30 Haziran 2012 Cumartesi

NİLGÜN - İKİ TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ...

    Çok etkilendiğim bir kitabı bitirdim bu akşam. Dün başlamıştım okumaya. Elimden bırakamadım. Bu kitap sayesinde şimdi aramızda olmayan çok özel bir insanı tanıma fırsatını buldum. Bir de yine aramızda olmayan çok çok değerli bir insanı bir kez daha saygıyla andım.  Prof.Ahmet Taner Kışlalı ve sevgili eşi Nilgün Kışlalı'dan bahsediyorum. İzmir milletvekilliği yapmış, Ecevit hükümetinin Kültür Bakanı olmuş, akademisyen kimliğiyle birçok öğrenci yetiştirmiş, Cumhuriyet Gazetesi yazarıyken karanlık eller tarafından katledilmiş Ahmet Taner Kışlalı ve onun savunduğu değerler hakkında uzun uzun konuşabilirim. Ancak burada, şu anda bizzat onu yazmayacağım. Kışlalı ailesini tanıtan güzel bir kitaptan bahsedeceğim. 
"NİLGÜN- İKİ TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ"

   
    Kitabı Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı gazeteci Sıtkı Uluç yazmış. Kitabın ilk yarısını Nilgün'e ayırmış. Doğduğundaki adı ile Nicole'e... Bir kadın düşünün. Aslen Fransız. Zor bir çocukluk geçiriyor (hatta annesini ölümünden kısa bir süre önce buluyor). Fransa'da doktora yapan bir Türk genciyle tanışıyor. "Hayatımın erkeğini buldum" diye düşünüyor ve evleniyorlar. Nicole hayat dolu... Güzel ve sevecen... Cıvıl cıvıl...  Kendini kısa zamanda Kışlalı ailesine sevdiriyor. İki çocukları oluyor. Altınay ve Dolunay... Çocuklarını Türk kültürüne uygun olarak yetiştiriyor. Ve kimsenin baskısı olmadan tamamen kendi isteğiyle Müslümanlığı seçiyor, Nilgün ismini alıyor. Ramazan'da orucunu tutuyor, kurban kestirip elleriyle fakirlere dağıtıyor. Ankara Belediyesi Protokol Müdürlüğü başta olmak üzere çeşitli işlerde çalışıyor. Hem çalışıp, hem çocuklarını yetiştirdiği halde öğle saatlerinde hastanelerde kanserli hastaları ziyaret ediyor, umut veriyor onlara. Eşinin en büyük destekçisi oluyor. Mükemmel davetler, sofralar hazırlıyor. Bakan eşiyken bile mütevazılığından ödün vermeyen bu güzel insan, komşularının şaşkın bakışları altında oturdukları apartmanın merdivenlerini siliyor tek başına. Çok arkadaşı oluyor. Çok seviliyor. Tam bir Türk sayıyor kendisini. Yabancılara karşı Türkleri ve Türkiye'yi savunuyor her daim. Bunca uğraşının arasında hep güzel, hep şık, hep bakımlı ve hep güler yüzlü görüyorlar kendisini. Kahkahalarıyla tanınıyor. Ve beni en çok etkileyen özelliği... Eşinin öldürülmesinden korktuğu için o binmeden önce eşinin kullandığı arabanın içini, altını arıyor bomba var mıdır? diye. Bazen de motoru kendisi çalıştırıyor ki herhangi bir şey olursa eşine zarar gelmesin... :(  Bu güzel insan 1995 yılında trafik kazasında hayatını kaybediyor. Hiçbir uyarı yapılmadan düz yola dökülen mıcır yüzünden... Cinayet gibi bir kazada hayatını kaybediyor. Gözünden sakındığı, her zaman destek olduğu sevgili eşi de ondan 4 sene sonra hepimizin bildiği şekilde öldürülüyor:( 
    Kitabın 2.bölümü de Prof.Ahmet Taner Kışlalı'ya ayrılmış. Hayatı, ölümü ve ölümünün ardından yazılanlara, söylenenlere yer verilmiş. Kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Ahmet Taner Kışlalı'yı bir kez daha rahmetle andım. Güzel eşine, çocuklarına, Kışlalı ailesine hayran oldum. Böylesi sevgi dolu, aydın, uygar, insanı insan olduğu için seven, bilgili, görgülü insanlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anladım.
    Ben daha fazla konuşmuyorum ve son sözü Prof.Ahmet Taner Kışlalı'ya bırakıyorum. İşte sevgili eşinin ölümünden sonra yazdığı "BİR TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ" başlıklı yazısı...
"Tanıdığımda adı Nicole'dü.
Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye'ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu...
Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay'a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:
"Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... Ben Tanrı'ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki! Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim."
Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş.Ama sabredememiş "sürpriz"inin sonuna kadar...
O gece Kelime-i Şahadet'i sabırla ezberledi.
Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık elinde artık "Nilgün Kışlalı" olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.
Ankara Müftülüğü'nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu.
Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi.
Her zaman çalıştı. Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda.
Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu...
Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskenin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi...
Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.
Bütün insanları severdi. Ama O, artık "biz Türkler"den biriydi; "onlar"dan değil...
Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay'a, büyük bir heyecanla Atatürk'ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı.
Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.
Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram'a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi...
Ama benzer bir gereksinmeyi yurt dışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak.
Onun için din, inanç ve iyilik demekti.
Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı.
Bir yurt dışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlülkleriyle saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme...
"Ahmet boşanalım" dedi. "Benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!"
Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.
"Kültür Bakanı'nın Hıristiyan karısı" neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O... Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurt dışına kaçırtan da O...
Evinde yabancı bir kültüre "teslim olmuş" bir Kültür Bakanı.
Sekiz sütun "haberler"... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... "İkonalar ve Kokonalar", "Madam Kislali", daha niceleri...
Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi?
Sevgi doluydu.
Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi...
Tanrı'yı severdi, Atatürk'ü severdi...
"İnsan"ı severdi.
Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.
Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı.
O bir "insan"dı.
28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan.
Piaf'ı ve Pavarotti'yi de beğenirdi, Sezen'i ve Gürses'i de...
Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı.
Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:
"Yine mevsimler geçecek/ Yine yapraklar düşecek/ Giden sevgililer geri gelmeyecek..."


Nedense bana hiç söylememişti.
Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü'ye açmış. O "olamayacağını" ne kadar anlatmaya çalışsa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu "rica"sını iletmiş...
Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar...
Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara'da yatıyor.
Ve de benim kalbimde..."

11 yorum:

  1. çok çok güzel bir yazı olmuş. buk adar değerli bri hocanın unutulmaması çok sevindirici. üniversitede kitaplarını okurduk. çok şey öğrendim ondan. acaba yaşasaydı bugünleri nasıl yorumlardı? yattığı yer nur olsun inşallah

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Amin. Bugün yaşasaydı yine kibar bir şekilde, doğru bildiğini savunurdu:(
      Teşekkürler yorum için.

      Sil
  2. Ahmet Taner Kışlalı'nın kitapları gibi onu anlatanlar da muhteşem!

    YanıtlaSil
  3. Merhaba,Ne Desem Beğenirsin blogundaki "Wycinanki"
    yazısına bıraktığınız yorumu takiben geldim.
    Sanat Tarihçisi bir öğretmenin iş bulmakta zorlanması beni üzse de şaşırtmadı.Emekli ilkokul öğretmeni olduğum için,belki de son yıllarda eğitimin düşürüldüğü durumu gördüğüm için .
    Nilgün Hanımı anlatan satırlar beni ağlattı.Daha önce bu konudan biraz olsun haberim olmuştu. tekrar hatırladım.

    Bu arada emeklilikten sonra Kaat'ı sanatı ile ilgili çalıştığımı da bildirmek istedim.
    Sevgiler.

    YanıtlaSil
  4. Çok teşekkür ederim güzel yorumlarınız için. Hoş gelmişsiniz.
    Ben de Katı' sanatıyla ilgilendim.
    Hatta arşivimde 2012-Nisan ayında bu konuyla ilgili yazım var.
    Çok teşekkürler...

    YanıtlaSil
  5. mrb, bu yazı beni çok etkiledi. ikisine de Allah rahmet eylesin. malesef ülkemizde böyle değerli insanlar hep yokedilmiştir.

    YanıtlaSil
  6. Haklısınız. Böylesi insanların değerini yaşarken bilmek lazım aslında.
    Güzel yorumunuz için teşekkürler...

    YanıtlaSil
  7. Bu yazıyı tesadüfen bugün, (tarih 09.09.2018) buldum. Altı yıl önce kaleme alınmış... Okurken boğazım düğümlendi... geçmişte yaşananları ve şimdiki hayatları terazi kefesine koyduğumda, çok hafif kaldı günümüzün insanlık değerleri ve yaşam anlayışları... Saygı ve rahmet ile anıyorum. Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı'yı...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İhtiyacımız olan değerler, güzel insanlar... Ben de sayenizde tekrar rahmetle anıyorum.

      Sil

Yorumu olan?