30 Ocak 2025 Perşembe

FAHRİ LATİN...

     Şu sıra Latin edebiyatına bir sardım bir sardım. Okumakla haşır neşir olmaya başladığım zamandan beri herkes gibi ara sıra Latin yazarların kitaplarını okurum ancak üst üste denk gelişi ilk kez yaşadım. Bu da beni şimdilerde bilinçli bir yola itti. Okumalar üzerinden oluşan ilgiyle Latin tarihine ve kültürüne de daha fazla dikkat eder oldum. 
    İlk önce Alberto Manguel'den "Kütüphanemi Toplarken"i okumuştum. Okuma ve yazma eylemine dair her ayrıntıyı merak ettiğimden bu tip kitapları çok severim.  Manguel, Arjantinli bir yazar. Farklı ülkelerde de yaşamış. Bu kitap, Fransa'dan taşınırken toparlamaya çalıştığı 35.000 kitaplık kütüphanesinin o sırada kendisine düşündürdüklerine dair. Yazardan okuduğum ilk eser değil. Bize yakın bir isimdir Manguel, Nazım Hikmet hayranıdır, Tanpınar'ın izinde şehirlerimizi gezip yazmıştır. 

    Kütüphanemi Toplarken'den Arjantin'e dair pek çok şey öğrendim. Aslında tanıdığım tüm Latin yazarların söylemlerinden bölge insanının okumaya ne kadar meraklı olduğunu gözlemlemiştim. Manguel de Arjantin özelinde şöyle diyordu:
    "Buenos Aires kurulduğu zamandan beri daima bir kitap şehri olmuştur. Tarih öğretmenimiz bize derste 
Buenos Aires'in bir kütüphaneyle birlikte kurulmuş olduğunu anlattığında duyduğum tuhaf gururu anlatamam". Hakîkaten kaşif Mendoza'nın yanında getirdiği kitaplarda hayalini kurduğu şehrin ipuçları gizliymiş. 
    Manguel, gençlik yıllarında, kitapseverlerin çok iyi bildiği Jorge Luis Borges'e sesli okumalar yaparak yardımcı olmuş. Genetik bir hastalık yüzünden orta yaşlarda görme yetisini kaybetmişti Borges. Onun "Borges ve Bellek" kitabı şu anda yanımda. Bu seri içerisinde sırasını bekliyor. Bu yazıda bahsettiğim tüm kitapları yeni almadığımı, bir süredir kütüphanemde olduklarını belirtmek isterim. Aslında elindekileri bitirmeden yeni kitap almayan ben, yaklaşık bir yıldır ipin ucunu kaçırmış ve özellikle sahaflardan aldıklarımı üst üste dizmiştim. İşte böyle küçük küçük gruplar oluşturmuşum farkında olmadan. Ya da belki farkında olduğumun farkında değilim. 

    Manguel'den sonra yine bir Arjantinli yazar Julio Cortazar'a geçtim. "Edebiyat Dersleri"ni okudum. Cortazar'ın 1980 yılında Kaliforniya Üniversitesi'nde verdiği sekiz dersin yazıya dökülmüş hâliydi. Ve şahaneydi. 

    Cortazar'ı öyküleriyle tanıyordum. Nitekim o da söz konusu derslerde Latin Amerika'da öykünün çok sevildiğini söylüyordu. "Her yerde böyle değil. Mesela Fransa'da böyle değil" diye ekleyerek. Öykü bekleyen bir okur kitlesi var ve Latin Amerika'dan çok fazla öykücü çıkmış. Bunun sebebini çok düşünmüş ama bulamamış Cortazar. "Tamam tembel olabiliriz ama edebiyat konusunda tembel değiliz" diyor. 
    Cortazar'ın metinleri oyuncaklı. "Fantastik" ona "Akşam sekizde bir çorba içmek kadar kabul edilebilir, olası ve gerçek" görünüyor. Oyuna inanıyor. Oyun oynamayı bilen okurlar olduğuna inanıyor. Yine Arjantin'e dair öğrendiğim bir bilgi olarak hafızama eklediğim eski bir çocuk şarkısının sözlerini öğretiyor okurlara: 
"Oyun oynamaya gitmek için kapıyı açmayı biliyorlardı".  
    Öyle böyle derken bir Buenos Aires seyahati hayâl etmeye başladığımı fark ettim. Borges'in de müdürlüğünü yaptığı Ulusal Kütüphane'yi görmek istiyorum, müzeleri ve kitapçıları gezmek istiyorum. Yol biraz uzun ama bence değer. Orhun'un Buenos Aires'te yakın bir arkadaşı var. Kız edebiyata, müziğe meraklı ve Orhun aracılığıyla bazen birbirimize kendi ülkemizden şarkılar, yazar ve kitap isimleri gönderiyoruz. Bu ara kabaran hevesimi bildiği için Orhun'a mart ayında dünyanın en büyük kitap fuarlarından birinin düzenlendiğini söylemiş. Bakalım, kısmet. Hangisinde okuduğumu hatırlamıyorum ama kitaplardan birinde "Buenos Aires İtalya'dır" deniyordu. 
Genç arkadaşımız da hakîkaten İtalyan asıllı ve kitapta okuyana kadar tarihsel altyapısını merak etmemiştim. 
Biraz araştırdım, teori ve pratiği birleştirdim, bilgiyi kalıcı hale getirdim. Yeterince uzatmışken tarih ve coğrafyaya hiç girmeyeyim. Kısacası sürekli öğrenmekten memnunum.
    Aslında Cortazar'ın meşhur kitabı "Seksek"i okumak lâzım. Ancak henüz bu kallavi ve yeterince oyuncaklı kitaba yeltenemedim. Onun yerine, şimdilik, Seksek'in içindeki bir parçadan doğan, hazır kütüphanemde de bulunan "62/Maket Seti"ni okudum. Bu deneysel bir roman ve ben bu deneye katılmaktan memnunum. 

    Juan, Helene, Polanco, Calac, Marrast, Celia... Kim bu insanlar? Hâttâ insanlar mı? Burası neresi? 
Ne sıra dışı akış, ne  bazen bir cümleye başlayan karakterle bitirenin aynı olmaması gibi oyunlar rahatsız etmedi beni. Su gibi okudum. Tüm karakterler bir bir aklımda. O zaman Seksek'i okumaya hazır olduğumu söyleyebilir miyiz?

    Ustaların yazma serüvenlerine başlamışken Gabriel Garcia Marquez'i çekiverdim kitaplıktan. 
"Anlatmak İçin Yaşamak". Bu kitabı da bir süre önce sahafta görüp almıştım. Otobiyografi sevmeyenleri bile içine çekebilecek, kurgusal roman tadında bir anlatıma sahip olduğunu söyleyebilirim ki Marquez'e de böylesi yakışır. 

    Marquez'in çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı kitabını okurken Netflix'te "Yüzyıllık Yalnızlık" gösterime girdi. Romanı yıllar önce okumuştum, büyük bir hevesle diziyi de izledim. Yüzyıllık Yalnızlık'taki Macondo'ya ilham olan Aracata kasabasını, Marquez'in ailesini elimdeki kitapla onun satırlarından okumak ve aynı anda ekranda vücut bulmuş hallerini görmek güzeldi. Bazen bu gibi durumlar hâyâl kırıklığı yaratır ancak ben diziyi sevdim. Marquez Yüzyıllık Yalnızlık'ı ekranda ya da beyazperdede görmeyi istememiş. Onun ölümünden sonra çocukları vermişler bu kararı. Tartışmaya açık bir konu. Bir yerde Marquez'in kendi kitabının ününden şikâyet ettiğini, kendi isminin dahi önüne geçtiği için rahatsız olduğunu okumuştum. Sebep bu ise yazarın biraz abartmış olduğunu düşünürüm. Ancak farklı duygusal sebeplerden dolayı dizi ya da film istememişse, çocukları epeyi iyi düşünmeliydi derim.
    Marquez Kolombiyalı. Diğer Latin Amerika ülkeleri gibi Kolombiya da her daim siyasi karışıklık içinde. 
Bu yüzden edebiyatta büyülü gerçekçiliği tercih ettiklerini, gerçeği dolaylı yoldan ifade ettiklerini biliyoruz. Gazetecilikle yola çıkan yazarın hayat hikâyesi çerçevesinde dönemin iç karışıklıklarına da bolca şahit oluyoruz. Sadece kişiye odaklı olmayıp dönem hakkında da anlatılar sunan otobiyografileri seviyorum. 
    Dikkatli okudukça Latin Amerikalı usta yazarların, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu bizim yazarlarımızı da etkilediğini fark ediyorum. Örneğin, Marquez'in anılarından öğrendiğime göre eskiden Kolombiya Sucre'de "Pasquire" denen bir mektup biçimi varmış. Nereden, kimden geldiği belli olmayan bu mektuplar aniden ortaya çıkarmış ve bu mektuplarda belli kişiler hakkında dedikodular, iftiralar yer alırmış. Muhalefeti susturmak için devletin işi olduğu söylenen bu tip mektuplara İsmail Güzelsoy'un Rölanti Çıkmazı'nda da rastlıyoruz. 
Murat Gülsoy'un son romanı Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün'ü okurken de aklımdan devamlı Cortazar'ın geçtiğini hatırlıyorum. Büyülü Gerçekçilik'in, Latin Amerika öykülerinin, ardıllarına esin kaynağı olmaması mümkün değil.

    Ve Alejandro Zambra. İlk kez bir romanını okudum. "Eve Dönmenin Yolları". Resmen çarpıldım. O yumuşacık fakat ardında ne derin anlamlar gizli anlatımı beni mest etti. 

    Bu kez Şili'ye uzanmıştım. Orada da siyasi çalkantılar bol. Pinochet'nin baskısı altında huzursuz ülkenin bir de coğrafi deprem gerçeği var. İşte tüm bunların basit insanların hayatını nasıl etkilediğini, yormadan anlatıyor Zambra. Hissettiriyor. Bertaraf olmanın sıkıntısını hissettiriyor. Taraf olanın derdi zaten başından aşkın. Şöyle başlıyor roman:
    "Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka bir yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım. Ama bence o akşamüstü asıl onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu".
    İlk okuduğum sözcükler bunlardı, ne anlama geldiğini ancak kitabı bitirip kapağını kapadığımda anladım. Muhalif ailenin kızı Claudia'nın yanındayken ben huzursuzluk duydum adeta ve neden ondan farklı büyüdüğümü, kendi ailemi içten içe ben sorguladım. 
    Zambra'nın bu kitapta yaptığı bir şey daha vardı ki beni hayran bıraktı. Kahramanımız da bir yazardı, bazen onun yazmakta olduğu romandan satırlar okuyorduk ve onun kendi günlük hayatından ufak tefek şeylere metinlerinde nasıl yer verdiğine anında tanık oluyorduk. Zambra tam o an yaratıcı yazarlık dersi veriyordu bana kalırsa. 
Fazla uzun olmayan bir romanda epeyi anlam saklıydı anlayacağınız. Okudum ve hemen ardından iki kitabını daha aldım. Dilimize çevrilmiş olanların hepsini tamamlamayı düşünüyorum. 
    İşte böyle... Aslında son zamanlarda okuduklarımdan damıttığım ve devamında araştırarak öğrendiğim çok şey var söz konusu coğrafyaya dair. Şu an yeterince yazdığımı hâttâ uzattığımı düşünüyorum. Belki ara ara yine yazarım bir şeyler. Bizim Arjantinli genç arkadaşımız gidip görmeden bildiğim bazı ayrıntılara gülerek bana 
"Fahri Latin" payesini verdi bile:) İlgim malûm. Konuya dair tavsiyelere açığım efendim.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumu olan?