Yaz bitiyor mu? İnanamıyorum. Yine tuhaf bir yaz yaşadım. Güzellikleri de boldu, sıkıntısı da. Hele bu ağustos var ya? Kişisel takvimimde karmaşa rekorunu kırdı. Orhun ayın ilk günlerinde ameliyat olmuştu. İyileşmesi normalden uzun sürdü. Doktorla devamlı temas halinde endişeli günler geçirdik. Neyse ki bitti, düzeldi. Beklemekle geçirilen günlerin sıkıntısını Bodrum'da giderdik. Uzun bayram tatili bahane oldu ve anne tarafından yakın aile çevremle Bodrum'da buluştuk. Teyze, dayı, anne, kardeş, yeğen, kuzen, enişte, yenge, çoluk, çocuk hep bir arada ailenin en küçüğü Parem'in doğum gününü kutladık. Kuzenim 6 sene önce Bodrum'a yerleşince Parem orada doğdu. Küçük balerin her sene ağustosun sonlarına doğru hepimizi orada topluyor.
Önce doğum gününü kutladık, sonraki günlerde hep beraber o koy senin bu plaj benim gezdik. Uzun süreli bayram tatili olmasına rağmen Bodrum'da aşırı kalabalığa rastlamadık. Tabii bunda merkeze inmememizin, çok bilindik yerlere uğramamamızın etkisi var. Biraz araştırmayla bunu becerebilmek mümkün. Ama bu araştırma kesinlikle Instagram'dan yapılmamalı. Ya da isterseniz yapın. Popülerlik istiyorsanız, tercihlerinizi Instagram şekillendiriyorsa tercih edebilirsiniz tabii. Güneydeki tatilinden dönerken sırf fotoğraf çektirmek için aynı gün lavanta kokulu köy Kuyucak'a ve Salda Gölü'ne uğrayan IG bağımlısı biliyorum mesela. Acaba diğer ülkelerde de böyle midir yoksa her şeyin suyunu çıkarma işi sadece bize mi özgü? Neyse... Cevabı karmaşık sorular bunlar.
Artık iş güç zamanı. Bizde Orhun'un Tallinn'e dönüş için hazırlık zamanı. Eksikler tamamlanacak, bavullar hazırlanacak, doktor kontrolleri bitirilecek. Keyifli yorgunluklar olacak yani. Yaz mevsimiyle vedalaşma işini kolaylaştıracak bu koşturmacalar. İyi de olacak çünkü vedalaşmakta zorlanacak kadar çok seviyorum ben yazı.
27 Ağustos 2018 Pazartesi
9 Ağustos 2018 Perşembe
BU GÜNLERDE...
Oğlum 2013'ten bu yana 6 senede 5 kez ameliyat oldu. 4'ü kapalı, 1'i açık. En sonuncusu geçtiğimiz hafta sonuydu. 2013'ten beri süren rahatsızlığı nüksetti, apar topar ameliyata girdi. Şükür ki şu an çok iyi. Ve umuyorum idrar yollarındaki rahatsızlığı bu sefer kesinlikle düzelecek.
2 sene önceki açık ameliyattan sonra rahatsızlığın tekrarlamasına doktorumuz çok şaşırdı.
Ama olabiliyor işte. Bizim için de şok edici bir durumdu fakat bu sefer atlattık. Geçtiğimiz hafta sonu ömrümden ömür gitti. 2013'ten bu yana olduğu gibi... Tüm sıkıntılarımızın sebebi 2013'te basit bir operasyonda sondanın yanlış takılması. Demek ki işinin ehli olmayan -tabii bizim onu o zaman bilemediğimiz- bir hemşire çocuğumun sağlığını, psikolojisini mahvetti. Hem de 15-20 yaş arasındaki en güzel zamanlarında. Şu an operasyonun yapıldığı hastane ile mahkemeliğiz. Onların lakayt tavırlarını da unutmam mümkün değil. Her şey hallolsun o zaman açık açık yazacağım.
Tüm bu olumsuzluklar içerisinde beni mutlu eden bir şey var. Oğlumla gurur duyuyorum.
Çok sızlandı, psikolojik olarak çok yıprandı ve bizi de yıprattı ama her şeye rağmen bu süreçten sağ salim çıkmasını bildi. En zor zamanlarında hem burada bir okul kazandı, hem şu an okuduğu okula kabul edildi. Evden ilk kez ayrılıp başka bir ülkede eğitim hayatına başladı. Hem de az önce bahsettiğim açık ameliyattan 15 gün sonra gittik Tallinne'e. "Nasıl yolladın?" diye düşünülebilir. Çevremizde de ufak yollu söyleyenler oldu. Çünkü Orhun "anne kuzusu", ben ise "oğluşuna bağımlı bir anne" olarak bilinirdik. Israrla bunun böyle olmadığını, birbirimize çok düşkün ama mantıklı insanlar olduğumuzu savundum. Onu kendi yolunda rahat bırakacak kadar çok seviyorum. Birbirimize sevgimiz sonsuz. Nitekim şimdi geldiğimiz noktada beni tanıyanların takdirini kazanmış durumdayım. Anladılar. Tabii ki kolay değildi, kendimle çok uğraştım ama oğlum üniversite için uzaklara giderken onun iyiliği için yine metin durmaya çalıştım. Çok istediği bir şeydi. Kendini bildi bileli farklı ülkeleri hayâl etti. Hem istediği gibi okusun dedik, hem de değişiklik iyi gelebilir diye düşündük. Çok şükür orada kendini sevdirdi, ortamını kurdu, derslerinde bir tek zayıf notu bile olmadı. Lisede belki sıkıntıdan, belki biraz da umursamazlıktan aldığı kiloları vermek için geçtiğimiz 2 yıl kendi kendine gayret etti. Salona gitmeden, şahsen çabalayarak spor yaptı, 30 kilonun üzerinde verdi. Yazarken ve okurken kolaymış gibi geliyor ama hiçbiri kolay olmadı. Bazen bazı şeyleri kafasına taktığında güçsüz olduğunu düşünüyor. "Asla" diyorum. "Fiziksel acı çekerken ve doğal olarak psikolojin tüm bu olan bitenden etkilenirken çok şey başardın". Ve başardık. Son birkaç yılı ağlanmadan, sızlanmadan, çok yakın çevremizle kendi içimizde atlattık. Çok çok yakın çevremin dışında kalanlar mutlu anları, güzellikleri paylaşmayı sevdiğim için hiç sıkıntım yok sandılar. Sosyal medyada serumlu kollarımızı göstermeyi tercih etmediğimiz için her gördüklerinde "çok geziyorsun, çok şanslısın" dediler. Evet şanslıyım. Ailem ve arkadaşlarım tarafından hep sevildiğimi hissettim, güzel bir aile kurdum, sıkıntılı ama dermanı olabilecek hastalıklar haricinde sağlıksız kalmadık. Hep şükrettim ama hayat herkese olduğu gibi benim için de dört dörtlük geçmedi, geçmiyor. Bunun bilincinde olmak gerekmez mi? Yaşamından güzel anları paylaşan herkesin keyfi hep mi tıkırındadır? İvme hep yukarı mı gider? Aklı olan insan imrendiği bir zenginin, bir ünlünün, çok gezen birinin, çok güzel birinin, çok başarılı birinin de sıkıntıları olduğunu bilir. Bunu algılayamayan benim gözümde şuursuzdur. Pozitifliği benimsemişleri, sadece iyilikleri paylaşmak isteyenleri, herkese kolayca açılamayanları, her şeyini herkesin gözleri önüne sermeyi tercih etmeyenleri, olumsuzluktan değil güzellikten beslenme huyundakileri kırmayın, üzmeyin. Bu saklamak değildir. Bu yapı meselesidir, huydur.
Ve bir de şunu söylemek istiyorum: Herhangi bir konuda, herhangi bir zamanda, az ya da çok olan şansının farkına varmak, onu değerlendirmek şahsın elindedir. Şu yaşıma kadar aynı şanslara sahip kişilerin farklı davrandığını gördüm, karşısına çıkan fırsatı değerlendiremeyenleri gördüm, korkak davrananları gördüm, tembelleri gördüm, gözü hep başkasında olup kendi elindekinin kıymetini bilmeyeni gördüm, yok yere sızlananları ve sızlandıkça mutlu olanları gördüm, olumsuzluktan beslenenleri gördüm. Bunları gördükçe şansına sahip çıkanlara hep saygı duydum. Bize bazen "Orhun çok şanslı" diyen oluyor. Hangi konuda ama biliyor musunuz? Yurt dışında okuma konusunda. Çocuk sanki bir tek bundan ibaretmiş gibi. Sağlık konusunda başına gelenlerden bahsettim az önce. Olmayacak şeyler oldu. Ama insanlar hep maddiyatı görür. Birçok insan çocuğu veya çocukları için özel okullara para döküyor. Biz belki onlardan daha da az masraf yapıyoruz. İnceledik, araştırdık, çalıştık, kimse bize şu okula gitsin demedi. Aracı kullanmadık, okula kendimiz başvurduk. Kendisi mülakatı geçti. Oraya gitti ve tutunabildi. Zorla gönderilip yapamayanları da gördü bu gözler. Evet benim oğlum ailesinin ona desteği konusunda şanslı. Ama bu şansı kullanmayı bildi. Ve biliyor musunuz, iyi bir eğitim veremeyiz diye ikinci çocuğu yapmadım ben. Düşündük, taşındık, planladık, çalıştık, hiçbir zaman hazıra konmadık.
Ve yine bana devamlı "geziyorsun" deniyor ya? Gezmeyi çok sevdiğimizi, harcamalarımızı diğer maddi konulara değil de buna ayırdığımızı, bu konuda her fırsatı değerlendirdiğimizi bırak bir kenara; bu geziler olmasaydı özellikle son 5-6 senede nasıl kafa boşaltırdık, nasıl deşarj olurduk söyler misiniz bana?
Gerçekten çok çok zor hayatı olanlar var. Bunu biliyorum. (O zorluğun benim için ancak sağlık konusunda bir şeyler ifade ettiğini belirtmeliyim.Sağlıktan gerisi yalan). Allah kimseyi çaresiz bırakmasın. Ancak dilerim sevdiklerinin sağlığı, kendi sağlığı yerinde olan herkes bunun başlı başına bir şans olduğunu bilsin. Hayat grafiğinin her zaman yukarı doğru ya da dümdüz ilerlemeyeceğini de bilsin. İnişlerin çıkışların yaşanacağını bilerek -ki umarım çoklukla çıkışlar olur- hayatına sahip çıksın.
Duygusal günlerdeyim. Aslında benden pek böyle yazılar çıkmaz. Dediğim gibi genelde içimde yaşarım. Ama madem yazdım, bu da benim sanal günlüğümde bir işaret olsun. Oğlum için bundan sonra sağlıklı günlerin geleceğinin işareti.
2 sene önceki açık ameliyattan sonra rahatsızlığın tekrarlamasına doktorumuz çok şaşırdı.
Ama olabiliyor işte. Bizim için de şok edici bir durumdu fakat bu sefer atlattık. Geçtiğimiz hafta sonu ömrümden ömür gitti. 2013'ten bu yana olduğu gibi... Tüm sıkıntılarımızın sebebi 2013'te basit bir operasyonda sondanın yanlış takılması. Demek ki işinin ehli olmayan -tabii bizim onu o zaman bilemediğimiz- bir hemşire çocuğumun sağlığını, psikolojisini mahvetti. Hem de 15-20 yaş arasındaki en güzel zamanlarında. Şu an operasyonun yapıldığı hastane ile mahkemeliğiz. Onların lakayt tavırlarını da unutmam mümkün değil. Her şey hallolsun o zaman açık açık yazacağım.
Tüm bu olumsuzluklar içerisinde beni mutlu eden bir şey var. Oğlumla gurur duyuyorum.
Çok sızlandı, psikolojik olarak çok yıprandı ve bizi de yıprattı ama her şeye rağmen bu süreçten sağ salim çıkmasını bildi. En zor zamanlarında hem burada bir okul kazandı, hem şu an okuduğu okula kabul edildi. Evden ilk kez ayrılıp başka bir ülkede eğitim hayatına başladı. Hem de az önce bahsettiğim açık ameliyattan 15 gün sonra gittik Tallinne'e. "Nasıl yolladın?" diye düşünülebilir. Çevremizde de ufak yollu söyleyenler oldu. Çünkü Orhun "anne kuzusu", ben ise "oğluşuna bağımlı bir anne" olarak bilinirdik. Israrla bunun böyle olmadığını, birbirimize çok düşkün ama mantıklı insanlar olduğumuzu savundum. Onu kendi yolunda rahat bırakacak kadar çok seviyorum. Birbirimize sevgimiz sonsuz. Nitekim şimdi geldiğimiz noktada beni tanıyanların takdirini kazanmış durumdayım. Anladılar. Tabii ki kolay değildi, kendimle çok uğraştım ama oğlum üniversite için uzaklara giderken onun iyiliği için yine metin durmaya çalıştım. Çok istediği bir şeydi. Kendini bildi bileli farklı ülkeleri hayâl etti. Hem istediği gibi okusun dedik, hem de değişiklik iyi gelebilir diye düşündük. Çok şükür orada kendini sevdirdi, ortamını kurdu, derslerinde bir tek zayıf notu bile olmadı. Lisede belki sıkıntıdan, belki biraz da umursamazlıktan aldığı kiloları vermek için geçtiğimiz 2 yıl kendi kendine gayret etti. Salona gitmeden, şahsen çabalayarak spor yaptı, 30 kilonun üzerinde verdi. Yazarken ve okurken kolaymış gibi geliyor ama hiçbiri kolay olmadı. Bazen bazı şeyleri kafasına taktığında güçsüz olduğunu düşünüyor. "Asla" diyorum. "Fiziksel acı çekerken ve doğal olarak psikolojin tüm bu olan bitenden etkilenirken çok şey başardın". Ve başardık. Son birkaç yılı ağlanmadan, sızlanmadan, çok yakın çevremizle kendi içimizde atlattık. Çok çok yakın çevremin dışında kalanlar mutlu anları, güzellikleri paylaşmayı sevdiğim için hiç sıkıntım yok sandılar. Sosyal medyada serumlu kollarımızı göstermeyi tercih etmediğimiz için her gördüklerinde "çok geziyorsun, çok şanslısın" dediler. Evet şanslıyım. Ailem ve arkadaşlarım tarafından hep sevildiğimi hissettim, güzel bir aile kurdum, sıkıntılı ama dermanı olabilecek hastalıklar haricinde sağlıksız kalmadık. Hep şükrettim ama hayat herkese olduğu gibi benim için de dört dörtlük geçmedi, geçmiyor. Bunun bilincinde olmak gerekmez mi? Yaşamından güzel anları paylaşan herkesin keyfi hep mi tıkırındadır? İvme hep yukarı mı gider? Aklı olan insan imrendiği bir zenginin, bir ünlünün, çok gezen birinin, çok güzel birinin, çok başarılı birinin de sıkıntıları olduğunu bilir. Bunu algılayamayan benim gözümde şuursuzdur. Pozitifliği benimsemişleri, sadece iyilikleri paylaşmak isteyenleri, herkese kolayca açılamayanları, her şeyini herkesin gözleri önüne sermeyi tercih etmeyenleri, olumsuzluktan değil güzellikten beslenme huyundakileri kırmayın, üzmeyin. Bu saklamak değildir. Bu yapı meselesidir, huydur.
Ve bir de şunu söylemek istiyorum: Herhangi bir konuda, herhangi bir zamanda, az ya da çok olan şansının farkına varmak, onu değerlendirmek şahsın elindedir. Şu yaşıma kadar aynı şanslara sahip kişilerin farklı davrandığını gördüm, karşısına çıkan fırsatı değerlendiremeyenleri gördüm, korkak davrananları gördüm, tembelleri gördüm, gözü hep başkasında olup kendi elindekinin kıymetini bilmeyeni gördüm, yok yere sızlananları ve sızlandıkça mutlu olanları gördüm, olumsuzluktan beslenenleri gördüm. Bunları gördükçe şansına sahip çıkanlara hep saygı duydum. Bize bazen "Orhun çok şanslı" diyen oluyor. Hangi konuda ama biliyor musunuz? Yurt dışında okuma konusunda. Çocuk sanki bir tek bundan ibaretmiş gibi. Sağlık konusunda başına gelenlerden bahsettim az önce. Olmayacak şeyler oldu. Ama insanlar hep maddiyatı görür. Birçok insan çocuğu veya çocukları için özel okullara para döküyor. Biz belki onlardan daha da az masraf yapıyoruz. İnceledik, araştırdık, çalıştık, kimse bize şu okula gitsin demedi. Aracı kullanmadık, okula kendimiz başvurduk. Kendisi mülakatı geçti. Oraya gitti ve tutunabildi. Zorla gönderilip yapamayanları da gördü bu gözler. Evet benim oğlum ailesinin ona desteği konusunda şanslı. Ama bu şansı kullanmayı bildi. Ve biliyor musunuz, iyi bir eğitim veremeyiz diye ikinci çocuğu yapmadım ben. Düşündük, taşındık, planladık, çalıştık, hiçbir zaman hazıra konmadık.
Ve yine bana devamlı "geziyorsun" deniyor ya? Gezmeyi çok sevdiğimizi, harcamalarımızı diğer maddi konulara değil de buna ayırdığımızı, bu konuda her fırsatı değerlendirdiğimizi bırak bir kenara; bu geziler olmasaydı özellikle son 5-6 senede nasıl kafa boşaltırdık, nasıl deşarj olurduk söyler misiniz bana?
Gerçekten çok çok zor hayatı olanlar var. Bunu biliyorum. (O zorluğun benim için ancak sağlık konusunda bir şeyler ifade ettiğini belirtmeliyim.Sağlıktan gerisi yalan). Allah kimseyi çaresiz bırakmasın. Ancak dilerim sevdiklerinin sağlığı, kendi sağlığı yerinde olan herkes bunun başlı başına bir şans olduğunu bilsin. Hayat grafiğinin her zaman yukarı doğru ya da dümdüz ilerlemeyeceğini de bilsin. İnişlerin çıkışların yaşanacağını bilerek -ki umarım çoklukla çıkışlar olur- hayatına sahip çıksın.
Duygusal günlerdeyim. Aslında benden pek böyle yazılar çıkmaz. Dediğim gibi genelde içimde yaşarım. Ama madem yazdım, bu da benim sanal günlüğümde bir işaret olsun. Oğlum için bundan sonra sağlıklı günlerin geleceğinin işareti.
3 Ağustos 2018 Cuma
VE FETHİYE... VE ÖLÜDENİZ... VE DALYAN...
Bu yaz tatilimizi Fethiye-Ölüdeniz'de geçirdik. Son birkaç yıldır deniz, kum, güneş hakkımızı yurt dışında kullanıyorduk ancak yaz tatillerinin ortalama bir hafta civarında olduğunu düşünürsek, buna Türk lirasının yüksek değer kaybını da eklersek bu sene hiç o işlere kalkışmadık. Peki Türkiye'de bir tatil çok mu uyguna geldi? Tabii ki hayır! :) Tatil kelimesinin hakkını vereyim, gezeyim, eğleneyim, istediğim yerde yiyeyim içeyim dendiğinde bizim sahillerimizin de ekonomik olduğunu söyleyemeyiz sanırım. Hele hele pahalılığın böylesi arttığı bir zamanda... Ama konumuz tatil. Şu anda cebimizden çıkanı değil, ruhumuza değeni hatırlamak ve yansıtmak istiyorum. O zaman başlasın güneş sarısının ve deniz mavisinin hakim olduğu satırlar.
Muğla ne kadar özel bir şehir değil mi? O gün Dalaman'da havaalanından çıkarken bunu düşündüm. Uçaktan inenlerin Fethiye'ye, Datça'ya, Kaş'a, Dalyan'a, Marmaris'e dağılması şahane bir şey. Kendi havaalanı olan Bodrum'u da buna eklersek ne kadar özel bir bölgede olduğumuzu anlarız. Biz Fethiye'ye yönelenlerdendik. Oradan da Ölüdeniz'e. Tüm tatil için ya da sadece birkaç günlüğüne araba kiralamayı çok düşündük ama zaten gez gez bitirilemeyecek bir bölgede olduğumuz için aklımızın birçok yerde kalacağını hesap ettik ve çok dağılmayıp Ölüdeniz'in hakkını verelim dedik, kiralama işinden vazgeçtik. Bunu bir de şunun için söylüyorum, uçaktan inince tıpış tıpış Havaş servisine bindik. Ver elini Fethiye. Fethiye'den Ölüdeniz'e de taksi yolculuğu. Havaş servisine binince beklemeyi saymazsak ortalama 1 saatlik bir süre.
Orhun ortaokula başladığından beri, yani uzun bir süredir büyük otellerde konaklamıyoruz. Neticede çocuk oyalayacak mini kulüplere ve yemek işini her an çabucak halledebileceğimiz
"her şey dahil" sisteme ihtiyacımız kalmadı. Çok şükür!:) Bu cidden zorunluluktu. Tamam küçük çocuğuyla seyyah modunda gezenler de var ama bize zor gelmiş demek ki. Ne zaman ki çocuk büyüdü, her şey dahil sisteme elveda dedik ve özgürlüğümüze kavuştuk. Bir hafta boyunca konakladığımız oda-kahvaltı konseptli otelimiz Ölüdeniz'in Belcekız mevkisinde alışveriş caddesinde yer alıyordu ve plaja sadece 50 m. uzaklıktaydı. Konumumuz şahaneydi yani.
Otele varınca her zaman olduğu gibi sabahın köründe yollara çıkmış olmanın verdiği yorgunluğu atmak için bir-iki saat dinlendik. Akşamüzerine doğru Belcekız plajına yollandık
ve 22 seneden sonra ilk defa Ölüdeniz sularında yüzdük. Orhun içinse ilk oldu.
Fethiye'ye ilk kez 22 sene önce bir senelik evliyken gelmiştik. Güzel bir tatildi. Epeyi gezmiştik. O zaman çok genciz tabii, gençliğimizle acemiliğimizle sevildik herhalde, Çalış bölgesinde kaldığımız otelin sahibi bizi Kayaköy'e götürmüştü. Tekne turunda tanıştığımız Amerika'da yaşayan bir çift de ertesi gün Ölüdeniz'e gideceklerini söyleyip bizi de gezilerine dahil etmişlerdi. O zaman sosyal medya yok, internet kısıtlı, iletişim şimdiki gibi devam etmedi tabii. New York'a gidersek aramamız için telefon numaralarını verdiler ama kaybettik. Zaten halâ New York'a da gitmedik:) Orlando seyahati oldu ama New York olmadı henüz. Bizi Kayaköy'e götüren otel sahibi Ali Bey'e de 5-6 yıl sonra yine Fethiye'de rastladık. Orhun küçük olduğu için gezmediğimiz ve otelden çıkmadığımız bir tatildeydik. Birbirimizi tanıdık. Sohbet muhabbet... Hollandalı bir kadınla evlenmiş, oteli kapatmış ve o ülkeye yerleşmiş. Uzattım ama insanın aklına geliveriyor bunlar.
Bu da böyle bir gezi yazısı olsun.
Ayrı kaldığımız zaman içerisinde Ölüdeniz enfes turkuaz rengini korumuş. Kumburnu'ndaki sakin kısımlar hariç hafif dalgalı. İlk gün akşam üzerine doğru plaja inmemiz, daimi yaşayanların ya da yazlık evi olanların aynı eylemi gerçekleştirdikleri saate denk geldi. Erken saatlerden itibaren denizin tadını çıkarmaya başlayanlar bizim gibi tatilciler. Diğer grup ilerleyen saatlerde şemsiyeleriyle, yiyecek sepetleriyle plaja iniveriyorlar. Yerli yabancı karışık. Bilindiği gibi
her ne kadar darbe girişiminden sonra evlerini satışa çıkaranlar olsa da halâ Fethiye'de, Ölüdeniz'de -özellikle Hisarönü mevkisinde- yaşayan çok sayıda İngiliz var.
Dünyaca ünlü Ölüdeniz fotoğraflarında asıl gördüğümüz kısım Kumburnu. Belcekız'ın
1 km.kadar ilerisinde. Aynı zamanda buraya Blue Lagoon da deniyor çünkü burada gerçekten bir lagün var. Bir taraf Ölüdeniz'e açılan plaj, diğer taraf küçük bir göl görünümündeki lagün.
Tamamı sit alanı, tamamı tabiat parkı. Giriş ücrete tabii ve yetişkinler için 7 lira.
Tatilimizin ikinci gününde tabiat parkındaydık. 22 sene öncesine göre fazlasıyla kalabalıktı. Özellikle lagün kısmında çam ağaçlarının altına serilmiş olan kalabalık dikkat çekiciydi. Bahsettiğim tarafta su sığ olduğu için çoluk çocuk yerli turist oraya yığılmıştı. Neyse ki yüzebildiğimiz için, çocuğumuzu büyüttüğümüz için ve tabii aşırı kalabalıktan kaçmak için günümüzü Ölüdeniz tarafında geçirdik. İki şezlong, bir şemsiye fiyatı 45 lira. Belcekız'da da fiyat aynı.
Yani asıl kıpırdamayan, ölü olan deniz için Kumburnu'na, yani tabiat parkına gitmeniz gerek. Belcekız bir miktar dalgalı ama güzel. Seneler önce favorimiz Kumburnu'ydu. Ancak bu sene gördüğümüz kalabalık -ki hafta içi bir gündü- sadece bir günümüzü orada geçirmemize neden oldu. Belcekız iyidir iyi. Yamaç paraşütü yapanlar da oraya iniyorlar. Onları seyretmek ayrı keyif.
Yamaç paraşütü, cesaret edebilenler için Ölüdeniz'de en sevilen aktivite. Gökyüzü her daim rengârenk paraşütlerle dolu. İsteklileri ve tabii bunun için bütçe ayıranları toplayıp Babadağ'a çıkarıyorlar, yaklaşık 2000 m.yükseklikten yolcu ediyorlar. Şahane bir manzara eşliğinde yaklaşık 20-30 dk. uçuyorsun ve sonrasında Belcekız'a konuyorsun. Bizde Orhun yamaç paraşütü yaptı. Ne de olsa genç, istekli. "Yükseklik korkum var" deyip duruyordu ama uçmaya öyle heves etti ki korkusunun olmadığını öğrenmiş oldu:)
Ölüdeniz, hem sportif olarak hem de kültürel gezi anlamında turistlere bol aktivite sunan bir tatil beldesi. Sportif olup çok tercih edilenlerden biri de atv motor sürüşü. Terkedilmiş eski bir Rum köyü olan Kayaköy'de gruplar halinde yapılıyor. Orhun ona da katıldı. 2 günümüz böyle geçti. O aşağı yukarı birkaç saat sportif eğlencedeyken biz de plajdaydık.
Kayaköy demişken... Bu sefer Kayaköy'e gitmedik. Fakat Fethiye'ye gidenlerin uğramasını tavsiye ederim. Hüzünlü bir hayalet köy burası. Geçmişi M.Ö 3000'lere uzanan bir antik kentin üzerine Ortaçağ'da kurulan köyde 1922 yılındaki mübadeleye kadar Rumlar yaşıyor. Mübadele sonrasında buradan ayrılıp Atina'ya gidiyorlar ve orada Nea Makri'yi kuruyorlar. Maalesef geçtiğimiz günlerdeki Atina yangınında ismi geçen yerlerden biri Nea Makri. Gelmeler, gitmeler, Yunanistan'dan mübadele sonucu getirilen Türkler'in burada yapamaması derken Kayaköy terkedilmiş bir hâle bürünüyor. Görmeli ve tarihten ders almalı. Elimde bana ait bir Kayaköy fotoğrafı yok. Fikir vermesi için, internetten aldığım bir görseli kullanmak isterim.
Bir gün çok keyif aldığımız Dalyan turuna katıldık. Sabah erken saatte bizi Dalyan'a götürdüler. Oradan sazlıkların arasından geçmeye elverişli küçük teknelere dağıldık. Ve tüm gün o teknelerle yaptığımız yolculuk sırasında emeklilik yıllarında nereye yerleşmek istediğimize karar verdik. Dalyan'a! :) Deniz yok, Dalyan Kanalı var ama olsun, denize girmek isteğimiz zaman tekneyle İztuzu plajına gideriz.
Dalyan kanalı, Köyceğiz gölüyle Akdeniz'i birleştiren, sazlıklarla şekillenmiş, yılankavi eğrilerle bezeli bir doğa harikası.
Kanal üzerindeki yolculuğumuzun ilk durağı Sultaniye Kaplıcaları oldu. Orada bol mineralli çamurlara buladık kendimizi. Fakat kaplıcaları kullanmadık. Üçümüzün de aşırı sıcak suyla arası yok. Çamurdan arınmak için Köyceğiz Gölü'ne girdik. Bu sayede tatlı suyun hakikaten kaldırmadığını öğrenmiş olduk. Bilhassa Orhun ve ben. Hafif çaplı boğulma tehlikesi geçiriyorduk öyle söyleyeyim. Orhun deniz gibi düşünüp dalınca zor bela geri çıkabildi. Niyeyse tatlı suyun kaldırma kuvvetinin az olduğu gerçeğini fazla hafife aldık. Bir daha asla bir göle girmem:)
Dalyan gezisinin öğle yemeği molasından sonraki üçüncü durağı İztuzu Kumsalı'ydı.
Yemekten sonra yine atladık teknelerimize ve caretta caretta görme umuduyla gözümüzü sulara dikerek yolculuğa devam ettik. Çünkü en çok İztuzu'na yakın bölgelerde kendilerini gösteriyorlar.
İztuzu onların yumurtalarını bıraktıkları kumsal. Denizlerde gezip tozsalar da mutlaka doğdukları yere dönüp yumurtalarını bırakmaları çok ilginç. Ve bu yüzden İztuzu onlar için de bizim için de çok önemli. 80'li yılların başında burada bir otel yapılmak istenmiş. Dalyan'da yaşayan ve kaplumbağaları gözleyen İngiliz June Haimoff'un önderliğinde otelin yapılmaması için bir kampanya başlatılmış. Kazanan Dalyan halkı, doğa ve tabii ki nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bu sevimli yaratıklar olmuş. Bu müthiş olayı okumak isteyenler "Kaptan June ve Kaplumbağalar" kitabına başvurabilirler. 1922 doğumlu bu güzel insan Türkiye vatandaşı olmuş, deniz kaplumbağaları için vakıf kurmuş ve halâ Dalyan'da yaşıyor. O civarlara yolu düşenlerin görmesi, tanışması mümkün.
Bir zamanlar İztuzu Kumsalı diye bir yer yokmuş. M.Ö.3.yy.'da Rodos'ta yaşanan büyük depremden sonra yatağını değiştiren Dalaman Çayı nedeniyle oluşmuş. Sanki caretta carettalara yuva olmak için yaratılmış. Sihirli bir şey bu! Doğanın müthiş döngüsü!
İztuzu bugün koruma altında. Akşam 20.00 ile sabah 08.00 arası giriş yasak. Çünkü kaplumbağacıklar yaz aylarında yumurtluyorlar, yavrular yaz aylarında ve sonbaharın başında yumurtalardan çıkıyorlar. Yavrular denize ulaşmak için ayışığını takip ediyorlar. Doğal olmayan ışıkla karşılaşıp yollarını şaşırmamaları için akşam giriş yasak. Yumurtaların yerleri belirlenmiş ve işaretlenmiş. O bölgelerden dolunayın parladığı bir gecede bebeciklerin çıkacağını bilmek çok güzeldi.
Belki belli olmamıştır(!) kaplumbağaları çok sevdiğimi söylemeliyim:) Gençliğimde evde su kaplumbağası beslemişliğim bile var. O gün teknemiz İztuzu'na yanaşırken bu sevimli hayvanları gördük. Ama beslemedik, rahatsız etmedik, kendi kendimize sevindik. Sonra plajda işaretli yuvaları gördük, bilgilendirmeleri okuduk. Ardından yüzdük. Kendilerini seviyorum ama yine de yüzerken karşılaşmamak için fazla açılmadım. İşte o şekil bir karşılaşmadan çok korkarım.
İsmine yazılı belgelerde ilk kez M.Ö 6.yy.'da rastlanan Kaunos, doğal şartlar nedeniyle şu an deniz kıyısında yer almasa da kendine ait zaman dilimi içerisinde önemli bir liman kentiydi. Antik kenti ne yazık ki o gün gezip göremedik. Tanrılara yakın olmasını istedikleri ölülerinin hayranlık uyandırıcı kaya mezarlarını izlemekle yetindik.
Bizi tüm gün gezdiren kadın kaptanımızla tam o civarlarda muhabbet etmeye başladık. Kollarında altın bilezikleri, kulaklarında sallantılı altın küpeleri, çiçekli şalvarı, kınalı el ve ayak parmakları ve yeşil gözleriyle çok hoş bir Dalyanlı kadındı. Güneş fazlaca esmerleştirmiş ama olsun. Atatürk imzalı şapkasıyla da dikkatimi çekmişti. Becerikli hali, tavrı bende hayranlık uyandırdı. Ortaokul yaşlarındaki oğluyla çalışıyorlardı. Şu an kafamda derleyip toparlayabiliyorum ama o an tam hakim olamadığım yerel bilgimle "Köyceğiz'de mi yaşıyorsunuz?" dedim. Hayır niye Dalyan değil de Köyceğiz?:) "Yok evimiz şurada" deyip işaret etti. "Antik kent var değil mi orada?" dedim. "Antik kentin hemen yanındayız. Aramız 30 m.falan" dedi. Kıskançlık huyum yoktur ama o an cidden gıpta ettim:) Antik kentin yanında bir ev. Güya yerleşeceğim ya oralara, kışın nasıl geçindiklerini merak ettim. Çiftçilik yaptıklarını söyledi. "Arıcılık, vs. vs. hepsi var" dedi. Tarımdan çok anlarmışım gibi bende gıpta dozu artıyor o sırada. "Çocukların okulu nerede?" dedim. "Bak şurada" deyip karşı kıyıyı gösterdi. Tekne ilerliyor lakin ben sorularımı hep yerinde soruyorum farkındaysanız:) Dönüp baktım. Okul öyle sevimli ki. "Evden tekneyle geçiyor okula" dedi. Ben artık o sırada "Yaaaa! Ne güzeeel!" diye bir tepki verdim. Oğlan veteriner olmak istiyormuş. Dalyan'daki yolculuğumuz bitene kadar oralarda yaşamayı hayâl ettim.
Her şey iyi güzeldi de, içimden "Helâl olsun sana Anadolu kadını. Vay be! İşte Türk kadını!" falan derken yanımızdan tehlikeli ve hızlı şekilde geçen teknenin kaptanına okkalı bir küfür savurmasıyla neye uğradığımı şaşırdım:) Cidden beklemiyordum kendisinden. Onu da samimiyetine verelim artık:)
Daha önce ziyaret etmediyseniz Dalyan'ı görülecekler listesine dahil ediniz efendim. Gerçekten özel bir bölge. Fazlasıyla romantik. Bir bahar vakti, sevdiceğimle, suyun kenarında yer alan pansiyonlardan,otellerden birinde konaklamayı kafama yazdım. Gelen geçen tekneleri seyrederiz, caretta carettaların geçmesini bekleriz, bu sefer göremediğimiz yerlere gideriz.
Ah! Ama konu Ölüdeniz'di değil mi? Civarda böyle böyle ufak tefek gezintiler yaptık işte. Ve aslında daha görülecek çok yer var. Bir gün olmazsa olmaz tekne turuna katıldık. Çeşitli turlar var. Kimi Fethiye'den kalkıyor, kimi Ölüdeniz'den. Biz, otel yönlendiriyor diye "6 Adalar" gezisini tercih ettik. Neyse ki tekne çok kalabalık değildi. Bence bu konuya dikkat etmekte fayda var. Aşırı kalabalıkta suya girip çıkmak hiç mantıklı değil. Türkiye'de değil de geçen sene Kos Adası'nda yanılıp öyle kalabalık bir tura katılmıştık. Hoş olmuyor.
Ölüdeniz'den kalkan teknemiz bizi güzel koylara, adalara götürdü. Kimine kıyısına yanaşmadan tekneden atlaya zıplaya misafir olduk. İki tanesinde ise çokça zaman geçirdik. Bunlardan biri Gemile Adası'ydı. "Gemiler" değil yalnız. "Gemile". Resmi sitelerde orjinali yazdığı halde beğenmeyip sonuna "r" ekleyen çok.
Bir diğer adı St.Nicholas olan adada, en eskisi 5.yy.'a tarihlenen birçok kilise kalıntısı var. Yüzmeyi tercih etmezseniz ya da biraz yüzdükten sonra farklı bir şeyler yapmak isterseniz
küçük bir ücret ödeyip adanın içlerine uzanıyorsunuz. Eğer yanınızdaysa Müzekart'la da giriş yapabilirsiniz.
Tırmandıkça rastladığımız kilise, bazilika, şapel kalıntılarının çokluğu bu adanın bir zamanlar dini açıdan önemli olduğunu vurguluyor.
Gemile'de yükseklere tırmandıkça gözümüzün önüne serilen deniz manzarası ayrı şahane.
Vakit darlığından tepe noktasına çıkamadık ama o kadarı bile bize yetti. Hoş, vakit olsaydı adayı doya doya gezseydim diye düşünmüyor da değilim.
Tekneyle ulaştığımız bir başka özel ve güzel nokta Kelebekler Vadisi'ydi. Önce turkuaz renginde şahane denizi olan kıyıya yanaştık. Hemen arkada yükselen kayalıkların arasındaki vadi, 1.derece doğal SİT alanı ilan edilmiş. Çünkü 80'den fazla çeşit türde kelebeğe ev sahipliği yapıyor ve endemik bitki örtüsü oldukça zengin.
Vadinin hakkını verebilmek için Faralya köyüne zorlu bir tırmanış yapmak gerekiyor. O sırada buna vaktimiz yetmeyeceği için vadi içine girmedik. Yukarıdan inerken durum nedir bilmiyorum ama bu noktadan giriş ufak bir ücrete tabii. Hemen o noktada yer alan kafeye oturduk. Önümüzde şahane bir denizin, arkamızda kuş sesleriyle şenlenen yeşil bir vadinin varlığı o an doğanın bize sunduğu bir terapi gibiydi.
Kelebekler Vadisi'nde konaklamak mümkün. Tabii ki burada lüks oteller yok. Kamp alanı, bungalovlar, doğaya uygun yaşamak, bunu kabul etmek var. Meraklısı için çok çok keyifli.
Kelebekler Vadisi'nden Faralya Köyü'ne tırmanamadık belki ama kafayı köye taktığım için bir başka sabah atladık minibüse, kahvaltıya gittik. Şoföre "Köyün merkezinde inelim" dediğimizde "Merkez yok, çarşımız falan yok, böyle yol boyu uzanıyor" dedi. Çıkmadan önce internetten hızlıca kahvaltı mekanlarına bakmıştım, "O zaman Yörükler Evi'nde inelim" dedim.
Yörükler Evi'nde güzel bir kahvaltı yaptık. Manzaramız dört dörtlüktü. Erken saatlerde gittiğimiz için önce bizden başka kimse yoktu. Altın zamanlardı. Koca bir yıl büyük şehir gürültüsüyle dolmuş kafamız rahat etti, bayram etti.
Malûm futbolda bu sene Dünya Kupası maçları vardı. İngiltere ile Hırvatistan'ın karşılaşacağı ve kazananın finale çıkacağı gün Ölüdeniz'de olmak güzeldi. İngilizlerin daha çok Hisarönü'nde takıldıklarını biliyoruz. O akşam maçı seyretmeye Hisarönü'ne gittik. Etraf müthiş şenlikliydi.
Her yere bayraklar asılmış, bağıra bağıra tezahürat yapıyorlar. "It's coming home!" :)
Eşim ve ben Hırvatistan'ı tutuyoruz. Orhun arada çünkü İngiliz arkadaşı çok. Plajda kumlara serdiğimiz havlumuz bile Hırvatistan haritası desenli:) 2012'de Hırvatistan'ı arabayla boydan boya gezmiştik, Hırvatlar'ı çok seviyoruz. Gel gör ki insan o gün hevesli İngilizler'in içinde "Yazık acaba bunlar mı kazansa?" diye düşünmeden edemiyor. Ortada kalarak seyrettik maçı. Kaybettiler. Coşmadan taşmadan kabullendiler, takımlarını alkışladılar. Bizim için güzel bir anı oldu.
Bir haftalık süre içerisinde Fethiye merkeze inmeye fırsat bulamadık. Güya bir akşam balık haline gidip taze balık yiyecektik. Gezmede değil de Ölüdeniz'de olduğumuz zaman denizi nispeten erken bırakıp, hazırlanıp Fethiye'ye gitmek zor geldi. Yıl içerisinde tuzlu suyla buluştuğumuz zamanlar zaten kısıtlı ve ben yüzmeyi çok seviyorum. Ama denizde yüzmeyi. Havuzda değil.
Yemek işlerini çoklukla Ölüdeniz'de hallettik. Sahil kenarında uzanan çok keyifli restoranlar, kafeler var. "Terrace" gibi, "Şey" gibi. Fiyatların pek uygun olduğu söylenemez ama el yakacak cinsten de değiller. 2 gece Hisarönü'ne gittik. Hepsinde menü karmaşık. Kebap da var, balık da, pizza da. Karma menülerden verim alınacağını düşünmem aslında ama tatil boyunca tattığımız her şeyden memnun kaldık. Bir gün, internette ismine çok sık rastladığım ve orada da tavsiye edilen Cinbal'a gittik. Burası bahçe içinde bir "kendin pişir-kendin ye" mekânı. Yabancılar da mangalın ve rakının tadını almış olacaklar ki çok sayıda yabancı müşterisi de var. Üzerinize sinen mangal kokusundan rahatsız olmazsanız keyifli bir mekân. Ama gitmeden rezervasyon yaptırmakta fayda var.
Ölüdeniz esnafını rahat ve sıcakkanlı buldum. Bir gün bir kadının esnaftan şikayetçi olduğunu duydum, söylenip duruyordu ama bize mi hep böyle denk geliyor bilmem yine bir yerden memnun ayrıldım:) Burada da güleryüzle karşılandık. Esnaf, garsonlar, rehberler yani hizmet sektöründeki herkesin davranışı olması gerektiği gibiydi. Rahat ettik. Özellikle Hisarönü'nde restoranlarda genellikle yabancı müşteriler olduğu halde "biz zaten bunlardan para kazanıyoruz, yerli turist olmasa da olur" gibi bir mantık görmedim ve memnum oldum, ilgi gayet yerindeydi. "Normali bu değil mi?" diyebilirsiniz ama sinekten yağ çıkarmanın, küçük hesaplar peşinde koşmanın çok olduğu bir devirde bahsettiğim davranışlarla karşılaşmadığımızı kimse iddia edemez.
Ölüdeniz'de gözüme batan tek şey, kara yağız esmer delikanlıların müşteri çekmek için barlarda, publarda bazen kapının önüne dizilip, bazen masalara tezgâhlara çıkıp tatil şarkılarıyla tuhaf tuhaf dans etmeleriydi. Çok yorum yapasım var da şu an yapmasam iyi olur. Yorumlarımda haklı olacağım da belirsiz zaten, çünkü olayı tam çözemedim:) Bir bu, bir de İngilizler'in karaoke aşkı beni bitirdi. Bayılıyorlar karaokeye, her yerde karaoke.
İşte böyle. Su gibi geçip giden bir seyahat daha. Yaz gelince insan deniz arıyor, tuzlu suyla buluşmak istiyor, kışın yorgunluğunu atmak istiyor, günbatımında dışarıda olmak istiyor.
Klişe olacak ama bu güzel bir klişe, şahane bir ülkemiz var. Kimileri az bir alan dahi olsa denize hasretken bizim doya doya tadını çıkarabileceğimiz sahillerimiz var. Dilerim kıymetini bilelim,
hor kullanmayalım, biz de bol bol gezelim, çokça da turist gelsin, tanıtalım. Ve dilerim -henüz yaz bitmedi- isteyen herkes gönlündeki tatile, hayattan çalınan o birkaç avare güne kavuşsun.
Muğla ne kadar özel bir şehir değil mi? O gün Dalaman'da havaalanından çıkarken bunu düşündüm. Uçaktan inenlerin Fethiye'ye, Datça'ya, Kaş'a, Dalyan'a, Marmaris'e dağılması şahane bir şey. Kendi havaalanı olan Bodrum'u da buna eklersek ne kadar özel bir bölgede olduğumuzu anlarız. Biz Fethiye'ye yönelenlerdendik. Oradan da Ölüdeniz'e. Tüm tatil için ya da sadece birkaç günlüğüne araba kiralamayı çok düşündük ama zaten gez gez bitirilemeyecek bir bölgede olduğumuz için aklımızın birçok yerde kalacağını hesap ettik ve çok dağılmayıp Ölüdeniz'in hakkını verelim dedik, kiralama işinden vazgeçtik. Bunu bir de şunun için söylüyorum, uçaktan inince tıpış tıpış Havaş servisine bindik. Ver elini Fethiye. Fethiye'den Ölüdeniz'e de taksi yolculuğu. Havaş servisine binince beklemeyi saymazsak ortalama 1 saatlik bir süre.
Orhun ortaokula başladığından beri, yani uzun bir süredir büyük otellerde konaklamıyoruz. Neticede çocuk oyalayacak mini kulüplere ve yemek işini her an çabucak halledebileceğimiz
"her şey dahil" sisteme ihtiyacımız kalmadı. Çok şükür!:) Bu cidden zorunluluktu. Tamam küçük çocuğuyla seyyah modunda gezenler de var ama bize zor gelmiş demek ki. Ne zaman ki çocuk büyüdü, her şey dahil sisteme elveda dedik ve özgürlüğümüze kavuştuk. Bir hafta boyunca konakladığımız oda-kahvaltı konseptli otelimiz Ölüdeniz'in Belcekız mevkisinde alışveriş caddesinde yer alıyordu ve plaja sadece 50 m. uzaklıktaydı. Konumumuz şahaneydi yani.
Ölüdeniz-Belcekız Plajı |
ve 22 seneden sonra ilk defa Ölüdeniz sularında yüzdük. Orhun içinse ilk oldu.
Fethiye'ye ilk kez 22 sene önce bir senelik evliyken gelmiştik. Güzel bir tatildi. Epeyi gezmiştik. O zaman çok genciz tabii, gençliğimizle acemiliğimizle sevildik herhalde, Çalış bölgesinde kaldığımız otelin sahibi bizi Kayaköy'e götürmüştü. Tekne turunda tanıştığımız Amerika'da yaşayan bir çift de ertesi gün Ölüdeniz'e gideceklerini söyleyip bizi de gezilerine dahil etmişlerdi. O zaman sosyal medya yok, internet kısıtlı, iletişim şimdiki gibi devam etmedi tabii. New York'a gidersek aramamız için telefon numaralarını verdiler ama kaybettik. Zaten halâ New York'a da gitmedik:) Orlando seyahati oldu ama New York olmadı henüz. Bizi Kayaköy'e götüren otel sahibi Ali Bey'e de 5-6 yıl sonra yine Fethiye'de rastladık. Orhun küçük olduğu için gezmediğimiz ve otelden çıkmadığımız bir tatildeydik. Birbirimizi tanıdık. Sohbet muhabbet... Hollandalı bir kadınla evlenmiş, oteli kapatmış ve o ülkeye yerleşmiş. Uzattım ama insanın aklına geliveriyor bunlar.
Bu da böyle bir gezi yazısı olsun.
Ayrı kaldığımız zaman içerisinde Ölüdeniz enfes turkuaz rengini korumuş. Kumburnu'ndaki sakin kısımlar hariç hafif dalgalı. İlk gün akşam üzerine doğru plaja inmemiz, daimi yaşayanların ya da yazlık evi olanların aynı eylemi gerçekleştirdikleri saate denk geldi. Erken saatlerden itibaren denizin tadını çıkarmaya başlayanlar bizim gibi tatilciler. Diğer grup ilerleyen saatlerde şemsiyeleriyle, yiyecek sepetleriyle plaja iniveriyorlar. Yerli yabancı karışık. Bilindiği gibi
her ne kadar darbe girişiminden sonra evlerini satışa çıkaranlar olsa da halâ Fethiye'de, Ölüdeniz'de -özellikle Hisarönü mevkisinde- yaşayan çok sayıda İngiliz var.
Dünyaca ünlü Ölüdeniz fotoğraflarında asıl gördüğümüz kısım Kumburnu. Belcekız'ın
1 km.kadar ilerisinde. Aynı zamanda buraya Blue Lagoon da deniyor çünkü burada gerçekten bir lagün var. Bir taraf Ölüdeniz'e açılan plaj, diğer taraf küçük bir göl görünümündeki lagün.
Tamamı sit alanı, tamamı tabiat parkı. Giriş ücrete tabii ve yetişkinler için 7 lira.
Kalabalık olan lagün kısmı |
Kumburnu'nun nispeten daha az kalabalık olan Ölüdeniz kısmı |
Yamaç paraşütü, cesaret edebilenler için Ölüdeniz'de en sevilen aktivite. Gökyüzü her daim rengârenk paraşütlerle dolu. İsteklileri ve tabii bunun için bütçe ayıranları toplayıp Babadağ'a çıkarıyorlar, yaklaşık 2000 m.yükseklikten yolcu ediyorlar. Şahane bir manzara eşliğinde yaklaşık 20-30 dk. uçuyorsun ve sonrasında Belcekız'a konuyorsun. Bizde Orhun yamaç paraşütü yaptı. Ne de olsa genç, istekli. "Yükseklik korkum var" deyip duruyordu ama uçmaya öyle heves etti ki korkusunun olmadığını öğrenmiş oldu:)
Ölüdeniz, hem sportif olarak hem de kültürel gezi anlamında turistlere bol aktivite sunan bir tatil beldesi. Sportif olup çok tercih edilenlerden biri de atv motor sürüşü. Terkedilmiş eski bir Rum köyü olan Kayaköy'de gruplar halinde yapılıyor. Orhun ona da katıldı. 2 günümüz böyle geçti. O aşağı yukarı birkaç saat sportif eğlencedeyken biz de plajdaydık.
Başlangıç noktası. Kayaköy'e girmeden önce hazırlık. |
Kayaköy. Görsel:fethiye.gov.tr |
Dalyan kanalı, Köyceğiz gölüyle Akdeniz'i birleştiren, sazlıklarla şekillenmiş, yılankavi eğrilerle bezeli bir doğa harikası.
Kanal üzerindeki yolculuğumuzun ilk durağı Sultaniye Kaplıcaları oldu. Orada bol mineralli çamurlara buladık kendimizi. Fakat kaplıcaları kullanmadık. Üçümüzün de aşırı sıcak suyla arası yok. Çamurdan arınmak için Köyceğiz Gölü'ne girdik. Bu sayede tatlı suyun hakikaten kaldırmadığını öğrenmiş olduk. Bilhassa Orhun ve ben. Hafif çaplı boğulma tehlikesi geçiriyorduk öyle söyleyeyim. Orhun deniz gibi düşünüp dalınca zor bela geri çıkabildi. Niyeyse tatlı suyun kaldırma kuvvetinin az olduğu gerçeğini fazla hafife aldık. Bir daha asla bir göle girmem:)
Dalyan gezisinin öğle yemeği molasından sonraki üçüncü durağı İztuzu Kumsalı'ydı.
Yemekten sonra yine atladık teknelerimize ve caretta caretta görme umuduyla gözümüzü sulara dikerek yolculuğa devam ettik. Çünkü en çok İztuzu'na yakın bölgelerde kendilerini gösteriyorlar.
İztuzu'na yanaşılan iskelede kaplumbağa görme hevesiyle bekleyenler |
İztuzu onların yumurtalarını bıraktıkları kumsal. Denizlerde gezip tozsalar da mutlaka doğdukları yere dönüp yumurtalarını bırakmaları çok ilginç. Ve bu yüzden İztuzu onlar için de bizim için de çok önemli. 80'li yılların başında burada bir otel yapılmak istenmiş. Dalyan'da yaşayan ve kaplumbağaları gözleyen İngiliz June Haimoff'un önderliğinde otelin yapılmaması için bir kampanya başlatılmış. Kazanan Dalyan halkı, doğa ve tabii ki nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bu sevimli yaratıklar olmuş. Bu müthiş olayı okumak isteyenler "Kaptan June ve Kaplumbağalar" kitabına başvurabilirler. 1922 doğumlu bu güzel insan Türkiye vatandaşı olmuş, deniz kaplumbağaları için vakıf kurmuş ve halâ Dalyan'da yaşıyor. O civarlara yolu düşenlerin görmesi, tanışması mümkün.
Bir zamanlar İztuzu Kumsalı diye bir yer yokmuş. M.Ö.3.yy.'da Rodos'ta yaşanan büyük depremden sonra yatağını değiştiren Dalaman Çayı nedeniyle oluşmuş. Sanki caretta carettalara yuva olmak için yaratılmış. Sihirli bir şey bu! Doğanın müthiş döngüsü!
Şemsiyelerle kıyıdakiler arasındaki boşluğa dikkat! Orada yumurtalar var. |
Burada yumurta var |
İşte tekneyle seyrederken gördüğüm caretta caretta. Ben mutlu ben mesut! |
İztuzu'nda verilen bir-iki saatlik mola çok keyifli geçti. Dalyan kanalındaki güzelim dönüş yolculuğu sırasında Kral Mezarları'nı izledik. Dalyan kasabasının karşı kıyısında yer alan Kaunos antik kenti krallarına ait mezarlar bunlar.
İsmine yazılı belgelerde ilk kez M.Ö 6.yy.'da rastlanan Kaunos, doğal şartlar nedeniyle şu an deniz kıyısında yer almasa da kendine ait zaman dilimi içerisinde önemli bir liman kentiydi. Antik kenti ne yazık ki o gün gezip göremedik. Tanrılara yakın olmasını istedikleri ölülerinin hayranlık uyandırıcı kaya mezarlarını izlemekle yetindik.
Bizi tüm gün gezdiren kadın kaptanımızla tam o civarlarda muhabbet etmeye başladık. Kollarında altın bilezikleri, kulaklarında sallantılı altın küpeleri, çiçekli şalvarı, kınalı el ve ayak parmakları ve yeşil gözleriyle çok hoş bir Dalyanlı kadındı. Güneş fazlaca esmerleştirmiş ama olsun. Atatürk imzalı şapkasıyla da dikkatimi çekmişti. Becerikli hali, tavrı bende hayranlık uyandırdı. Ortaokul yaşlarındaki oğluyla çalışıyorlardı. Şu an kafamda derleyip toparlayabiliyorum ama o an tam hakim olamadığım yerel bilgimle "Köyceğiz'de mi yaşıyorsunuz?" dedim. Hayır niye Dalyan değil de Köyceğiz?:) "Yok evimiz şurada" deyip işaret etti. "Antik kent var değil mi orada?" dedim. "Antik kentin hemen yanındayız. Aramız 30 m.falan" dedi. Kıskançlık huyum yoktur ama o an cidden gıpta ettim:) Antik kentin yanında bir ev. Güya yerleşeceğim ya oralara, kışın nasıl geçindiklerini merak ettim. Çiftçilik yaptıklarını söyledi. "Arıcılık, vs. vs. hepsi var" dedi. Tarımdan çok anlarmışım gibi bende gıpta dozu artıyor o sırada. "Çocukların okulu nerede?" dedim. "Bak şurada" deyip karşı kıyıyı gösterdi. Tekne ilerliyor lakin ben sorularımı hep yerinde soruyorum farkındaysanız:) Dönüp baktım. Okul öyle sevimli ki. "Evden tekneyle geçiyor okula" dedi. Ben artık o sırada "Yaaaa! Ne güzeeel!" diye bir tepki verdim. Oğlan veteriner olmak istiyormuş. Dalyan'daki yolculuğumuz bitene kadar oralarda yaşamayı hayâl ettim.
Her şey iyi güzeldi de, içimden "Helâl olsun sana Anadolu kadını. Vay be! İşte Türk kadını!" falan derken yanımızdan tehlikeli ve hızlı şekilde geçen teknenin kaptanına okkalı bir küfür savurmasıyla neye uğradığımı şaşırdım:) Cidden beklemiyordum kendisinden. Onu da samimiyetine verelim artık:)
Daha önce ziyaret etmediyseniz Dalyan'ı görülecekler listesine dahil ediniz efendim. Gerçekten özel bir bölge. Fazlasıyla romantik. Bir bahar vakti, sevdiceğimle, suyun kenarında yer alan pansiyonlardan,otellerden birinde konaklamayı kafama yazdım. Gelen geçen tekneleri seyrederiz, caretta carettaların geçmesini bekleriz, bu sefer göremediğimiz yerlere gideriz.
Ah! Ama konu Ölüdeniz'di değil mi? Civarda böyle böyle ufak tefek gezintiler yaptık işte. Ve aslında daha görülecek çok yer var. Bir gün olmazsa olmaz tekne turuna katıldık. Çeşitli turlar var. Kimi Fethiye'den kalkıyor, kimi Ölüdeniz'den. Biz, otel yönlendiriyor diye "6 Adalar" gezisini tercih ettik. Neyse ki tekne çok kalabalık değildi. Bence bu konuya dikkat etmekte fayda var. Aşırı kalabalıkta suya girip çıkmak hiç mantıklı değil. Türkiye'de değil de geçen sene Kos Adası'nda yanılıp öyle kalabalık bir tura katılmıştık. Hoş olmuyor.
Ölüdeniz'den kalkan teknemiz bizi güzel koylara, adalara götürdü. Kimine kıyısına yanaşmadan tekneden atlaya zıplaya misafir olduk. İki tanesinde ise çokça zaman geçirdik. Bunlardan biri Gemile Adası'ydı. "Gemiler" değil yalnız. "Gemile". Resmi sitelerde orjinali yazdığı halde beğenmeyip sonuna "r" ekleyen çok.
Bir diğer adı St.Nicholas olan adada, en eskisi 5.yy.'a tarihlenen birçok kilise kalıntısı var. Yüzmeyi tercih etmezseniz ya da biraz yüzdükten sonra farklı bir şeyler yapmak isterseniz
küçük bir ücret ödeyip adanın içlerine uzanıyorsunuz. Eğer yanınızdaysa Müzekart'la da giriş yapabilirsiniz.
Tırmandıkça rastladığımız kilise, bazilika, şapel kalıntılarının çokluğu bu adanın bir zamanlar dini açıdan önemli olduğunu vurguluyor.
Gemile'de yükseklere tırmandıkça gözümüzün önüne serilen deniz manzarası ayrı şahane.
Vakit darlığından tepe noktasına çıkamadık ama o kadarı bile bize yetti. Hoş, vakit olsaydı adayı doya doya gezseydim diye düşünmüyor da değilim.
Gemile |
Vadinin hakkını verebilmek için Faralya köyüne zorlu bir tırmanış yapmak gerekiyor. O sırada buna vaktimiz yetmeyeceği için vadi içine girmedik. Yukarıdan inerken durum nedir bilmiyorum ama bu noktadan giriş ufak bir ücrete tabii. Hemen o noktada yer alan kafeye oturduk. Önümüzde şahane bir denizin, arkamızda kuş sesleriyle şenlenen yeşil bir vadinin varlığı o an doğanın bize sunduğu bir terapi gibiydi.
Kelebekler Vadisi'nde konaklamak mümkün. Tabii ki burada lüks oteller yok. Kamp alanı, bungalovlar, doğaya uygun yaşamak, bunu kabul etmek var. Meraklısı için çok çok keyifli.
Kelebekler Vadisi'nden Faralya Köyü'ne tırmanamadık belki ama kafayı köye taktığım için bir başka sabah atladık minibüse, kahvaltıya gittik. Şoföre "Köyün merkezinde inelim" dediğimizde "Merkez yok, çarşımız falan yok, böyle yol boyu uzanıyor" dedi. Çıkmadan önce internetten hızlıca kahvaltı mekanlarına bakmıştım, "O zaman Yörükler Evi'nde inelim" dedim.
Yörükler Evi'nde güzel bir kahvaltı yaptık. Manzaramız dört dörtlüktü. Erken saatlerde gittiğimiz için önce bizden başka kimse yoktu. Altın zamanlardı. Koca bir yıl büyük şehir gürültüsüyle dolmuş kafamız rahat etti, bayram etti.
Bir gün Kelebekler Vadisi'ni aşıp Faralya'ya çıkmak. Bunu da yazdım listeye:)
Malûm futbolda bu sene Dünya Kupası maçları vardı. İngiltere ile Hırvatistan'ın karşılaşacağı ve kazananın finale çıkacağı gün Ölüdeniz'de olmak güzeldi. İngilizlerin daha çok Hisarönü'nde takıldıklarını biliyoruz. O akşam maçı seyretmeye Hisarönü'ne gittik. Etraf müthiş şenlikliydi.
Her yere bayraklar asılmış, bağıra bağıra tezahürat yapıyorlar. "It's coming home!" :)
Eşim ve ben Hırvatistan'ı tutuyoruz. Orhun arada çünkü İngiliz arkadaşı çok. Plajda kumlara serdiğimiz havlumuz bile Hırvatistan haritası desenli:) 2012'de Hırvatistan'ı arabayla boydan boya gezmiştik, Hırvatlar'ı çok seviyoruz. Gel gör ki insan o gün hevesli İngilizler'in içinde "Yazık acaba bunlar mı kazansa?" diye düşünmeden edemiyor. Ortada kalarak seyrettik maçı. Kaybettiler. Coşmadan taşmadan kabullendiler, takımlarını alkışladılar. Bizim için güzel bir anı oldu.
Bir haftalık süre içerisinde Fethiye merkeze inmeye fırsat bulamadık. Güya bir akşam balık haline gidip taze balık yiyecektik. Gezmede değil de Ölüdeniz'de olduğumuz zaman denizi nispeten erken bırakıp, hazırlanıp Fethiye'ye gitmek zor geldi. Yıl içerisinde tuzlu suyla buluştuğumuz zamanlar zaten kısıtlı ve ben yüzmeyi çok seviyorum. Ama denizde yüzmeyi. Havuzda değil.
Yemek işlerini çoklukla Ölüdeniz'de hallettik. Sahil kenarında uzanan çok keyifli restoranlar, kafeler var. "Terrace" gibi, "Şey" gibi. Fiyatların pek uygun olduğu söylenemez ama el yakacak cinsten de değiller. 2 gece Hisarönü'ne gittik. Hepsinde menü karmaşık. Kebap da var, balık da, pizza da. Karma menülerden verim alınacağını düşünmem aslında ama tatil boyunca tattığımız her şeyden memnun kaldık. Bir gün, internette ismine çok sık rastladığım ve orada da tavsiye edilen Cinbal'a gittik. Burası bahçe içinde bir "kendin pişir-kendin ye" mekânı. Yabancılar da mangalın ve rakının tadını almış olacaklar ki çok sayıda yabancı müşterisi de var. Üzerinize sinen mangal kokusundan rahatsız olmazsanız keyifli bir mekân. Ama gitmeden rezervasyon yaptırmakta fayda var.
Ölüdeniz esnafını rahat ve sıcakkanlı buldum. Bir gün bir kadının esnaftan şikayetçi olduğunu duydum, söylenip duruyordu ama bize mi hep böyle denk geliyor bilmem yine bir yerden memnun ayrıldım:) Burada da güleryüzle karşılandık. Esnaf, garsonlar, rehberler yani hizmet sektöründeki herkesin davranışı olması gerektiği gibiydi. Rahat ettik. Özellikle Hisarönü'nde restoranlarda genellikle yabancı müşteriler olduğu halde "biz zaten bunlardan para kazanıyoruz, yerli turist olmasa da olur" gibi bir mantık görmedim ve memnum oldum, ilgi gayet yerindeydi. "Normali bu değil mi?" diyebilirsiniz ama sinekten yağ çıkarmanın, küçük hesaplar peşinde koşmanın çok olduğu bir devirde bahsettiğim davranışlarla karşılaşmadığımızı kimse iddia edemez.
Hisarönü |
İşte böyle. Su gibi geçip giden bir seyahat daha. Yaz gelince insan deniz arıyor, tuzlu suyla buluşmak istiyor, kışın yorgunluğunu atmak istiyor, günbatımında dışarıda olmak istiyor.
Klişe olacak ama bu güzel bir klişe, şahane bir ülkemiz var. Kimileri az bir alan dahi olsa denize hasretken bizim doya doya tadını çıkarabileceğimiz sahillerimiz var. Dilerim kıymetini bilelim,
hor kullanmayalım, biz de bol bol gezelim, çokça da turist gelsin, tanıtalım. Ve dilerim -henüz yaz bitmedi- isteyen herkes gönlündeki tatile, hayattan çalınan o birkaç avare güne kavuşsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)