31 Ekim 2024 Perşembe

TASARIMCININ NOTU...

     Muazzam bir sergi gezdim. Salt Beyoğlu'nda düzenlenen "Tasarımcının Notu"... Okumayı bilmezken dahi kitapları eline alıp inceleyen, okur olduktan sonra bu eylemi daha bilinçli şekilde gerçekleştiren biri olarak çok etkilendiğimi söylemeliyim. 

    Sergi, ülkemizde 20.yüzyılın son çeyreğindeki inişli çıkışlı siyasal ve toplumsal ortamın yarattığı etkinin yayıncılık özelinde grafik tasarım işlerini nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Yaklaşık iki saat her kitap kapağını inceledim, her bilgilendirmeyi okudum. Genel anlamda yakın tarihimize dair anılar üzerinden değerlendirmeler yaptım, düşündüm. Özel anlamda ise 80'li yıllara ait kitapları babamın kütüphanesinde gördüğüm, yaşım gereği anlamasam bile hevesle okumaya çalıştığım günler geldi aklıma. 90'lardaki seçimler artık bana aitti. Onlar da ayrı etkiledi. Erkal Yavi, Bülent Erkmen, Sait Maden, Savaş Çekiç ve işlerini görünce anında tanıdığımız daha birçok grafik tasarımcı; Cem Yayınevi, Adam Yayınları, Hür Yayın, De Yayınevi, Ayrıntı, Metis ve daha pek çoğu bu sergide. Okuma yolculuğumuza eşlik eden kıymetli yazarlarla birlikte... 

    Günümüzde dijital ortamda yapılan kitap kapağı tasarımları bir zamanlar aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi yapılıyordu. Dinazor olarak anılmak istemem fakat bence böylesinin ayrı bir kıymeti var. Fikri emeğin yanı sıra yol alan el emeğini gözardı edemem. 

    Geçmiş zamanın özenli çalışmaları dikkat çekici birer hoşluk olarak sergi alanının zeminine de yansıtılmış. 

    Tasarım işi özen ister. Her alanda iyi bir tasarım kopyala-yapıştırdan ibaret olmamalıdır. Bilgi, birikim, gözlem, yaratıcılık ister. Bu anlamda Sevim Burak kitaplarının Bülent Erkmen tarafından yapılan kapakları iyi örneklerdir. Zira Sevim Burak, yazılarını odasındaki perdeye iğnelemektedir. Böylece gözünün önünde olan yazılara eklemeler yapar, kimi yazıyı çıkarır. Bunu bilen Bülent Erkmen, kapak tasarımına birer iğne iliştirmiştir. Ve bu ayrıntı biz okurları mest eder. 

    Aziz Nesin, benim de tanık olduğum bir dönemde en çok kitabı basılan yazarlardan biridir. Defalarca tekrarlanan her baskı için ayrı bir tasarım istediğini ben bu sergide öğrendim. İyi yapmış. 

    Çok hoş başka hikâyeler de var. İşlerini pek beğendiğim Savaş Çekiç "Bob Marley Raggae" kitap kapağıyla ilgili şunları anlatıyor:
    "1984 Şubat ya da Mart ayıydı, ciddi kar yağmıştı. Ben de o dönem Cemalettin Mutver'in yanında çalışıyorum Harbiye'de. Kardan ötürü toplu taşıma iptal olmuş ama Bob Marley Raggae kapağını götürmem gerekiyor yayınevine. Kapak için Bob Marley portresini guajla siyah-beyaz çalışmış, arkasına da pistoleyle renkli bir Jamaika bayrağı yapmıştım. Orijinali güzelce sarıp yanıma aldım. Karın altında Harbiye'den Tünel'e yürüdüm, oradan da Cağaloğlu'na çıktım. Yayınevinde dosyayı açınca illüstrasyonda bayrağın üzerinde kardan ötürü lekeler oluşmuş olduğunu gördük. Guajın kimyasından dolayı o lekeleri kapamak da mümkün değildi. Bir süre ne yapsam diye düşündüm. Sonra pencereyi açıp bütün illüstrasyonu karın altına tuttum. O zaman lekeler bütün yüzeye yayıldı ve görsel açıdan çok daha lezzetli bir şey ortaya çıktı". 

    İstanbul dışındaki blog dostları için birkaç görsel daha paylaşayım. İstanbul'da yaşayan ve sergiyi merak edenler için mutlaka ziyaret etmeleri yönünde tavsiyede bulunayım. 








    "Tasarımcının Notu" okumadan yapamayan, görsel iletişimle ilgilenen ya da sadece bir dönem Türkiye'sini anlamak isteyen herkesi tatmin edecek muazzam bir sergi olmuş. Bu noktada, günümüze daha yakın örneklerin de bulunduğunu belirtmek isterim ki eksik kalmasın. Ben daha çok eskilere takıldım sanırım. Salt Beyoğlu'nda "Tasarımcının Notu"nu görmek için son tarih 2 Şubat 2025.






30 Eylül 2024 Pazartesi

GÜZELİM ESKİŞEHİR...

     Geçtiğimiz hafta annemle iki günlüğüne Eskişehir'e gittik. Nurşen Öğretmenim'i kısa süreyle kaçırmışım :) (Leylak Dalı) Yakın zamanlarda aynı yerlerde gezmişiz. Onun Eskişehir yazısını görünce ben de bahsedeyim o zaman dedim:) Zira bundan bir önceki Eskişehir gezisini anlatmamıştım ve aklımda kalmıştı.  O ziyarette de Orhun'laydık ve çok eğlenmiştik. Yazının ikinci yarısında biraz bahsederim. 
    Nurşen Öğretmenim'in de dediği gibi "Bir kez daha Eskişehir". Ara ara gittiğim bir yer. Yanımda dönüşümlü olarak eşim, annem, kardeşim. Orhun'la bir kez denk geldi. Her biriyle şehri ayrı değerlendiriyoruz çünkü Eskişehir buna açık, çok yönlü bir kent. Sanat isteyene sanat, eğlence isteyene eğlence; yemyeşil parklar, kafeler... Hem genç, hem olgun. Hem eski hem yeni. Öğrenciler ve turistler tarafından çokça tercih ediliyor ancak kaotik değil. Resetlenmek için kaçtığım noktalardan biri. Çok gittim geldim, az bahsettim. Yine detaya girmeyeceğim, biraz fotoğrafla ilgi çekeyim. Gerçi reklama ihtiyacı yok. Benim gibi sık sık yolunu düşüren ya da ilk fırsatta düşürmek isteyen, tanıyan, bilen çok. Tarihi ya da yeni müzelerini layığıyla gezip bitirebilmek için bile bir gün yetersiz kalacaktır. Bu yazının da yetersiz kalacağı gibi... 

    Efendim, bir perşembe günü düştük yola. İstanbul-Eskişehir yolculuğunun en keyifli yanlarından biri trenin tercih edilebilir olması. İstanbul'dan yola çıkıp üç saat sonra hedefe varıyorsun. Yanımda illâ bir kitap oluyor ancak genelde gözümü camdan ayıramıyorum. Bir de ne kadar "Dikkatimi manzaraya vereceğim, her zaman trenle yolculuk yapmıyorum ki" desem de illâ bir sohbet muhabbet oluyor trende:) Eş, anne, kardeş, evlat, artık kiminleysen çeneler bir düşüyor. Hem dışarıyı izliyorum, hem muhabbet ediyorum. Kitabım da benimle gezmiş, hava almış oluyor. 


    Eskişehir'in en çok müzeleri, kitapçıları ve kafeleri ilgimi çektiğinden bu zamana kadar parklarını gezmemiştim. Porsuk kıyısında takılmak, Odunpazarı'nı arşınlamak ya da caddelerde yürüyüş gibi açık hava etkinlikleri her zaman olan şeyler ancak Sazova Parkı'na gitmemiştim. Artık takvimsel olarak kışa doğru yaklaşıyor olduğumuzun psikolojisiyle Eylül ayındaki güneşli ortamı kaçırmayalım dedik ve bu kez neredeyse tüm günümüzü Sazova Parkı'na ayırdık. Tabii öncesinde çi böreklerimizi yemeyi ihmâl etmedik:) 
    Tam ismiyle "Sazova Bilim Kültür ve Sanat Parkı". Akvaryumuyla, bilim müzeleriyle, masal şatosuyla, daha pek çok etkinlikle çocuklar için bir cennet gibi. Tabii biz daha çok çocuklara hitap eden bilim müzelerine, akvaryum ve hayvanat bahçesine girmedik. İsteğimiz park havasını almaktı. Öyle de yaptık. Açık alanlarına bayıldım. 
Neden daha önce gitmediğimi sorguladım. Gerçi bunda genelde ya çok sıcak ya da serin havalarda Eskişehir'de olmamızın etkisi vardı. Zaman bu zamanmış. Bu Eylül'ün aktivitesi olarak Sazova'da harika bir gün geçirdik. 

    Daha girerken parka gösterilen özeni anlıyorsun. Portatif kafeler ve hediyelik standları öyle sevimli bir düzen içinde ve tertemiz duruyorlar ki iç açıyorlar, göz yormuyorlar.

    Bol bol yürüdük, yoruldukça banklara oturduk dinlendik, harika göl manzarasına karşı bir şeyler içtik. 
Çocuk değiliz dedim ama bu her noktadan görünüp bize göz kırpan Masal Şatosu'na girmemize engel olmadı:) 
Gezi trenine de bindik. Tren istasyonunun güzelliğine bakar mısınız? 

    Ve diğer fotolar... Abartmadık ama fotoğrafa da bir miktar vakit ayırdık. 



    Masal Şatosu'nun seyir terasından, azıcık benim de göründüğüm bir fotoğrafı da ekleyeyim. Merdivenleri göze alanların çıkması lâzım. Parkı seyretmesi gerçekten çok hoş. Prenses kostümü giymiş heyecanla şatoya koşturan kız çocuklarını fark etmek de... 

    Bu da içeriden bir prenses. Rapunzel... Yani ileride çilesi bitecek ve prenses olacak hayırlısıyla:) 

    Sazova, düzenli Avrupa kentlerinin ya da yeşile önem veren diğer büyük ülkelerin parkları gibi özenli ve temiz. Belli ki ziyaretçiler de bunun bilincinde. Ülkemizde pek çok yeşil alanda tanık olduğumuz değerbilmezlik burada yok. Şehrin caddelerinde de aynı özen korunuyor gibi. Ve biliyorsunuz, romantik şehirler kategorisinde sayabiliriz, Eskişehir'in ortasından da tramvay geçiyor.

  


   Okullar açıldı malûm. Şehrin sokaklarını öğrenciler doldurmaya başlamış. Yeni gelenlerin, ilk sınıf öğrencilerinin heyecanı belli. Zamanla alışacakları kentin ilgi çekici noktalarında selfi çekip duruyorlar:) Hepsinin yolu açık olsun. Onların ve yerli turistlerin takıldığı kitap-kafelerden biri olan Adımlar'da vakit geçirdim yine. Otelimiz hemen onun karşısında, Porsuk üzerindeki minik bir köprü aşımı uzağındaydı. Otel konaklamalarını seven insanlardan olan annemi akşam yemeğinden sonra odada bıraktım ve Adımlar'a kahve içmeye çıktım. 
Tabii ki hatıra kitabımı satın aldım. Kahvemi yudumlarken John Berger'ın çok sevdiğim yazılarına daldım. 

    Zaman olarak kısa, keyif olarak yoğun geçen Eskişehir gezimizi kasmadan, aylaklık ederek, sakin sakin yürüyüp ilgimizi çeken her yerde duraklayarak tamamladık. Cumartesi gününe denk gelen dönüşümüzü uygun bir saate aldık ki akşam oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçına yetişelim. Maç günü öğleden sonra trenle Kadıköy'e ulaşmak biraz heyecanlı oldu:) Eskişehir'in düzenli ve yeterli kalabalığından sonra ilk anda bir bocalama durumu yaşasak da İstanbul'un keşmekeşine alışık bünyelerimiz hemen toparlandı ve duruma uyum sağladı. Şimdi hafızamızda güzel bir Eylül seyahatinin hatıraları var. Bunları bir önceki gezinin anılarıyla harmanlayayım. 
O zaman yazmak isteyip de yazamadığımı belirtmiştim. Bir parantez açmış olayım. Onlar da 2023'ün ocak ayına ait görüntüler ki Eskişehir kışın epeyi soğuk olsa da yine keyifli yine keyifli.
    Mesela, o zaman gidip gelip Karakedi Bozası içmiştik. Gördüm ki Eskişehir'de millet İtalyan'ların evine giderken ayak üstü espresso içmeleri gibi gelip gidip boza içiyor. Biz de öyle yaptık:) Bozayı severim. Karakedi yılların bozacısı. Bu şehre özgü. Vefa'dan biraz daha farklı. Ben seviyorum. 

    Bu şehre özgü işler yapalım derken Pino'dan hamburger de yedik. 1978'de açılan burgercinin Türkiye'de ilk olma iddiası var. Onu bilemiyorum ama Eskişehir'in ilk burgercisi olduğunu ve kentin yerlilerinin ortak hafızasında yer aldığını biliyorum. Ortak hafıza demişken tam bu noktada enfes bir kitap önermek isterim. 

    Yaklaşık iki sene önce alıp okuduğum "Avare Adımlarla Eskişehir" kitabı beni bu kente dair fazlasıyla bilgilendirmişti. 60'lı yıllardan beri Eskişehirli olduğunu söyleyen yazarı Prof.Dr.Levend Kılıç'ı AÖF İkinci Üniversite kapsamında Görsel İletişim Tasarımı öğrencisi olduğum için tanıyordum. Daha doğrusu canlı dersleri veren her öğretim üyesi onu muhakkak anlatıyordu. Anadolu Üniversitesi GSF'de "Hocaların Hocası" durumu yani. Çok sevildiği belliydi. Ben de yazdığı tüm kitapları edindim.  Ne yazık ki yaklaşık iki hafta önce vefat etti. Takip ettiğim her öğretim görevlisi kendisinden yine büyük bir saygıyla, sevgiyle bahsettiler. TEGV'nin de ilk yönetici üyelerinden biri olması sebebiyle birçok haberde yer aldı. Ardında faydalı izler bırakmak ne güzel. Açık öğretim sisteminin de koordinatörlerindenmiş ve ben de onu bu vesileyle tanımıştım. Onun akademik kitaplarından farklı olan Avare Adımlarla Eskişehir'i okuyup, bir de geçmişe ve bugüne dair öğrendiklerimle, farklı bir gözle gezmiştim bu kenti. Mekânı cennet olsun. 

    Bir müzeler kenti olan Eskişehir'de her birini layığıyla gezmek için bir günün yeteceğini düşünmüyorum. 
Ben yıllar içinde o anki isteğime göre seçerek ziyaret ettim her birini. En sevdiğim, en yenilerden biri olan OMM'dir. Yani Odunpazarı Modern Müze. Görmeden dönülmez. Biz de öyle yapmıştık.

    Bir önceki seyahatte yeni açılmış bir müzeyi daha ziyaret etmiştik. Kendisi yeniydi ama konsepti gelenekseldi. 
Eskişehir Hamam Müzesi. 

    Yeraltı suları bakımından zengin bir bölgede yer alan ve dolayısıyla hamam geleneği de olan kent açısından iyi düşünülmüş bir müze. Çok sevdik, ilgiyle gezdik. Bölgenin sıcak yeraltı kaynaklarının tarihini anlatan video gösterimini de izledik. Ortam buram buram beyaz sabun kokuyordu, dışarıda hava çok soğuktu. Huyumuz değildir ama canımız hamama gitmek istedi. Hemen bir araştırma yaptık. Yakınlarda yüksek puanlı bir hamam seçtik:) Akşam üzeriydi. Kadın bölümleri kapalıymış. Bizim gibi o saatte gelen bir kadıncağız nasıl kızdı. Almanya'dan geliyormuş, heveslenmiş.  İnternetteki saatlere aldanmış. "Sabah ben döneceğim, gelemem" diye sinirlenip gitti. Kış tarifeleri farklıymış. Velhasılı Orhun hamama girdi:) Ben de onu beklerken Adımlar'da kahve-kitap keyfi yapmıştım. Yani müzenin böyle bir etkisi var:) Az önce kitaba bir şey için baktım, arasında müzenin biletini bile sakladığımı fark ettim:) 

    O kış gezisinde başka neler yapmıştık? Örneğin şöyle çok tatlı bir İtalyan lokantası keşfetmiştik. 

    Kentin turistik merkezinin bir miktar dışındaki bölgelerde bol bol modern şehir heykeline rastlamıştık. 


    Bazen havalı fotoğraflar çekip, bazen "yol hâli" demiş ve estetiği umursamamıştık:) 


        İşte böyle! Son iki Eskişehir gezisini birleştirip böyle ufak bir yazı çıkardım ortaya. Yıllar içinde gezip gördüğüm, sevdiğim çok daha fazla şey var oysa. İlk kez gidecek olanlar önceden güzelce bir araştırma yapmalı. İlgisi olan Devrim Arabası'na uğramayı ihmâl etmemeli örneğin. Müzeleri güzelce listelemeli. Tüm sokak heykellerinin izini sürmeli. İsteyen gondola binmeli. Porsuk çayı kıyısında bolca vakit geçirmeli. Havacılık şehrinde olduğunu unutmamalı, ara ara yükselen jet seslerine alışmalı. Hâttâ Vecihi Hürkuş Havacılık Müzesi'ni gezmeli. Görüldüğü gibi burada yapacak şey çok. Bazen İstanbul'dan kaçıp gitmekte haklıyım. Yerli turisti zaten bol. Az da olsa Japon turistleri gördüğümü de söylemeliyim. Bu kadar renkli olmasına rağmen yine de sakin bir şehir Eskişehir. Levend Kılıç'ın Porsuk Çayı'na ve bu duruma dair sözleriyle yazıyı bitirmek isterim:

    "Bu küçük çayın acelesi pek yoktur. Aktığı bile belli değildir. Kendine özgü yavaş temposu, şehre de sinmiştir. Eskişehir yavaş bir şehirdir aynı Porsuk Çayı gibi. Etrafını gençler çevirmesine rağmen su onları umursamaz, onların enerjisinden bihaberdir, çevresini kendine uydurma çabasındadır sanki. Kıyısında koşuşturan insan görmek zordur. O hayatın yavaş yavaş ilerleyen bir şey olduğunu hatırlatır herkese. Porsuk'un bu yönünü sevmemezlik edemem". 




    

12 Eylül 2024 Perşembe

    "Geçtiğimiz hafta sonu bir grup blog arkadaşımla buluşma gerçekleştirdik. Buluşmamız herhangi bir markanın sponsor olmadığı, yeni bir yazarın tanıtımının yapılmadığı, kısacası bu gibi popüler zorlamalarla düzenlenmemiş bir buluşmaydı. Tamamen fikir ve gönül birliğiyle bir araya gelmiş, birbirini bulmuş dostlardık. Instagram'a yönelenler çoktan blog dünyasından uzaklaşmış ve link paylaşmaya başlamışlardı. Kısacası biz bize kalmıştık. Bizler Web3 fikrinin hayata geçmeye başladığı şu günlerde Web2.0'ın derinliklerinden seslenen, "Blog mu kaldı? Okunmuyor ki!" denmesine rağmen ısrarla yazan, "Medya Arkeolojisi"ne konu olmuş insanlardık:)
Evet! Biraz demode kalmış olabiliriz. Ancak unutulmamalı ki ülkemizde kültür-sanat etkinlerini en fazla takip eden; bütçesinin hatırı sayılır kısmını sinemaya, tiyatroya, kitaba ayıran; gezmeye görmeye çalışan ve tüm bunları yazarak aktaran, paylaşan insanlarız. Bizler İKSV Lale Kart'a sahip olanlarız:)

Aramızda önemli sayıda eğitimci vardı ancak çok farklı mesleklerden kadınlardık. Kimimiz hâli hazırda profesyonel olarak çalışmakta, kimimiz (artık bu şartlarda ne kadar olursa) emekliliğinin tadını çıkarmakta. O gün saatlerce sohbet ettik. Sonbaharla birlikte artan etkinlikleri hatırlattık birbirimize, biraz yazar dedikodusu yaptık (evet, iyi okuyucular olarak yayıncılık piyasasına oldukça hakimiz:)), filmlerden kitaplardan sergilerden konuştuk, ekonomik durumları irdeleyip beraberce seyahat planları yaptık. Ruhen ve fikren oldukça doyurucu bir buluşmaydı.
    Israrla yazmaya, paylaşmaya devam eden blog yazarlarını okuyunuz efendim. Bizi koruyup kollayınız. Bizler her yeniliğin farkında olan, takip eden ancak neyi ne kadar seçeceğine deneyimlerle ulaştığı olgunlukla karar veren insanlarız. Her konuda geçerli olan şudur ki geçmişle gelecek arasında denge kurmak şart."

-------------------- 


       Yukarıdaki yazıyı Linkedin'de paylaştım. Daha önce de söylemiştim, "Niye Linkedin?" demeyin:) 
Öncelikle, o mecrada araştırma yapmayı, takibi seviyorum. Ve geçtiğimiz hafta sonu bazı blog dostlarıma belirttiğim gibi, ara ara profesyonel anlamda bazı iş fikirlerine kapılıyorum:) Harekete geçtiğim yok, o ayrı.
    Linkedin'de paylaştığım yazıyı buraya da eklemek istedim. O günkü buluşmamıza farklı bir yerden yaklaşıyor olabilir ancak hepsi kafamda dönüp dolaşan düşüncelerden oluşuyor. Biz "Boomer" değiliz dostlar:) Biz varız ve güzeliz:) Paylaştıklarım işin teknik ve güncel yönü. Bir de duygusal yönü var ki bu mecra beni gerçekten moral açısından yükselten, insanlara dair umutlarımı korumamı sağlayan bir mecra. Belki bunda -gerçekçi bir insanım- yakın çevremizde olduğu gibi her an birbirimize fiziken maruz kalmamamızın, ara ara görüşüyor olmamızın, birbirimize karşı sorumluluğumuzun olmamasının etkisi vardır. Ancak bu da önemli. Çok önemli. Fikren, ruhen yakın olmak, birbirini anlamak ancak bıkmayacak, bıktırmayacak uzaklıkta -ya da yakınlıkta- olmak... 
Blog dünyası benim hayatıma çok güzel insanlar kattı. Bir kısmıyla geçtiğimiz hafta İstanbul'da buluştuk. 
Aklım bir günle kaçırdığım İzmir buluşmasında kaldı. İstanbul'daki görüşmeyi organize eden Ceren'e teşekkürlerimi sunuyorum. Onca yoğunluğunun arasında günü belirledi, haberi verdi ve uzak yollardan geldi. 
Ben ki düşüncede samimi olsa da eylemde pek belirtemeyen biriyimdir, o gün defalarca Ceren'e sarıldım:) 
Öyle bir his. Kendime şaştım:) Ve herkesle "Vır vır vır" konuşup, gülüp, söyledikten sonra dönüş yolunda "Abarttım mı?" diye sorguladım, utandım:) Sonra abartmadığıma karar verdim. Demek ki kendimi yakın hissettiğim kişilerle birlikteydim. Bu öyle bir şey ki Orhun şu an Boston'da ve orada benim eskiden yazan ama şu an buralardan uzaklaşsa da irtibatımızın hiç kopmadığı bir blog arkadaşımla buluştu. Birbirlerini çok sevmişler. Yani benim orada oğlumun acil bir şeye ihtiyacı olursa görüşebileceği bir blog dostum var. İnanılmaz! 
Ve yüz yüze görüşelim ya da görüşmeyelim, çok kişinin kalbinin benimle olduğunu biliyorum. 
Ara sıra gerçekleşen buluşmalara gelince... 
Onlar pastanın çileği oluyor ve bana çok ama çok iyi geliyor. İyi ki varsınız sevgili blog dostlarım. 


    

24 Ağustos 2024 Cumartesi

GECE MÜZECİLİĞİ VE EFES ANTİK KENTİ...

     Selam! Tam yoğunlaşayım derken yine ufak bir ara verdim buralara. Tatildeydim. Bu sene Ağustos ayına kaldığımız için kalabalıktan şikâyet etsem de Assos, Kuşadası, Bodrum derken fena gezmedik. En güzeli bol bol yüzdük. İşin kültürel kısmını da ihmâl etmedik tabii. Şirince Köyü, Rose Mary Anı Evi, Efes Antik Kenti, 
Key Museum gezip gördüklerimiz arasındaydı. Ara ara bahsederim.
    Az önce LinkedIn'de Efes Antik Kenti ile ilgili bir gönderi yayınladım. Neden LinkedIn kullanıyorsun demeyin? Kullanıyorum işte:) Facebook gibi bir şey olmuş zaten:) Sözün özü aynı gönderiyi, gece ziyaretinde Efes deneyimimi burada da paylaşmak istedim. Farklı yazılarda da görüşmek üzere...



    Geçtiğimiz günlerde, en önemli antik kentlerimizden Efes'i bir kez daha ziyaret ettim. 
Zira "Gece Müzeciliği" kapsamında düzenlenmiş hâlini merak ediyordum. Onca kalabalık arasında zorlukla elimi uzatıp sadece hatıra olsun diye bu kareyi çektim. Yabancı turisti otellerinden dışarı çıkarmak ve kültürel mirasa ilgiyi artırmak amacıyla ören yerlerinin gece yarısına kadar ziyaret edilebilir olması önemli bir girişim. Ancak bu konuda daha gidilecek yol var gibi. Gözlemlerime göre gece ışıklandırılması yapılmış antik kentlere ilgi büyük. Kültür ve Turizm Bakanı'nın verdiği röportajdan anlaşılan o ki öncelikle yabancı turist hedeflenmiş olsa da bu kesim henüz azınlıkta. Video çekimine ayarlanan telefonlarla ışıkların açıldığı dakikayı bekleyen, belli noktalarda sosyal medyalık fotoğraf çektirmek için özellikle hazırlanan, alkışlar eşliğinde evlilik teklifi yapmak için uygun zamanı kollayan yerli turist çok çok daha fazla. Yanlış anlaşılmak istemem, yerli turist tabii ki olacak. Ben hedeflenen durumun yetkililer tarafından açıkça belirtilmesi üzerinden konuşuyorum. Bir de bize özgü davranış kalıplarının enteresanlığından... Gerçi Bakan Bey de tüm bunların farkında ki hedeflere zamanla ulaşılacağını belirtmiş.
    Anlaşılacağı üzere kararsız kaldım:) Kalabalıktan dolayı rahat gezemedik, bu muhteşem kentin gece havasının tadını alamadık. 4-5 dakikada bir yapılan evililik tekliflerine şahit olmak durumunda kaldık. Belki de sorun Ağustos ayını tercih etmemizdedir. Okullar açılınca, ortalık yatışınca bir daha mı denesek? :)


Not: Hierapolis, Side, Patara, Aspendos antik kentleri de "Gece Müzeciliği" kapsamında ziyaret edilebiliyor.


26 Temmuz 2024 Cuma

BUGÜNLERDE...

     Merhabalar! Buralardayım, buralardayım da hiç yazasım yok. Şu sıra hiç hoşlanmıyorum kendimden. 
En son Nisan ayında yazmışım. Vakit nasıl geçti anlamadım. 
    Okuyorum, düşünüyorum, okuyorum, düşünüyorum... Vaktim genelde böyle geçiyor. Ne düşünüyorsun derseniz verecek doğru dürüst cevabım da yok. Yaş dönümü, hayat muhasebesi falan filan... Çok erken yaşlarda sorumluluk altına girmek -biraz şartlar, biraz da yapımdan dolayı- sanırım şimdi yormaya başladı. Bazen kendimi "Şöyle 80 olmuşum, kimse bana bir şey sormuyor artık, gözler görüyorsa günlerimi sadece kitap okuyarak geçiriyorum" diye hâyâl kurarken buluyorum:) Böyle hâyâl mi olur? :) İşin püf noktası sanırım "Kimse bana bir şey sormuyor, danışmıyor, onay beklemiyor" kısmı. Küçük yaşlardan beri sorumluluk hissetmenin zararları. Neyse... 
Herkes gibiyim işte. Hepimizin az ya da çok yükleri var. Kafaca daha rahat bir döneme geçeceğimi biliyorum fakat sanki biraz zamanı var gibi. Bir sürü plan, proje düşünüyorum, bir türlü harekete geçemiyorum.
    Normal akışta evden pek çıkmıyorum ancak buralarda olmadığım süre içinde bir-iki ufak seyahat yaptım. 
Biri büyüktü gerçi. Temmuz başında birkaç gün Boston'daydım. Amerika değişik memleket malûm. Bari o birkaç günü anlatmanın sözünü vereyim de sözünü tutmayınca aşırı rahatsız olan biri olarak motive edeyim kendimi. 
    Ara ara Blogger'a girip herkesi okuyorum. Ortalarda olmadığım için utanıp yorum yazmıyorum ama. (Ben niye böyleyim acaba?:) ) Ara sıra, özellikle bayramlarda buradan birkaç dostla konuştuğum, yazıştığım oldu. Görüşmek istediğim, enerji düşüklüğünden dolayı gerçekleştiremediğim, aklımın ve gönlümün kaldığı dostlar da çok. 
Yani öyle ya da böyle bir yanımla bu mecradayım. Bu öyle bir şey ki Boston'da bile eski blogger dostumuz var:) 
O uzun zamandır burada yazmıyor ama biz hiç kopmadık, ara ara yazışıyoruz, birbirimizi merak ediyoruz. 
Ben oradayken ne yazık ki işi dolayısıyla başka bir eyaletteydi, görüşemedik, üzüldük. 

    İki satır yazarım, çıkarım dedim ama yine lâfı uzatacağım çünkü Boston, Blogger vs. derken tam şu an aklıma gelen bir şey var. Burada daha önce yazdım mı bilmiyorum, yazmış da olabilirim. Öyle de olsa bilmeyenler vardır. Anlatmam lâzım. Şöyle ki: Eşimin kuzeni bana seneler önce fal bakmıştı. Değişik bir kızcağızdır, acayip hisseder. "Böyle uzun saçlı, uzun sakallı, Hz.İsa gibi biri seni işaret edecek ve sen dünyanın bir çok yerinden insan tarafından tanınacaksın" dedi:) Ben de "İyice uçtu bu" diye düşündüm:) Yani ne âlâkası var değil mi? Bir süre sonra, bir gece Okan Bayülgen'in bloggerlar'la yaptığı programı seyrettim. Yıl 2012, aylardan Şubat. Ben de 2 yıl önce sayfa açmışım, yazıyorum ama dünyadan haberim yok. Kendi kendime yazıyorum. Meğer herkes birbiriyle baya kaynaşmış:) Neyse... Hemen o düşünceyle "Ben de Blogger mıyım Arkadaş?" başlıklı bir yazı yazdım. Yazdıktan sonra Twitter'a girdim. Geç uyurum mâlum. Baktım Okan Bayülgen de o sıra bir şeyler paylaşıyor. Yazımı paylaşıp onu etiketledim. O da görmüş, bir süre sonra yazımı retweet etti. Böylece bana 20-25 takipçi geldi:) O kadarcık:) Ama ben ondan sonra Blogger'da iletişimi öğrendim. O sıra Okan Bayülgen baya saçlı sakallıydı, hakikaten İsa gibiydi:) Beni işaret etmiş oldu ve onun sayesinde beni takip etmeye başlayanların arasında yurt dışında yaşayanlar da vardı. Devamında arttı. Çok arkadaşımız yurt dışında yaşıyor malûm. Kimiyle yüz yüze tanıştığım oldu, görüşmesek de irtibatı koparmadıklarım oldu. Boston'daki arkadaşımdan bahsederken de aklıma bu olay geldi. Buna ne diyorsunuz? Böyle bir ayrıntıyı kahve fincanında nasıl görürsün? :) Asla unutmayacağım olaylardan biridir. 
     Düşük moralle başladığım yazıyı bir nebze olumlu enerjiyle bitiriyorum. Bu, Orhun'un ilkokuldayken günlüğüne yazdıklarına benzedi. Bir akşam "Sevgili Günlük, bu akşam Aslılar bize geldi. Mutlu geldiler, Nisan'ın ağlamasıyla mutsuz gittiler" yazmış:) Aslı teyzesi, Nisan da yeğeni:)   
    Kısacası, şu an yazmak iyi geldi. Umarım devamını getiririm. Okuyan herkese sevgilerimi gönderiyorum:)                                       







25 Nisan 2024 Perşembe

HANGİMİZ NEMECSEK'İ UNUTTUK Kİ?

  
   Pasztor'lar geldiler, geldiler ve bilyalara bakmaya başladılar. 
Ben dedim ki Kolnay'a: "Bana bak, bunlar bilyalarımıza sulanacak!" 


    İşte bu sahne, o sahne! Nemecsek, Kolnay ve Weisz okuldan çıkmışlar, çantalarını ve kitaplarını bir kenara bırakmışlar, kendilerini bilya oynamanın keyfine kaptırmışlar. Yalnız iki izleyicileri var. Pasztor Kardeşler... Birazdan Nemecsek ve arkadaşlarının bilyalarına el koyacaklar. 
    Hatırladınız değil mi? Ben hiç unutmadım. Hele hele küçük sarışın Nemecsek'i hangimiz unutabildik ki? Geçtiğimiz bayram tatilinde yolumuz Budapeşte'ye uzandığında Pal Sokağı Çocukları'na selam vermek istedim. 
Bu şehre ikinci gelişimdi. İlkinde bu fırsatı yakalayamamıştım. Bu sefer Pal Sokağı'na ve küçük dostlarımıza vakit ayırabildim. Kitabın 100.yaşında Pal Sokağı'nda değil ama hemen karşısına yerleştirilmiş heykellerini gördüm. 
Pal Sokağı'na da gittim. Çocukluk günlerime geri döndüm. Yoksul, kentli çocukların onlar için "Sabahları Amerikan bozkırı, öğleden sonra Macar ovası olan, yağmur yağarken deniz, kış aylarında kuzey kutbu haline gelen, onların çocuk ruhları için sonsuzlukla, özgürlükle, coşkuyla eşanlamlı olan, onları eğlendirmek için kılıktan kılığa giren"* arsalarını, binalar arasına sıkışmış o oyun alanını kaptırmamak için verdikleri mücadeleyi hatırladım. Nemecsek için bir daha doldu gözlerim. 

 

    Kitapta adı geçen civar sokakları da adımladık. Nemecsek'in evinin nerede olabileceğini düşündük. H
avuza girmek zorunda kaldığı botanik bahçesi de bu yakınlardaydı, heykellerin yer aldığı olayın yaşandığı Müze de... 
Ve onların peşinde, aslında çocukluğumuzun izini sürmek muazzamdı. 

    Ferenc Molnar'ın yazdığı, Macar edebiyatının en önemli 3 eserinden biri kabul edilen Pal Sokağı Çocukları, ortak hafızamızda yer alan nesnelerden biri olması nedeniyle önemli. Bugün belki abartılı pedagojik sebeplerle bu tip bir kitap yazılamaz ancak hepimiz biliyoruz ki dostluk ve dayanışma adına örnek bir anlatı. Benim kuşağımın Pal Sokağı Çocukları'nı düşündüğünde aklına gelen duygular ve değerler ortak. Ve bu çok kıymetli. Üstelik tüm dünya ölçeğinde... Heykelleri görmeye gittiğimiz gün ziyaretçi olanlar sadece biz değildik, farklı ülkelerden gelenlerle birlikteydik. Günümüz çocuklarının ve gençlerinin -ne yazık ki- yaşayamayacağı ortaklıkları deneyimlediğimiz için şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Şimdinin karmaşası içinde kaybolup giden her şeye üzülüyorum ve Pal Sokağı Çocukları gibi işaretlere sıkı sıkı sarılıyorum. 

    


    * Yapı Kredi Yayınları,Tarık Demirkan çevirisinden
hashtag

6 Nisan 2024 Cumartesi

BUGÜNLERDE...

     Selam! Laptopumu değiştirdim ve yeni sisteme alışmakta biraz zorlanıyorum. Geçtiğimiz hafta birçok blog arkadaşımın yazısını okudum ve yorum yazmak istedim ancak kendi blogger hesabımla yapamadım bir türlü. 
Daha doğrusu hepsinde "Anonim" göründüğüm için yazdıklarımı sildim. Son yazıma gelen yorumlara cevap yazarken de yine ben, ben olmadığım için eski laptopumdan girip hallettim bu durumu:) Tabii geçici olarak. Yorumlarda niye böyle oluyor anlayamıyorum. Gerçi bu yazıyı da yazıyorum fakat yayınlanacak mı emin değilim:) 
Tokyo yazısını eski laptoptan göndermiştim. Böyle karışık durumlar. Bakalım düzeltebilecek miyim? 
    Bir süredir buradan uzaktım yine. Sevmiyorum uzaklaşmayı ama elim yazı yazmaya varmadı bir türlü. 
Çok kişide gözlemlediğim bir iç sıkıntısından muzdaribim. Belki yaş almayla ilgilidir diyeceğim ama gençlerde de ayrı bir keyifsizlik olduğunu düşünüyorum. Bu konularda çok fikrim var çünkü gece gündüz kafa patlatmacasına düşünüyorum, inanılmaz bir sorgulama halindeyim ama şu an hiç bunları deşecek durumum yok dostlar! Zaten kimsenin duymaya da mecali yok. Boş yere kafa açmayalım:) Neyse ki son yerel seçimler birçoğumuzun yüzünü güldürdü. Resmen moralim yükseldi. Müreffeh bir ülke olma yolunda daha yapacak çok iş var ama umudumuz da var. "Umut" demişken, bunca zamandır benim gibi umudunu koruyanlara ve bunu ısrarla belirttiğinde karamsar tavırlarla karşılaşanlara, inançsız sözlerle susturulmaya çalışanlara, bir nevi iyimserlikle suçlananlara, sabrından dolayı kaç puan verilmeli dersiniz? :) Tamam, coşmak yok, daha yapılacak çok iş var. 

    Bu sıralar düşünmekten başka neler yaptım? Bol bol okudum, bol bol izledim. Ama yazmadım. Epeyi sinemaya gittim. Hâttâ zamanında kaçırdığım "Bir Düşüşün Anatomisi" gibi filmleri Oscar ödül töreninden sonra izledim ve az sayıda sinemada gösterildiği için muhitimden uzaklara doğru epeyi bir yol katettim. Muhitim derken aklıma geldi, kardeşimle birlikte Ayşegül Aldinç konserine gittik. Daha doğrusu o buralara geldi:) Konser Beylikdüzü Atatürk Kültür Merkezi'ndeydi. Çok da hoş bir konserdi. Erkek hayranların "Çok güzelsiniz!" nidaları eşliğinde geçti:) İlk defa böyle bir şeye tanık oldum. Herkeste aynı değil ama hatırı sayılır çiftin konser, sinema, tiyatro vs. sanat işlerine kadınlar bakar. Gidilecek yerleri belirlerken erkeğin yüzde yüz istediği bir etkinlik değilse onların kıpırdamadan, hafifçe yaylanmış şekilde, suratsızca koltuklarında oturduğunu görürsün. Ara ara telefonlarını açarlar bakarlar falan. Yani illâ rastlamışsınızdır, bir tek ben dikkat ediyor olamam:) Neyse... Ayşegül Aldinç konserinde erkekler pek hareketlilerdi. Kibar kibar lâf atmalar, dans etmeler, pür dikkat bir izleme... İsteyince oluyormuş kısacası:) Kadınlar onlar gibi davranmadılar ama. Kadınlar da son derece keyiflilerdi. Canım kadınlar:) Ayşegül Aldinç'i ilk kez sahnede izledim. Tabii ki çok hoş bir kadın. Ayrıca sesini ve enerjisini yerinde kullanmasına, canlı konser performansına bayıldım. Şöyle kabare tarzı bir yerde dinlemek istiyorum. Salgından önce programlarını takip ediyordum, salgınla birlikte birçok şey yalan oldu malûm. Kısmet farklı zamanda, farklı bir mekânda saklıymış.
Görsel: Aynı günden, Aldinç'in sosyal medya hesabından.

    Sene başından bu yana birkaç sergiye gittim ama o sinir bozucu atalet hali yüzünden yazamadım, bahsedemedim. Bu gezilerin ikisinde yanımda sevgili blog arkadaşım Ekmekçi Kız vardı. İlkinde yolumuz Arter İstanbul'a düştü. Ömer Koç koleksiyonundan eserlerin yer aldığı "Farzet ki Sen Yoksun", muhteşem bir sergi. Yıl sonuna kadar gezilebilir olacak. Aklında olanlar muhakkak yolunu düşürmeli derim. 

    Arter'e gittiğimiz gün, Ekmekçi Kız'la yüz yüze ilk tanıştığımız gündü. Yine bir blog arkadaşımla bu sayfaların dışında tanıştığım, görüştüğüm için çok mutlu oldum. Öyle ki hemen bir ay sonra tekrar buluştuk. Güzel bir sistem geliştirmiş olabiliriz:) Şöyle ki yazışıyoruz, "şu saatte şurada" diyoruz ve tam o saatlerde orada oluyoruz. Bazen beraber, bazen ilgimizin bizi çektiği yöne doğru, bir süre ayrılarak sergiyi geziyoruz. Ardından mekânın kafesine oturup sohbet ediyoruz. Önce yiyeceklerimizi seçiyoruz tabii. Maşallah iştahlar da yerinde:) Şu olur mu? Olur. 
Bu olur mu? Olur. Ardından kahve faslı geliyor. Tatlı yiyip yememek konusunda -çoklukla benim kilo alma kaygım nedeniyle- bir süre istişare edip, "o zaman bir tane alalım, yarım yemiş oluruz" kararına varıyoruz:) Sohbeti tatlı tatlı sonlandırıyoruz. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi hissediyorum. Birçok blog dostumda hissettiğim gibi. Ayrıca net insanları seviyorum. Gereksiz hareketleri, kaprisleri, boş konuşmaları çekemediğin yaşa gelmek diye bir şey var. Zaman kıymetli. Biz de sanırım o sularda olduğumuz için, e biraz da kafa yapısı uyduğundan iyi anlaşıyoruz:) 
    Az önce bahsettiğim sergilerden biri de Artİstanbul Feshane'deki "Dinamik Göz: Optik ve Kinetik Sanatın Ötesinde" isimli sergiydi. Bu da çok iyi bir sergi. Londra'nın ünlü modern sanat müzesi Tate Modern'in küratörü Valentina Ravaglia düzenlemiş. 21 ülkeden 57 sanatçının eserini görmek mümkün. 

    Kinetik sanat, bugünkü digital sanatın kaynağı diyebiliriz. Digital teknoloji çağının öncesinde manuel tekniklerle hareket yaratan her sanatçı, yapay zeka tartışmalarının ve denemelerinin eşliğindeki digital üretimin revaçta olduğu günümüz sanatının öncüsüydü. Bu anlamda ufuk açıcı, keyifli bir sergi olan "Dinamik Göz", 19 Mayıs tarihine kadar meraklılarını bekliyor olacak. 

 

    Artİstanbul Feshane'de bir de Emin Barın'ın eserlerinden oluşan "Ne Senden Rükû Ne Benden Kıyam" adlı bir sergi daha var. Emin Barın, hepimizin bildiği gibi çok önemli bir hattat ve cilt sanatçısı. Aynı zamanda bir grafik tasarımcı. İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e geçiş sürecinde gelenekselle moderni sanatında başarıyla uygulamış muazzam bir insan. Çalışmalarına bakıp etkilenmemek mümkün değil. Emin Barın sergisini, Tate Modern işbirliğiyle gerçekleştirilen diğer sergiyle bir arada düşünmek gerekir. Tasarım anlamında bir dönemden bir döneme geçişi, yeniyi arama tutkusunu kendi alanlarında hayal edip üretenlerin benzerliğini hatırlatan iki başarılı sergi. Emin Barın'ın eserleri de 29 Nisan'a kadar görülebilir. Bence, az önce bahsettiğim nedenle, ziyaret süreleri aynı olabilirdi. 

    

    Feshane'nin restorasyonu, İBB Kültür ve İBB Miras'ın en güzel işlerinden biri. II.Mahmud zamanında, 1833 yılında, Osmanlı ordusu askerlerine üniforma temini için kurulan Feshane, 1839 yılında Haliç kıyısına taşındı. 
Yani bugünkü binaya. 2023 yılında biten restorasyondan sonra İstanbul'un en önemli kültür sanat merkezlerinden biri haline geldi. Şahane bir kütüphanesi, şık bir kafeteryası, etkinlik alanları mevcut. İBB'nin kültür ve sanat merkezi haline getirdiği diğer tarihi mekânlarda olduğu gibi. Tüm bu mekânları tanımak için İBB Kültür, İBB Miras sosyal medya hesaplarını incelemek yeterli. Gezmek görmek ise ayrı keyif. Henüz hepsini tamamlamadım fakat her birini ziyaret edeceğim. Etkinlikler de devamlı değiştiği için kimine tekrar tekrar gitmek mümkün olacak. 

  


  
    Ekrem İmamoğlu'na tekrar İstanbul belediye başkanlığını kazandıran etmenlerden birinin kültür sanat alanındaki faaliyetler olduğunu düşünüyorum. Otel ya da alışveriş merkezi yapılmayan tarihi binalar, 24 saat açık şahane kütüphaneler, halk konserleri, çocuklara yönelik festivaller, atölyeler, bu şehirde yaşayanların ihtiyaçlarından birini giderdi ve bu durum belli ki aynı istikrarla devam ediyor. Geçtiğimiz yaz, bize yakın sayılan Yakuplu'da açılan Kitap Kafe'ye gittim. İmamoğlu'nun kurduğu Batı İstanbul Vakfı'nın açtığı bir yer. Kafe dediğime bakmayın. Yiyip içmek şart değil, herkesin girip sadece kitap okuyabileceği, çalışabileceği bir yer. Hemen yanında şehir tiyatrolarına ait bir de salon açıldı. Açılışlar yapılırken bir hafta boyunca çocuk festivali vardı. Çocukların ne kadar eğlendiğini gördüm. Arada Kitap Kafe'ye de uğrayıp kitapları inceliyorlardı. Sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı halkın yoğun olduğu bir yerde, çocukların sanatla, kitapla eğlenerek tanışması için özellikle uğraşıldığı belliydi ki o gün konuştuğum bir yetkili de fikrimi doğruladı. Bu sadece benim gördüğüm. İstanbul'un birçok yerinde anneler çocuklarını gönül rahatlığıyla kütüphanelere çalışmaya gönderiyorlar. Çayları, kahveleri belediyeden. Daha küçük yaştaki çocuklarını da etkinlikten etkinliğe gezdiriyorlar. Farklı bir kafada değilse her anne çocuğunun iyi şartlarda yaşamasını ister, iyi şeyler görsün ister, gündemden geri kalmasın ister. Annelerin gönlünü kazanmak önemli. 
Ve sanat, ruhumuzu besleyen, mutlu eden, geliştiren, öğreten en önemli kaynaklardan biri. Herkesin mutlu hissetmeye hakkı var. Mutlu olursak iyi düşünürüz, iyi düşünürsek makûl hareket ederiz. Bence İmamoğlu ve ekibi, ihmâl edilmiş bu açığımızı çok iyi kapatan işlere imza attılar, atıyorlar. 
    Güya kısa bir selam yazısı yazacaktım, yine aktı gitti. "Buraya kadar okuyan varsa..." derler ya? :) 
Boş bıraktığım kısmı şöyle tamamlayayım o zaman. Malum, birkaç gün sonra bayram. Buraya kadar okuyan herkesin bayramı kutlu olsun:) Şöyle keyifli bir bayram yaşayalım. Vallahi hak ettik dostlar!