31 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (18)

   ALBRECHT DURER (1471 - 1528) - ADEM VE HAVVA

   Bu hafta yazıya konu olan eser yağlı boya bir tablo değil, bir gravür. Okuma listesinde siyah-beyaz görünümüne aldanıp tıklamadan geçilmez umarım. Zira konu çok enteresan. Benden söylemesi... 
    1471, Nürnberg doğumlu Alman Rönesans sanatçısı Albrecht Dürer, Flemenk ve İtalyan resim sanatının farklı özelliklerini birleştirerek Kuzey Avrupa'da devrim yaratmış önemli bir sanatçı. Tam bir Rönesans insanı. Araştıran, inceleyen, üreten, farklı düşünen, dünyaya açık... Çağının önemli ismi Leonardo da Vinci ile karşılaştırılan yönleri var. İki sanatçının tanışıp tanışmadığı konusu net değil ancak görüştükleri düşünülüyor. Dürer'in babası Macaristan'dan Nürnberg'e gelmiş başarılı bir kuyumcu. O yüzden sanatçı ilk olarak babasının atölyesinde çalışıyor. Ancak resme olan tutkusu tamamen bu alana yönelmesinde ve ailesinin onu desteklemesinde etkili oluyor. Rönesans aydınlanmasını yaşayan Avrupa'daki durumu görmek için erken yaşlardan itibaren bolca seyahat ediyor Dürer. Yüksek sanatın asıl adresi İtalya'da da bulunuyor. Ama hep Nürnberg'e dönüyor. Annesine, babasına düşkün, çok anlaşamasa da karısına karşı sorumluluğunu göz ardı etmeyen bir karakter. Nürnberg'e de bağlı. Nürnberg bir ticaret kenti. Bu yüzden refah içinde. Dolayısıyla sanatta, bilimde rahat bir ortam söz konusu. Ve Dürer ilerleyen yaşında kentin en çok sözü dinlenen isimlerinden biri... Zeki, ilgi çekici, etkileyici bir insan Dürer. Giyimine, saçlarının biçimine önem verdiği biliniyor ki oto-portrelerinde bunu gözlemek mümkün. "Portreler" isimli kitabında Dürer'in kendini resimlemesinin analizini yapan John Berger şöyle diyor: "Dürer kendi suretiyle sürekli meşgul olan ilk ressamdı. Ondan önce hiçbir sanatçı onun kadar çok yapmadı kendi portresini. İlk işleri arasında 13 yaşındayken gümüş kalemle çizdiği bir resmi vardır. Bu çizim onun dahi olduğunun bir kanıtıydı; kendisiyse suretini şaşırtıcı ve unutulmaz bulmuştu". Dış görünüşünde sıra dışı olabilir ancak hareketlerde aşırılığı sevmiyor, dışa dönük bilinse de bunda asla ölçüyü kaçırmıyor. İç dünyası huzursuz. Can sıkıntısı, baş ağrısı, uykusuzluk çeken bir melankolik o. Merak eden bir insan olarak melankolinin sebebini de araştırıyor. Yazının görseli "Adem ve Havva'nın" hikâyesi de burada başlıyor. 
    "Adem ve Havva" bir gravür. Yani ahşap, taş veya metal üzerine kazıyarak, döverek vb. şekillerde işlenen resmin mürekkeple sıvanıp kağıda bastırılması tekniği. Dürer'in yaşadığı dönemde Nürnberg'de ahşap baskı başta olmak üzere baskı teknikleri fazlasıyla gelişmiş. Yağlı boya tablolarıyla da tanıdığımız sanatçı, gravür konusunda usta isimlerden. Onu resme yardımcı bir teknik olarak değil, üzerinde özenle çalıştığı ayrı bir iş olarak görüyor. Dürer'in "Adem ve Havva" gravürü, tekniğin zorluğuna rağmen başarıyla verilen görsel ayrıntılar bir yana, simgesel anlatımıyla ilgi çeken bir eser. İnsan vücudundaki dört akışkanın sebep olduğu duygu durumlarını aktarıyor. Bunlardan biri de melankoli. 
    Dürer, araştırmacı kişiliğinin ve melankolik yapısının etkisiyle Geç Orta Çağ tıbbının en yaygın teorilerinden biri olan "Dört Salgı Teorisi" üzerinde uzun yıllar çalışmış. Sadece bu gravürde değil başka eserlerinde de bu konuya yer vermiş. Dört Salgı Teorisi'nin bir diğer adı Dört Mizaç Teorisi. Çünkü klasik eski çağların sonlarında, insanı oluşturan dört akışkanın, dört mizacı belirlediğine inanılmış. Bu dört akışkan: sarı safra, kara safra, kan ve balgam. Sarı safra, ateşle özdeşleştirilerek, ateşin özelliklerinden kuruluk ve sıcaklıkla anılmış. Gün ortasını ve yaz mevsimini simgelemiş. Balgam, soğuk ve nemli olduğu için geceyle ve olgun yaşla özdeşleştirilmiş. Kan, nemli ve ılık. Bu yüzden bahar, gençlik ve sabaha denk geliyor. Kara safra ise kaynağını soğukluk ve kuruluktan alıyor, Eski Yunanca'da "Melankoli" anlamına geliyor. Sonbahar, akşam ve altmış yaş ile özdeşleştiriliyor. Sağlıklı bir insanda bu dört akışkan da mevcut. Ancak birinin daha baskın olduğu ve kişinin karakterini baskın olan akışkanın belirlediği söyleniyor. Hangisi baskınsa ona göre soğukkanlı, karamsar, öfkeli veya canlı oluyoruz. Ayrıca herhangi bir nedenle bu sıvılardan biri fazla salgılanırsa hastalanıyoruz. Melankolik mizaç, inanışa göre hastalanmaya en yatkın olanı. Dürer, melankolik bir mizaca sahip olduğundan, hastalıklarının ve rahatsızlıklarının vücudundaki kara safra fazlalığından kaynaklandığını düşünüyor. Dalağından rahatsız olduğu sırada safranın dışarı akmış olması bu düşüncelerini pekiştiriyor. Ancak bir bakıma kendini şanslı sayıyor çünkü kara safra fazlalığı onu melankolik yapsa da kederli ve sıkıntılı zamanlarında daha iyi üretiyor. Örneğin İsa'nın acılarını görselleştirdiği resimlerinde, İsa'nın acılarıyla özdeşleşebildiği için başarılı olduğunu söylüyor. 
    Adem ve Havva'ya gelince... Kadını ve erkeği klasik bir cennet bahçesinde görmekteyiz. İnsan vücudunun ideal güzelliği üzerine de çalışmalar yapan sanatçı, bu çalışmalarının ürünü olan iki figürü sağ ve sol taraflarda simetrik olarak konumlandırmış. İkisi de vücut ağırlıklarını bir bacakları üzerine vermişler. Adem, yukarıya doğru kaldırdığı elinde Üvez ağacının dalını tutmakta. Üvez ağacı, hayat ağacı kabul edilen, simyada sıkça ismi geçen bir ağaç. Havva, bir eliyle ortalarında yer alan ağaçtaki yılana yasak elmanın bir parçasını uzatmakta. Orman görüntüsü içinde, yılanın haricinde çeşitli hayvanlar dikkat çekmekte. Bunlar Dürer tarafından kompozisyona özenle yerleştirilmişler. Çünkü bu hayvanlar insana dair dört duyguyu temsil ediyorlar. Sağda yer alan boğa, soğukkanlılığı; Havva ile ağaç arasındaki tavşan, canlılığı; ağaçların arkasındaki geyik, karamsarlığı; Adem'in ayağıyla kuyruğuna basarak sabitlediği fareye atlamaya hazır kedi ise öfkeli mizacı temsil etmekte. Dürer, Adem'in eline tutuşturduğu imzasıyla, teorisinin doğruluğuna inanmamızı ister gibi. Sanatçı 1504 tarihli bu gravürden sonra da dört mizacı simgeleyen eserler oluşturmaya devam etmiş. "Melankoli I" isimli gravür çalışması bugün dahi tartışılıyor, simgelerinin çözülmesi için çalışılıyor. "Dört Havari" isimli yağlı boya eser de yine dört mizaç üzerine kurulu olanlardan biri. 
    Konusunu bir kenara bıraktığımızda, teknik olarak Adem ve Havva gravüründe sanatçının bitki, tüy, deri gibi dokuları ayırt etmemizi sağlayan bir başarıya imza attığını söyleyebiliriz. Bitkilerin ve hayvanların gerçekçi görünümleri de gravürde oluşturması zor bir başarı. Dürer, insanların iç dünyasını nasıl merakla çözmeye çalıştıysa, dış dünyayı da bir o kadar ilgiyle araştırmış bir karakter. Ağaçları, bitkileri, hayvanları incelemiş ve bıkmadan usanmadan defalarca çizmiş. İnsan anatomisi üzerine de çalışmış. İlginç hayvanlar görmek için tehlikeli deniz yolculuklarına çıkacak kadar tutkulu. Egzotik olanın peşinde. Doğanın tuhaflıkları onun radarında. İlerleyen yıllarda meydana getirdiği manzara resimleri çağının ötesinde özellikler taşıyor. Çünkü doğanın ruhunu hissetmiş bir sanatçının aktarımları onlar. Ve portreleri... Mizacın, ruhsal hallerin bedene nasıl yansıdığının görselleşmiş örnekleri. Yaşlılığın, gençliğin, bilgeliğin, öfkenin, yorgunluğun, melankolinin, dinginliğin, kaygının, sabrın ve daha bir çok insan halinin Dürer'in zihninden ve ellerinden akışı... Ayrıca onlarca kez resimlediği Meryem ve Çocuk İsa... Meryem ve Çocuk İsa resimleri sanatçının üslupsal gelişimini anlatan örnekler olduğu gibi anne-bebek psikolojisini, kadının annelik durumunu yeniden yeniden ele aldığı anlatılar. 
    Dürer'i büyük bir sanatçı yapan doğuştan gelen zekası ve araştırmacı ruhu mudur yoksa bireyin, düşüncenin, yeniliğin önem kazandığı Rönesans çağında varlıklı bir kentte, destekleyici bir ailede doğmuş olması mı? Öyle bir dönem ki Da Vinci gibi bir örnekle aynı çağda yaşıyorsun; Martin Luther'le, Erasmus'la tanışıyorsun; I.Maximillian'ın korumasındasın; V.Karl'ın taç giyme törenine davetli olanlardan birisin vs.vs.vs. Doğru zamanda doğru yerde bir melankolik. Çalkantılı ruh durumuna rağmen bunun farkında ve çözümünde, anlayışlı, zeki, entelektüel, yetenekli Albrecht Dürer. Hâlâ tartışılan gizemli eserleriyle dünden bugüne gelenlerden, bugünden yarına kalacak olanlardan...





24 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (17)

  SALVADOR DALI (1904 - 1989) - GALA AKDENİZ'İ DÜŞÜNÜYOR
 

    Yıl 2013... Dolar kurunun bu kadar yıkıcı olmadığı zamanlar... Florida'da yaz tatili. Orlando Universal Studios'da geçen iki eğlenceli günün ardından Tampa sahillerine uzandık. Kumsal şahane, deniz idare eder. Fakat havanın ne yapacağı belli olmuyor. Aslında Florida yıl boyu parlayan güneşiyle bilinir. Sanırım bize denk geldi, o sıra gökyüzü bazen tatlı bir pembelikte, kimi zaman koyulaşıp morlara bürünüyor, kimi zaman berrak mavi, bazen korkutucu gri... Koyu renkli bulutlarla uyandığımız bir sabah, ilerleyen saatlerde havanın gidişatını tahmin edemediğimiz için yakınlarda bir müzeyi ziyaret etmeye karar verdik. İlk defa bir seyahatten önce bu yönde bir araştırma yapmamıştım. Çünkü Amerika'da sanat müzeleri Avrupa'daki kadar köklü değildi, koleksiyoncular tarafından şekillenen özel müzeler çoğunluktaydı. Bizim gibi ülkelerin zengin tarihine de sahip olmadığı için arkeolojik sergilemeler açısından da yetersizdi. Tüm bu sebeplerden, bir miktar küçümsemeyle Tampa gibi tatil bölgesinde gönlüme göre müze olamayacağını düşünmüştüm. Oysaki burada bir Dali Müzesi varmış ve sanatçının doğum yeri Figueres'deki müzeden sonra en büyük ikinci Dali Müzesi'ymiş. Bilmiyordum. Otel lobisindeki bir broşürden öğrendim. Kasvetli Tampa gününde yapılacak en iyi iş bu müzeyi ziyarettir diye düşündük. Her gün şort-tişört gezmekten sıkıldığım için yanımdaki renkli elbiselerden birini giydim. Aslında ilk defa geldiğim bir ülkedeki ilk müze ziyareti için özenmiştim de. Otelin kapısında karşılaştığımız siyah deri pantolonlu, deri ceketli bir kadın "Elbisen çok güzel" dedi, teşekkür ettim. Kadın birkaç gündür otelde konaklayan kalabalık motosiklet grubunun üyesiydi. Otele ilk girdiklerinde çekinmiştim. Amerikan filmlerinde gördüğümüz ürkütücü motosiklet çeteleri gelmişti gözümün önüne. En azından gürültü patırtıyla rahatsız edileceğimizi düşünmüştüm. Daha sonra bu düşüncelerimde ne kadar haksız olduğumu anladım, utandım. Ülkemde rastlaması zor selamlaşmalar, Amerika'da görüntüleriyle ilk anda çekingenlik yaratan motosiklet grubu üyeleri açısından son derece doğaldı. Sabah akşam nezaketle selamlaşıyorduk. Ön yargılarımda haksız çıkmıştım. Müze konusunda da böyle olacaktı. "Aman Tampa Körfezi'nde ne müzesi?" derken, Dali Müzesi'ni o güne kadar ziyaret ettiklerim arasında en keyif aldıklarım listesinde üst sıralara yerleştirecektim. 
    Dali Müzesi, Tampa Körfezi'nin liman şehirlerinden biri olan St.Petersburg'da. Pırıl pırıl bir şehir burası. Sürreal mimarisiyle söz konusu müze de bu şehre çok yakışmış. Binaya adım attığın anda Dali'nin çılgın dünyasına da adım atmış oluyorsun. Sanatçıya ait gerçeküstü objelerin renkliliği, anıtsal tabloların görkemi başını döndürüyor. O tabloların karşısında göklere uzanan tarihi bir dini yapıyı izlercesine kaldırıyorsun başını, her ayrıntıyı ayrı ayrı takip etmeye çalışıyorsun. Her şeyin büyük büyük olduğu Amerika'da kocaman resimleriyle Dali. Bu ilginç geliyor bana. Ancak doğal olarak sanatçının her resmi anıtsal boyutlarda değil. Yazının görselini oluşturan "Gala Akdeniz'i Düşünüyor'da" olduğu gibi... Sürrealizmin önemli temsilcisi Dali'nin bu akıma en uygun resmi değil bu. Ancak Dali'nin özgünlüğünü anlatanlardan biri. O gün o müzede gördüğüm, herkesin en çok ilgisini çekenlerden biri. Önünde ileri geri gidip gelerek bakanların kalabalık oluşturduğu bir resim. Çünkü yakından baktığında haçı çağrıştıran bir pencereden Akdeniz'e bakan kadın figürünü görürken, 20 metre uzaklaştığın zaman Amerikan başkanlarından Lincoln'ın ikonik görüntüsünü seçiyorsun. Kadın, Dali'nin büyük aşkı, "Mücevherim" dediği Gala. Birçok resminde olduğu gibi burada da Gala'yı merkeze yerleştirmiş. Gala'nın karşısında parlayan güneş incelendiğinde sanatçının İsa'nın Göğe Yükselişi tablolarını andıran bir görüntüyle karşılaşılıyor. İki yana açılmış kolların ve bir ayağın görüntüsü belli belirsiz dikkat çekiyor. Akdeniz bildiğimiz Akdeniz ve Dali bir İspanyol. Lincoln ise onun hayran olduğu isimlerden biri. Amerika'da yaşadığı, popülerliğin zirvesine ulaştığı yılların anısıyla şekillenen bir simge gibi. Dali bu resmi, gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek yapmış. Amerikalı araştırmacı Leon Harmon, 1973'te "Yüzlerin Tanınması" başlıklı bir makale yayınladığında, Lincoln'ın düşük pikselli bir fotoğrafını örnek vermiş. Algılama üzerine bir örnek. Dali, bu makaleden edindiklerini sürrealizmle harmanlayarak aslında orada olmayan şeyi zihinle algılama durumunu betimlemiş. Farklı renklerdeki bloklardan hareketle bu resme bir de soyut dışavurumculuğun önemli sanatçısına ithafen "Mark Rothko'ya Saygı" ismini eklemiş. Resim, Dali'nin sanatsal gelişimin 4.evresinde ortaya koyduğu bir eser. Sürrealizmin tek temsilcisi olduğunda ısrar eden sanatçı, ilk resimlerini klasik Freudcu anlayışla yapmıştı. Tamamen bilinçaltına dayanan çalışmalardı bunlar. Doğum travmaları, oedipal kompleks, cinsel imgeler vs. İkinci evreye Başkalaşım Evresi denmişti. Çok yönlü, sapkın bir dönemdi. 30'larda başlamıştı. Organ nakilleri, ameliyatlar, bedenin başkalaşımı, Lenin, Hitler gibi isimlere saplantılı resimler. Savaşa doğru giden tuhaf dönemin resimleri. Bu yüzden Sürrealist sanatçılar tarafından dışlandığı bir dönem. Fakat adam öyle ilginç ki yıllar önce bir askerin ona Hitler için imzalattığı kitapta çizdiklerinin Hitler'e savaşı kaybettirdiğini düşünüp ondan bile kendine pay çıkarıyor. Salvador Dali sanatının 3.evresi Dini Evre. Dinle yakınlaştığı, Rönesans etkisiyle resimlediği bir dönem. 4.evre ise Çekirdek Evre. Fizik çağıyla bağlantı kuruyor. Artık ilgisini dinle birlikte bilime, evrene yöneltiyor, bu yönde araştırmalar yapıyor. "Gala Akdeniz'i Düşünüyor" resmini araştırmak için tıkladığımızda taş baskı örneklerine, yani çoğaltılmaya müsait örneklerine rastlıyoruz. Ancak benim St.Petersburg Dali Müzesi'nde gördüğüm resim orijinal yağlı boya iki eserden biri. Diğeri Figures Dali Tiyatrosu ve Müzesi'nde yer almakta.
    Figueres Dali Tiyatrosu ve Müzesi, sanatçının henüz 15 yaşındayken katıldığı serginin gerçekleştiği tiyatro binası. Bir sanatçı için, katıldığın ilk serginin düzenlendiği binanın ileride adına müze olarak düzenlenmesi ne mutlu bir olay. Öncesinde evinde düzenlenmiş bir sergi de var. Bunu "Ona çok çektirdim" dediği babası gerçekleştirmiş. Noter olan baba, oğlunu destekliyordu ama yeni yetme Salvador, Nietzsche'ye kafayı takıp saçmaladığında, resimleri ahlak dışı sayılıp sergilenmediği zaman önüne gelene hakaret mektupları gönderince hapse atıldığında, San Fernando Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi'nde hocalarını yetersiz bulup okuldan uzaklaştırıldığında dayanamayıp evden kovuyor. Dali, babasını delirttiğinin farkında. Güncesinde "Babam yalnızca en çok takdir ettiğim değil, en çok öykündüğüm insandır da" sözleriyle anıyor onu. Fakat güncenin başında Freud'un "Kim ki baba otoritesine başkaldırır ve yener, o bir kahramandır" sözüne de yer vermeyi ihmâl etmiyor. Tam bu noktada Picasso'yu ikinci babası saydığını eklemeden geçemem. Kendini kahraman görüyor; herkesten farklı olduğunu, önüne çıkan her şeyde tanrısal bir durum olduğunu söylüyor. Kızamıyor insan. Güncesindeki şu sözler beni gülümsetiyor: "Her sabah uyandığımda yüce bir keyif duyuyorum ve bugün ilk kez bu keyfin, Salvador Dali olma keyfi olduğunu keşfediyor, merak ve şaşkınlık içinde bu Salvador Dali'nin bugün ne gibi dahiyane yapıtlar üreteceğini merak ediyorum. Ve her gün diğer insanların Salvador Dali ya da Gala olmadıkları halde nasıl olup da yaşayabildiklerini anlamakta zorluk çekiyorum". Gala, Dali'nin büyük aşkı. Paul Eluard ile evliyken tanışıyorlar ve bir daha hiç ayrılmıyorlar.  Tanışmalarını şöyle betimliyor Dali "Üst-insanımın süper kadın Gala kimliğinde kadın olarak karşıma çıkması alnıma yazılmıştı". Evleniyorlar, bu evlilik ancak Paul Eluard öldüğünde resmiyet kazanıyor. Gala'yı defalarca resimliyor Dali. O olmasa kendi yeteneklerine inanmayacağını, yaptığı her işte onun katkısı olduğunu defalarca belirtiyor. 
    Sürrealizm, yani Gerçeküstücülük, Salvador Dali kafasındaki bir sanatçı için en uygun akım. "Sürrealizm"terimi, 1917 yılında Şair Guillaume Apollinaire tarafından "Gerçek dışı olanı aramak" anlamında kullanılıyor. Birinci ve ikinci manifestolar 1924 ve 1928 yıllarında yayınlanıyor. Bilinçaltını, rüyaları hedefleyen sürrealistler, Freud'un "Düşlerin Yorumu" isimli kitabından etkileniyorlar. Rüyalar, ilk akla gelenler, çağrışımlar, sanrılar edebi eserlerde, tuvallerde, sinema perdesinde yer alıyor. Dali'nin hazırladığı, Luis Bunuel'in çektiği "Bir Endülüs Köpeği" bu akımın simge filmlerinden biridir ki usturayla kesilen göz sahnesi kabuslarımda yer alır. 20.yy'ın gereği olan geleneksele karşı çıkış, sürrealizmde sadece konu olarak yaşanmaktadır, teknik anlamda farklılık yoluna gidilmemiştir. Sanat tarihçileri bu akımı "Soyut" ve "Veristik" olarak ikiye ayırırlar. Veristik sürrealistler figürlü çalışmışlardır. Sürrealist eserlerde nesneler bazen gerçek işlevlerinin dışında resimlenirler, kendilerine ait olmayan özellikler alırlar. Bazen iki farklı nesne, üçüncüyü oluşturmak için birleşir. Bazen uyumsuz nesneler bir araya gelir (kaya-bulut gibi). Bazen ikiz imgeler kullanılır. Bazen nesneler iç içe geçer vs. Olağan nesne ve figürler, sınırsız hayal gücüyle olağan dışı durumlarda betimlenirler. "Olağan dışı" terimini kullanmış olsam da aslında her biri bilinçaltımızda ve rüyalarımızda olanlardır. Sürrealizmin ortaya çıkışı, iki dünya savaşı arasındaki belirsiz, endişeli zamana denk gelmesi açısından anlamlıdır.
    Tekrar Salvador Dali'ye dönecek olursak... Onu tam anlamıyla anlatmak zor. Hem kafasıyla, hem bedeniyle sürekli çalışan bir adam. Tablolar, giysi ve eşya tasarımları, mücevher tasarımı, mağaza vitrinleri tasarımı, uyku hapı tanıtımı için sergi, sinema ve tiyatro dekorları, kitaplar, makaleler, belgeseller, kitap kapakları, noel kartları, librettolar, Walt Disney'le çalışma, Helena Rubinstein'ın evini dekore etme vs.vs.vs. Çocukluğunda gömleğine gizlice kahve döken ve şeklini inceleyerek düşünen, "başarımın sırrı paranoyak-eleştirel yöntemim" diyen, "kaytan, emperyalist, ultrarasyonalist ve dikey gizemcilik, dikey İspanyol sendikalistleri gibi cenette uzanan bir bıyık" sahibi, evinin bir köşesinde içi mücevher dolu oyuncak ayı bulunan, en önemli duyguların yüreğinden değil dirseği üzerinden geldiğini söyleyen, meleklerle özel bir ilişkisi olduğuna inanan ve daha birçok şeyi hayallerine sığdırmış olan, kendi deyimiyle maddenin dağılışını anlatan peltemsi saatleri, tava olmadan kızaran yumurtaları, doğduğu gün yitirdiği ana karnındaki cenneti anımsatan meleksi ve sanrılı ışık hayalleriyle yarattığı kozmogonisiyle Dali... Zor ama renkli insan. 2012 yılının bir Ağustos günü bizim de günümüzü renklendirmişti. Öyle ki yola çıktığımızda gri olan gökyüzü, müzeye vardığımızda parlak bir güneşle aydınlanmış ve saatlerce öyle de kalmıştı. Yıllar sonra o günü andım, bu yazıyı hazırlamak için kütüphanemdeki "Bir Dahi'nin Güncesi'ni" çıkardım, tekrar okudum, tekrar gülümsedim. Ve yazıyı kitaptan şu satırlarla bitirmek istedim. 
    "Breton'la randevuma gitmediğim günden beri, gerçeküstücülük tanımladığımız anlamda ölüdür. Ertesi gün büyük bir gazete gerçeküstücülüğü tanımlamamı istediğinde "Gerçeküstücülük benim" yanıtını verdim. Buna da inanıyorum, çünkü onu tek sürdüren benim. Hiçbir şeyden vazgeçmedim; tam tersine her şeyi yeniden onayladım, değer sırasına koydum, yücelttim, rasyonalize ettim, daha ruhani hale getirdim. Şimdiki nükleer gizemciliğim de, Ruh-ül Kudüs'ün esiniyle, hayatımın ilk kısmındaki şeytani ve gerçeküstücü deneyimlerin bir ürününden ibarettir. 
    Breton, benim o güzel adımla oynayarak, 'Avida Dollars' (Dolar tutkunu, paragöz) diye bir anagram oluşturdu. Bu, belki büyük bir şairin başyapıtı değildi. Ama hayatımın akışında o sıradaki acil hayallerime oldukça iyi denk düştüğünü de kabul etmeliyim. Hitler, Wagner'e uygun bir şekilde, Eva Braun'un kollarında öleli çok olmamıştı. Haberi duyar duymaz, geri dönülmez bir karar vermeden önce on yedi dakika kadar düşündüm: Salvador Dali, döneminin en büyük yosması olacaktı. Ve oldum da".
    


21 Mayıs 2021 Cuma

BUGÜNLERDE...

     Kardeşimin 19 Mayıs'taki doğum gününde beraber olup olamayacağımızı merak ediyordum ya hani? Toplandık, kutladık, hasret giderdik. Kapanma dense de bayram öncesinde çalışıldı tabii ama bayram tatili nedeniyle bizim çalışanlar neredeyse bir hafta evde olunca hastalık endişemiz olmadı, rahat rahat  görüşebildik. Normal şartlarda daha kalabalık olurduk. Doğum günlerini severiz. Ne var ki geçen sene olduğu gibi bu sene de olduğu kadarıyla yetindik. Saat 21.00 olmadan dağıldık. Öncesinde güzel bir masa hazırladım. Kardeşim pastayı alma konusunda diretti. Yine beyaz bir pasta almış. Daha önce onun pastayla ilişkisi konusunda bir yazı yazmıştım. Doğum günü mumları üflemeye bayılıyor, resmen çocukluğuna dönüp mutlu olmanın vücut bulmuş hâline bürünüyor:) Bunun sebebi çocukluğunda hiç doğum günü kutlamamak değil, tam tersi 3 yaşındaki doğum gününün büyük bir partiyle kutlanmış olması. O günü unutamıyor. Hayatının en mutlu günü. Annem o sene normalden büyük bir parti organize etmişti. Evde kutlanmıştı ama çok kalabalıktık. 3 katlı pasta yaptırılmış, fotoğrafçı çağrılmış, babaannem bana elbise dikmiş vs. O güne ait fotoğraflardan biri bu. Bakar mısınız nasıl mutlu kardeşim!

    Birkaç sene önce bu siyah-beyaz fotoğrafı sürpriz olarak pasta üzerine bastırtmıştım, hem kardeşim hem annem dayanamayıp ağlamışlardı:) Velhasılıkelam, seneler öncesinin mutlu anısıyla doğum günü pastalarını çok sever kardeşim. Arkadaşları da jest yapar, çoğu zaman birkaç kere mum üflediği olur. Tabii her seferinde yüzünde güller açar. Dilerim beraberce kutlayacağımız nice doğum günleri olsun!

    Yazıyı yazarken kitap siparişim geldi. O yüzden bir süre ara verdim ve paketi açıp yeni kitaplarımı tek tek inceledim. Okunmayı bekleyen kitaplarımın içinde hiç kurgu roman olmadığını fark ettiğim için sipariş vermiştim. Seyahat ve anı kitapları, biyografiler, denemeler tamam. Örneğin şu sıra Amin Maalouf'tan "29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi'ni" okuyorum. Amin Maalouf, Fransız Akademisi üyesi ve 29 numaralı koltuğun şu anki sahibi. Kendisinden önce bu koltukta kimler oturduysa hepsini tek tek araştırıp anlatmış. Seleflerinden bahsederken Fransa tarihine de ışık tutan bir kitap ortaya çıkarmış. Pek hoş. İlgiyle okuyorum. Ama roman olmadan da olmaz değil mi? 

   Taze taze paylaşmak istedim. "Üvey Kardeş", kuzeyden bir roman. La Paragas blogunun yazarı sevgili dostumuzun enfes anlatımına kayıtsız kalamadım, tam benlik gibi görünüyor dedim ve siparişi verdim. "Bir Kayıkta Üç Kafadar" epeydir aklımda olan bir kitaptı. Filmlere, oyunlara, sohbetlere konu olmuş bu romanı okumakta geç kaldım ancak zararın neresinden dönsen kârdır diyorum. "Koşucular" yine blog dünyasında adını çok duyduklarımdan biri. Beni asıl kim ikna etmişti tam hatırlayamadığım için affola. Fakat sevgili Leylak Dalı olabilir diye düşünüyorum:)"Benim Gibi Makineler" Ian McEwan'ın tamamlamak istediğim kitaplarından biri. "Ay ve Altı Peni'yi" ressam Paul Gauguin'den esinlenip yazıldığı için seçtim. "Vişnenin Cinsiyeti" ise daha önce bahsettiğim "Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın" kitabının yazarı Jeanette Winterson'a ait ve bu yazarın kitaplarını da tamamlamak arzusundayım. 

    Vişnenin Cinsiyeti'nin kapağına ayrıca bayıldım. Desen çok hoş, eski el yazmalarının havası var. Fotoğrafta belli olmuyor ama o sarılar altın sarısı, pırıl pırıl parlıyorlar:) 
    Bugün hava fena. Yasak biter bitmez her gün dışarı çıkıp bol bol yürüyüş yapmıştım ancak bugün evdeyim. Yakınlarda okuyamadığım tüm blog yazılarını okudum. Üzerine de bu yazıyı ekledim. Böyle böyle geçiyor günler. Biz hâlâ salgının bitmesi hayalindeyiz... 



17 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (16)

 GIACOMO BALLA (1871-1958) - MERKÜR GÜNEŞİN ÖNÜNDEN GEÇİYOR 

    Şayet yazıya bir başlık koyma durumu olmasaydı okuyucuya bu resmin ne anlatmış olabileceğini sorardım. Sarmal hareketin üzerinde yer bulmuş üçgenler, daireler, infilak etmiş formlar, iç içe geçmiş sıcak ve soğuk renkler, ara ara parlayan beyazlar... Kimine göre tüm bunların aslında somut bir olayı anlatıyor olması güç. 
Fakat gerçek gün gibi ortada, zira bu resim Merkür'ün Güneş'in önünden geçişini anlatıyor. Üstelik hayalen de değil, 7 Kasım 1914 tarihindeki gökyüzü olayının Giacomo Balla tarafından görselleştirilmesi söz konusu. Amatör olarak astronomiyle de ilgilenen ressam, geçişi bizzat gözlemliyor ve tuvaline aktarıyor. Sık rastlanan bir gökyüzü olayı değil bu. Kasım geçişleri 7, 13, 33 yılda bir, Mayıs geçişleri ise 13 veya 33 yılda bir gerçekleşiyor. Merak edip baktım, son geçiş 11 Kasım 2019'da yaşanmış, bir sonraki 13 Kasım 2032'de gerçekleşecekmiş. 
    Giacomo Balla yüzümüzü, fikrimizi tek bir resimle nasıl da gökyüzüne çevirmemizi sağladı değil mi? Fütürizm işte! Yani Gelecekçilik. Edebiyat, resim, heykel, mimari, moda, müzik, sosyoloji vb. insana dair her alanda ileriyi görmek, olabilecekleri düşünmek... Bugün fütüristler dernekler kuruyorlar, fikirler geliştiriyorlar, benim de epeyi bir ilgimi çekiyorlar, takip ediyorum. Fütürizm'in ilk ortaya çıktığı tarihler ile günümüz arasında teknolojik olarak inanılmaz gelişmeler yaşandı. Kurabileceğimiz hayallerin ya da korktuğumuz komplo teorilerinin ucu bucağı yok. Şimdi her birini bir kenara bırakalım ve Fütürizm'in doğduğu tarihe gidelim, konumuz yine resim olsun.
    Fütürizm tam tamına 20 Şubat 1909'da ortaya çıkıyor. Tarih net çünkü o gün şair ve yazar Filippo Tomasso Marinetti, Fütürizm'in manifestosunu yayınlıyor. Anlaşılacağı üzere olayın geçtiği ülke İtalya. Rönesans'ı yaşamış, yüksek sanatın kalbi İtalya'da sanatçıların üzerinde tam da bu nedenlerle bir ağırlık var. Ve bundan sıyrılma isteği... Eskiyi yıkarlarsa yeniye ulaşacaklar, gelecek onların önünde, gençler ve ateşliler. Bilim ve teknoloji, endüstrileşmiş şehirler, hız, dinamizm... Artık geçerli olan bu. Fütürizm'in resim sanatında kendini göstermesi de ayrıca bir manifestoyla şekilleniyor. Bunu da Luigi Russolo hazırlıyor. Resmin teknik manifestosunda sessizliğin statik olduğu ve sessiz olan her şeye karşı olunduğu belirtiliyor. Sesler, kokular, gürültüler tuvallerde somutlaşıyor. Yataylık ve düşeylik, yumuşak renkler, küp gibi bitmiş formlar statik oldukları için reddediliyor. Kırmızılar, keskin yeşiller, güçlü sarılar, havai fişekler, dar açıların çarpışması, eğri çizgiler, silindirler, koniler, dinamizm ön plana çıkıyor. Büyük şehirler, garlar, metrolar, otomobiller, renkli sirkler, hızlı sporcular, hareket halindeki nesneler konu olarak seçiliyor. Üslup açısından genelde 20.yy'ın önemli akımlarından Kübizm ve Fovizm'den yararlanılıyor. İtalya kaynaklı Fütürizm, Fransa, Rusya, İngiltere vb.ülkelerde de zamanın gereği olarak yer buluyor. İtalyan fütürist sanatçılar trenle gezerek eserlerini sergiliyorlar. Seyahat sırasında Fütürist Geceler düzenliyorlar. Herkes kafasına göre konuşuyor, şakı söylüyor. Kaotik, gürültülü geceler çoğunlukla kavgayla noktalanıyor. Yıkıcı, şiddete meyilli İtalyan genç sanatçılar faşizme yakın durdukları için Mussolini bunları yanına çekmek istiyor. Yine de başlarına buyruk olduklarından Mussolini'ye pek yüz verilmiyor ancak tamamen uzak da kalınamıyor. Fütürizmi benimsemiş sanatçılar Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla küresel bir şiddeti yaşıyorlar. İtalya fütürizmi dar anlamda savaşla birlikte son buluyor ancak çeşitli ülkelerde çeşitli şekillerde devam ettiği görülüyor. Savaş sonrasında İtalya'da tekrar canlandırılmak isteniyor. Özellikle mimaride fütürizmin etkisi daha uzun soluklu oluyor. Öyle ya da böyle, fütürizm, değişen dünyayla birlikte, ilk şiddetli halinden daha farklı olarak kalıcı hale geliyor. Şiddet konusunda bana katılmayanlar olacaktır, kaba kuvvet yerini gizli kötülüklere bıraktı diyenler olacaktır ancak ben olumlu düşünmeyi sevdiğim için teknolojinin iyi eller yoluyla insanın yararına sunulacağını umut ediyorum. Sanat ise çoktan kalıpları kırdı. Kimi zaman geleneksel, kimi zaman digital, herkes beğenisine uygun işi, kalbine dokunan bir sanatçıyı muhakkak buluyor. 
    1914 tarihli "Merkür Güneş'in Önünden Geçiyor" bugün Venedik'te Peggy Guggenheim Müzesi'nde sergilenmekte. Fütürizmin teknik manifestosuna uygun, önemli bir örnek. Konusuyla da izleyicinin ilgisini çeken bir resim. Gel gör ki Giacomo Balla fütürizmle olduğu kadar faşizmle de özdeşleşmiş sanatçılardan biri. Mussolini yönetiminin propaganda aletlerinden. Çok yönlü bir sanatçı. Çocukluğunda müzikle ilgilenmiş, babasının ölümüyle müziği bırakıp resme yönelmiş. Akademik eğitim almış. Sanat hayatı boyunca resim haricinde heykeller, fütürist giysiler yapmış, film ve oyunlara mizansenler hazırlamış. San Luca Akademisi'nde öğretim üyeliği de yapan Balla, 87 yaşında hayata veda etmiş. 
    



10 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (15)

   OSMAN HAMDİ BEY (1842 - 1910) - VAZO YERLEŞTİREN KADIN

   Ören yerlerini gezebiliyoruz fakat kapalı alanlara kurulmuş klasik müzeleri de özledik değil mi? Ne zamandır ziyaret etmediğim İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni fena halde gezesim var. Dünyanın en iyi müzelerinden biri ve bunun için ileri görüşlü Osman Hamdi Bey'i tekrar tekrar anmak gerekli. Bu yazıda onun aydın kişiliğinden ve az sayıdaki resimlerinden bahsetmek istiyorum. 
    Osman Hamdi Bey, Saray'ın öncülük ettiği Batılılaşma hareketlerinin yoğun olduğu bir dönemde, 1842'de İstanbul'da doğdu. Babası Edhem Paşa, Avrupa'da eğitim gören ilk Türk öğrencilerinden biriydi ve sadrazamlık görevi de yapmış önemli bir devlet adamıydı. Haliyle Osman Hamdi Bey de iyi bir eğitim aldı. Önce hukuk eğitimi için Paris'e gitti ve 9 yıl burada kaldı. Türkiye'ye döndüğünde hukukçu değil, Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda Boulanger ve Gerome'dan dersler almış bir ressam ve arkeologdu. 1881 yılında Müze-i Hümayun'un yani bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin müdürlüğüne atandı. Kendisi hakkında kapsamlı bir eser yayınlamış Mustafa Cezar'a göre müze müdürlüğüne atandığı tarih onun ikinci doğum günüydü. 30 küsur yıldır mevcut olan müze, az sayıda esere sahip ve düzenden yoksun bir haldeyken, gerçek bir idareci, kültür ve hizmet adamı olan, detaycı ve yorulmak bilmez kişiliğe sahip yeni müdürü sayesinde dünyanın en iyi müzelerinden biri durumuna gelmeye başladı. Osman Hamdi'nin müdürlüğüyle birlikte müze adına arkeolojik kazılar da başlamıştı. İlk milli kazı Nemrud Dağı'nda gerçekleşti. O tarihe kadar arkeolojik kazılar yabancıların elindeyken Osman Hamdi Bey sayesinde bu durum değişti. Kazıların bizzat başında bulunduğu gibi eski eserlerin yurt dışına çıkışını önleyen koruma tüzüğünü, yani Asar-ı Atika'yı da kendisi hazırladı. Osmanlı topraklarındaki Lübnan'ın Sayda kentinde gerçekleştirdiği kazılarla üne kavuştu. Fenike krallarına ait 20 civarında lahit buluntusuyla, İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin en büyük lahit koleksiyonuna sahip olmasını sağladı. Alman İmparatoru müzeye ziyarete geldiğinde, olur da yurt dışına çıkarır diye, görmemesi için İskender Lahdi'nin üzerini örtüyle kapatacak kadar pratik fikirler üretmek durumunda da kalmıştı. Müzeye tutkuyla bağlıydı. Modern müzecilik anlayışına uygun görkemli bir yapı olan bugünkü binayı, dönemin ünlü mimarı Vallaury'ye yaptırdı. 1883 yılında -benim de öğrencisi olmaktan mutluluk duyduğum- Sanayi-i Nefise Mektebi'ni yani Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni kurdu. Okulun kurulmasında Paris Güzel Sanatlar Akademisi örnek alınmıştı. Okulun ilk binası Arkeoloji Müzesi'nin karşısında yer alan, bugün Eski Şark Eserleri Müzesi olarak kullanılan binaydı. Bunun pratik bir amacı vardı zira o dönemde çıplak modelden çalışılmadığı için resim öğrencileri müzeye geçerek antik heykelleri model alırlardı. Anlatması kolay ancak müzenin ve okulun kurulması, dünya standartlarına getirilmesi kolay işler değildi. Osman Hamdi Bey, her iki kurum için canını dişine taktı, karşılaştığı engeller karşısında yılmadı, Osmanlı ekonomisinin zorda olduğu bir dönemde, gerektiğinde maaşından vazgeçerek, gerektiğinde babasının yardımıyla kampanyalar düzenleyerek topladığı paralarla görevini tamamladı. Sanat Tarihçisi Prof.Zeynep İnankur'a göre, Kaplumbağa Terbiyecisi'ni bürokrasinin ağır işleyişine ve karşılaştığı güçlüklere tepki olarak yapmıştı. O her iki kurum için, ülkemiz sanatı için, kültür mirasımızı korumamız için bir şanstı. 
    Tam bir Osmanlı aydını olan, arkeoloji ve resim dışında fotoğrafçılıkla da ilgilenen Osman Hamdi Bey, idareci kimliğiyle gerçekleştirdiği onca işin arasında doğaldır ki resim sanatında yoğunlaşamamıştır. Bu yüzden günümüze gelen tablosu azdır ancak bunlar önemli eserlerdir. Osmanlı insanını ve onun günlük yaşantısını resimlediği için Oryantalist eserler üretmiştir. Ne var ki bunlar aynı üslubun diğer resimlerinden farklıdır. O, Türk resmine kadın figürünü getiren ilk ressamdır ve bunu Batı'nın ön yargılarına cevap olacak şekilde betimlemiştir. Batının fantezilerine hitap eden hayali harem sahneleri görülmez onun eserlerinde. Tıpkı, bu yazının resminde olduğu gibi, iç mekânlarda zarif ve modern, dışarıda ise çarşaflar ardında olsa da bakışları izleyiciye dönük Osmanlı kadınlarını görselleştirir. 
    Vazo Yerleştiren Kadın isimli tabloda, sırtı izleyene dönük şık ve genç bir kadını evini güzelleştirirken görmekteyiz. Vazoya yerleştirdiği çiçeklerden arta kalanlar rastgele sedirin üzerine saçılmış. Sarı ve yeşil, yani sıcak ve soğukla oluşturulan renk dengesi dikkat çekiyor. Yükseğe uzanan figürün statik dengesi oldukça başarılı bir şekilde kurulmuş. Bunun sebeplerinden biri, Osman Hamdi Bey'in fotoğraf kareleme tekniğiyle çalışıyor olması. Modellerini tabloda göstermek istediği şekilde fotoğraflayan ressam, daha sonra bu fotoğrafı karelere bölüyor ve kare kare tuvale aktararak resimliyor. Bunun için ailesini de kullanıyor. Atölyesinde çok sayıda geleneksel kıyafet, geleneksel gündelik eşya mevcut ve resme başlamadan önce bunlarla farklı kompozisyonlar oluşturuyor. Öyle ki figürün üzerindeki sarı elbise, bugün Sadberk Hanım Müzesi koleksiyonunda yer alan, birkaç resimde kullanılmış bir aksesuar. Şamdanları, kandilleri, çinileri, kapıları, nişleri, İslam sanatına ait objeleri defalarca kullanıyor ve ayrıntıyla, görkemle yansıtıyor ki bu da diğer Oryantalist tablolarda yıkık, dökük, özensiz, yalan yanlış yerleştirmelere bir cevap niteliği taşıyor. Vazo Yerleştiren Kız'ın iki versiyonu mevcut. Aynı resmi ikilemek de sanatçının özelliklerinden biri. Batı'nın Doğu'ya bakışının klişelerini kırmak isteyen Osman Hamdi Bey'in bu doğrultuda resimler yapması, yüzünü Batı'ya çevirmiş imparatorluğun mevcut ortamı içinde rahatlıkla hayat bulan bir hareket. Öyle iddialı resimleri var ki bugün bile tartışma konusu ancak kadını yerleştirdiği konum açısından dikkate değer. Ne demek istediğimi, sonradan "Mihrap" olarak adlandırılan, asıl ismi "Yaradılış" olan resmini bilenler ya da merak ederek inceleyecek olanlar anlayacaktır.
    Osman Hamdi Bey 24 Şubat 1910'da Kuruçeşme'deki yalısında hayata veda etti. Bu özel insanın ölümü ülkemizde olduğu kadar yurt dışında da büyük üzüntü yarattı. Cenazesi büyük bir törenle kaldırıldı ve vasiyeti üzerine Eskihisar'daki arazisine gömüldü. Çok sevdiği Ayasluğ'dan Selçuki bir mezar taşı, özel izinle müzeden çıkarılıp mezarına dikildi. Kocaeli'ne bağlı Eskihisar'da yazlarını geçirdiği evi bugün müze konumunda. Tadilat vs. derken ne ara açık ne ara kapalı bir türlü anlayamadım ve henüz ziyaret edemedim. Yaklaşık bir ay öncesinin haberine göre "Prestij Müzesi" olarak hazırlanacakmış. Bu demektir ki daha düzenli bir ziyaret takvimi olacak, geleni gideni çoğalacak.
    Bu topraklar Osman Hamdi Bey gibi bir Rönesans insanını yetiştirdiği için mutluyum. Fark yaratanların, işine tutkuyla bağlı olanların, zamanın ilerisinde düşünenlerin hayranıyım. Şu malûm kapanma bitsin, hasta sayıları azalsın, soluğu çok özlediğim Arkeoloji Müzesi'nde alacağım ve Osman Hamdi Bey'in eğer yurt dışına çıkarılmaya teşebbüs edilirse üzerinde intihar edeceğini söylediği İskender Lahdi'nin önünde ona bir selam çakacağım. 




6 Mayıs 2021 Perşembe

BUGÜNLERDE...

     Her pazartesi yayınlamayı iş edindiğim seriyi takip edenler bilir, iki hafta önceki yazım bir sonraki güne kalmıştı. Çünkü... O gün oturmuş sakin sakin yazıyordum ki eşim eve erken geldi. Meğer saatlerdir hastanedeymiş, paniklemeyeyim diye bana haber vermemiş. İş yerindeki yıllık doktor kontrolünde tansiyonunun 22 olduğunu fark etmişler. 22 nedir arkadaş? Nasıl anlamadan gezdi? Benim bir kez 16'ya çıkmıştı da dünyam şaşmıştı resmen. 
22'yi hayâl dahi edemiyorum. Dil altı hapı vs. Bakmışlar düşmüyor, doktor ambulansla hastaneye yollamış. 
Bir hafta ilaçtı, iğneydi, doğru düzgün beslenmeydi derken adım adım 14'e düştü neyse ki. Fakat sanırım nur topu gibi bir tansiyon hastamız oldu. Anlaşılmasının rutin kontrole denk gelmesine şükrediyorum. Çünkü kendisi olumsuz bir şey hissetmiyordu, böylece anlamayacaktık ve çok daha üzücü sonuçlarla karşılaşabilirdik. Salgın döneminde bu tip hastalıkların ortaya çıktığı, arttığı hep söyleniyor. Bire bir tanık olduk. Yalnız tehlike geliyorum diyordu. Bir senedir öyle çok kilo aldı ve iş yerindeki bir duruma o kadar kafayı taktı ki. Yemek yemeyi sevme durumu hep vardır ama salgından önce spor yapardı. Deli gibi spinning yapardı örneğin. Eve kapandık diye kendini de kapattı. Salgın bitince spor salonuna giderim, yine spor yaparım düşüncesiyle oturdu da oturdu ve yedi. Ya siyah ya beyaz durumlar. Çok saçma. Ne dediysem dinletemedim. Bekliyor ki salgın bitsin. Bir de iş yerindeki sıkıntı... "Takma kafana, sağlığımız yerinde olsun" dedim, onu da dinletemedim. Bazen -aslında onu çoğu zaman olarak da değiştirebilirim- çocuk gibi davranıyor. Ben de kendisini epeyi bir severim, zarar görmesini istemem. 
Dile kolay 15 yaşından beri beraberiz. Alışkanlık sanılmasın, ciddi anlamda çok severim:) O yüzden beni üzdü. Ama sakin kaldım. Ve, yeter ki başka sıkıntı olmasın düşüncesinde olduğumdan çözüme odaklandım. Bir haftada 5 kiloyu veriverdi:) Bu kadar kısa sürede 5 kilo verdiyse toplamda kaç kilodur düşünün artık. Yasaklar bitince yürüyüşe de başlayacak. Bu dönem tuhaf bir dönem. Çok kişiyi ya hasta etti, ya da alttaki hastalıkları ortaya çıkardı. Herkes kendine dikkat etsin. Ve gerçekten morali düzgün tutmak çok ama çok önemli. Neyse... Bırakayım tansiyon gibi yaşlılık hastalıklarını, biraz da gençlerden bahsedeyim. Yeğenim Nisan çok alem. Eski blog arkadaşlarım onun ilkokula başladığı zamanları bilirler,  şimdi lise 2'ye gidiyor. Çocuk liseye başladı ama her öğrenci gibi salgın yüzünden hiçbir şey anlamadı. Moralini sağlam tutmak için her sabah özel kıyafet giyiyor, süslenip püslenip oturuyor:) Takdir ediyorum. Ama asıl bahsetmek istediğim başka. Zamanın çocukları ve gençleri doğaya karşı çok duyarlılar. Doğayla enteresan bir ilişkileri var. Bunu çok fazla çocukta gözlemliyorum. Nisan da küçüklüğünden beri öyle ama son dönemde ilgisi daha da arttı. Bitkileri inceliyor, çiçekleri inceliyor, taşları inceliyor. Geçenlerde yoklamak için, "Uykusuzluk çekiyorum ne yapmam lâzım?" dedim. "Lavanta yetiştir, melisa çayı iç, yastığına lavanta yağı damlat" diye arka arkaya sıralamaya başladı. Vallahi doğrusunu biliyor. Odasını çiçek bahçesine çevirdi. Tavandan sarmaşıklar sarkıttı. Mitolojiye de merakı var. Bir duvara nymphe'lerin olduğu duvar örtüsü astı. Bir duvara projektörle doğa fotoğrafları yansıtıp duruyor. Geçenlerde "marimo"  denen yosun toplarından aldım ona. Fikir onundu tabii. Marimo Japonya'da ve Kuzey Avrupa'da bulunuyormuş. Dünyada henüz insanlar yokken onlar varmış. Böyle bir durumlar. İsminden de anlaşılacağı gibi doğum günü Nisan ayındaydı. Salgının en civcivli zamanı olduğu için toplanamadık. Kendi kendilerine çiçekli böcekli bir kutlama yaptılar. 
Elf kulakları takmış bizimki, ona göre giyinmiş:) Bütün fotoğraflarında kulaklar sivri. Kardeşim mesaj attı:"Abla, Nisan'ın fotolarından Orhun'a göndereyim de kulakları düzeltsin, Instagram'a böyle koymak istemiyorum":) 
Bir de... Nisan bana anneler günü için paşa kılıcı ve deve tabanı aldı. Bunları ben seçtim. Bakması kolay olsun diye. "İsimlerini ne koyacaksın" dedi. "Bitkilere, hayvanlara isim koymak doğru mu? Onların kendi şahsiyetleri var" dedim. Espri tabii. Ama bu aralar bu tip şeyleri çok duyuyorum. Enteresan enteresan fikirler. Şahsiyet olayına katılıyorum, sözüm isim koymama kısmına. Neyse... Baktım Nisan'a bir kal geldi. "Şaka yapıyorum, birinin adı Alma, diğerinin Oscar olsun o zaman" dedim:) Çocukların, gençlerin hayatımıza kattığı neşe olmasa ne yapardık bilmem. Şu dönemin sağlıkla kapanmasını en çok onlar için istiyorum.
    Bizde durumlar böyle. Bahar aylarında çok sayıda doğum günümüz var bizim. İki yıldır hiçbirinde toplanamıyoruz. Görüntülü görüşmeyle kutlaşıp duruyoruz. "Sözde tam kapanma" işe yarayacak mı sizce? Ne dersiniz? 19 Mayıs kardeşimin doğum günü. O gün tedbirli ama beraberce kutlama yapabilir miyiz?




3 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR RESSAM, BİR RESİM (14)

    THEODORE ROUSSEAU (1812-1867) - FONTAINEBLEAU ORMANI 


    Covid19 salgınına karşı 17 günlük kapanmayı duyar duymaz büyük şehirlerden diğerlerine muazzam bir akış oldu. Farklı şehirlerdeki anne-babayla bir olmak ya da tatil yapmak... Amaç ne olursa olsun, büyük şehirlerden kaçanları harekete geçiren dürtü, nefes alma isteği. Büyük kentler kalabalık, yorucu, yıpratıcı. Son yıllarda kentlerden köylere ya da sahil kasabalarına yerleşenlerin, yerleşmek isteyenlerin sayısında gözle görülür bir artış varken, bizim meşhur salgınımız bu isteği daha da körükledi. Hayalini gerçekleştirebilene ne mutlu! Ben İstanbul'dayım. Balkonumu temizledim, bahara hazırladım. Komşu sitenin bahçesinde oynayan çocukların sesleri eşliğinde Barbizon Okulu'ndan bahsedeceğim bu hafta. Hep beraber Fontainebleau ormanına uzanacağız. Bunun için önce manzara resminden bahsetmek gerekecek.
    Avrupa resim sanatında ancak 19.yy.'da bağımsızlığını kazanan manzara resmi, bu tarihten önce soylu portrelerine, mitolojik veya tarihi konulara fon oluşturmaktaydı. Bir de kent görünümlerini resmileştiren topografik manzaralar vardı. Endüstri devrimin etkisiyle mekanikleşen, kalabalıklaşan, kirlenen kentler, tıpkı bizim bugün yaşadığımız gibi o günün insanını da yormaya başladı ve doğaya ilgiyi, doğaya dönüşü arttırdı. 18.yy.'ın sonunda beliren romantik dönemde manzara, figürlü resmin önüne geçti. "Pitoresk" gibi yeni estetik kavramlar ortaya çıktı. İngiltere kaynaklı pitoresk kavramı, "resim gibi" anlamına geliyordu. "Tablolara konu olacak kadar güzel" demekti. Bu doğrultuda resimler yapıldı. Yine 18.yy.'a damgasını vuran aydınlanma felsefesinin, akılcılığın durağan ve mekanik anlayışı da tepki yaratarak devinim halindeki doğaya  dönüşü canlandırdı. İnsan eliyle yapıldığı belli olan düzenli Fransız bahçelerinin yerini, yine insan eliyle yapılan ancak doğal havası verilen İngiliz bahçeleri aldı. Yine İngiltere'de pitoresk bölgeleri gösteren kitaplar basıldı ve buralara geziler düzenlendi. Jean-Jacques Rousseau, Kant gibi düşünür ve yazarlar insan-doğa ilişkisini sorgulamaya başladılar, bu yönde eserler verdiler. Ancak, tüm bu olup bitene karşın resim akademilerinde manzara resmi bağımsız bir konu olarak kabul edilmiyordu. Özellikle Fransa'da hâlâ tarih resimleri önemliydi. Manzara resimlerinin ahlâki açıdan ağırlık taşımadığı düşünülüyordu. 19.yy.'ın ilk çeyreğinde manzara ressamlarına da ödül ve Roma bursu verilmesi kararlaştırılsa da bu ressamlar bir süre daha yeterli öneme sahip olamadılar. İngiliz manzara ressamı Constable'ı örmek alan Fransız manzara ressamları için Akademi'ye baş kaldırmaktan başka bir yol görünmüyordu. 1820'lerden itibaren Paris yakınlarındaki Barbizon kasabasında toplanmaya ve Fontainebleau ormanının resimlerini yapmaya başladılar. Kimi ara sıra gelip giden, kimi kalıcı olarak bu kasabaya yerleşen ressamlar Barbizon Okulu denen oluşumu hayata geçirmiş oldular. Okulun kurucusu kabul edilen Rousseau, Daubigny, Diaz de la Pena, Dupre, daha sonra realizme yönelecek olan Millet, Courbet, Daumier bu okulun temsilcileri arasındadır. 
    Barbizon Okulu, romantik akımın bir parçasıdır ancak bu ressamlar zamanla ruh durumlarını yansıtmaktan uzaklaşmış ve doğaya hayran birer gözlemci olarak çalışmışlardır. Böylece gözleme dayalı manzara resimleri Realizm'in de yolunu açmıştır. Güzel Barbizon'u ve doğaya tutkun ruhlarının etkisiyle aslında kendilerini de üne kavuşturan ressamların kasabada kaldıkları hanı ve Rousseau'nun atölyesini bugün ziyaret etmek mümkün. Bilmem bir gün yolumuz düşer mi?
    Yazının görseli olan Fontainebleau Ormanı, Theodore Rousseau'nun bir eseri. Bugün Metropolitan Müzesi'nde sergilenmekte. Barbizon ressamları bu ormanda açık havada çalışıyorlar, atmosfer ve ışık etkilerine önem veriyorlar. Genel etki uğruna ayrıntıları ikinci plana atıyorlar. Konu kısıtlı olduğu için, ancak açık-koyu değerlere dayanan renk paletleri dar. Rousseau'nun en sevdiği tema, heybetli ağaçlar. Ağaçların portrelerini bir kahramanı ya da imparatoru betimler gibi resimlediğini söylemiş. Fontainebleau'deki ağaçları o kadar iyi tanıyormuş ki onlara isimler takarmış. Doğa sevgisini aktarırken melankoliden kaçamayan ressamın manzaraları, tutucu Akademi'nin Salon jürileri tarafından çoğunlukla geri çevrilmiş, çok az sergilenme alanı bulmuş. Öyle ki Barbizon ressamları artık Salon'a katılmamaya karar vermişler. Ancak gün gelmiş, Rousseau'nun 20 yıl boyunca geri çevrilen tüm eserleri, tek bir sergide yer bulmuş. Bu sanatçıların Akademi'yle ilişkileri bir dargın bir barışık, kimi zaman reddedilerek kimi zaman nişanlarla ödüllendirilerek ilerlemiş. 
    Paris'te burjuva bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Theodore, ağaçlarıyla yoldaşlık ettiği, sanatını adadığı Barbizon'da, arkadaşı Millet'nin yanında, 55 yaşında hayata veda etti. Bu öyle bir arkadaşlıktı ki Theodore'un ölümüyle yalnız kalan, akıl sağlığını yitirmiş olan karısının bakımını da Millet üstlenmişti. Gelenekten kopuşu, farklılığı, direnişi doğa sevgisi üzerinden manzara resimleriyle gerçekleştiren Barbizon ressamlarını, yorgun bir kentli izleyici olarak takdirle anıyorum.