2 Haziran 2016 Perşembe

VENEDİK... SENİ NİYE BU KADAR ÇOK SEVDİM?

    Yakınlarda okumuş olduğum bir romanda Venedik için şöyle diyordu yazar: "Suların üzerine inşa edilmiş bir kent. Nasıl da mantıksız ama harika bir fikir".* Venedik ziyaretimden sonra bu söz çok daha fazla hoşuma gitti doğrusu. Çünkü seyahat öncesinde gezi yazılarında Venedik'te yağmur yağınca meydanları, restoranları, otelleri su bastığını ve uzun lastik çizme satıcılarının ortaya çıktığını okumuş, gereksiz bir endişeye kapılmış, bir şehrin nasıl böyle su ile iç içe olabildiğine anlam verememiş, hayal edememiştim. Fakat Venedik'in masalsı güzelliğini ve tehlike yaratmayan yoğunluktaki yağmurda keyifle gezmeyi deneyimleyince "evet!" dedim, "çok fazla su var ama harika bir kent burası!".

    Venedik'e yolculuğumuz Nisan ayının güneşli bir gününde İstanbul'dan başladı. 
2 saat süren rahat bir uçuştan sonra Marco Polo Havaalanı'na ulaştık. Annem, oğlum ve ben... Pasaport polisinden rahatlıkla geçtik. Kimsenin yüzüne bile bakmadan kendi aralarında sohbet ederek damgalıyorlardı pasaportları. En kolay geçişi İtalya'nın bu şehrinde yaşadım diyebilirim.

    Meşhur gezgin Marco Polo'nun adını yaşatan havaalanının duvarları ve yer döşemeleri Venedikli ressamların eserleriyle bezenmişti, böylece şehir daha ilk andan gönlümü fethetti.

    Venedik'e bir noktadan sonra motorlu araçlarla giriş yasak. Fakat önce o noktaya gitmemiz lazım. Otobüsle gidip daha sonra vaporettoya binerek otelimize yakın bir durakta inebiliriz. Ya da otobüsle hiç uğraşmadan havaalanına 10 dk. yürüme mesafesindeki su otobüsü durağına gidip 1 saat sonra Venedik'in kalbine ulaşabiliriz. Çok paramız varsa su taksisine binip direkt otelimizin önünde de inebiliriz. Son şıkkı öncelikle elediğimizi belirtmem lazım:) Nasıl yapsak diye düşünürken turist danışmaya sormaya karar verdik. Danışmadaki görevli avantajlı bilet fiyatları, müze kart vs. de dahil olmak üzere her konuda bizi güzelce bilgilendirdi. O da su otobüsü ile şehir merkezine 1 saatte varacağımızı söyleyince, 20 dakikada ulaşan kara otobüsüne binmeyi tercih ettik. "Ettik" derken bu tip şeylere hep ben karar veriyorum bu arada, sorumluluk bende, sonra bana kızılıyor:) Otobüs şoföründen biletimizi aldık. (1 küsur Euro, tam fiyatı unuttum). 20 dakika sonra Venedik'in motorlu araçla girilebilen son sınırına ulaştık. Daha orada aklımızı çelen çeşit çeşit hediyelik eşya satıcılarında bir güzel oyalanıp vakit kaybettikten sonra vaporetto durağına ilerleyebildik. (Vaporetto ücreti tek yön 7 Euro. Günlük kart alırsanız 20 Euro). Turist danışmadan aldığımız haritanın üzerinde tüm duraklar işaretli olduğu için otelimize çok yakın bir durak olduğunu anladık ve oraya giden vaporettoya bindik. Yol git git bitmez. Büyük kanal üzerinde güzel bir gezinti yaparak muhteşem binaları görme fırsatımız oldu böylece ama havaalanından otele 2,5 saatte ulaşmayı başararak rekor kırdık sanırım:)
San Marco Meydanı, vaporettodan...



    Yani uzun lafın kısası, Venedik'e gidecek ve merkezde kalacak olanlara tavsiyem direkt olarak su otobüsüne binmeleri olacaktır. Dönüşte öyle yaptık, üstelik  -niyeyse-
1 saat değil 40 dakikadan bile az sürdü.

    Vaporetto, Venedik'in başlıca ulaşım aracı olan küçük tekne. Bir yerden bir yere gitmek için ya yürüyeceksiniz ya da bunlara bineceksiniz. Çok fazla durak var, duraklarda tüm bilgiler gayet açıklayıcı.
Vaporetto durağı işte bu. Neden "Girilmez" yazan kısmı çekmişim hiçbir fikrim yok:)

        Otelimiz 16.yy'dan kalma etkileyici bir mekandı. Venedik pahalı bir şehir. 
San Marco ve Rialto Köprüsü'ne bu kadar yakın olup da uygun fiyatlı ve tertemiz, aynı zamanda ilginç bir otel bulduğumuz için memnunum. Nostalji kokan eşyaların ağırlıkta olduğu mekana serpiştirilmiş modern sanat eserleriyle, aynı zamanda bir sanat galerisi olma özelliği de taşıyordu. Booking.com üzerinden ayarladığım Residenza Ca'Zanardi'yi rahatlıkla tavsiye edebilirim.

         Odamıza eşyalarımızı bıraktıktan sonra etrafı keşfetmek için hemen dışarıya fırladık. Zira saat 17.00'ye yaklaşmaktaydı. En yakınımızdaki görülesi mekan Rialto Köprüsü olduğu için o tarafa yöneldik. Venedik sokaklarının her biri ayrı sürprizlerle, gözlere bayram ettiren görüntülerle bezeli olduğu için duraklaya duraklaya gezmek şarttı, o yüzden köprüye ulaşmamız zaman aldı. Pek çok gezi yazısında Venedik sokaklarında kaybolmanın çok kolay ve hatta kesin olduğunu okumuştum. Belirtmek isterim ki orada bulunduğumuz süre içerisinde hiç kaybolmadık. Bence elinizde iyi bir harita olduktan sonra -mesela turist danışmadan 3 Euro'ya alınanı gibi- kaybolmak çok zor. Her sokak, her durak, görülmesi gereken her yer haritada ayrıntılı olarak gösterilmiş. Ve sokak köşelerindeki isim tabelaları görülmeyecek gibi değil. Bu konuda turistler yeterince düşünülmüş. Hatta belli mekanlara götüren ok işaretleri de unutulmamış. Mesela San Marco Meydanı'na ya da Rialto Köprüsü'ne veya herhangi bir müzeye giden yollar üzerindeki duvarlarda sık sık ok işaretlerini görmek mümkün. Kimseyi gereksiz yere korkutmanın alemi yok yani:) Gitmeden önce ben bu konuda tedirgin olmuştum fakat gayet kolay dolaştık Venedik sokaklarında.



        Antonio da Ponte tarafından tasarlanan ve 1588-1591 yılları arasında inşa edilen köprünün yapımına, Michelangelo'nun da aralarında olduğu birçok sanatçı talip olmuş fakat yarışı Ponte kazanmış. Rialto'yu ve üzerindeki mağazaları, tezgahları, kemerlerin arasından görülen kanal manzarasını çok merak ediyordum ancak her seyahatim sırasında illa önemli bir yer restorasyonda olmalı geleneği bu sefer de bozulmadı ve köprüye çıkamadık. Kapalıydı. Tıpkı en son İtalya gezimizde Roma'da Trevi Çeşmesi'nin restorasyonda oluşu gibi merakımla baş başa kaldım.
 
    Rialto Köprüsü civarı oldukça hareketli. Fotoğrafta görüldüğü gibi iskelelere yerleşmiş sohbet eden gençler, rengarenk dükkanlardan alışveriş yapanlar, havanın güzelliğini fırsat bilerek dışarıya masa atmış restoranlarda, kafelerde oturanlar, yürüyüş yapanlar... Her şey bir süreliğine sıkıntıyı, tasayı unutmak; hayatın keyifli yanından faydalanmak; farklı ortamları deneyimlemek için uzak coğrafyalara uzanan turistleri mutlu eder özellikte...

    Tabii işin bir de akşam yemeği kısmı var:) Akşamüstü turumuz sırasında bir yandan da yemek yiyebileceğimiz mekanlara göz attık, aklımızda tutmaya çalıştık. Otel personeli bize San Marco Meydanı ve yakın civarında yemek yemememizi tembih etmişti. "O civarlar çok pahalıdır" deyip, harita üzerinde uygun fiyatlı yerel restoranların bulunduğu bölgeleri işaretlemişti. Yorgun ve aç olduğumuz için onun söylediği bölgelere uzanamasak da Rialto ile otelimiz arasındaki ara sokaklardan birinde memnun kaldığımız bir restoran bulduk. Pizza, makarna, ciğer yahni, ev yapımı şarap söyleyip enerjimizi topladık. Hepsi lezzetliydi. Merak edip bütçe yapanlar için ayrıntı vermem gerekirse 3 kişi 50 Euro'ya yakın bir hesap ödedik. Yalnız lokantanın adını veremeyeceğim, not etmedim. Zaten onlarca sokak yüzlerce lokanta arasında bulmak zor olacaktır. Zannediyorum yemek konusunda Venedik'te sıkıntı yaşamak pek mümkün değil. Gördüğüm tüm restoranlar temiz ve sevimli tipik İtalyan tarzında yerlerdi. Pastaneler, tek dilim satın alıp ayaküstü atıştırabileceğin pizzacılar ve dondurmacılar da cabası.

     Venedik'te ilk günümüz böylece sona eriverdi. Uykusuz bir şekilde yolculuğa çıkan annem artık yorgunluktan bayılmak üzereydi. Yemek sonrası mecburen odamıza döndük. "Sen otelde uyu, biz çıkalım" teklifimizi de yalnız başına korkacağını düşünerek kabul etmedi. Yatar yatmaz öyle bir uykuya daldı ki aslında Orhun'la biz çıksak ruhu bile duymayacaktı:)

    Ertesi gün erkenden Orhun'u uyandırdım. Baktık annemin kalkacağı yok kahvaltıya indik. Kruvasanlarımızı yiyip kahvelerimizi içtikten sonra dışarı attık kendimizi. Zira annem birkaç saat daha uyuyacağını söylemişti. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi geç yatıp geç kalkmanın ve kendisini yolculuğa hazırlamamanın sıkıntısını çekmiş oldu. Erken kalkabilmiş olsaydı adalardan birine gidecektik. Murano da, Burano da hayal oldu:) Orhun ve ben annemin yokluğunda tercihimizi önemli Venedik müzelerinden biri olan Gallerie dell Accademia'dan yana kullandık. Hemen bir vaporettoya atladık ve müzenin önündeki durağa kadar keyifli bir yolculuk yaptık. Her vaporetto kullanışımızda arkadaki açık kısımda oturup yüzyıllara meydan okumuş binaları hayran hayran izledik, önemli olanlarını tanımaya çalıştık. Büyük Kanal üzerinde yer alan 200'ün üzerindeki saray ve evlerin çoğu 14.-18.yy.'lar arasında inşa edilmiş. Bunlar su üzerinde duruyorlar ve hala aynı güzellikle ayaktalar. İtiraf ediyorum Venedik'i bu kadar beğeneceğimi, kendimi tekrar tekrar o teknelerde hayal edeceğimi düşünemezdim. Resmen özlüyorum ben bu şehri...
Renkli olan direkler suyun yüksekliğini ölçmek için kullanılıyor.


        Accademia, Venedik sanatının en iyi koleksiyonuna sahip müze olarak tanımlanmakta. 14.-18. yüzyıllar arasındaki dönemden günümüze kalan resimler Carpaccio, Mantegna, Fatih Sultan Mehmet'in meşhur portresini yapan Gentile Bellini ve kardeşi Giovanni Bellini, Tintoretto, Tiziano ve Canaletto, Giorgione gibi Venedikli usta ressamlara ait. Ve her biri birbirinden muhteşem.

 
    Usta sanatçıların eserlerini izleyerek Venedik tarihi hakkında bilgilenmek mümkün. Tam şu anda bu konuda ufak bir parantez açmanın yeri sanırım. Venedik şehrine ilk yerleşimler M.S 6.yy.'da Lombard istilasından kaçanlar sayesinde gerçekleşmiş. Şehir önceleri Bizans hakimiyeti altındayken zaman içerisinde kendi liderlerini, yani düklerini seçme aşamasına geçilmiş, en sonunda Bizans'tan kopuş yaşanmış. Mimaride Bizans etkisinin gözlenmesi bu yüzden. Bizans'tan bağımsızlığını kazanan kent, denizlerdeki hakimiyetini arttırarak pek çok ülkeyle ticaret ilişkisine girmiş ve zenginleşmiş. 11.yy.'da "Yüce Cumhuriyet", "Denizlerin Kraliçesi" gibi ünvanlar alması hep bu sebeple. 16. yy.'a kadar Venedik altın çağını yaşamış ve Mısır'dan Kırım'a kadar belli başlı rotaları kontrolünde tutarak dünyanın en güçlü cumhuriyetlerinden biri olmuş. Osmanlı tehdidi, yeni ticaret yollarının bulunması ve Avrupa'daki çekişmelerle duraklama dönemine giren Venedik, yine de 18.yy'ın sonlarına kadar zenginliğini korumayı başarmış ve özellikle sanat alanında önemli gelişmeler yaşamış. Az önce saydığım ressamların varlığının yanı sıra; Monteverdi, Vivaldi gibi müzisyenlerle müzik alanında, Carlo Goldoni ile tiyatro sahnelerinde başarılı eserler verilmiş. Karnavallar, balolar, kumarhaneler bu dönemde önem kazanmış. Sonrasında gelsin Napolyon'un saldırısı ve cumhuriyeti yıkması, Avusturya hakimiyeti ve nihayetinde birleşik İtalya'ya katılım.

    Accademia'daki tabloların pek çoğunda şehrin politik ve dini merkezi olan San Marco Meydanı konu edinmiş. Meydanda yapılan geçit törenleri, kutlanan zaferler, yani gerçek olaylar işlenmiş resimlerde. Bir de şehrin koruyucusu , İncil yazarlarından biri olan Aziz Markos'un kemiklerinin İskenderiye'den getirilişi...
    Meydan resimlerinde ortam hıncahınç kalabalık. 72 milletten insan görülüyor çünkü ticaret yoğun. Osmanlı elçileri ve tacirleri kompozisyonların ayrılmaz bir parçası. Dediğim gibi, 14. ve 18. yy.'lar arasındaki Venedik kent hayatını Accademia'da gözlemlemek mümkün.

    Müzenin en ilgi çeken eserlerinden biri de Giorgione'nin Fırtına'sı. (1506-1508) Konusu hakkında hala bir fikir birliğine varılamayan bu eseri görmek benim için unutulmaz bir deneyimdi.

     Bu tabloya gelene kadar ara ara fotoğraf çekmiştim, yani serbestti fakat Fırtına'nın bulunduğu salonda yasakmış. Vallahi çekmiş bulundum. Görevli geldi, uyardı, "sorry" dedim:) Yine de  peşimden ayrılmadı.

    Accademia sanatseverler için harika bir mekan. Yağlıboya tabloların çoğunlukta olmasına rağmen Canova'nın az sayıda heykelini ve Bizans ikonalarını görmek de mümkün. Giriş ücreti 12 Euro. Farklı seçeneklerden oluşan müze kartlardan alırsanız daha uygun fiyata gelecektir ancak bunun için birkaç müzeyi gezecek kadar zamanınızın olması gerekir.

    Şimdi otele dönüp annemi alma zamanı. Tablolara daldık epeyi vakit geçirdik ancak müzenin önündeki Accademia Köprüsü üzerinden görünen manzara o kadar güzel ki burada biraz daha oyalanma isteğine karşı koymak imkansız.
Arka planda çok isteyip gidemediğim Santa Maria della Salute Kilisesi:(
Yine köprü üzerinden... 
 
    İşte annem bunların hepsini kaçırdı:)

    Otele dönüp annemi aldıktan sonra, kendisi kahvaltı yapmadığı için, şehirde çok sık rastlanan pastanelerden birine uğrayıp ayaküstü bir şeyler atıştırdık. Çabuk olmamız gerekiyordu çünkü iyiden iyiye toplanan bulutlar yağmuru işaret ediyordu ve gitmeden önce devamlı "ya yağmur yağarsa, bende şans yok yağar şimdi" diye söylenen anneciğim dışarı çıktığı için bence kesinlikle artık yağmura yakalanacaktık:) Yani amacımız ıslanmadan önce keyifli bir gondol sefası yapmaktı. Tam zamanında gerçekleştirdik bu isteğimizi. Gondolla gezinti Venedik'in olmazsa olmaz aktivitelerinden biri ama bence vaporettonun açık kısmında yolculuk yaparak Büyük Kanal kıyısındaki evleri, sarayları seyretmek daha keyifliydi. Tabii bu tamamen benim fikrim. Aşağıdaki fotoğraflar gondolla sakin sakin süzülürken çektiklerim. Çok fazla fotoğraf çekmeyip çevreme odaklandığımı belirtmek isterim. Zira hepi topu yarım saatlik bir geziydi, tadına varmak gerekliydi. Gelin isterseniz beraber gezelim şimdi.






      Bir üstteki fotoğrafta görülen ev, rivayete göre ünlü gezgin Marco Polo'nun eviymiş. "Bir rivayete göre" diyorum çünkü Venedikli olduğu da söyleniyor, Macar olduğu ve bugün Hırvatistan'da bulunan Korcula Adası'nda doğduğu da. Korcula'daki Marco Polo evini de görmüş ve gezmiştik. O daha inandırıcıydı bana kalırsa:)
    Pek fazla konuşmayanına denk geldiğimiz gondolcumuz bir de Casanova'nın yaşadığı evi gösterdi fakat hızlı davranıp çekemediğim için fotoğrafı yok elimde. Evini gördükten sonra, meşhur çapkını çiçekli balkonlarda arz-ı endam eden güzellere kur yaparken hayal etmek hiç de zor olmadı, bir süre başka bir alemde gezindim. O Casanova ki Venedik'in en meşhur isimlerinden biriydi, entelektüeldi, haz peşinde koşan, tüm Avrupa'yı dolaşan, beraber olduğu kadınlardan romantizmi esirgemeyen, anı yaşamayı düstur edinen, hapsedilen ama özgürlüğe kaçışı zor olmayan, çok farklı bir karakterdi.

    Gondol sefamızı da tamamladık, sıra San Marco Meydanı'na gelmeli artık. Venedik'te ikinci günümüzdeyiz ve hala -kanaldan gördüğümüz halini saymazsak- şehrin kalbi olan meşhur meydanı ziyaret etmiş değiliz. Şimdi şemsiyeleri açma zamanı çünkü yağmur başladı. Hava pek soğuk değil Allah'tan. Sokak tabelalarını takip ederek, mağazaların vitrinlerine göz atarak meydana doğru yola koyulduk.

    Napolyon'un "Avrupa'nın en güzel salonu"** olarak isimlendirdiği bu geniş ve etkileyici meydanı güneşli bir günde göremediğimiz için hayıflanıyoruz. Cumhuriyetin en güçlü olduğu zamanlarda görkemli geçit törenlerine, kutlamalara, ziyafetlere sahne olan Piazza San Marco, bugün turistlerin en fazla ziyaret ettiği yerlerin başında geliyor. Yağmura aldırış etmeyen yüzlerce ziyaretçi San Marco Bazilikası'nın kapısında metrelerce uzayan kuyruğa eklenmekte.

    Meydanın en dikkat çekici yapısı olan San Marco Bazilikası, şehrin koruyucu azizi San Marco'nun İskenderiye'den kaçırılan kemiklerini sonsuza kadar burada muhafaza etmek için 9.yy'da inşa edilmiş, bugünkü şekline 11.yy'da kavuşmuş. Yapı, Bizans mimarisinden taşıdığı izlerle, Doğu'dan yağmalanarak getirilmiş mimari ve sanatsal eklemelerle tam bir Doğu-Batı sentezi olarak yükselmekte. Ne ilginçtir ki ana kapının üzerinde görülen 4 adet bronz at, 4.Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis'ten getirilmemiş olsaydı bugün Sultanahmet'te Hipodrom'da duruyor olacaktı. Hoş oraya da Roma'dan getirilmiş zaten. Tarihin karmaşası... Tabii burada San Marco atlarının orijinallerinden bahsediyorum. Mekanın girişindekiler replika. İklim şartlarından etkilenmemeleri için replikaları yapılmış, orijinalleri ise Bazilika'nın müze kısmında (Museo Marciano) sergilenmekte. Müzede İstanbul'dan getirilen pek çok parça daha görülebilir. Ancak ben ne yazık ki göremedim. Bazilikanın içine dahi giremedim. Annem yağmurda kuyrukta beklemek istemedi, ben de bu gezi aslında en çok onun isteğiyle gerçekleştiği için ısrar etmedim. "Bir başka sefere muhakkak" diyerek Accademia hariç tüm Venedik müze ve saraylarına bu kez dışarıdan göz atmakla yetindim. Orhun Dükler Sarayı'na (Palazzo Ducale) girmek istediği için onu saraya yolladık, annem ve ben hemen sarayın karşısındaki tarihi kafelerden birine yöneldik. Annemle Venedik'e özgü bir içki olan Bellini'yi yudumlar ve meydana bakan bir konumda oturmuş sohbet ederken gayet güzel vakit geçirdim ancak aklımın bir köşesi Dükler Sarayı'ndaydı. Orhun neredeyse 2 saat sonra döndüğünde "kesinlikle senin görmen lazımdı" diyerek, ballandıra ballandıra anlatarak yarama tuz basmamış olsaydı bir nebze olsun unutabilirdim bu sarayı:) Sanat Tarihi formasyonum sırasında biz öğrencilere anlatılan, gösterilen heykeller, kabartmalar, merdivenler, duvar resimleri geçti gözümün önünden birer birer. Acıtıcıydı:)
Orhun benim için çekmiş:) 
    Yönetici konumundaki düklerin kimilerinin ikametgah olarak kullandıkları; aynı zamanda idari bir merkez olan; devlet daireleri, hapishanesi, mahkeme ve konsey salonu bulunan bu görkemli sarayın her bir köşesi anıtsal değerde. Anlatmakla bitmeyecek bir yapı. Bugün odalar, zindan vs. gezilebilirken; az önce yukarıda saydığım Venedikli ressamların duvar resimleri, saray koleksiyonu (örneğin ihbarda bulunmak isteyen vatandaşların kullandığı aslan ağzı şeklindeki kutu) ve silah koleksiyonu görülebiliyor. Bir gün Venedik'e tekrar gideceğim ve bu sefer ben de gezeceğim:)
Palazzo Ducale - Dükler Sarayı. İlk kez 9.yy'da inşa edilmiş, yıllar içerisinde yenilenerek bugüne ulaşmış.

15.yy. tarihli "Kağıt Kapısı". Ya dükün emirlerinin buraya asılmasından dolayı bu ismi aldığı söyleniyor ya da yakınında görev yapan katiplerden dolayı. Kapının üst kısmında, aynı zamanda şehrin simgesi olan Aziz Markos'un aslanı görülüyor. 
        Dediğim gibi Orhun'u beklediğimiz süre içerisinde annemle San Marco'nun meşhur kafelerinden birinde oturduk. Aslında en ünlü ve en eski kafeler Caffe Quadri ve Caffe Florian. Ancak bir süredir dışarıda geziyor olmamız ve akşam üzerine yaklaşan saatlerin serinliğiyle üşümeye başladığımız için bu ikisini aramaktan vazgeçip gözümüze hoş gelen Gran Caffe Chioggia'ya giriverdik. Meydana açılan geniş pencerelerden birine yakın pozisyonda konuşlanıp gelen geçeni ve tam karşımızdaki Dükler Sarayı'nı seyrederek sohbete daldık. Sohbetimize eşlik etmesi için iki Bellini söylemeyi ihmal etmedik.

    Rengiyle, ismiyle ve Venedik'e özgü olmasıyla ilgimi çeken Bellini'yi yerinde denemesem olmazdı. Bu zarif içecek 1948'de Harry's Bar'ın sahibi tarafından keşfedilmiş. Beyaz şeftali püresi ve İtalyan köpüklü şarabı Prosecco'nun karışımından oluşuyormuş ve ismine de keşfedildiği yıl çok ilgi çeken Giovanni Bellini sergisi ilham olmuş. Tadına gelecek olursak, pek aman aman olduğunu söyleyemeyeceğim. Daha tatlı hayal etmiştim kendisini:) Bir de patates cipsiyle bağdaştıramadım doğrusu.
    San Marco Meydanı'na açılan kafe ve restoranlarda ödenen hesaba bir de meydan vergisi ekleniyor aslında ama hava serin  ve yağmurlu olduğu için dışarıda pek fazla oturan yoktu. İçeride olduğumuz halde meydan vergisi alınır diye düşündüm ama -gidecekler için ek bir bilgi olsun- ödediğimiz ücrete herhangi bir ekleme yapılmamıştı. Tarihi kafede yağmurlu Venedik manzarasına karşı sohbet öyle keyifliydi ki Bellini'lerimizin üzerine birer kahve içerek epeyi bir vakit geçirdik.

        Kahvelerimizi de içtikten sonra, yağmurun azalmasını fırsat bilerek meydanda biraz daha dolaşmaya karar verdik. Aziz Marco Çan Kulesi, Arap ve Roma rakamlarıyla zamanı gösteren Astrolojik Saat Kulesi, Museo Correr gibi yapıları, yağmurdan korunmak için kenara çekilmiş gondolları, dünyanın her yerinden bu muhteşem kenti görmeye gelen turist kalabalığını seyrettik zevkle. Müze ve saraylara, Bazilika'ya girmek için artık çok geçti çünkü saat 18.00 olmuştu bile.

Aziz Marco Çan Kulesi-Campanile di San Marco. Venedik'in en yüksek yapısı. Galileo'nun zamanın yöneticisini yeni teleskobunu göstermek için çıkardığı bu kuleye bugün siz de çıkabilir ve şehrin manzarasına hakim olabilirsiniz.

Astrolojik Saat Kulesi-Torre dell'Orologio. İki Mağribi bronz figür yaklaşık 500 yıldır kulenin çanına vurarak zamandan haberdar etmekte.



        Venedik'teki ikinci günümüz yavaş yavaş geceye kavuşmak üzere... Dükler Sarayı'ndan keyifle çıkan Orhun'u da alarak bir gün önce gözüme kestirdiğim restorana doğru yola koyulduk. Yolumuzun üzerindeki dükkanlarda duraklamayı da ihmal etmedik. Seyahatlerim sırasında alışverişe çok az zaman ayırıyorum ama Venedik'teki pek çok mağaza ve dükkana kayıtsız kalamadım. Örneğin (ne yazık ki elimde iyi bir fotoğraf yok) şahane el yapımı defterlerin olduğu dükkanlara bayıldım. Yanında şahane kalemlerle birlikte... Sonra kitapçılar güzeldi mesela... Tabii 14.yy.'da şehri kasıp kavuran veba salgını nedeniyle, hasta olanların kendilerini saklamak için veya bulaşıcılığı önlemek için ortaya çıktığı söylenen ve daha  sonra renklenerek karnaval simgesi haline dönüşen Venedik'in olmazsa olmazı maskeler var bir de. Murano Adası'nın meşhur camlarıyla ortaya çıkarılmış cam eserler var (Çin malı olanlardan ayırmak şartıyla). Deri ürünler, şahane çantalar var. Renk renk dükkanlardan gözlerini ayırmak neredeyse imkansız.


        
    İkinci akşamımızda da gönlümüze göre sevimli bir restoran bulmanın keyfiyle yedik deniz ürünlü makarnalarımızı. Ailesi daha önce Türkiye'ye gelmiş olan İtalyan garsonun ilgisi de akşamımızı şenlendirdi. Yemek sonrası annem ve ben tekrar -bir de gece görmek isteğiyle- şehrin kalbi San Marco Meydanı'na doğru yürüyüşe geçip Orhun'u kendi haline bıraktık. 
   
     Hava serin olduğu için olsa gerek, pek kalabalık yoktu. Ancak yine de üstteki fotoğrafın ve dolayısıyla meydanın sağ ve sol kıyısında yer alan kafelerden şahane müziğin yükselmesi için engel teşkil etmiyordu bu durum. 

        Venedik'teki son akşamımızda San Marco'da aheste aheste gezerken, gündüz göremediğimiz bazı yerleri giderayak bulmanın sevincini yaşadım. Mesela, daha önce de bahsettiğim, 1720 tarihinde açılan ve dünyanın en eski kafelerinden biri olan 
Caffe Florian gibi...

       Ve bir de Ahlar Köprüsü... Gündüz vakti köprüyü unutursan, gece karanlığında karşılaşınca böyle amatörce çekersin fotoğrafını işte. 
Ahlar Köprüsü - Ponte dei Sospiri (1603)
    Ahlar Köprüsü'nün isminin hikayesini duymayan azdır sanırım. Dükler Sarayı'ndaki mahkemeden çıkan ve köprüden geçerek hapishaneye gidecek olan mahkumlar, burada son kez Venedik'i gördükleri için içlenir ve ah çekerlermiş. Bu yüzden köprüye Ahlar Köprüsü denmekte. Lord Byron'un bir şiirinde dediği gibi bu köprünün "bir yanı saray, bir yanı zindan"...

    Avrupa'nın en güzel salonunun en kıymetli parçası San Marco Bazilikası'nı bir de gece ışıklarının altında görelim mi?
  

     O akşam ne koşusu olduğunu öğrenemediğimiz bir faaliyet vardı Venedik'te. Numaralandırılmış atletleriyle, alınlarında ışıklı bantlarıyla kadın-erkek, onlarca, hatta yüzlerce koşucu San Marco Meydanı'nı bir uçtan bir uca katederek geçip gittiler. Herkes gibi biz de ilgiyle takip ettik. Alkışlar, gülüşmeler, tezahüratlar... Keyifli bir ana tanıklık etmiş olduk. 

    İşte benim iki günlük Venedik hikayem böyle. Dönüş günü öğleden sonra kalkacak uçağımıza yetişmek için öğlen saatlerinde ayrıldık şehrin kalbinden. Sabah erken saatlerde şehri biraz daha gezebilmek gerekirdi aslında ama buna vakit ayıramadık. Üstüne üstlük hava da iyiden iyiye bozmuş ve fırtınalı bir hal almıştı. Otelimizin yakınındaki vaporetto durağındaki gişeden biletlerimizi aldık, su otobüsü denen ve direkt havaalanına ulaştıran aracı beklemeye koyulduk. Saatini bilmediğimiz için biraz erken çıkmıştık. Çok beklemedik. Yaklaşık 40 dakika sonra havaalanına yakın durakta indik. 

    Charles Dickens "Dünyada Venedik'le ilgili okuduğunuz hiçbir şey, şehirdeki muhteşem ve etkileyici gerçeğe eşdeğer değildir" demiş ya hani? Çok doğru söylemiş. Anlattıklarım benim iki güne sığdırdığım Venedik deneyimlerimdi. Ancak biliyorum ki ne dersem eksik kalacak. Bambaşka bir havası var bu kentin. Çok yaşamış, çok görmüş, asil ve hüzünlü, aynı zamanda bir o kadar da güzel bir kadına benzettim ben Venedik'i. Suya yansıyan güzelliğini her gün tekrar tekrar seyredip eski günlerin görkemli anılarıyla gülümseyen ve o günlerin eşsiz gücüyle dimdik ayakta duran asil bir kadına... 

    Görmediğim, gezmediğim daha pek çok evi, müzesi, sokakları, köprüleri, adaları var bu şehrin. Bana kalırsa, Venedik'i dolu dolu yaşayabilmek için iki gün kesinlikle az bir süre. Daha önce de söylediğim  gibi, bu şehri bu kadar seveceğimi hiç düşünmemiştim. Daha önce İtalya'da Roma'yı görme fırsatım oldu. Ancak aynı ülkede yer almalarına rağmen o kadar farklılar ki. Roma daha kozmopolit, insanları daha hızlı ve heyecanlı, kural tanımaz. Venedik halkı ise tam tersi inanılmaz kibar ve görgülü. 
Bu açıdan da gönlümü fethettiler. Sözün özü bu eşsiz kenti bir daha görebilmek için, hatta bu sefer kesinlikle eşimle birlikte gezebilmek için can atıyorum! 



     * Venedik'te Aşk Varanasi'de Ölüm - Geoff Dyer - Sel Yayınları
     * Venedik hakkındaki bir kısım bilgiler Berlitz Cep Rehberi'nden (Dost Yayınları) alınmıştır, bir kısmı da lisans eğitimim sırasındaki ders notlarımdan derlenmiştir.








20 yorum:

  1. O kadar güzel anlatmışsınız ki..Her kelimesinde sanki oradaymışım gibi hissettim. Elinize yüreğinize sağlık :) Sevgiler..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ah, çok çok teşekkür ediyorum. Beğenmenize sevindim. Benden de sevgiler...

      Sil
  2. Çok keyifli ve koşturmalı bir gezi olmuş. Bazı çok kaliteli resimlerden büyük keyif aldım. Yakın zamanda gittiğim için yeniden dolaşıyormuşum gibi geldi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fotoğrafların bir kısmını beğendiğiniz için memnun oldum Bilgehan Bey. Çünkü hepsini pek yeni olmayan telefonumla çekiyorum:) Kimi zaman iyi çıkıyor, kimi zaman kötü:)
      Çok teşekkür ediyorum yorumunuz için.

      Sil
  3. Venedik görmek istediğim şehirlerden biri, ama şimdi görmüş gibi oldum gitmesem mi ne yapsam :) O kadar güzel anlatmışsın, tebrikler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :)) Bence gitmelisin Ebru. Dickens'a katılıyorum, ne desek az kalıyor.
      Anlatırken tekrar yaşadım sanki , onun etkisi var sanırım yazıda:) Çok teşekkürler...

      Sil
  4. Venedik bir rüya şehri. Siz de sadece gezmekle-görmekle kalmamış, aynı zamanda bizlere de gezdiriyor ve çok detaylı tanıtıyorsunuz.
    Teşekkürler bizlere bu zevki yaşattığınız için.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok çok teşekkür ederim, beğendiğinize çok sevindim.

      Sil
  5. Gitmiş kadar oldum demek isterdim ama demiyorum.Ölmeden önce yapılacaklar listemin başında bulunuyor Venedik :)) Eh gerçekten farz oldu gitmek (emekli olunca).Anlatımınıza bayıldım.Fotoğraflar inanılmaz güzel.Bilgileriniz aydınlatıcı olmuş.Kısa zamanda tekrar nail olursunuz inşallah.Çok sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Umarım isteğinizi gerçekleştirir ve ziyaret edersiniz Venedik'i. Beğenmenize sevindim, çok teşekkür ediyorum.

      Sil
  6. Bayıla bayıla okudum o kadar içten anlatmışsınız ki. Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok mutlu oldum, çok teşekkürler Fikriye. Sevgiler...

      Sil
  7. Harika bir Venedik gezisi olmuş Sezer'cim..yıllar önce (bekarken :)) ilk yurt dışı gezimi İtalya'nın 3 şehrine yapmıştım. Venedik-Floransa ve Roma'da toplam bir haftalık tur kapsamında gezmiştim..ve ben de tıpkı senin gibi Rönesans'ın kalbi olan bu şehirlere özellikle Venedik'e hayran kalmıştım..Sayende yeniden gezmiş gibi oldum. Kalemine, emeğine sağlık.. İnşallah, bir kez daha gideriz bu şehirlere, bu defa eşlerimizle ;) Sevgilerimle...

    YanıtlaSil
  8. Bekarken gezmenin keyfi de ayrıdır:) Çok teşekkür ediyorum Esincim. Beğenmene sevindim, dileğine de yürekten katılıyorum:) Benden de sevgiler sana...

    YanıtlaSil
  9. Tam da keyif kahvemi yapmıştım ki yazını gördüm...
    Bu keyif anlarında seninle Venedik'te gezmek şahaneydi...
    Benim de en çok görmek istediğim yerler arasında Venedik... Gondol sefası ise hep hayalim...
    İyi ki gitmişsin ve beni de keyifli keyifli gezdirmişsin :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım Şebnemcim. Gezdirdiysem ne mutlu bana. İnşşşşallahhh en yakın zamanda bizzat gider görürsün. Çok teşekkür ediyorum.

      Sil
  10. 4 sene evvel Venedik'e gitmiştim ama çok yüzeysel bir gezi olmuştu.Bir daha gidersem mutlaka sizin yazınızı rehber olarak alıcam.Bu arada hangi otelde konakladınız ve memnun kaldınız mı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Gamze. Otel hakkında bilgi var yazıda ama ismini yazayım tekrar: Residenza Ca'Zanardi. Rialto Köprüsü'ne yakın, yani merkezi sayılacak bir yerde. Temiz ve uygun fiyatlı.

      Sil
  11. Venedik'i ne güzel anlatmışsınız. Ben de gidebilmeyi umarım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ediyorum. Gezilerden önce araştırdığımda sizin yazılarınıza rastlıyorum genelde, Venedik henüz kısmet olmamış demek:) Umarım ziyaret edersiniz.

      Sil

Yorumu olan?