Yılın yorgunluğunu unutturacak yaz tatilinin hayaliyle, güzel bir Temmuz günü, Çeşme'den kalkan feribotla Yunanistan'ın Sakız Adası'na geçtik. Hava sıcaklığı henüz rekor seviyesine ulaşmamıştı. Bu hem Türkiye'de hem Yunanistan'da birkaç gün sonra yaşanacaktı. O sıra Ege'nin söz konusu kıyılarında tatlı bir rüzgâr esmekteydi.
Sakız Adası'nda, yani Chios'ta bir hafta kalacaktık. Feribottan iner inmez çoğu yolcunun yaptığı gibi limanın hemen karşısındaki pastanede aldık soluğu.
Bu mekân için Türk yolcuların adadaki ilk durağı diyebilirim. Sabahın erken saatlerindeydik, kahvaltıyı atlayıp yollara düşmüştük. Üstelik adayı rahat gezebilmek adına daha önce internetten kiraladığımız arabayı teslim alma saatine ulaşmamıştık. Pastaneden buram buram paskalya çöreği kokuları gelmekteydi ve bunu severim.
Tipik Yunan pastanesine adım attığım an, son iki ayda verdiğim dört kilonun bir kısmını bu tatilde geri alacağımı fark ettim fakat umursamadım. Çöreği daha sonraki günlere bırakıp ıspanaklı böreklerimizi ve kahvelerimizi sipariş ettik. Neredeyse her gün denize gitmeden önce uğradık buraya ve sahipleriyle Türkçe-Yunanca karışık jestlerle sohbeti ilerlettik. İkramlarına karşı koyamadık.
Börek ve kahveyle kendimize geldikten sonra arabamızı teslim aldık ve kiraladığımız eve doğru yola koyulduk. Evimiz merkeze 7-8 dakika uzaklıktaki Vrondatos bölgesindeydi. Soranlara tavsiye ederim. Plajları ve güzel restoranları olan sakin bir bölge. Üstelik merkeze yakın. Yine bir Airbnb evindeydik. Bütçemiz dahilinde yine yorumları didik didik analiz ederek, kesinlikle "Süper" ünvanlı ev sahipleri arasından seçim yaparak bulmuştum bu evi. Oldukça rahat ettik. Bir haftalık tatilimizde ada yerlisi gibi yaşamanın tadını çıkardık.
Bundan sonrasını dakika dakika anlatmamalıyım bence. Uzatmadan neler gördüğümüze geçeyim. İpucu niteliğinde... Arada ve en sonunda gözlemlerime dayanan yorumlar olacak tabii. O halde plajlardan başlayayım.
Efendim, Sakız adasının her yerinden denize girebilirsiniz. Organize plaj daha az, halka açık yer çok çok fazla. Denize girmeye müsait en ufak noktaya dahi en azından bir kabin, bir duş ve bir şemsiye kondurmuşlar. Yanlış anlaşılmasın, yani bunu isteyen faydalansın diye devlet yapmış. Kendi şemsiyesini, sandalyesini getiren de çok, sadece havlusunu serip güneşlenenler de var. Herkesin özgürce kullanımına açık sahillerde en çok hoşuma giden şey, fiziksel engelli vatandaşların da düşünülmesi oldu. Tekerlekli sandalye kullananlar için oturma sırasının da olduğu geniş giyinme kabinlerinin, suya inmede kolaylık sağlayan tutunmalı rampaların azımsanamayacak sayısı beni duygulandırdı ve takdirimi kazandı.
Organize dediğim yerler de sınırlandırılmış şekilde kapalı değil. Yani şezlong kiralamasan da takılabilirsin. Şezlong kiralamak dediğim de genelde yiyip içmek karşılığında yapılan bir şey. Limit yok. Sadece bir tanesinde bizdeki gibi şezlong parası verdik. O da iki şezlong 5 Euro'ydu ve sipariş verdiklerin bu fiyata dahildi. Ve plajların hiçbirinde yüksek sesli müzik yoktu. Sakız tatilinde kulaklarım bayram etti, kafam dinlendi. Şimdi İstanbul'dayım ve o sakinliği arayacağım.
Biz kendi arabamızla gitmediğimiz için hazırlığımız yoktu, o yüzden şezlonglu şemsiyeli organize plajları tercih ettik. Bir başka zaman kıyısından, köşesinden, üzerinden geçtiğimiz sakin koylarda takılmak hayalimizi saklı tutuyoruz. Bakınız şu kumsal gibi...
Bir benzerine gittik ama... Mesela Glaroi Plajı... Burası biraz popüler bir yer. Öyle ki yaklaştığımızı yol kenarına dizilmiş arabalardan anladık. Biz de park ettik ve denize doğru inmeye başladık. Kalabalıktı. Neyse ki kalkmakta olan bir aile işaret etti de şezlong bulabildik. Tabii ki burada da kuma havlunu serip takılabilirsin fakat küçük bir alan olduğu için ona bile yer bulmak sıkıntı olabilir.
Glaroi'nin denizi çakıllı, pırıl pırıl bir deniz. Ancak içindeki kaynaklar nedeniyle ara ara su soğuduğu için eşim bir kez daha bu plaja gelmek istemedi. Normalde asla üşümeyen koca adam denizde üşüyor ve çocuk gibi mızıldıyor ya, hem kızıyorum hem gülüyorum:) Ben hafif serin suyu severim halbuki. Glaroi'de salaş, hoş bir ortam var. Ağaçlar altındaki tek cafe-bardan servis sağlanıyor. Yormayan, hafif bir müzik eşlik ediyor gün boyu.
Bir gün Lithi plajına gittik. Burası biraz daha kumluk bir plaj. İlla kum aradığımız yok aslında. Tavsiye üzerine gittik. Ne yazık ki epeyi rüzgârlı bir günde gittiğimiz için tam tadına varamadık. Sahildeki az sayıda kafe-restoran şezlong hizmeti de veriyor. Hepsi gayet temiz, hoş. "Kafe-restoran" dedim ama aslında bunlara "taverna" demek daha doğru olacak. Yunanistan'da tavernanın lokanta anlamına gelip, illâ müzikli olmasına gerek olmadığını biliyorum. Deniz kıyısındaki bu tavernalar akşam saatlerinde de müzikli ya da müziksiz servise devam ediyorlar tabii ki. Bu bölümde fotoğraf ekleyemiyorum çünkü çekmemişim:) Ama Sakız'a gitmeyi düşünenler Lithi'yi dikkate almalı. Tatilin ikinci günüydü, muhtemelen sevmediğim rüzgârdan gına gelmişti ve gözüm fotoğraf falan görmedi. Neyse ki ilk üç günden sonra rüzgâr dindi.
İki gün Agia Fotini köyünün denizinde zaman geçirdik. Nedense burası bize bir rahat geldi. Biraz Bodrum'u andırdığından mıdır nedir? Yani tanıdık yere benzeyene ne gerek var tabii ama... Bilmiyorum, sevdik. Uzun bir sahili var. Yine ister şezlong kirala, ister kendi eşyanı getir ayarında. Denizi taşlı. Yine pırıl pırıl. Şimdi baktım da adanın güneybatısında kalıyormuş. Su sıcaklığı herkesi tatmin edecek orta kararda:)
Adadaki ilk ve son günümüz ile sakız müzesine gideceğimiz gün ise birkaç saat de olsa konakladığımız bölgede, yani Vrondatos'ta denize girdik. Çok da keyif aldık aslında. Daha fazla zaman geçirmek isterdim. Hâttâ burada, adanın bu bölgesinde evim olsun isterdim. İnternette Sakız adasının plajlarını araştırdığınızda ilk 10 listesinde burası da çıkıyor ancak ben pek yabancı turist görmedim. Genelde yerli halkın takıldığı, çoluk çocuk herkesin birbirini tanıdığı, selamladığı sahilde tavernalar, kahve dükkanları var ama şezlong kiralama yoktu. Boş bulursan altına konuşlandığın şemsiyeler var, gölgesine yerleştiğin ağaçlar var, yine ağaçların altında hem ekonomik açıdan uygun, hem de gün boyu masasında oturup ara ara denize girip çıkacağın bizdeki çay bahçelerini andıran bir mekân var. Bol huzur var, sakinlik var.
Vrondatos'un sahili koca koca taşlardan oluşmuş. Deniz ayakkabısıyla gezmezsen işin zor ama o taşlar nasıl güzeller anlatamam. Zamanın akışında doğanın şartları, rüzgârlar, dalgalar onları yormamış, aksine daha da güzelleştirmiş. Yuvarlak ve oval formlu, irili ufaklı taşların hepsi usta bir zanaatkârın elinden çıkmış gibi pürüzsüz. Bavuluna atıp evine götürmek istersin, üzerlerini renk renk boyamak istersin. Ben de istedim. Ama yapmadım. Eskiden her yerden taşlar, yapraklar, deniz kabukları, meşe palamutları getirirdim evime. Belki deli diyeceksiniz ama hepsinden izin alırdım. "Benimle gelmeni çok istiyorum. Kabul mu?" derdim. Bu konuda yalnız olmadığımı Patti Smith'in bir kitabını okurken anlamıştım ve o kadar da çatlak olmadığım için sevinmiştim. İzin almadan yanına aldığı bir taş nedeniyle dönüş yolunda aksilikler yaşadığını söylüyordu Patti. Bunu okuyunca bir kez daha düşündüm. Bir sonraki seyahatimde elimdeki deniz kabuğuna baktım baktım, "Şu güzelim denizde asırlar boyu kalacağına, benim uzun uzun binalardan oluşmuş gürültülü semtime niye gelmek istesin ki?" dedim. Felsefenin dibine vurdum. O gün bu gündür doğadan bir şey almıyorum. Mevcutlarla mutlu mesut yaşıyoruz.
Hint Okyanusu'ndan gelenler de var, Baltık Denizi'nden de... Kuzey ormanlarından olan da var, Anadolu'nun göbeğinden de... Beni mutlu ediyorlar ama... İşte... Umarım onlar da memnunlardır. Bu saatten sonra aynı yerlere geri götürüp bırakamam :)
Umarım deli deyip okumayı bırakmamışsınızdır, yazmaya devam ediyorum... O zaman Vrondatos'tan ilerleyeyim. Bu bölgede birkaç taverna var ki onlar da gerçekten çok iyi. Hem fiyatlar çok uygun, hem ortam güzel, hem lezzetler şahane. Hangisi seçilirse seçilsin memnun kalınacağına eminim ama kendi tercihlerimizden bir örnek vermek gerekirse Ouzomperdemata'yı söyleyebilirim. Denizin dibinde, sessiz sakin bir mekân. Kafa şişiren bir tek gürültü yok. Sadece dalga sesleri ve insan sohbetleri... Ay, yıldızlar ve uzo...
Bir de yediklerinden sebeplenmek için bekleyen ada kedileri... Bir tanesi öyle bir boynunu bükmüş bekliyordu ki kayıtsız kalamadık:)
Sakız Adası'nda da bizdeki gibi kedi çok ama onlar daha tedirginler. Yaklaşmıyorlar, sevmek istersen kaçıyorlar. Bizim İstanbullu hemcinslerinin ataklığından, sıcaklığından eser yok:) Yaşadığın yere göre şekil aldığının canlı kanıtı gibiler. Çok tatlılar.
Sakız adasında yeme-içme konusunu uzatmadan şöyle bağlamak isterim. Nerede yerseniz yiyin muhtemelen memnun kalacaksınız. Orası, burası diyemiyorum çünkü isimler zor ve not almadım:) Fakat hiçbir yerden olumsuz düşüncelerle ayrılmadık. Bol bol deniz ürünü yedik, onların tarzındaki döner olan gyros'u, adanın meşhur peyniri mastelo'yu ihmâl etmedik, uzo ve yerel şaraplar içtik. Hafızamız kış için depolasın diye deniz manzaralı mekânları tercih ettik. Yerel ev yemekleri yapan tavernaların önünden geçip gittikçe aklımız kaldı ama ne kadar niyetlensek de döndük dolaştık yine deniz ürünlerinde karar kıldık. Çünkü taze ve ucuzlardı. Döviz değeri bu kadar artmış olmasına rağmen yine de uygunlardı. Ülkemizde an itibariyle denizin dibindeki bir restoranda rakı-balık yapmaya kalktığımızda servet ödeyecekken inanın orada çok daha makûl miktarlar ödedik. Porsiyonların büyüklüğünü de hatırlatmama gerek yok sanırım. Yunanistan'da turist olmak her zaman uygundu ancak Euro'nun bu kadar yüksek olmasına rağmen o ulaşılabilirliği koruması enteresan, kafa karıştırıcı. Ulaşım masraflarını ayarlayıp, o anlamsız yurt dışı çıkış harcını ödedikten sonra Yunanistan'da tatil, ne yazık ki ülkemizin çoğu bölgesinden daha ucuza gelebiliyor. Kiraladığımız evi de yine çok uygun fiyata ayarladığımızı belirtmek isterim.
Ah! Vrondatos hakkında, unutmadan! Burada Homeros'un, yani meşhur İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros'un üzerinde oturup şiirlerini okuduğu söylenen bir taş var. Tabelasını görünce "Yahu Homeros İzmirli değil miydi?" dedim. Ben Symirna, yani İzmir doğumlu deyip geçermişim. Biraz inceledim, Sakız'da ya da İzmir'de doğduğu tahmin ediliyormuş. Araştırmacıların fikirleri muhtelif. Kör olduğu hakkındaki bilgiler dahi belirsiz.
Homeros'un taşına doğru tırmanılan yol epeyi düzenli. Yol üzerinde farklı antik kalıntılar var. Hattâ bir Osmanlı paşasının yaptırdığı çeşme dahi var. Bol ağaç, bol cır cır böceği gürültüsü ve en sonunda şahane bir Ege denizi manzarası var. Bir gün akşama doğru saatlerde, plaj dönüşü uğradık. Taşın hangisi olduğunu anlamakta zorlandık ama bulduk ve aslında ona giden yol daha da güzeldi. Ozan'a atfedilen taşa bir de "Daskalopetra" deniyormuş ve bu Yunanca'da "Öğretmenin Taşı" anlamına gelmekteymiş. Haklarını yiyemem, "Homeros'un Taşı" diye tabela koysalar da internetteki bilgilerde bu taşın Homeros'a gönderme olduğundan bahsetmişler. Yani bu büyük ozan Sakız doğumlu da olabilir, İzmir de... Suyun iki yakasına ait ortaklıklardan biri daha...
Bu güzel adada doğduğu kesin olan meşhur bir sanatçıya örnek verebilirim ama. Türk-Yunan ilişkilerinin normalleşmesi çalışmalarında büyük payı olan; ayrıca hepimizin çok iyi bildiği "Zorba" film müziğinin bestecisi Mikis Theodorakis. Sakız doğumlu. Ve meşhur kaşif Kristof Kolomb'un da bu adada doğduğu ya da geçerken uğradığı ve bir süre yaşadığı söyleniyormuş. Pirgi (Pyrgi) köyü yerlilerine sorunca yaşadığı evi gösteriyorlarmış fakat ben bunu döndükten sonra öğrendim.
Pirgi demişken... Biraz da adanın meşhur sakız köylerine uzanalım mı? Efendim, adanın güneyinde olup, sakız üretimi yapılan köylerin tamamına "Mastichochoria" deniyormuş. Yani Mastik Köyleri... Sakız köyleri...
Tüm dünyanın damla sakızı ihtiyacını karşılıyorlar. UNESCO'nun Somut Olmayan Kültür Mirası listesindeler.
Biz bunlardan Pirgi'yi ve Mesta'yı ziyaret ettik.
Pirgi, depremlerden pek etkilenmediği için ortaçağ görüntüsünü koruduğu söylenen bir köy. Böyle deyince aklımıza daha çok taş mimari gelebilir ancak Pirgi'yi diğerlerinden ayıran, dış cephede kazıma usulüyle yapılan geometrik süslemelerle bezeli siyah-beyaz evleri.
Bu süsleme tarzının, Sakız'ın Ceneviz hakimiyeti zamanından, İtalyan kökenli sgrafitto tekniğinden kaynaklandığı söylense de anladığım kadarıyla konu kesin değil. Bir miktar turistik hareket kokusu alıyorum.
Kesin olan şey, köy sokaklarında gezerken kendini adeta bir film platosunda hissediyor olman.
Değişik, oyuncaklı bir hava... Her yerde üçgenler, yamuklar, eşkenar dörtgenler, stilize çiçekler, çarkıfelek desenleri... Hepsi siyah-beyaz ama duygusu rengârenk.
Chios adası, özellikle damla sakızı nedeniyle Ortaçağ'da fazlaca korsan saldırısına maruz kalmış. Pirgi gibi köyler kale-köy konumunda inşa edilmişler ve çevredeki herkes yönetim tarafından bu köyler içerisinde toplanmış. Bunun yansımalarını Pirgi'de görmek mümkün. Yalnızca bilenlerin kaçışını ve bağlantısını kolaylaştıracak dar sokaklar, bitişik nizam evler, kemerler, tonozlar, sur duvarları ve gözetleme kuleleri tarihte neler yaşandığına ışık tuttuğu gibi, bugün tehlikeden uzak gezginlere masal gibi bir ortam sunmakta.
Aynı şey Mesta köyü için de geçerli. Labirent gibi yollarda gezerken, iki ev arasında birden yükselen kemerin üzerinde koşturan gölgenin varlığından emin olamayıp başını yukarı çeviriyorsun. Ortaçağ'da korsanlardan kaçan bir adalı olmayı mı yoksa 21.yy.da farklı ülkelerde rahatça gezen bir turist olmayı mı tercih edeceğini sorguluyorsun. En azından ben öyle yaptım:)
Mesta köyünü daha çok sevdim. Bu da bir mastika köyü. Gözlerimi bağlayıp "Nerede olduğunu tahmin et" diyecekleri bir yere bıraksalar ve burası Mesta olsa, ilk söyleyeceğim şey "İtalya'da mıyım?" olurdu.
Tabii yine Ceneviz etkisi söz konusu. Tarih boyunca İyonlar, Makedonlar, Roma, Bizans tarafından yönetilen Chios, çok kısa bir süre Çaka Bey tarafından kuşatılmış. Aydınoğulları, Saruhanoğulları derken 1346-1566 yılları arasında Cenevizliler tarafından yönetilmiş. Cenevizliler tüccar adamlar. Chios zengin bir ada. Tabii Cenovalılar bağımsızlıklarını korumak için bu süre boyunca önce Anadolu beylerine, sonra Osmanlı imparatorlarına vergi vermek durumunda kalmışlar. Ne zaman ki vergileri aksatmışlar, Osmanlı gelip adayı tamamen ele geçirmiş.
Sakız üretimine aynen önem vermeye devam etmiş ki bu da Sakız Müzesi'nde anlatılıyor. Ceneviz, Cenova etkisi derken ticarete daldım. Aslında demek istiyordum ki Mesta köyü bir İtalyan köyünden farksız. Taş evler, daracık sokakların açıldığı bir meydan, pencerelerde çiçekler, kurumaya bırakılmış sebzeler, portakal ve zeytin ağaçları, kapı önlerinde sohbet eden yaşlı kadınlar...
Pirgi'ye göre burada sokaklar daha da bir labirent düzeninde. Burası da bir kale-köy ve giriş kapılarında köyün planı asılı. Köy meydanında bugün kafeler hizmet vermekte. Biz de oturduk ve birer taze ada birası içtik, portakallı tatlılarla damağımızı şenlendirdik. Taze sakız birası birkaç gün içinde tüketilmesi gereken yerel bir bira. Hafif, hoş.
Sakız müzesi, The Chios Mastic Museum, köylerin merkezlerinin dışında, Pirgi'ye yakın bir noktada.
Bizim Troya Müzesi gibi düşünün. Görünce aklıma o geldi. Mastic Museum, bu yaşıma kadar gezdiğim müzeler arasında en keyif aldıklarımdan biriydi. Dış kısmında sakız ağaçlarının yer aldığı bir bölge vardı ve burada tüm ağaçlara tek tek sarılmak istedim. Ağaçlar arasında o kadar mutluydum ki anlatamam.
Halbuki bu ağaçlara "Ağlayan Ağaç" demişler. Şarkılarına böyle konu etmişler. Oysa ki o gözyaşları nasıl berrak, nasıl hoş kokulu...
Herkese hitap etmese de ben damla sakızını çok severim. Bu yazıyı yazarken yine aklıma düştü, adadan getirdiğimiz sakız macunundan bir kaşık atıverdim ağzıma. Bahsettiğim müze sayesinde sakız üretiminin o kadar da kolay olmadığını öğrendim. Bir işçinin ağzından şunu yazmışlardı: "Bu benim dünyam. Tarlalar ve ağaçlar... Tüm yıl boyunca iş bitmez".
O sıra tam zamanıydı ve hem adanın güney bölgesinde yolumuz üzerindeki ağaçların, hem de müze bahçesindeki ağaçların dibine beyaz killi toprakların dökülmüş olduğunu gördük. Ağaçların gövdelerine atılmış çentiklerden sızan damla sakızları bu toprağa dökülüyorlar ve böylece kirlenmiyorlarmış. Beyaz kilden toplanan sakızların önce evlerde, sonra tesislerde defalarca defalarca ayıklanıp yıkandığını, boyutlarına göre ayrıldığını öğrendim. Eskiden bu işi evlerinde yapan kadınlar, elleri mis gibi sakız koksun diye gerekmedikçe yıkamazlarmış. Ticarete uygun olmayan damla sakızları da tütsü olarak kullanılırmış. Korsanlar rahatsız etmese ne güzel bir hayat!
Müze girişi 4 Euro. İç mekânda hem sakız ağacının hem adanın tarihçesi her türlü materyalle ve teknikle güzel güzel anlatılmış. Yemyeşil manzaraya hakim kafe bölümünde bir şeyler içmek, yazın sıcağında oradaysanız serin bir mola vermek de mümkün. Müzenin ikinci kısmı çağdaş sanat eserlerine ve ayrıca Türkiye ile yaşanan Mübadele dönemine ilişkin "Across The Sea" isimli bir sergiye ayrılmış. O dönemi yaşayanlara odaklı bir sergi. Objektif buldum. "Türkler ve Rumlar aynı göğün altında mutlu şekilde yaşıyorlardı, aynı yollarda yürüyorlardı... " şeklinde başlayan anlatılar beni üzdü. İki tarafta yaşayan ve yer değiştirmek zorunda kalan halk için nasıl zor bir durum olduğunu anlayabiliyorum.
Güneydeki plajlara, sakız köylerine ve müzesine gidip gelirken geçtiğimiz Kambos bölgesine ayrı bir parantez açmak isterim. O kadar güzel ki! Seyahate çıkmadan önce ada hakkında araştırma yapmamıştım. Önce bir görelim, kendimiz deneyimleyelim, turistik görüşlerin etkisinde kalmayalım diye düşünmüştüm. Dolayısıyla Kambos hakkında bir fikrim yoktu. Bölgenin kırmızı doğal taşından yapılma malikânelerin dizildiği yola ilk girdiğimizde bambaşka bir evrene adım atmışız gibi hissettim.
Bu evler niye yüksek duvarlarla çevrili, niye bu kadar korunaklılar diye düşündüm. Kendini diğerlerinden soyutlamak isteyen varlıklı kesimin işidir herhalde dedim. İçinde doğruluk payı olmasına rağmen tam da böyle değilmiş. Meğer bu yüksek ve aynı zamanda şık duvarların ardında tarihi 14.yy'a uzanan narenciye bahçeleri varmış. Meyveyi uygun olmayan hava şartlarından korumak için yükselmişler. Mimarinin güzelliği ise tabii ki narenciye ticaretinin ekonomik getirisinin eseri.
Kambos'u özel bir bölge haline getirenler yine Cenevizliler. Onlardan önce nar, üzüm, buğday ve dut yetiştirerek şarap ve ipek üretiminin yapıldığı bölgede yeterli su kaynağı keşfedilince narenciye tarımı başlatılmış. Bugün de görülen "Maganos" denen su kuyularıyla geleneksel bir sulama yöntemi geliştirilmiş. Ürün artmış, ekonomi canlanmış ve bu da Kambos'ta burjuva sınıfını oluşturmuş, şık ve korunaklı konaklar ortaya çıkmış.
Bu konaklardan birinin en azından bahçesini görme fırsatımız oldu. Bir gün direksiyonu yol üzerinde dikkatimi çeken "Museum Cafe" tabelasına doğru çevirince, binalardan birinin ziyarete açık olduğunu, bahçesinde de vakit geçirilebileceğini öğrendik.
Akşama doğru saatler olduğu için binanın içine vakit ayıramadık. Şöyle bir pencereden göz atınca etnografya müzesi tarzında düzenlenmiş iç mekânın aslını pek korumadığını gözlemledim. Bir başka zaman tekrar dönüp gezemediğimiz için de sanırım kendimi biraz böyle avutuyorum. Yoksa her türlü ilgi çekici olduğuna eminim.
Hemen terk etmek istemediğimiz otantik atmosferi bahçe içindeki kafede kendi üretimleri meyve reçelleriyle karıştırılmış lezzetli sodalarla serinleyerek, sonrasında açık hava müzesi şeklinde düzenlenmiş dış mekânı gezerek hafızamıza kaydettik.
Zamanında nasıl bir yapı olduğunu anlamak için aşağıdaki plan aydınlatıcı olacaktır sanırım. Bir altındaki fotoğrafın da "Maganos" denen geleneksel su sistemine ait olduğunu belirtmek isterim.
Kambos portakal bahçelerinde bugün eskisi gibi üretim yapılmıyormuş. Büyük ailelerin devri kapanmış.
Daha çok turistik bir bölge halini alan Kambos'ta bazı konaklar şimdi otel olarak işletiliyor. Yani herhangi birinde konaklamak, tarihi havayı yakalamak mümkün. Fiyatlar da ulaşılmaz değil.
Ve gelelim yel değirmenlerine... Kaldığımız evin yakınlarında olduğu için her gün önünden geçtiğimiz, birkaç kez mola verip gün batımını izlediğimiz, kıyısında balık tutanlarla konuştuğumuz, bol bol fotoğraf çektiğimiz taş değirmenler...
Sakız rüzgârlı bir ada malûm. Karşı taraftaki bizim Çeşme, Foça gibi kıyı bölgeleri de öyle. Yani bu coğrafyada yel değirmenine rastlamak normal. En tanınan gruplardan biri de Sakız'daki bu değirmenler. Bakımlılar, turistlerin beğenisine sunulmuşlar.
Yel değirmenleri 1881 yılındaki büyük depremden sonra yapılmışlar. Zaten söz konusu deprem adanın bugününü şekillendiren önemli unsurlardan biri. Bana ilginç gelen, bu değirmenlerin zamanında deri işleme atölyesi olarak kullanılmış olması. Zira kafamda yel değirmeni ile eşleşen tek şey un:)
Sakız değirmenleri hakkındaki bu bilgiyi Nazlı Gürkaş'ın "Zeytin Ağacı'nın Gölgesinde Yunanistan" kitabından edindiğimi söylemek isterim. Birkaç sene önce yine burada yazmıştım, tavsiye edilesi bir kitaptır. Yunanistan'da yaşayan ve karış karış gezmiş olan yazarın öyle keyifli bir anlatımı var ki illâ ülkeyi gezecek olmanız ve bu amaçla rehber olarak okumanız gerekmez. Kazancakis'in hangi köyde Zorba ile tanıştığı; bayıldığım üçlemenin son filmi Before Midnight'ın hangi evde çekildiği gibi bilgilerle de karşılaşacağınız enfes bir ülke kitabıdır. Bir ipucu daha vereyim. Yazar, Sakız adasına ayırdığı bölümü Fotini Frogouli'nin şu sözleriyle başlatmış: "Güneşlerin ve güneşlerin, karpuzların ve yine karpuzların, fesleğenli saksıların, uzaklardaki engin ve büyük denizin resimlerini yapar dururdu".
Hoş değil mi?
İşte böyle... Tabii ki Chios, yani Sakız adasındaki köyler, plajlar, tarihi yerler bu kadarla sınırlı değil. Biz bu kadarına vakit ayırabildik ve bu sakin adayı çok sevdik. Dediğim gibi, gitmeden önce hakkında araştırma yapmamıştım. Gözüme çarpan her ayrıntıyı bir sünger gibi çekip dağarcığıma atarken, tahminler yürütürken verimli bir adada olduğumuzu anladım. Geçmişte ve şimdi diğer ülkelerle yapılan ticaretin en önemli kalemi elbette sakız. Bunu biliyoruz. Ancak yüksek duvarlı evleri görünce meyveciliğin ada için ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Bir doğal taş fabrikasının yanından geçerken "Bu da varmış demek ki" diye düşündüm ve bazı evlerin mimarisinde bunu gözlemledim. Seyahatten sonra yel değirmenlerinin deri işleme atölyeleri olduğunu okudum. Şimdi değirmenlerin karşısındaki, her gün gelip geçerken gördüğümüz eski binanın zamanında fabrika olduğunu ve bağlantılı olduklarını düşünüyorum. Bir zamanlar ipeğin de önemli bir ticari ürün olduğunu öğrendim. Cenevizliler'in Avrupa ile bağlantısı sayesinde ticarette çok başarılı olmuştu Sakız adası halkı. Güzel evler ve korsan saldırılarını önlemek için korunaklı köyler yapmışlardı. Ardından gelen Osmanlı da Sakız halkını ticaret konusunda desteklemiş, hâttâ yeni imtiyazlar sağlamıştı. Bunu ben söylemiyorum, Sakız Müzesi'nde ve internetteki bir çok sayfada bahsediliyor. Şundan da bahsediliyor: Yunan bağımsızlık hareketleri sırasında Osmanlı'ya baş kaldırılırken Sakız halkı çekimser kalmış. Rahatları yerinde olduğu için olaylara karışmak istememişler. Çevre adalardan gelen eli silahlı vatandaşlarının zoruyla işin içine girmişler ve ne yazık ki bu kez Osmanlı'nın cezası ağır olmuş. 1822 yılında yaşanan olaylar adanın gerilemesinin sebeplerinden biri. Müzede gösterilen videoda tüm bunlar objektif bir şekilde yer alıyor. 1881 depremi ve 2.Dünya Savaşı da ada nüfusunun azalmasını, kaçışı tetikleyen olaylar. Sakız halkının mütevazılığı her yerde hissediliyor. Zoru da kolayı da görmüş kalender insanlar söz konusu. Yunanistan'ın birkaç kentinde ve adasında bulundum. Sakız halkını hiçbirine benzetemedim. Belli ki araya onca olay girse de bugün yine ekonomik rahatlığı ve huzuru yakalamışlar. Ancak sonradan görme bir rahatlık değil onlarınki. Geçmişten gelen bir görgüye sahip olduklarını düşünüyorum. Sağduyulu ve kibarlar. Birçok yaşlı ada yerlisi, Türk olduğumuzu anlayıp sorduklarımıza Türkçe cevaplar vermeye çalıştılar. Tamam bu Yunanistan'ın birçok yerinde yaşanıyor ama buradaki samimiyet bana farklı geldi. Gençlerin Türkçe konuşma sebebi biraz turistik amaçlı. Fakat büyükler çok samimiler. Bir akşam tavernada garsona sesimizi duyuramıyorken, bir başka masadaki yaşlı çiftin kadın olanı yarım şişe kalmış uzolarını getirdi ve "Biz gidiyoruz, siz için" dedi:) Sonra "Neredensiniz?" vs. konuşurken "Çeşme'de çok arkadaşım var. Denizin iki tarafındaki insanlar böyle yakınlar" deyip işaret parmaklarını birbirine geçirdi. Her akşam ve sabah sokağımızdaki herkesle neşeyle selamlaşıp geçip gidiyorduk. Gün içinde de böyleydi aslında. Selam önemli. Ancak şunu belirtmek isterim ki Sakız'a geçeceğimiz sabah Çeşme'de feribota doğru ilerlerken kedilere mama veren bir teyzeye "Günaydın" dediğimde cevap alamamıştım. Herhalde elde bavulları görüp turist olduğumuzu anlayınca yüz vermek istemedi. Niye bu kadar kaba insanlar olduk? Bu ne zaman değişecek? Neyse... Ben iyi şeylerden devam edeyim. En başta bahsettiğim pastanenin sahibi olan çift bizi her gün tanıdıkları gibi karşıladılar. "O yeni çıktı, bu yeni çıktı" deyip ikramlarda bulundular.
Bir bankın yanında ayakta beklerken, elimdeki yiyeceği görüp "Otur burada ye" deyip yerini bana vermeye çalışan teyzeyi de unutmuyorum mesela. Çok ilgimi çeken bir şey daha söyleyeceğim. Her gün devlet hastanesinin önünden geçiyorduk. Bir kere bile üç kişiyi aynı anda bahçede görmedim:) Önündeki durak da genelde boş. Arada tek tük insan oluyordu. Bir de bizim hastaneleri getirin gözünüzün önüne. Düşündüm, düşündüm ve anakaradan uzakta, deniz, kum, güneş, uzo, kahve, sohbet muhabbet, geçmişe takılmamak, kalenderlik vs. derken yaşlanmadıklarına ve hastalanmadıklarına karar verdim. Maşallah diyeyim, nazar değmesin.
Hissedildiği üzere Sakız'dan zor ayrıldım:) Yeniden buluşma fikrimi, hâttâ daha uzun kalma fikrimi saklı tutuyorum. Merkezi oluşturan kordon boyundan bahsetmedim. Zira o deniz kıyısındaki illerimizde rastladığımız özellikte tahmin edilesi bir bölge. Yine de hak geçmesin, bir fotoğrafıyla bitireyim bu yazıyı. Bir de renkli bir görüntü ekleyeyim. 2023 yazımı şenlendiren güzel adaya selam olsun!
Mükemmel bir yazıydı, çok büyük bir keyifle okudum. Aslında böyle yazıları okudukça ülkem adına bir o kadar da hüzünleniyorum... Umarım bir gün ben de bu dediğiniz yerlere gider görürüm. Emeğinize yüreğinize sağlık, sevgiler 🌺🤗
YanıtlaSilÇok teşekkür ediyorum. Gönlünüzce gezin görün dilerim.
SilKocaman sevgiler...
Ayy, yeniden gidip gezmiş gibi oldum. Ben de çok sevmiştim orayı.
YanıtlaSilYeniden gideriz de umarım:) Sevgiler Handancım...
SilSon yazdıkların için şöyle söyleyeceğim; biz gereğinden fazla nüfusa sahibiz ve mutsuz bir toplumuz, bu böyle gittikçe de artıyor ne yazık ki. Günaydın demek bile zul gelir olmuş insanlara:(
YanıtlaSilYazdıklarını ve resimleri görünce, genelde gezi ile ilgili programları seyredince de gıpta ediyorum oradaki yaşayanlara, şehirlere. Etraf, çevre çok derli toplu, temiz görünüyor. Düzen var . Bizde de yapılmaya çalışıyor ama biraz daha lazım.
Güzel fotolar güzel anlatım , teşekkürler, sevgiler.
Kalabalık ayrı sorun, o kalabalığın birlikte yaşamayı bilmemesi ayrı sorun.
SilDüzen konusunda haklısın Mehtap. Ondan bahsetmemişim ama hakikaten dikkat çekiciydi. Düzenli ve temiz bir ada. Bizde yapılır yapılmasına, buna inanıyorum ama insanların uyacağına inanmıyorum. Bakalım.
Çok teşekkür ediyorum Mehtap. Kocaman sevgiler benden...
Merhabalar.
YanıtlaSilSakız adası gezi ve izlenimleriniz o kadar güzeldi ki, kendimi ben de Sakız adasında hissettim. Ben de İzmir/Çeşme'den Sakız adasını bir kez görmüştüm. Görsel paylaşımlar da çok harikaydı, teşekkür ederim. Ada burnumuzun dibinde, Yunan toprakları ta nerede, ama Lozan'da hem Batı Trakya'yı hem de bu oniki adaları yenilmiş olmasına rağmen Yunanistan'a teslim etmişiz. Bir de Lozan'ı zafer olarak kabul ediyorlar. Bence zafer değil, bir teslimiyet anlaşması olmuş. Her neyse, bu güzel yazıya bu cümleler yakışmadı ama, konu Yunan adaları olunca maalesef kendimi tutamıyorum.
Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlıklar dilerim.
Selam ve saygılarımla.
Çeşme'den Sakız, Sakız'dan Çeşme rahat rahat görünüyor:) Bize 6 km. uzaklıkta, kendi topraklarından daha uzakta. Adalar bizde olsaydı bu kadar bozulmadan kalabilir miydi emin değilim Recep Bey:) Görüşler muhtelif.
SilÇok teşekkür ediyorum, sevgiler...
tatilsiz geçen yazımda bana ilaç gibi geldi bu yazınız, siz ve detaylı anlatımınız her zaman hoşuma gitmişti, çokça güzel fotoğraflar görmek de hobim gereği beni baya mutlu ediyor :) imkan ve zaman bulup da gidebilsem keşke :) emeğinize sağlık, çok güzel bir yazıydı
YanıtlaSilUmarım gönlünce olsun, en kısa zamanda istediğin yerlere seyahat etmeni dilerim Özlem.
SilNazik sözlerin için çok çok teşekkür ediyorum. Kocaman sevgiler benden...
Bu sabah öyle keyif alarak, satır satır, fotoğraf karelerini sindirerek okuduğum bu yazı için teşekkürlerimi sunmak istiyorum öncelikle. 90 lı yıllarda Rodos ve Kos adalarını zevk ve lezzet içerisinde ziyaret etmiş biri olarak yazdığınız her cümleye katılıyorum. Halklar arasında daima bir sıcaklık var, benim de gözlemlediğim bu olmuştu. Tam bugün de 6-7 eylül olaylarının yıldönümü, onlar gidince görgü, bilgi her şey gitti maalesef.
YanıtlaSilGünüme sevgi, şefkat ve güzellik kattınız, teşekkürler @>--------
Nazik sözleriniz için asıl ben teşekkür ederim Sezer Hanım. Şunu merak ettim, 90'lardan sonra aynı yerleri bir daha görseniz nasıl bir kıyaslama yapardınız acaba? Kesin değişiklik vardır ama miktarı nedir merak ettim. Göçmen sayısı artmıştır, kafeler, restoranlar, oteller artmıştır fakat dediğiniz gibi kıyının iki yanındaki insanlar arasında var olan sıcaklık değişmeyen unsurlardan olsa gerek.
SilSevgilerimle...
Niyetim vardı ama gitsem mi gitmesem mi kararsızılığı içindeyim hâlâ, yazın bu anlamda tam zamanında gelmiş oldu... Direk Yunanistan, üstelik mevsim dışı bir zamanda daha cazip geliyor. Gelecek günler ne gösterir bakacağım bu durumda, beni her zaman sürpriz yaparak ters köşeye yatırmaya bayılır fikrim çünkü:)
YanıtlaSilNiyetin varsa gitmelisin. Senin kadar sıcakkanlı birinin daha da insanlara karışacağına, onları konuşturacağına eminim:) Sezon dışı ayrıca iyi bir fikir. Ben de eşime aynı fikrimi iletmiştim, bir de öyle yapmak hoş olur diye. Ama aralık başında gitme, o sıra biz Samsun'a gelebiliriz:)))
SilSevgiler Buraneros, teşekkürler...
Endişe etmeyin, Benim içi Ege demek Eylül demek, onun dışında Aralık dahil buradayım:)) Sevgiler...
SilHaber vereceğim:)
Silbirçok yunan adasına gittim ama uzaktakilere :) yakındakilere gitmedim daha midilli kos sakız sisam filan gitmedim :) çeşmeden kadınlar gün yapmaya gidip dönüyorlarmış :)
YanıtlaSilBiz de uzaktakilere gitmedik:) Atina'dan gidişli hayallerim var ama.
SilVallahi günübirlik gidip dönüyorlardır hakikaten, iki ada arasında arkadaşlıklar çokmuş.
Sevgiler Deep...
Yunan Adalarını görmeyi çok isterim. Sakız Adası izlenimlerin ve görseller, gitme isteğimi daha da perçinledi. Harika bir anlatım olmuş Sezer'cim. Kalemine, yüreğine sağlık.
YanıtlaSilBu arada Sakız Adası notlarının okurken bir çağışım yaptı. Netflix de yeni başlayan bir belgesel var, onu izliyorum. Konu "100 Yıl Yaşamak: Mavi Bölgelerin Sırları" Yazar Dan Buettner, insanların olağanüstü uzun ve enerjik hayatlar yaşadığı, beş topluluğu keşfetmek üzere bir dünya turuna çıkıyor. Japonya, İtalya, Yunanistan ve Costa Rica'daki adaları keşfediyor. Yunanistan'ın ege sahillerine yakın adalarından birinde; doğayla iç-içe, sakin ve huzurlu, aynı zamanda doğal ve bitki bazlı beslenme, aktif ve üretken bir yaşam tarzıyla nasıl uzun yaşamayı başarmışlar...onu anlatıyor. 5 adanın da ortak özellikleri var...mutlaka izlemeni öneririm Sezer'cim. :) Sevgiler, selamlar...
Fragmanı (https://www.youtube.com/watch?v=it-8MIm29bI)
Esincim çok çok teşekkür ediyorum. Gidince seveceğine ve tatlı tatlı yazacağına eminim.
SilBahsettiğin belgeseli fark ettim Esincim ve hattâ listeme kaydettim fakat henüz izlemedim. Şimdi sen de bahsettin madem, ilk sıraya onu alayım. Seni kocaman öpüyorum.
Ah özlemişim Sakız'ı Sezer'cim, sen de çok güzel aktarmışsın. Ne güzel gezmişsiniz. Defalarca gittiğim ada, benim için yeri ayrı. Sakızımı hala oradan getirtiyorum, kıyıdaki Mastihashop'tan. Sakızlı muhallebi yapıyorum:)
YanıtlaSilBu yaz hiç olmazsa azıcık ada havası alalım diye yakın olmasından dolayı Midilli'ye geçtik. Oraya da çok gitmiştik bir dönem. Senin de yazdığın gibi kura rağmen hala fiyatlar daha uygun. Tam olarak Ege havası yaşıyorsun, sade, kendi halinde, hatta salaş mekanlar... Böylesi çok daha güzel...
Semiii! Nerelerdesin? Konuşmayalı çok oldu. Haberleşmeliyiz. Keşke Türkiye'deyken görüşseydik.
SilAdadan sakız aldığını hatırladım:) Sanırım bir yazında bahsetmiştin. Burada yazmaya tekrar başlamalısın bu arada.
Midilli hep aklımda ama işte uçak olsun vs.derken bir türlü kısmet olmadı. Bir ara inşallah...
Seni çok öpüyorum, konuşalım muhakkak.
En sevdiğim Yunan adalarından biri çünkü çokmsakin ve diğer adalarda olmayan özellikleri var ;) O beyaz yuvarlak taşlardan ben de çok toplayıp getirmiştim ve coronada da boyamıştım tek tek şahaneler gerçekten 💕
YanıtlaSilŞu ana kadar gezdiklerim arasında benim de en sevdiğim oldu:)
SilHarika birtatil yazısı 🤗. Babamın ailesi Sakız adalı ama hiç gitmek kısmet olmadı inşallah gidip görebilirim ☺️
YanıtlaSilBir tarafın Sakızlı yani Derya? Çok hoşmuş:) O zaman kesinlikle görmelisin:)
SilÇok teşekkür ediyorum. Kocaman sevgiler...
şahane bir yazı olmuş, eşime de gönderdim, "seneye gidelim" notuyla :) biz de midillide yiyip içerken "aradaki 30 kat farka rağmen nasıl başabaş hatta bazen daha ucuz oluyor" diye konuştuk hep. enteresan bir ülkeyiz, orası net.
YanıtlaSilTeşekkür ediyoruuum:) Sakız'ı da seveceksiniz. Biz de Midilli'ye gitmedik. Ama hep aklımda. Bize yakın, uygun. Umarım en kısa zamanda o adayı da ziyaret ederiz.
SilSevgiler Şule...
Uhhh bir çırpıda okudum ve senile gezmiş gibi oldum. Baya verimli bir gezi olmuş :) Gezerken bu detayları farketmek ve hafızaya kaydetmekte muazzam :)
YanıtlaSilTeşekkür ediyorum:) Beğenmene sevindim. Uzun zamandır böyle keyifli anlatmamıştım. Eskiden çok özenmeme rağmen, salgından sonra seyahat yazılarını ya hiç yazmıyordum ya da daha basit geçiştiriyordum. Sakız dünyaya geri dönmemi sağladı:)
SilSevgiler Dada...
Nasıl zevkle okudum, ellerine yüreğine sağlık..
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, beğenmene sevindim Buket. Sevgiler benden...
SilSevgili Sezer,
YanıtlaSilTadı damakta kalan bir gezi olmuş ve nefis yazın sayesinde yine ne çok ayrıntı öğrendim.
Çok teşekkür ederim, sevgiler. :)
Ben çok teşekkür ediyorum:) Kocaman sevgiler...
Sil