabilirim. 
Bazı resimlere baktığımızda "Ne var ki? Bunu ben de yapabilirim" diyoruz ya hani? İlk aklıma gelen Rothko gibi, Mondrian gibi sanatçıların resimleri örneğin... Basit gibi görünseler de bu tarz eserlerin renk konusunda, denge, ritm vs. konusunda defalarca tekrarlanan deneyimlere ve araştırmalara dayanan eserler olduğunu bilelim. 
Bir renk bir diğer renkle yan yana geldiğinde kendinden ne alır, ne verir? İzleyicide biyolojik ya da psikolojik ne gibi etkileşimler yaratır? Işığın farklı değerleri, farklı yansıması  rengi nasıl değiştirir? Ve daha bir çok şey... 



   Yazının kaynağını oluşturan kitap tüm bunları bilimsel açıdan irdelemiş. Figüratif ya da soyut her iki tarzın beyinde farklı bölgeleri çalıştırması, bir eserden alınan hazzın her bir izleyicide farklı olabileceği gibi konular mevcut. Bilimdeki indirgemeci, yani basite inerek sorunu çözmek durumu ile soyut  eserler üreten sanatçılar arasında bağ kurulmuş. Meraklısına tavsiye ederim. Eğer soyut sanatı sevmiyorum diyenlerdenseniz, kitabın sonunda fikrinizin yumuşayacağına inanıyorum:) 
    Kitabın içeriğine dair ilginç bir örnek daha vererek yazıyı tamamlamak isterim. Yukarıda fotoğrafı görülen kitap kapağındaki resim Chuck Close'a ait. Close, prosopagnoziden, yani yüz körlüğünden muzdaripmiş. Yüzlerin yüz olduğunu anlıyor ama birinin yüzüne baktığında onu tanıyamıyormuş. Yüzlerin 3 boyutluluğunu ayırt etmekte güçlük çekiyormuş. Yüz körlüğü sorununu portre resmetme arzusuyla uzlaştırıp yeni, indirgemeci-sentezci bir teknik geliştirmiş. Buna göre önce modelinin büyük formatlı Polaroid bir fotoğrafını çekip, ardından fotoğrafın üzerine yarı saydam bir levha sermiş ve bu levhayı küçük küplere bölmüş. Küplerin her birini ayrı tarzda süslemiş, son adımda bunları tuvale aktarmış. 
    Eric R.Kandel'ın kitabı Koç Üniversitesi Yayınları basımı. Yaz başında Beyoğlu'ndaki küçük mağazalarından almıştım. Bunu ve birkaç şahane konulu kitabı daha... Öğrendiklerime minnettarım. Beyin bilgisayar dedik; alır, saklar, analiz eder, harekete geçer dedik fakat unutmayalım ki onu doğru deneyimlerle beslemesi gereken bizleriz. 


 

18 Eylül 2023 Pazartesi

BUGÜNLERDE...

     Oh be! Nihayet bir "Bugünlerde" yazısı için oturdum bilgisayarın başına. Canım bir süredir hiçbir şey yapmak istemiyordu. Mental açıdan ağustos ayı o kadar berbat geçti ki anlatamam. Öyle büyük bir durum da yok çok şükür ama işte hepimizde olan, ufak tefek şeylerin birikimleriyle coşan, çevrende olup biten her şeyden etkilendiğin bir dönem... Mental diyorum ancak şimdi aklıma geldi, fiziksel bir durum da vardı. Grip gibi bir şey oldum, iki hafta süründüm. Covid'in yeni varyantı "Eris" olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki eşim İngiltere'ye gitmişti. O sıra yeni varyant İngiltere'de coşmuştu. Güya bizde henüz görülmemişti. "Oradan virüsü kapıp gelmezse ben de bir şey bilmiyorum" dedim. Çünkü mümkün değil dikkat etmiyor ve benim abarttığımı düşünüyor. Nitekim İngiltere'den geldiğinin 4.günü hasta oldu, ondan 3 gün sonra da ben oldum. Onun pek sürmedi, ben 2 hafta halsizlikten kırıldım. Neden test yaptırmadınız diyeceksiniz. Vallahi çıkamadım, üşendim. İkimiz de kendi gidişatımıza uygun sürelerde kimseyle görüşmedik. Yani bence "Türkiye'de yok" denen zamanda da vardı. Yurt dışı gidiş gelişler bol bol işlediğine göre olmaması mümkün mü? Belirtilerine baktım, hepsini istisnasız yaşadığımı anladım. Merak etmeyin çok kötü yapmıyor:) Benim stresli günlerime ve bağışıklığımın düşük olduğu bir zamana denk geldiği için sarstığını düşünüyorum. Önümüz sonbahar. Herkes kendince ufak tefek önlemler alırsa sorun olmayacaktır. 
    Fiziksel ve mental olarak biraz kendime geldiğimde ufak bir Kıbrıs gezisi ayarladık. Dün döndük. Daha önce Kıbrıs'a gitmemiştim. Ama 32 sene önce, benden önce mektuplarım Kıbrıs'a gitmişti:) Eşim orada askerlik yaptı ve biz çok erken yaşta tanıştığımız için onun askerliğine de denk gelmiş oldum. O zaman cep telefonu yok, normal telefon sıkıntılı. E ben de yazmayı seviyorum. Deli gibi mektup yazardım. Hepsi duruyor. Benim mektuplar koca bir torba dolusu. Asker Bey'in gönderdikleri ise şöyle bir tutam:) Hiç unutmam, postanedeki adamla tanıdık olmuştuk. Kıbrıs cephesinde ise -biliyorsunuz asker mektupları okunur- benden gelenleri bir süre sonra okumadan vermeye başlamışlardı. Diğer askerleri bunalıma sokmuşluğum da vardır. Ne yapsın çocukcağızlar? "Senin sevgilin ne güzel mektup gönderiyor, benimkinden ses yok" diyorlarmış. Seneler sonra asker arkadaşlarından tanıdığım olduğunda da söylemişlerdi. Çok sevgiden değil de yazmayı çok sevdiğim için oldu bunlar:) Günlük tutar gibi yazıyordum, tanıdıklardan haber veriyordum, bol dedikodu yapıyordum. Velhasılı Kıbrıs'ın bende böyle bir anısı var. Fakat eşim orada 15 ay kaldığı için sonrasında pek gitmek istememişti. Ben de görmek istiyordum. 
Orhun bir süredir yaşadığı İngiltere'den dönünce "Denizi özlemişsindir, Kıbrıs'a gidelim mi?" dedim, babamızı bırakıp gittik. O yine istemedi ne yapayım? Fakat bir de benimle gezmesi gerektiğinin bilincinde:) Uygun bir zamanda onu da yaparız umarım. Kıbrıs'a -aslında sadece Girne'ye- ayırdığımız birkaç günün yazısını ayrıca yazarım. Şu an benim için özel hâllerini aktarmış oldum. Bu daha samimi bir yazı. Diğeri seyahat yazısı olur. 

    Orhun demişken... Yavrucuğum biraz daha erken döndü çünkü en yakın arkadaşı, kardeş yerine koyduğu arkadaşı evlendi. Bizimki de gruplarından 2 arkadaşı ile birlikte nikah şahidi oldu:) Çok duygulandım. 
Çünkü Doğa bizim ikinci oğlumuz gibi. İlkokuldan beri süren bir dostluk. Benim uçuk oğlumu dengeleyen, en zor zamanlarında yanında olan bir arkadaş. 25 yaşın evlenmek için çok erken olduğunu düşünsem de herkesin kendi hikâyesi olduğuna inandığım için işlerin her kişide ayrı işleyebileceğini biliyorum. Ve evlatlarımıza güzel hayatlar diliyorum. 

    Fotoğraflarını eklememe bir şey demezler. Şuraya mutlu bir çift ve halinden memnun bir nikâh şahidi bırakayım. Az daha şahitlik edemeyecek olsa da...:) Şöyle ki nikâh kıyılacağı zaman gelin ve damat geldi, nikâh memuru geldi ama şahitler ortada yoktu. "Şahitler nerede" diye bir dalgalanma oldu. Önce iki şahit elleri ceplerinde gülerek sohbet ede ede dışarıdan bahçeye girdiler. Herkesin onlara baktığını anlayınca panikleyip koşturdular. Ama diğer şahit, yani Orhun yine yoktu. İçeri girerken "Ben bir ellerimi yıkayayım" diye diğerlerinden ayrılmış. Damat "Orhun nerede?" diye seslenince diğer arkadaşları da "Orhun! Orhun!" demeye başladılar. Biz o sırada telefonla arıyoruz. Derken Orhun da sallana sallana geldi. Gözünde güneş gözlükleri. Sessizlikte "Koş! Gözlüklerini de çıkar!" diye bağırdım. Gözlükleri hiç tanımadığı bir masaya attı. Nikah memuru o sıra sanırım "Nasıl şahitler bunlar" demiş ama kusura bakmayacak. 25 yaşındaki gençlerin şahitliği böyle oluyor:) Dışarıda sohbet ediyorlarmış ve aslında tam onlara söylenen dakikada görev başındaydılar. Törenin birkaç dakika önce başlaması dengelerini bozdu:) Hadi Orhun biraz değişiktir ama grubun diğerleri gerçekten son derece aklı başında çocuklar. Yine de gençler. Hayatın başındalar. "Oğlum yine kendinden söz ettirmeyi başardın" dedim. Bir süre herkes susmuştu ve "Orhun? Orhun?" sesleri işitilmişti yalnızca. Bu sallana sallana ortaya çıktı. İnanın onu tanıyanlar için normal bir durum. Şimdi uzun uzun anlatamam  ama o kadar farklı bir tip ki ve kendini her haliyle kabul ettirip sevdirmişliği var ki ne desem bilemiyorum. Hayatımıza renk katıyor diyelim:) Gelinimizin annesi bir ara "Meşhur Orhun sen misin? Tanışmak istiyordum" demiş. O günkü geç kalmışlığına değil, genel anlatılanlara istinaden. Orhun'da ise hep bir "Niye ki? Ne yapıyorum ki?" kafası. Ama çok tatlıdır, baldır:) Hepsinin yolu, bahtı açık olsun.

    Çoğunlukla kabuğuma çekildiğim günlerde beni ister istemez hareketlendiren etkinliklere gelecek olursak... Bunlardan biri Kalyon Kültür'deki "Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler" sergisiydi.
    Kuratörlüğünü can dostum, sırdaşım, başarılı sanat yönetmeni, en güzel sohbetlerimin baş kişisi Aslı Bora'nın yaptığı sergiyi 15 Ekim tarihine kadar gezebilirsiniz. "İyilik İçin Sanat Derneği" işbirliğiyle düzenlenen sergiyi ziyaret ederek genç sanatçılarla tanışmış olacağınızı belirtmek isterim. 

    Nişantaşı'ndaki Kalyon Kültür Merkezi'nin yer aldığı bina, geçmiş dönemde Taş Konak ismiyle biliniyormuş. Gençler belki çıkaramaz ama akranlarımın hemen tanıyacağı, Kemâni Sarkis Efendi'nin bestelediği "Kimseye etmem şikâyet" şarkısının şairi İhsan Raif Hanım da bu konakta yaşamış. Güncel sanat ve tarihin harmanlandığı mekânları seviyorum. İlgilisine tavsiye ederim.

    Son zamanlarda beni sevindiren bir başka hareket, Beylikdüzü Belediyesi'nin senelerdir "Barış ve Sevgi Buluşmaları" başlığı altında düzenlediği, 30 Ağustos haftası boyunca konserden söyleşilere birçok etkinliği barındıran, geleneksel sahaf festivalinin de yer aldığı günlerdi. 30 Ağustos yürüyüşüne katıldım, stant açan sahaflardan kitaplar aldım. Hattâ kitaplarımı da ekleyeyim. 

    Eve gelip de her birini tekrar incelediğimde, farkında olmadan kadın yazarlara ve kadınlarla ilgili konulara yöneldiğimi anladım. Seçimlerim biraz bilinçli, çokça tesadüfiydi. Şöyle ki üniversitede Uygarlık Tarihi hocamızın ısrarla okuttuğu Louis Althusser'in karısını boğarak öldürdüğünü, bu sırada bilincini yitirmiş olduğunu söylediğini henüz birkaç gün önce öğrenmiştim. Ve sahafta gördüğüm "Gelecek Uzun Sürer", yazarın karısı Helene ile ilgiliydi. Hemen aldım. Yine kısa bir zaman önce Hitler'e hayran olan kadınların, onun uğrunda çocukları dahil her şeyi feda eden kadınların psikolojisini sorgulamıştım. "Hitler'in Şirret Kadınları"na rastlayınca onu da aldım. Nilay Örnek'in podcast serisinde Feride Çiçekoğlu'nu dinlemiştim, "Suyun Öte Yanı"nı görünce o dinleti aklıma geldi ve kitabı aldım. Sanırım dönemsel bir çağrışımla Oya Baydar'a yöneldim ve "Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk" kitabını satın aldım. Zeynep Göğüş "Oğluma Avrupa Mektupları" derken bir başka kadın yazara, Doris Lessing'e yöneldim. Feminist yazar olarak betimlenen Lessing'ten "Son Aydınlık Yaz"ı okumuştum ve bu kitabın kadınların gerçek sorunlarına dokunmadığını düşünmüştüm. Fakat madem ki feminist yazar olarak nitelendiriliyor ve seviliyordu, belki de ben onu eksik değerlendirmiştim. Tek kitapla yorum yapmak doğru olmazdı. Sahafta otobiyografik kitabı "Tenimin Altında"yı görünce, yazarı tanımak adına kayıtsız kalamadım. Verimli bir sahaf alışverişi oldu. Öyle bir denk geldi ki hepsini aşağı yukarı 20 dakika içinde hevesle toparladım. Planlamadığım halde yöneldiğim tüm bu kadın yazarlardan ve kadınlara dair konulardan bağımsız iki kitaptan "Melankoli"yi sırf konuya olan ilgimden dolayı satın aldım. Vedat Türkali'nin ilk romanı "Bir Gün Tek Başına" ise kapak resmi ile dikkatimi çekti. 
Resme bayıldım. Kimin işi olduğunu anlamak için iç tarafa baktım ancak sanatçının isminin olmadığını fark ettim. Yine de etkileyici kapak tasarımı olan, 1980 basımlı bir romana sahip olduğum için mutluyum. Kitap kapaklarının yapay zekayla oluşturulduğu günümüzde insan ürünü tasarımlar daha çok dikkatimi çeker oldu. 

    İşte böyle... Bugünlerde daha iyiyim. Halbuki sonbaharda melankolik olunur, ben yaz mevsiminin yarısını böyle geçirdim. Hiçbir şey yapmadan, hareket bile etmeden tüketmek istediğim günler oldu. Şimdi enerjimi ve hevesimi toplamaya başladığımı hissettiğimden, umuyorum ki buraya daha fazla yazı gireceğim. Bir önceki Sakız Adası yazısına çok güzel yorumlar geldi. Mutlu oldum. O yazıyı tam bir ayda dura kalka yazmıştım. Fakat adayı o kadar sevdim ki ne kadar yavaş gitsem de, kendimi zorlayarak bilgisayar başına otursam da enerjim gibi yavan bir yazı çıkmadı ortaya. Demek ki bazen adım atmak, zorlamak gerekiyor. Yazıdan sonra gaza geldim ve Sakız'da çektiğim az sayıdaki videoyu ve fotoğrafları Orhun'a verip benim için kısa bir video hazırlamasını istedim. Önce haklı olarak bir miktar isyan etti. "Zaten az video var, onları da bir dikey bir yatay çekmişsin" dedi, "Videolarda sen yoksun, hep babamı çekmişsin" dedi, "Sadece fotoğraf koyarsak o powerpoint sunum olur" dedi:) Olduğu kadarıyla yap dedim. Benim kalitesi düşük fotoğraflarım ve minik tuhaf videolarımla yine de hoş bir şey çıkardı ortaya:) YouTube Shorts hesabıma ilk video olarak ekledim. Arada yine kısa kısa videolar eklemeyi düşünüyorum. Bakalım, hevesim geçmez umarım. Şimdi de becerebilirsem yazının sonuna ekleyeceğim:) 42 saniyelik minik ama heves dolu videoma göz atmak isteyen olursa bir tık yeterli. 
    Şimdi buradan uzak kaldığım vakitlerde kimler neler yazmış okumaya gidiyorum. Görüşmek üzere efendim... 




  


5 Eylül 2023 Salı

SAKIZ YA DA CHIOS / BİR ADA MÜTEVAZILIĞI ÖĞRETEBİLİR Mİ?

     Yılın yorgunluğunu unutturacak yaz tatilinin hayaliyle, güzel bir Temmuz günü, Çeşme'den kalkan feribotla Yunanistan'ın Sakız Adası'na geçtik. Hava sıcaklığı henüz rekor seviyesine ulaşmamıştı. Bu hem Türkiye'de hem Yunanistan'da birkaç gün sonra yaşanacaktı. O sıra Ege'nin söz konusu kıyılarında tatlı bir rüzgâr esmekteydi. 
Sakız Adası'nda, yani Chios'ta bir hafta kalacaktık. Feribottan iner inmez çoğu yolcunun yaptığı gibi limanın hemen karşısındaki pastanede aldık soluğu. 

    Bu mekân için Türk yolcuların adadaki ilk durağı diyebilirim. Sabahın erken saatlerindeydik, kahvaltıyı atlayıp yollara düşmüştük. Üstelik adayı rahat gezebilmek adına daha önce internetten kiraladığımız arabayı teslim alma saatine ulaşmamıştık. Pastaneden buram buram paskalya çöreği kokuları gelmekteydi ve bunu severim. 
Tipik Yunan pastanesine adım attığım an, son iki ayda verdiğim dört kilonun bir kısmını bu tatilde geri alacağımı fark ettim fakat umursamadım. Çöreği daha sonraki günlere bırakıp ıspanaklı böreklerimizi ve kahvelerimizi sipariş ettik. Neredeyse her gün denize gitmeden önce uğradık buraya ve sahipleriyle Türkçe-Yunanca karışık jestlerle sohbeti ilerlettik. İkramlarına karşı koyamadık. 
     Börek ve kahveyle kendimize geldikten sonra arabamızı teslim aldık ve kiraladığımız eve doğru yola koyulduk. Evimiz merkeze 7-8 dakika uzaklıktaki Vrondatos bölgesindeydi. Soranlara tavsiye ederim. Plajları ve güzel restoranları olan sakin bir bölge. Üstelik merkeze yakın. Yine bir Airbnb evindeydik. Bütçemiz dahilinde yine yorumları didik didik analiz ederek, kesinlikle "Süper" ünvanlı ev sahipleri arasından seçim yaparak bulmuştum bu evi. Oldukça rahat ettik. Bir haftalık tatilimizde ada yerlisi gibi yaşamanın tadını çıkardık. 

    Bundan sonrasını dakika dakika anlatmamalıyım bence. Uzatmadan neler gördüğümüze geçeyim. İpucu niteliğinde... Arada ve en sonunda gözlemlerime dayanan yorumlar olacak tabii. O halde plajlardan başlayayım. 
    Efendim, Sakız adasının her yerinden denize girebilirsiniz. Organize plaj daha az, halka açık yer çok çok fazla. Denize girmeye müsait en ufak noktaya dahi en azından bir kabin, bir duş ve bir şemsiye kondurmuşlar. Yanlış anlaşılmasın, yani bunu isteyen faydalansın diye devlet yapmış. Kendi şemsiyesini, sandalyesini getiren de çok, sadece havlusunu serip güneşlenenler de var. Herkesin özgürce kullanımına açık sahillerde en çok hoşuma giden şey, fiziksel engelli vatandaşların da düşünülmesi oldu. Tekerlekli sandalye kullananlar için oturma sırasının da olduğu geniş giyinme kabinlerinin, suya inmede kolaylık sağlayan tutunmalı rampaların azımsanamayacak sayısı beni duygulandırdı ve takdirimi kazandı. 
    Organize dediğim yerler de sınırlandırılmış şekilde kapalı değil. Yani şezlong kiralamasan da takılabilirsin. Şezlong kiralamak dediğim de genelde yiyip içmek karşılığında yapılan bir şey. Limit yok. Sadece bir tanesinde bizdeki gibi şezlong parası verdik. O da iki şezlong 5 Euro'ydu ve sipariş verdiklerin bu fiyata dahildi. Ve plajların hiçbirinde yüksek sesli müzik yoktu. Sakız tatilinde kulaklarım bayram etti, kafam dinlendi. Şimdi İstanbul'dayım ve o sakinliği arayacağım. 
    Biz kendi arabamızla gitmediğimiz için hazırlığımız yoktu, o yüzden şezlonglu şemsiyeli organize plajları tercih ettik. Bir başka zaman kıyısından, köşesinden, üzerinden geçtiğimiz sakin koylarda takılmak hayalimizi saklı tutuyoruz. Bakınız şu kumsal gibi... 


    Bir benzerine gittik ama... Mesela Glaroi Plajı... Burası biraz popüler bir yer. Öyle ki yaklaştığımızı yol kenarına dizilmiş arabalardan anladık. Biz de park ettik ve denize doğru inmeye başladık. Kalabalıktı. Neyse ki kalkmakta olan bir aile işaret etti de şezlong bulabildik. Tabii ki burada da kuma havlunu serip takılabilirsin fakat küçük bir alan olduğu için ona bile yer bulmak sıkıntı olabilir. 

    Glaroi'nin denizi çakıllı, pırıl pırıl bir deniz. Ancak içindeki kaynaklar nedeniyle ara ara su soğuduğu için eşim bir kez daha bu plaja gelmek istemedi. Normalde asla üşümeyen koca adam denizde üşüyor ve çocuk gibi mızıldıyor ya, hem kızıyorum hem gülüyorum:) Ben hafif serin suyu severim halbuki. Glaroi'de salaş, hoş bir ortam var. Ağaçlar altındaki tek cafe-bardan servis sağlanıyor. Yormayan, hafif bir müzik eşlik ediyor gün boyu.
    Bir gün Lithi plajına gittik. Burası biraz daha kumluk bir plaj. İlla kum aradığımız yok aslında. Tavsiye üzerine gittik. Ne yazık ki epeyi rüzgârlı bir günde gittiğimiz için tam tadına varamadık. Sahildeki az sayıda kafe-restoran şezlong hizmeti de veriyor. Hepsi gayet temiz, hoş. "Kafe-restoran" dedim ama aslında bunlara "taverna" demek daha doğru olacak. Yunanistan'da tavernanın lokanta anlamına gelip, illâ müzikli olmasına gerek olmadığını biliyorum. Deniz kıyısındaki bu tavernalar akşam saatlerinde de müzikli ya da müziksiz servise devam ediyorlar tabii ki. Bu bölümde fotoğraf ekleyemiyorum çünkü çekmemişim:) Ama Sakız'a gitmeyi düşünenler Lithi'yi dikkate almalı. Tatilin ikinci günüydü, muhtemelen sevmediğim rüzgârdan gına gelmişti ve gözüm fotoğraf falan görmedi. Neyse ki ilk üç günden sonra rüzgâr dindi. 
    İki gün Agia Fotini köyünün denizinde zaman geçirdik. Nedense burası bize bir rahat geldi. Biraz Bodrum'u andırdığından mıdır nedir? Yani tanıdık yere benzeyene ne gerek var tabii ama... Bilmiyorum, sevdik. Uzun bir sahili var. Yine ister şezlong kirala, ister kendi eşyanı getir ayarında. Denizi taşlı. Yine pırıl pırıl. Şimdi baktım da adanın güneybatısında kalıyormuş. Su sıcaklığı herkesi tatmin edecek orta kararda:) 


    Adadaki ilk ve son günümüz ile sakız müzesine gideceğimiz gün ise birkaç saat de olsa konakladığımız bölgede, yani Vrondatos'ta denize girdik. Çok da keyif aldık aslında. Daha fazla zaman geçirmek isterdim. Hâttâ burada, adanın bu bölgesinde evim olsun isterdim. İnternette Sakız adasının plajlarını araştırdığınızda ilk 10 listesinde burası da çıkıyor ancak ben pek yabancı turist görmedim. Genelde yerli halkın takıldığı, çoluk çocuk herkesin birbirini tanıdığı, selamladığı sahilde tavernalar, kahve dükkanları var ama şezlong kiralama yoktu. Boş bulursan altına konuşlandığın şemsiyeler var, gölgesine yerleştiğin ağaçlar var, yine ağaçların altında hem ekonomik açıdan uygun, hem de gün boyu masasında oturup ara ara denize girip çıkacağın bizdeki çay bahçelerini andıran bir mekân var. Bol huzur var, sakinlik var. 

    Vrondatos'un sahili koca koca taşlardan oluşmuş. Deniz ayakkabısıyla gezmezsen işin zor ama o taşlar nasıl güzeller anlatamam. Zamanın akışında doğanın şartları, rüzgârlar, dalgalar onları yormamış, aksine daha da güzelleştirmiş. Yuvarlak ve oval formlu, irili ufaklı taşların hepsi usta bir zanaatkârın elinden çıkmış gibi pürüzsüz. Bavuluna atıp evine götürmek istersin, üzerlerini renk renk boyamak istersin. Ben de istedim. Ama yapmadım. Eskiden her yerden taşlar, yapraklar, deniz kabukları, meşe palamutları getirirdim evime. Belki deli diyeceksiniz ama hepsinden izin  alırdım. "Benimle gelmeni çok istiyorum. Kabul mu?" derdim. Bu konuda yalnız olmadığımı Patti Smith'in bir kitabını okurken anlamıştım ve o kadar da çatlak olmadığım için sevinmiştim. İzin almadan yanına aldığı bir taş nedeniyle dönüş yolunda aksilikler yaşadığını söylüyordu Patti. Bunu okuyunca bir kez daha düşündüm. Bir sonraki seyahatimde elimdeki deniz kabuğuna baktım baktım, "Şu güzelim denizde asırlar boyu kalacağına, benim uzun uzun binalardan oluşmuş gürültülü semtime niye gelmek istesin ki?" dedim. Felsefenin dibine vurdum. O gün bu gündür doğadan bir şey almıyorum. Mevcutlarla mutlu mesut yaşıyoruz. 
Hint Okyanusu'ndan gelenler de var, Baltık Denizi'nden de... Kuzey ormanlarından olan da var, Anadolu'nun göbeğinden de... Beni mutlu ediyorlar ama... İşte... Umarım onlar da memnunlardır. Bu saatten sonra aynı yerlere geri götürüp bırakamam :) 

    Umarım deli deyip okumayı bırakmamışsınızdır, yazmaya devam ediyorum... O zaman Vrondatos'tan ilerleyeyim. Bu bölgede birkaç taverna var ki onlar da gerçekten çok iyi. Hem fiyatlar çok uygun, hem ortam güzel, hem lezzetler şahane. Hangisi seçilirse seçilsin memnun kalınacağına eminim ama kendi tercihlerimizden bir örnek vermek gerekirse Ouzomperdemata'yı söyleyebilirim. Denizin dibinde, sessiz sakin bir mekân. Kafa şişiren bir tek gürültü yok. Sadece dalga sesleri ve insan sohbetleri... Ay, yıldızlar ve uzo... 

    Bir de yediklerinden sebeplenmek için bekleyen ada kedileri... Bir tanesi öyle bir boynunu bükmüş bekliyordu ki kayıtsız kalamadık:) 

    Sakız Adası'nda da bizdeki gibi kedi çok ama onlar daha tedirginler. Yaklaşmıyorlar, sevmek istersen kaçıyorlar. Bizim İstanbullu hemcinslerinin ataklığından, sıcaklığından eser yok:) Yaşadığın yere göre şekil aldığının canlı kanıtı gibiler. Çok tatlılar.
    Sakız adasında yeme-içme konusunu uzatmadan şöyle bağlamak isterim. Nerede yerseniz yiyin muhtemelen memnun kalacaksınız. Orası, burası diyemiyorum çünkü isimler zor ve not almadım:) Fakat hiçbir yerden olumsuz düşüncelerle ayrılmadık. Bol bol deniz ürünü yedik, onların tarzındaki döner olan gyros'u, adanın meşhur peyniri mastelo'yu  ihmâl etmedik, uzo ve yerel şaraplar içtik. Hafızamız kış için depolasın diye deniz manzaralı mekânları tercih ettik. Yerel ev yemekleri yapan tavernaların önünden geçip gittikçe aklımız kaldı ama ne kadar niyetlensek de döndük dolaştık yine deniz ürünlerinde karar kıldık. Çünkü taze ve ucuzlardı. Döviz değeri bu kadar artmış olmasına rağmen yine de uygunlardı. Ülkemizde an itibariyle denizin dibindeki bir restoranda rakı-balık yapmaya kalktığımızda servet ödeyecekken inanın orada çok daha makûl miktarlar ödedik. Porsiyonların büyüklüğünü de hatırlatmama gerek yok sanırım. Yunanistan'da turist olmak her zaman uygundu ancak Euro'nun bu kadar yüksek olmasına rağmen o ulaşılabilirliği koruması enteresan, kafa karıştırıcı. Ulaşım masraflarını ayarlayıp, o anlamsız yurt dışı çıkış harcını ödedikten sonra Yunanistan'da tatil, ne yazık ki ülkemizin çoğu bölgesinden daha ucuza gelebiliyor. Kiraladığımız evi de yine çok uygun fiyata ayarladığımızı belirtmek isterim.
    Ah! Vrondatos hakkında, unutmadan! Burada Homeros'un, yani meşhur İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros'un üzerinde oturup şiirlerini okuduğu söylenen bir taş var. Tabelasını görünce "Yahu Homeros İzmirli değil miydi?" dedim. Ben Symirna, yani İzmir doğumlu deyip geçermişim. Biraz inceledim, Sakız'da ya da İzmir'de doğduğu tahmin ediliyormuş. Araştırmacıların fikirleri muhtelif. Kör olduğu hakkındaki bilgiler dahi belirsiz. 
Öyle ya da böyle iyi ki geçmiş bu dünyadan. 

    Homeros'un taşına doğru tırmanılan yol epeyi düzenli. Yol üzerinde farklı antik kalıntılar var. Hattâ bir Osmanlı paşasının yaptırdığı çeşme dahi var. Bol ağaç, bol cır cır böceği gürültüsü ve en sonunda şahane bir Ege denizi manzarası var. Bir gün akşama doğru saatlerde, plaj dönüşü uğradık. Taşın hangisi olduğunu anlamakta zorlandık ama bulduk ve aslında ona giden yol daha da güzeldi. Ozan'a atfedilen taşa bir de "Daskalopetra" deniyormuş ve bu Yunanca'da "Öğretmenin Taşı" anlamına gelmekteymiş. Haklarını yiyemem, "Homeros'un Taşı" diye tabela koysalar da internetteki bilgilerde bu taşın Homeros'a gönderme olduğundan bahsetmişler. Yani bu büyük ozan Sakız doğumlu da olabilir, İzmir de... Suyun iki yakasına ait ortaklıklardan biri daha...
    Bu güzel adada doğduğu kesin olan meşhur bir sanatçıya örnek verebilirim ama. Türk-Yunan ilişkilerinin normalleşmesi çalışmalarında büyük payı olan; ayrıca hepimizin çok iyi bildiği "Zorba" film müziğinin bestecisi Mikis Theodorakis. Sakız doğumlu. Ve meşhur kaşif Kristof Kolomb'un da bu adada doğduğu ya da geçerken uğradığı ve bir süre yaşadığı söyleniyormuş. Pirgi (Pyrgi) köyü yerlilerine sorunca yaşadığı evi gösteriyorlarmış fakat ben bunu döndükten sonra öğrendim. 

    Pirgi demişken... Biraz da adanın meşhur sakız köylerine uzanalım mı? Efendim, adanın güneyinde olup, sakız üretimi yapılan köylerin tamamına "Mastichochoria" deniyormuş. Yani Mastik Köyleri... Sakız köyleri... 
Tüm dünyanın damla sakızı ihtiyacını karşılıyorlar. UNESCO'nun Somut Olmayan Kültür Mirası listesindeler. 
Biz bunlardan Pirgi'yi ve Mesta'yı ziyaret ettik. 
    Pirgi, depremlerden pek etkilenmediği için ortaçağ görüntüsünü koruduğu söylenen bir köy. Böyle deyince aklımıza daha çok taş mimari gelebilir ancak Pirgi'yi diğerlerinden ayıran, dış cephede kazıma usulüyle yapılan geometrik süslemelerle bezeli siyah-beyaz evleri. 


    Bu süsleme tarzının, Sakız'ın Ceneviz hakimiyeti zamanından, İtalyan kökenli sgrafitto tekniğinden kaynaklandığı söylense de anladığım kadarıyla konu kesin değil. Bir miktar turistik hareket kokusu alıyorum. 
Kesin olan şey, köy sokaklarında gezerken kendini adeta bir film platosunda hissediyor olman. 
Değişik, oyuncaklı bir hava... Her yerde üçgenler, yamuklar, eşkenar dörtgenler, stilize çiçekler, çarkıfelek desenleri... Hepsi siyah-beyaz ama duygusu rengârenk. 



    Chios adası, özellikle damla sakızı nedeniyle Ortaçağ'da fazlaca korsan saldırısına maruz kalmış. Pirgi gibi köyler kale-köy konumunda inşa edilmişler ve çevredeki herkes yönetim tarafından bu köyler içerisinde toplanmış. Bunun yansımalarını Pirgi'de görmek mümkün. Yalnızca bilenlerin kaçışını ve bağlantısını kolaylaştıracak dar sokaklar, bitişik nizam evler, kemerler, tonozlar, sur duvarları ve gözetleme kuleleri tarihte neler yaşandığına ışık tuttuğu gibi, bugün tehlikeden uzak gezginlere masal gibi bir ortam sunmakta. 



    Aynı şey Mesta köyü için de geçerli. Labirent gibi yollarda gezerken, iki ev arasında birden yükselen kemerin üzerinde koşturan gölgenin varlığından emin olamayıp başını yukarı çeviriyorsun. Ortaçağ'da korsanlardan kaçan bir adalı olmayı mı yoksa 21.yy.da farklı ülkelerde rahatça gezen bir turist olmayı mı tercih edeceğini sorguluyorsun. En azından ben öyle yaptım:) 
    Mesta köyünü daha çok sevdim. Bu da bir mastika köyü. Gözlerimi bağlayıp "Nerede olduğunu tahmin et" diyecekleri bir yere bıraksalar ve burası Mesta olsa, ilk söyleyeceğim şey "İtalya'da mıyım?" olurdu. 


    Tabii yine Ceneviz etkisi söz konusu. Tarih boyunca İyonlar, Makedonlar, Roma, Bizans tarafından yönetilen Chios, çok kısa bir süre Çaka Bey tarafından kuşatılmış. Aydınoğulları, Saruhanoğulları derken 1346-1566 yılları arasında Cenevizliler tarafından yönetilmiş. Cenevizliler tüccar adamlar. Chios zengin bir ada. Tabii Cenovalılar  bağımsızlıklarını korumak için bu süre boyunca önce Anadolu beylerine, sonra Osmanlı imparatorlarına vergi vermek durumunda kalmışlar. Ne zaman ki vergileri aksatmışlar, Osmanlı gelip adayı tamamen ele geçirmiş. 
Sakız üretimine aynen önem vermeye devam etmiş ki bu da Sakız Müzesi'nde anlatılıyor. Ceneviz, Cenova etkisi derken ticarete daldım. Aslında demek istiyordum ki Mesta köyü bir İtalyan köyünden farksız. Taş evler, daracık sokakların açıldığı bir meydan, pencerelerde çiçekler, kurumaya bırakılmış sebzeler, portakal ve zeytin ağaçları, kapı önlerinde sohbet eden yaşlı kadınlar... 


    Pirgi'ye göre burada sokaklar daha da bir labirent düzeninde. Burası da bir kale-köy ve giriş kapılarında köyün planı asılı. Köy meydanında bugün kafeler hizmet vermekte. Biz de oturduk ve birer taze ada birası içtik, portakallı tatlılarla damağımızı şenlendirdik. Taze sakız birası birkaç gün içinde tüketilmesi gereken yerel bir bira. Hafif, hoş. 

    Sakız müzesi, The Chios Mastic Museum, köylerin merkezlerinin dışında, Pirgi'ye yakın bir noktada. 
Bizim Troya Müzesi gibi düşünün. Görünce aklıma o geldi. Mastic Museum, bu yaşıma kadar gezdiğim müzeler arasında en keyif aldıklarımdan biriydi. Dış kısmında sakız ağaçlarının yer aldığı bir bölge vardı ve burada tüm ağaçlara tek tek sarılmak istedim. Ağaçlar arasında o kadar mutluydum ki anlatamam. 





    Halbuki bu ağaçlara "Ağlayan Ağaç" demişler. Şarkılarına böyle konu etmişler. Oysa ki o gözyaşları nasıl berrak, nasıl hoş kokulu... 

    Herkese hitap etmese de ben damla sakızını çok severim. Bu yazıyı yazarken yine aklıma düştü, adadan getirdiğimiz sakız macunundan bir kaşık atıverdim ağzıma. Bahsettiğim müze sayesinde sakız üretiminin o kadar da kolay olmadığını öğrendim. Bir işçinin ağzından şunu yazmışlardı: "Bu benim dünyam. Tarlalar ve ağaçlar... Tüm yıl boyunca iş bitmez". 


    O sıra tam zamanıydı ve hem adanın güney bölgesinde yolumuz üzerindeki ağaçların, hem de müze bahçesindeki ağaçların dibine beyaz killi toprakların dökülmüş olduğunu gördük. Ağaçların gövdelerine atılmış çentiklerden sızan damla sakızları bu toprağa dökülüyorlar ve böylece kirlenmiyorlarmış. Beyaz kilden toplanan sakızların önce evlerde, sonra tesislerde defalarca defalarca ayıklanıp yıkandığını, boyutlarına göre ayrıldığını öğrendim. Eskiden bu işi evlerinde yapan kadınlar, elleri mis gibi sakız koksun diye gerekmedikçe yıkamazlarmış. Ticarete uygun olmayan damla sakızları da tütsü olarak kullanılırmış. Korsanlar rahatsız etmese ne güzel bir hayat! 



    Müze girişi 4 Euro. İç mekânda hem sakız ağacının hem adanın tarihçesi her türlü materyalle ve teknikle güzel güzel anlatılmış. Yemyeşil manzaraya hakim kafe bölümünde bir şeyler içmek, yazın sıcağında oradaysanız serin bir mola vermek de mümkün. Müzenin ikinci kısmı çağdaş sanat eserlerine ve ayrıca Türkiye ile yaşanan Mübadele dönemine ilişkin "Across The Sea" isimli bir sergiye ayrılmış. O dönemi yaşayanlara odaklı bir sergi. Objektif buldum. "Türkler ve Rumlar aynı göğün altında mutlu şekilde yaşıyorlardı, aynı yollarda yürüyorlardı... " şeklinde başlayan anlatılar beni üzdü. İki tarafta yaşayan ve yer değiştirmek zorunda kalan halk için nasıl zor bir durum olduğunu anlayabiliyorum. 

    Güneydeki plajlara, sakız köylerine ve müzesine gidip gelirken geçtiğimiz Kambos bölgesine ayrı bir parantez açmak isterim. O kadar güzel ki! Seyahate çıkmadan önce ada hakkında araştırma yapmamıştım. Önce bir görelim, kendimiz deneyimleyelim, turistik görüşlerin etkisinde kalmayalım diye düşünmüştüm. Dolayısıyla Kambos hakkında bir fikrim yoktu. Bölgenin kırmızı doğal taşından yapılma malikânelerin dizildiği yola ilk girdiğimizde bambaşka bir evrene adım atmışız gibi hissettim. 

    Bu evler niye yüksek duvarlarla çevrili, niye bu kadar korunaklılar diye düşündüm. Kendini diğerlerinden soyutlamak isteyen varlıklı kesimin işidir herhalde dedim. İçinde doğruluk payı olmasına rağmen tam da böyle değilmiş. Meğer bu yüksek ve aynı zamanda şık duvarların ardında tarihi 14.yy'a uzanan narenciye bahçeleri varmış. Meyveyi uygun olmayan hava şartlarından korumak için yükselmişler. Mimarinin güzelliği ise tabii ki narenciye ticaretinin ekonomik getirisinin eseri. 

    Kambos'u özel bir bölge haline getirenler yine Cenevizliler. Onlardan önce nar, üzüm, buğday ve dut yetiştirerek şarap ve ipek üretiminin yapıldığı bölgede yeterli su kaynağı keşfedilince narenciye tarımı başlatılmış. Bugün de görülen "Maganos" denen su kuyularıyla geleneksel bir sulama yöntemi geliştirilmiş. Ürün artmış, ekonomi canlanmış ve bu da Kambos'ta burjuva sınıfını oluşturmuş, şık ve korunaklı konaklar ortaya çıkmış. 
    Bu konaklardan birinin en azından bahçesini görme fırsatımız oldu. Bir gün direksiyonu yol üzerinde dikkatimi çeken "Museum Cafe" tabelasına doğru çevirince, binalardan birinin ziyarete açık olduğunu, bahçesinde de vakit geçirilebileceğini öğrendik. 

    Akşama doğru saatler olduğu için binanın içine vakit ayıramadık. Şöyle bir pencereden göz atınca etnografya müzesi tarzında düzenlenmiş iç mekânın aslını pek korumadığını gözlemledim. Bir başka zaman tekrar dönüp gezemediğimiz için de sanırım kendimi biraz böyle avutuyorum. Yoksa her türlü ilgi çekici olduğuna eminim. 

    Hemen terk etmek istemediğimiz otantik atmosferi bahçe içindeki kafede kendi üretimleri meyve reçelleriyle karıştırılmış lezzetli sodalarla serinleyerek, sonrasında açık hava müzesi şeklinde düzenlenmiş dış mekânı gezerek hafızamıza kaydettik. 

    Zamanında nasıl bir yapı olduğunu anlamak için aşağıdaki plan aydınlatıcı olacaktır sanırım. Bir altındaki fotoğrafın da "Maganos" denen geleneksel su sistemine ait olduğunu belirtmek isterim. 


    Kambos portakal bahçelerinde bugün eskisi gibi üretim yapılmıyormuş. Büyük ailelerin devri kapanmış. 
Daha çok turistik bir bölge halini alan Kambos'ta bazı konaklar şimdi otel olarak işletiliyor. Yani herhangi birinde konaklamak, tarihi havayı yakalamak mümkün. Fiyatlar da ulaşılmaz değil. 

    Ve gelelim yel değirmenlerine... Kaldığımız evin yakınlarında olduğu için her gün önünden geçtiğimiz, birkaç kez mola verip gün batımını izlediğimiz, kıyısında balık tutanlarla konuştuğumuz, bol bol fotoğraf çektiğimiz taş değirmenler... 

    Sakız rüzgârlı bir ada malûm. Karşı taraftaki bizim Çeşme, Foça gibi kıyı bölgeleri de öyle. Yani bu coğrafyada yel değirmenine rastlamak normal. En tanınan gruplardan biri de Sakız'daki bu değirmenler. Bakımlılar, turistlerin beğenisine sunulmuşlar. 

    Yel değirmenleri 1881 yılındaki büyük depremden sonra yapılmışlar. Zaten söz konusu deprem adanın bugününü şekillendiren önemli unsurlardan biri. Bana ilginç gelen, bu değirmenlerin zamanında deri işleme atölyesi olarak kullanılmış olması. Zira kafamda yel değirmeni ile eşleşen tek şey un:) 

    Sakız değirmenleri hakkındaki bu bilgiyi Nazlı Gürkaş'ın "Zeytin Ağacı'nın Gölgesinde Yunanistan" kitabından edindiğimi söylemek isterim. Birkaç sene önce yine burada yazmıştım, tavsiye edilesi bir kitaptır. Yunanistan'da yaşayan ve karış karış gezmiş olan yazarın öyle keyifli bir anlatımı var ki illâ ülkeyi gezecek olmanız ve bu amaçla rehber olarak okumanız gerekmez. Kazancakis'in hangi köyde Zorba ile tanıştığı; bayıldığım üçlemenin son filmi Before Midnight'ın hangi evde çekildiği gibi bilgilerle de karşılaşacağınız enfes bir ülke kitabıdır. Bir ipucu daha vereyim. Yazar, Sakız adasına ayırdığı bölümü Fotini Frogouli'nin şu sözleriyle başlatmış: "Güneşlerin ve güneşlerin, karpuzların ve yine karpuzların, fesleğenli saksıların, uzaklardaki engin ve büyük denizin resimlerini yapar dururdu". 
Hoş değil mi? 

    İşte böyle...  Tabii ki Chios, yani Sakız adasındaki köyler, plajlar, tarihi yerler bu kadarla sınırlı değil. Biz bu kadarına vakit ayırabildik ve bu sakin adayı çok sevdik. Dediğim gibi, gitmeden önce hakkında araştırma yapmamıştım. Gözüme çarpan her ayrıntıyı bir sünger gibi çekip dağarcığıma atarken, tahminler yürütürken verimli bir adada olduğumuzu anladım. Geçmişte ve şimdi diğer ülkelerle yapılan ticaretin en önemli kalemi elbette sakız. Bunu biliyoruz. Ancak yüksek duvarlı evleri görünce meyveciliğin ada için ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Bir doğal taş fabrikasının yanından geçerken "Bu da varmış demek ki" diye düşündüm ve bazı evlerin mimarisinde bunu gözlemledim. Seyahatten sonra yel değirmenlerinin deri işleme atölyeleri olduğunu okudum. Şimdi değirmenlerin karşısındaki, her gün gelip geçerken gördüğümüz eski binanın zamanında fabrika olduğunu ve bağlantılı olduklarını düşünüyorum. Bir zamanlar ipeğin de önemli bir ticari ürün olduğunu öğrendim. Cenevizliler'in Avrupa ile bağlantısı sayesinde ticarette çok başarılı olmuştu Sakız adası halkı. Güzel evler ve korsan saldırılarını önlemek için korunaklı köyler yapmışlardı. Ardından gelen Osmanlı da Sakız halkını ticaret konusunda desteklemiş, hâttâ yeni imtiyazlar sağlamıştı. Bunu ben söylemiyorum, Sakız Müzesi'nde ve internetteki bir çok sayfada bahsediliyor. Şundan da bahsediliyor: Yunan bağımsızlık hareketleri sırasında Osmanlı'ya baş kaldırılırken Sakız halkı çekimser kalmış. Rahatları yerinde olduğu için olaylara karışmak istememişler. Çevre adalardan gelen eli silahlı vatandaşlarının zoruyla işin içine girmişler ve ne yazık ki bu kez Osmanlı'nın cezası ağır olmuş. 1822 yılında yaşanan olaylar adanın gerilemesinin sebeplerinden biri. Müzede gösterilen videoda tüm bunlar objektif bir şekilde yer alıyor. 1881 depremi ve 2.Dünya Savaşı da ada nüfusunun azalmasını, kaçışı tetikleyen olaylar. Sakız halkının mütevazılığı her yerde hissediliyor. Zoru da kolayı da görmüş kalender insanlar söz konusu. Yunanistan'ın birkaç kentinde ve adasında bulundum. Sakız halkını hiçbirine benzetemedim. Belli ki araya onca olay girse de bugün yine ekonomik rahatlığı ve huzuru yakalamışlar. Ancak sonradan görme bir rahatlık değil onlarınki. Geçmişten gelen bir görgüye sahip olduklarını düşünüyorum. Sağduyulu ve kibarlar. Birçok yaşlı ada yerlisi, Türk olduğumuzu anlayıp sorduklarımıza Türkçe cevaplar vermeye çalıştılar. Tamam bu Yunanistan'ın birçok yerinde yaşanıyor ama buradaki samimiyet bana farklı geldi. Gençlerin Türkçe konuşma sebebi biraz turistik amaçlı. Fakat büyükler çok samimiler. Bir akşam tavernada garsona sesimizi duyuramıyorken, bir başka masadaki yaşlı çiftin kadın olanı yarım şişe kalmış uzolarını getirdi ve "Biz gidiyoruz, siz için" dedi:) Sonra "Neredensiniz?" vs. konuşurken "Çeşme'de çok arkadaşım var. Denizin iki tarafındaki insanlar böyle yakınlar" deyip işaret parmaklarını birbirine geçirdi. Her akşam ve sabah sokağımızdaki herkesle neşeyle selamlaşıp geçip gidiyorduk. Gün içinde de böyleydi aslında. Selam önemli. Ancak şunu belirtmek isterim ki Sakız'a geçeceğimiz sabah Çeşme'de feribota doğru ilerlerken kedilere mama veren bir teyzeye "Günaydın" dediğimde cevap alamamıştım. Herhalde elde bavulları görüp turist olduğumuzu anlayınca yüz vermek istemedi. Niye bu kadar kaba insanlar olduk? Bu ne zaman değişecek? Neyse... Ben iyi şeylerden devam edeyim. En başta bahsettiğim pastanenin sahibi olan çift bizi her gün tanıdıkları gibi karşıladılar. "O yeni çıktı, bu yeni çıktı" deyip ikramlarda bulundular. 
Bir bankın yanında ayakta beklerken, elimdeki yiyeceği görüp "Otur burada ye" deyip yerini bana vermeye çalışan teyzeyi de unutmuyorum mesela. Çok ilgimi çeken bir şey daha söyleyeceğim. Her gün devlet hastanesinin önünden geçiyorduk. Bir kere bile üç kişiyi aynı anda bahçede görmedim:) Önündeki durak da genelde boş. Arada tek tük insan oluyordu. Bir de bizim hastaneleri getirin gözünüzün önüne. Düşündüm, düşündüm ve anakaradan uzakta, deniz, kum, güneş, uzo, kahve, sohbet muhabbet, geçmişe takılmamak, kalenderlik vs. derken yaşlanmadıklarına ve hastalanmadıklarına karar verdim. Maşallah diyeyim, nazar değmesin. 
    Hissedildiği üzere Sakız'dan zor ayrıldım:) Yeniden buluşma fikrimi, hâttâ daha uzun kalma fikrimi saklı tutuyorum. Merkezi oluşturan kordon boyundan bahsetmedim. Zira o deniz kıyısındaki illerimizde rastladığımız özellikte tahmin edilesi bir bölge. Yine de hak geçmesin, bir fotoğrafıyla bitireyim bu yazıyı. Bir de renkli bir görüntü ekleyeyim. 2023 yazımı şenlendiren güzel adaya selam olsun!