1 Mayıs 2017 Pazartesi

KUZEY EGE TURUNU AYVALIK'LA BAŞLATIYORUM!

    Sosyal medyada gördüğüm üzere TEOG'u atlatan, 1 Mayıs'ta izni kapan herkes kendini tatillere, gezmelere atmış:) Nihayet güneş de yüzünü gösterdiği için bu ara küçüklü büyüklü seyahatler çok olur. O zaman ufak bir gezi önerisi de benden gelsin.
    Nisan ayının ilk hafta sonu annem ve çocukluk arkadaşımla birlikte Ayvalık-Cunda-Assos-Kaz Dağları turuna katıldık. Buna Kuzey Ege veya Edremit Körfezi gezisi de diyebiliriz. İstanbul'dan çıkan otobüslerin oluk oluk Alaçatı Ot Festivali'ne aktığı 
hafta sonunda bu güzergahı tercih etmemiz yerinde bir karar oldu. 
Sakin sakin gezdik, yeşile ve maviye doyduk.
Ayvalık
    Daha önce aslında tur programı çerçevesinde gezmekten hoşlanmadığımdan bahsetmiştim. Herhangi bir yeri kendi planlamanla, kimseye tabii olmadan, zaman sorunu yaşamadan gezmek en güzeli ancak arada sırada, özellikle de bahar mevsimlerinde böylesi ufak kaçamaklar fena olmuyor. Tabii böyle düşünmemde artık yolcuların ortak gezi programlarına alışmış olmasının da rolü var. Uzun bir aradan sonra ikinci kez kültür turuna katılıyorum, herkesin programa harfiyen uyması, ekstra gereksiz taleplerde bulunulmaması, otobüste şarkı türkü fıkra vs. işlerine girilmemesi güzel. Seneler önce bunları gözlemlemiştim ve hiç hoşlanmamıştım.
    Gevezeliği kesip gezmeye başlasam iyi olacak. Bir cuma akşamı kadın ağırlıklı ekibimizle çıktık yola. (Bu tip gezilerde birkaç çift oluyor fakat büyük çoğunluk birbirleriyle arkadaş ya da akraba pozisyonundaki her yaşta kadınlardan oluşuyor:) ) Sabahın erken saatlerinde Edremit'te güzel bir kahvaltı yaptık. Kendi imkanlarıyla o taraflardan geçecek olanlara Ova Kahvaltı'yı tavsiye ederim. Yeşilçam filmleri temalı bahçesiyle, duvarlardaki Atatürk resimleriyle, iç mekanda soba üzerinde kaynayan demlik demlik çayıyla, dışarıda renk renk çiçekleriyle ben bu mekanı çok sevdim.


   
    Kahvaltımızın ardından, giderek yükselen ve ışıl ışıl parlamaya başlayan güneşin eşliğinde Ayvalık'a doğru yola koyulduk. Her tur programı dahilinde ara sıra verilen panoramik fotoğraf molalarını atlayarak gezimizin belli başlı noktalarından bahsetmek istiyorum. Zira şimdi düşününce anlıyorum ki epeyi yer görmüşüz ve burada her ayrıntıdan bahsetmek yazıyı gereksizce uzatacak. O zaman şimdi buyurun Ayvalık merkeze...
    En son 22 yıl önce gittiğim zamanlardan daha tenha hatırladığım Ayvalık sokakları baharla birlikte canlanmış. Günden güne artan yerli gezgin sayısı ben görmeyeli Ayvalık'ı daha turistik hale getirmiş.



    Balıkesir'in turistik ilçesi Ayvalık'ta bulunan arkeolojik eserlere dayanarak Helenistik Dönem ve Roma İmparatorluğu dönemlerinin önemi belgelenmekte. Beldede bugün gezginler tarafından solunan tarihi hava ise Rum nüfusun ağırlıklı olduğu 19.yy'ın esintisini taşıyor. 18.yy.'ın ikinci yarısında Osmanlı'dan belli bir süre özerlik kazanarak ekonomik özgürlüğe kavuşmasıyla zenginleşen Ayvalık'ta, 1800'lü yıllarda inşa edilmiş kiliselerden evrilerek bugün bizim için ibadethane olan Saatli Cami ve Çınarlı Cami bahsettiğim örneklerden yalnızca ikisi. 
Saatli Cami
    Ayvalık merkezde bize verilen serbest zaman içerisinde, mübadele öncesi Rum nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı sokakların iki yanına dizilmiş tarihi evler arasında gezerek geçmişle hemhal olduk. Bu keyifli saatleri sonlandırıp Cunda Adası'na uzanmadan önce, Güler Tatlıhanesi'nin meşhur sakızlı kurabiyelerinden almasak olmazdı. O işlemi de tamamladık. Turist olmak yerel tatları es geçmemeyi gerektirir ne de olsa. 
    Gezi yazılarımı genellikle tek seferde düzenlerim fakat tam da şu anda bu seyahati parça parça anlatmaya karar verdim:) Çünkü daha sırada Cunda Adası var, Rahmi Koç Müzesi var, Sevim-Necdet Kent Kitaplığı var, Assos Antik Kenti var, Behramkale var, Adatepe Köyü var, Zeytinyağı Fabrikası Müzesi var, Kaz Dağları'nın bol oksijenli havası var. Madem hepsini yazmak istiyorum, hazır yolumuz uzunken bu sefer farklı davranıp adım adım gitmek en iyisi olacak. O zaman Cunda Adası'nda görüşmek üzere...


      İlgili Yazı : -Cunda Adası'ndan Şeytan Sofrası'na... 
                        -Refika'nın Adatepe'si, Athena'nın Assos'u











25 Nisan 2017 Salı

DOĞUM GÜNÜ ORGANİZASYONU BİZDEN SORULUR! :)

    Yeğenim Nisan'ın doğum günü için yaptığım amigurumi Hermione bebeği paylaşmıştım. Asıl parti sürprizlerini sonraya sakladım:) Geçtiğimiz cumartesi günü Nisan'ın 12.doğum gününü kutladık. Her sene enteresan şeyler bularak bizi koşturma ustası, zevkli ve keyifli yeğenim bu aralar Harry Potter'a, Hermione'ye ve özelde 
Emma Watson'a kafayı taktığı için doğum günü partisinin temasını da belirlemiş oldu. Günler öncesinden başladık araştırmaya ve bir oda dolusu sevimli ergen için hoş şeyler çıkardık ortaya. Nisan daha dünyaya gelmemişken ben Harry Potter hastası olduğum için oldukça da keyif aldım bu işten. İş kadını çizgisinden asla çıkmayan, 
her daim zıt zevklere ve uğraşlara sahip olduğumuz kardeşim de çalıştı ama konuya uzaklığıyla bazen bizi çıldırttı:) Sonuçta şunlar çıktı ortaya:


    Peron 9 3/4'ten Hogwarts Ekspresi'ne geçiş yapıyoruz.

    Masamız hazır. Bardak ve tabaklarımız Harry Potter desenli. Geniş duvarda 
Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun dört sınıfının bayrakları asılı. Diğer duvar kanadında Nisan'ın filmlerden seçtiği sahneler var. Tavanımız sarı-siyah uçan balonlarla dolu fakat onlar fotoğrafta yer almamışlar.
    
    Masanın ortasına iksir kavanozumuzu da kondurduk. Çocuklar buna bayıldılar tabii. Gıda boyasıyla renklendirdiğimiz suya ara sıra kuru buz atarak sihirler yaptık. 
 
    Bu şekerleri üşenmeyip gittim ve Balyumruk Şekerci Dükkanı'ndan aldım. Yok yok, kavanozları züccaciyeciden alıp içini bonibon ve M&M'lerle doldurdum:) Bilen bilir ama bilmeyenler için söyleyeyim renkler ve armalar yine dört adet Hogwarts sınıfına ait.
   
    Hadi kendi yaptıklarımdan devam edeyim. Büyücülerin favori sporu Quidditch'in altın topları Snitch'leri ellerimle yaptım. Fikir Pinterest'ten,  kanatların çizimi, boyaması, kesmesi ve Ferrero Rocher çikolatalara eklemesi benden.
    Minik cupcakeleri de ben yaptım. Hem de ilk kez cupcake denedim. Kremanın üzerindeki bakır renkli topları Migros'ta bulduğumda çok sevinmiştim. Çünkü konsepte uydular. Kürdanların üzerindeki çıkartmaları bulup bastırması anne ve babadandı, 
son haline getirmesi benden.
 
    Kurabiyeleri biz yapmadık. Onlar hazır. 
    Yukarıdaki fotoğraftan anlaşılacağı üzere her ne kadar İngiltere dolaylarına uzanıp sihir alemine dalsak da zeytinyağlı yaprak sarmadan vazgeçmemiz imkansız:)


  Ve pastamız... Pastayı ben de o gün gördüm, bana da sürpriz oldu.


     Ara ara duvarlarda yine kardeşimin internetten indirdiği, eşinin bastırdığı dekoratif ayrıntılar vardı. Ve tabii ellerde tutarak fotoğraf çektirmeye yarayan kartonetler. 
 
    Ve bir ayrıntı daha... Emma Watson hayranı Nisan, Hermione karakterinin Bill ve Fleur'un düğününde giydiği elbisenin aynısını yaptırmayı başardı:) 
    Yaşı itibariyle seneye evde parti vermek istemeyeceğini düşündüğümüz için 
bu sene de organizasyonu geniş tuttuk:) Biz yine kendi aramızda kutlamalara devam ederiz tabii ve ben enerjim yerindeyse ailem için değişik şeyler hazırlamayı seviyorum ancak Nisan bu tip bir partiyi belli bir süre çocuksu bulacaktır. Bu fotoğraf ve videolar bize güzel birer anı olarak kalacak. Bir tanecik yeğenimi çok seviyorum. Zor doğdu, biraz zor büyüdü, sıkıntılı zamanları oldu. Üzerine düştük, asla şımarmadı. O bizim gözbebeğimiz, kıymetlimiz, neşemizdir... Nice mutlu yılları olsun inşallah. Sayesinde güldük, eğlendik. Doğum günü organizasyonu yapılacaksa bizi arayınız:)
    

    Son bir şey daha... Bu postu hazırlarken aklıma konuyla alakalı Temmuz/2013 tarihli eski bir yazım geldi. İlgilenenler için hatırlatmak isterim. 
Link burada: HARRY POTTER'LA BÜYÜYEN ÇOCUK 









21 Nisan 2017 Cuma

AMİGURUMİ HERMİONE YAPTIM!!!

    Amigurumi bebek yaptım!!! Diğer sosyal medya hesaplarımda paylaşmıştım, 
burada da paylaşmazsam çatlayacağım. Zira kendimle epeyi bir gurur duydum:) 
    Bir süredir dikkatimi çekiyordu bu bebekler. Enfes işler çıkaranlar var. Öncelikle kendime bir bebek örme fikriyle internette araştırma yapıp çalışmalara başladım. Sonra yeğenim Nisan'ın doğum gününün yaklaştığı geldi aklıma ve yeğenim son zamanlarda Harry Potter'ın dostu Hermione'ye kafayı taktığı için bu karaktere çevireyim dedim. 
Ve işte sonuç:)
    İyi ki çocuklar var. Hafta sonundan bu yana yaşadığım hayalkırıklığını yeğenimin doğum günü hazırlıkları ve Hermione bebeğe çok sevinmesiyle bir nebze unutmuş oldum. Aslında önümüzdeki hafta kutlama yapacağız fakat dün asıl doğum gününde verdim hediyesini. Çıldırdı tabii:) Beni de mutlu etti böylece.
    Fakat iyi uğraştım. İnce ince uğraştım. Aslında Amigurumi bebekleri örmek zor değil. Zor olan elbise ve aksesuarlarını yapmak. Bebeğimin cübbesini halamdan rica ettim. Çünkü makinem yok. Elimde dikebilirim fakat her şeyiyle tam olmasını istedim. Bunun için kalktım Bursa-Gemlik'e gittim:) Tabii ki ara ara gidiyorum ama bu kez de bebek bahanesiyle gittim ve halamı, babaannemi, kuzenlerimi de görmüş oldum:) Cübbeyi halam dikti fakat kurdelesi, etamin arması, atkısı gibi diğer tüm örme-dikme-işleme ayrıntıları bendenize ait. Harry Potter sevgimle konuya hakim olduğum için 
ince ayarları yapmak benim için zevkliydi. 
    Bebeğimin saçları da çok güzel oldu. Kahverengi yün ararken tesadüfen bulduğum Nako Ombre, Hermione'nin saçlarıyla neredeyse birebir örtüştü. 
    Zor olsa da sevdim bu işi. Ara ara değişik işlere kafayı takıyorum, şimdi amigurumi zamanımsa -ve aynı sabrı gösterebilirsem- değişik bebekler de yapacağım demektir. 















7 Nisan 2017 Cuma

GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI...

   
    Mini mini bir dizi önereceğim. Dizimizin adı "A Young Doctor's Notebook". 
Genç Bir Doktorun Anıları...  Rus yazar Bulgakov'un romanından uyarlanmış, yaklaşık 20'şer dakikalık 8 bölümden oluşan bir mini dizi. Hem kaliteli, hem de sıkmayacak uzunlukta dizi izlemeyi sevenlere kesinlikle öneriyorum. Yalnız en başında dizinin kara mizah unsurları içerdiğini, romanda da geçen tıbbi olayların mizahi, alaycı ve kanlı şekilde yansıtıldığını belirteyim ki sonra sorun olmasın. Bazen yazılar sonuna kadar okunmuyor zira, sonra yalnızca ilk cümlelere bakarak edebiyat uyarlaması olduğunu görüp naif bir dizi bekleyenler "ne biçim dizi önermiş" diye kulaklarımı çınlatmasınlar.
    Kitabı okuyanlar bilecektir. Tıp fakültesini birincilikle bitiren genç doktorumuz, kışın ortasında, kuş uçmaz kervan geçmez bir Rus kasabasına gönderilir. Devrim yıllarıdır. Yüreği görev aşkıyla dolu genç ve tecrübesiz doktor, Moskova'daki hareketli hayatının ardından baş etmek zorunda kaldığı yalnızlıkla, kasaba insanının bağnazlığıyla uğraşmak durumunda bulur kendisini. Bu sırada yanı başında 40'lı yaşlarının hayali vardır. Doktorumuzun yetişkin halini Mad Men'deki Don Draper karakteriyle hayranı olduğum Jon Hamm canlandırırken, genç yaşlarına bizim sevgili Harry'miz Daniel Radcliffe hayat vermiş. Bana ilk defa bu dizide Harry Potter olduğunu unutturdu. İnanılmaz başarılıydı. Bu iki ismin varlığı zaten diziyi izlememe neden olacakken, Bulgakov'un klasik romanının farklı yorumuna bayıldım. Doktorun genç ve yetişkin hali arasındaki boy ve karizma farkı bile üstünde konuşulacak akılcılıkta. Bu dizide komedi var, hüzün var, insan psikolojisinin derinliği var, kostüm ve dekorlarıyla şahane bir sanat yönetimi var. IMDB puanı da oldukça yüksek. Yine bugün dünyadan, ülkemizden, yanı başımızdan haberler berbat. Berbat haberlerden bunalıp kısa bir sanat molası vermek isteyenlere tavsiyemdir.
















4 Nisan 2017 Salı

GÖBEK BAĞI DERİN KONU...

    Şu yaşıma kadar herhangi birini kıskanmadım, hasetlenmedim. Ama bu durum geçen gün İz TV'de Nasuh Mahruki'yi seyrettiğimde değişti. Moğolistan gezisi sırasında Orhun Anıtları'nı ziyaret eden Mahruki, oğlunun göbek bağını ata topraklarına, anıtların tam dibine gömdü. İşte o an bu şahane fikre şapka çıkardığım gibi kıskanmadan da yapamadım. Türkler'in ilk alfabesinin, Göktürk alfabesinin kazılı olduğu Orhun Anıtları çocukluğumdan beri ilgimi çeker. İlginin de ötesinde merak ve hayranlık duyarım. 
Sırf bu sebepten bir gün oğlum olursa adını Orhun koyarım diye düşünmüştüm ve 
ne mutlu ki gerçekleştirebildim. Senelerdir bileğimde Göktürk alfabesi ile yazılmış "Orhun" dövmesi bile var. Bu durumda bir gün Moğolistan turu yapmayı ve anıtları görmeyi ne kadar çok istediğimi tahmin edebilirsiniz:) Çocuğunun göbek bağını bu anlamlı yere gömen Nasuh Mahruki bir kez daha hayranlığımı kazandı. 
    Şimdi konu biraz farklı yerde ilerleyecek, Mahruki'yi gıptayla izlerken aklıma Orhun'un göbek bağı gelmişti ya? İşte ben onu hiçbir yere gömemedim:) Bu tip geleneksel hareketlere bir yanımla inansam da mantığım daha ağır basar ve genelde gerçekleştirmem. Gel gör ki konu çocuğunla alakalı olunca saçma bir şey de olsa düşüm düşüm düşünüyorsun. Hiçbir yeri oğlumun göbek bağına layık göremediğim gibi, "ya tutarsa" kuşkusuyla geleceğini etkilemek de istemedim:) Göbek bağı Boğaziçi Üniversitesi bahçesine gömülen çocuk belki ileride Koç Üniversitesi'ni takacak kafasına. Ya da asker olsun diye ümit edilen çocuk öğretmen olmak isteyecek. Veya farklı bir ülke seçeceksin, o ülkenin başına olmadık işler gelecek:)  Kafamda böyle gereksiz endişelerle bekledim bekledim. Göbek bağı hala evde tabii. Bir yandan da 
"bu çocuk benim yüzümden ev kuşu olursa, evden ayrılamazsa, sosyalleşemezse" diye endişelene endişelene bu günlere geldik. Eve bağladığımı düşündüğüm çocuk senelerce "ben üniversiteyi yurt dışında okumak istiyorum" dedi ve hakikaten gitti:) Boşa kendimi yemişim demek ki. E ne yapayım, bu saatten sonra göbek bağı dursun bari evde. Orhun Anıtları'nı görmeye gitsem de söz konusu ritüeli artık gerçekleştirmem sanırım. Mahruki gibi küçükken yapabilseydim hoş olurdu. Hatta manevi olarak şahane olurdu. Konusu açıldığında eşe dosta soruyorum "çocuğunun göbek bağını ne yaptın?" diye. Blog dostlarıma da sorayım. Siz ne yaptınız dostlar? 
Bu konuda ilginç şeyler duydunuz mu ya da?













28 Mart 2017 Salı

ANKARA GÜNLÜĞÜ...

    Yaklaşık iki hafta önce küçük bir Ankara seyahati gerçekleştirdik. Amacımız, süresi bitmiş olan Schengen vizelerimizi Estonya Konsolosluğu'ndan yenilemekti. Malum, oğlumuz Tallinn'de öğrenci, Estonya'nın İstanbul'da temsilcisi yok. Aracı kurum kullanmadan kendimiz Konsolos Bey'le görüşelim dedik, bir gece de kalırız değişiklik olur diye düşündük. 
    Küçük seyahatimizin iki güzelliği oldu. İlki, uzun süredir blog dostu olduğumuz Mehmet Bilgehan Bey ve eşi ile tanışmak. Diğeri ise Ankara'da ziyaret etmediğim sanırım tek müze olan Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ni görmek.

    Randevumuz Pazartesi günüydü, bir gün öncesinden düştük yola. Ankara'daki ilk saatlerimizde bizimle selamlaşan yağmur, dönüşümüze kadar peşimizi bırakmadı. Bazen öyle yoğunlaşıyordu ki sırf bu yüzden aslında aklımda olan ekstra planları hayata geçiremedik. 

    Pazar günü otelimize yerleşip sırt çantamızı odaya bıraktıktan sonra, resepsiyondan yol bilgilerini aldığımız Ulucanlar Cezaevi Müzesi'ne doğru harekete geçtik. Daha önce gezi amacıyla birkaç kez Ankara'da bulunmuştum. Ancak bu müzeyi ziyaret etme fırsatımız olmamıştı ve fena halde aklımda kalmıştı. 

    1925 yılında inşa edilmiş, 81 yıl boyunca nice acılara ve anılara tanıklık ettikten sonra 2006 yılında müze olarak düzenlenmiş olan Ulucanlar Cezaevi'ni duygulanmadan gezmek imkansız. Genelde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamıyla bildiğimiz bu binada daha pek çok siyasi ve edebi isim özgürlüklerine kavuşacakları günü beklemişler. Ulucanlar, yakın siyasi tarihimizi gözler önüne seren bir belge niteliğinde. 

    

    Kimler kalmamış ki bu duvarlar arasında? Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Bülent Ecevit, Erdal Eren, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Talat Aydemir, Fakir Baykurt, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Arif, Ahmet Say, Muhsin Yazıcıoğlu ve niceleri... 
Kimi zorunlu misafirliğin sonunda özgürlüğe adım atarken, kiminin son durağı olmuş burası. 18 ismin hayatı bugün avluda demir parmaklıklar ardında sergilenen darağacında sonlanmış. Darağacının fotoğrafını çekmek ve burada veya herhangi bir sosyal medya adresinde sergilemek benim düşünceme göre etik bir davranış değil. Önünde gurup halinde poz verenlerle, özçekim yapanlarla aynı duygudaşlıkta buluşmuyoruz ne yazık ki. Aslında çoğu ziyaretçinin fazlasıyla duygulandığını, etkilendiğini gözlemledim. Deniz Gezmiş hakkındaki bilgileri okurken "asıldığında bizim yaşımızdaymış" diyerek empati yapan gençleri gördüm. Ancak "Beni şu ranzanın önünde tespihle çeksene" diyen, darağacını şakada şukada defalarca kez fotoğraflayan, önünde poz veren, gereksiz yorumlarda bulunanlar da bizim insanımızdı. İnanılmaz rahatsız oldum. Tesellim genele oranla çok sayıda olmamalarıydı. Bir de ziyaretçi sayısının fazlalığı şaşırttı beni. O kadar beklemiyordum açıkçası. Türkiye'de bazı müzelerin fazla ziyaretçi toplaması, kiminin ise hak ettiği ilgiyi görmemesi sosyolojik açıdan araştırılmaya değer.

    

    Ulucanlar Cezaevi Müzesi esaslı bir restorasyondan geçmiş, müzecilik ilkelerine göre düzenlenmiş ancak kimi yadırgamasa da kimine gereksiz gelen turistik işlemlere de maruz kalmış. Cezası kesinleşmemiş mahkumların kaldıkları koğuşlardan yükselen "gardiyaaan!" sesleri ve balmumu mahkum heykelleri bana da oldukça gereksiz göründüler. Bunlar olmadan da etkileyiciliği yüksek bir yer burası ve muhakkak görülmesi gereken müzeler arasında yer alıyor. Önemli isimlerin kaldığı nispeten manzaralı Hilton koğuşları, tecrit altında tutulanlara ait hücreler, görüş yapılan bölüm, çamaşırhane, hamam, mahkumların topluca film vs. izlediği derme çatma salon, ilgili gazete kupürleri, yolu buradan geçmiş isimlere ait kişisel eşyalar... Her biri karşısında hüzünlenmemek, düşünmemek, anıları yoklamamak, daha çok öğrenme isteği duymamak elde değil. İlk etapta her ziyaretçi sağ ya da sol görüşüne göre bir güzergah izleyip gezse de, kendine yakın isimlerin hatıraları önünde daha fazla durup daha fazla tepki gösterse de, en sonunda ortak bir huzursuzluk ve hüzünle veda edilen bir müze burası. Ne diyeyim? Nasıl bağlayayım? Dilerim karışıklık, kavga, çıkarcı siyasetçiler, kötülük bizden uzak olsun. 
(Görüş Kısmı)



    Şimdi gelelim Ankara seyahatimizin dostluğa dair kısımlarına. Aynı günün akşamı 
Ne Mutlu Türküm Diyene blogunun sahibi Bilgehan Bey ve eşiyle buluştuk. Çok mutluyum ki blogum sayesinde tanıdığım güzel insanlar var. Kimiyle yüz yüze tanışma fırsatı buldum, kimiyle henüz bu şansı yakalayamadık. Öyle ya da böyle hepsiyle gönlüm bir. Peyami Safa'nın güzel bir lafı vardır: "Birbirine benzer yaşayanlar arasındaki gıyabi dostluk alakasını içimizde taşıyoruz". Biz blog sahipleri aynen bunu yaşıyoruz işte. Çok fazla takip ettiğimiz, okuduğumuz olabilir ancak kendimize yakın olanlarla bir şekilde arkadaşlık seviyesine geçiyoruz. Ankara'da olduğumu öğrenen dostlar arasında "keşke haber verseydin" diyecek olanlar var. Bu sefer sadece Bilgehan Bey'le görüşebildik. İlk kez yüz yüze tanışan iki aile olarak keyifli, muhabbeti bol bir yemek yedik. Sohbeti şahane eşini ayrıca çok sevdim. Eşim de ben de bu güzel insanlara buradan tekrar teşekkür ediyoruz. Aklımda kalan başka dostlarım da oldu tabii. Örneğin Sevgili Tülin Hanım. (Bulut Gölgesi) Sizinle görüşmeyi de çok ama çok isterdim ve inanın zorladım fakat zaman kısıtlılığı ile birlikte hava şartlarının zorluğu, ayrıca az sonra anlatacağım farklı bir görüşme beni engelledi. İnşallah bir daha yolum Ankara'ya düşerse görüşmeyi çok isterim. Gerçi Ankara'dan önce bir bakmışız İstanbul'da veya Tallinn'de görüşmüşüz:) Ne güzel olurdu.
    Estonya, Tallinn derken enteresan bir görüşme daha yaptık. Konsolosluktaki işimiz bitince daha önce sadece Instagram üzerinden yazıştığımız genç bir kızcağız ile buluştuk. Geçen sonbahardan beri iletişimdeyiz. Benim Tallinn fotoğraflarımı görüp, Orhun'un orada okuduğunu anlayınca okulla ilgili, başvuru süreciyle ilgili, ülkeyle ilgili sorular sormuştu. Ara ara sormaya devam ediyordu. Okula başvuru zamanı geldiği için ve eğitim danışmanlığı kullanmayıp kendisi başvuruda bulunacağı için tekrar irtibata geçti. Elimden geldiğince cevapladım sorularını. Ankara işi çıkınca "istersen çıkışa gel, bir kahve içip konuşalım" dedim:) Onunla da tanıştık, deneyimlerimizi paylaştık. Gençlere hep destek, tam destek felsefemdir efendim. 
    En son yağmur altında Kuğulu Park'a hızlıca uğrayıp, kuğulara selam çakıp İstanbul'a doğru dönüşe geçtik.


Hava daha güzel olsaydı daha da verimli geçecek bir Ankara seyahatini böylece tamamladık. Estonya Konsolosluğu küçük bir yer. Konsolos kendisi görüşüyor. Oğlumuz orada okuduğu için daha fazla süreli vize verirler zannettik, Estonca "merhaba" ve "teşekkürler" demeyi de ihmal etmedik ancak 1 yıl alabildik:) 
Geçen sene Almanya bile 1 sene vermişti halbuki. Tam Hollanda krizinin yaşandığı günlerdi.
Belki onun da etkisi vardır. Neyse artık. 
    Son olarak şunu da eklemek istiyorum, Esenboğa, uçuş saati gelene kadar sıkılmadan beklenebilecek havalimanlarımızdan biri. İstanbul gibi kalabalık olmaması, tasarımı, hoş mağazaları ve kafeleri bunda etken. Boeing firmasının hediyesi şöyle bir heykelleri bile var:) Ben havalimanlarını seviyorum galiba...















   

7 Mart 2017 Salı

YEMEK SEPETİ GÖNLÜMÜZÜ ALDI:)

    Zaman zaman dışarıdan yemek siparişi veriyoruz. Bu konuda teknolojinin nimetlerinden faydalanmak için eşimin adına Yemek Sepeti'ne üye olmuştum. 
Verdiğim e-posta adresi benim olduğu için birkaç gün önce bir mesaj aldım. 90 gündür Yemek Sepeti aracılığıyla sipariş vermiyormuşuz ve bizi geri kazanmak için enfes bir video yollamışlar. Tıkladığımız anda gülmeye başladık, acayip eğlendik. 
    Video, yemeksepeti.com'un kurucusu Nevzat Aydın'ın çalışma odası kapısının tıklatılmasıyla başlıyor. Bir ses "Orhan Bey geldi" diyor. Ardından Nevzat Bey Orhan'a seslenerek "Tam 3 aydır sipariş vermemişsin ve ekibim seni kazanmak için hiçbir şey yapmamış" diyerek konuşmaya başlıyor. Bunu değiştirmek, sorumluyu cezalandırmak için ilgili kişilerin yanına gidiyor, hepsini tanıtıp bir miktar fırçalıyor:) Bunların hepsi espri dahilinde ilerliyor tabii. 
    Fotoğraftakilerin hepsi Pazarlama Direktörü, COO, Kullanıcı Deneyimi Direktörü, Satış Direktörü, IT Direktörü, İnsan Kaynakları Direktörü olmak üzere üst düzey çalışanlar. Şahane bir mutevazılıkla katılmışlar olaya. Üstelik oyunculukları da hiç fena değil:) Bayıldım. Çok zekice ve samimi bir PR çalışması olmuş. 
    Müşterinin bir süredir Yemek Sepeti'nden uzak kalmasının sorumlusu olarak ilan edilen kişilerden birini cezalandırmak organizasyonun son parçası. Bir kişiyi seçmen isteniyor senden. O sırada herkes birbirini gösteriyor:) Birine tıklıyorsun, ardından ceza şeklini seçiyorsun. Ben böyle şeylerde yufka yürekli olduğumdan sırf ortaya denk geldiği için Kullanıcı Deneyimi Direktörü'nü seçtim ve yüzüne pasta fırlattırdım:) Burada bir parantez açmak istiyorum. Videonun sonunda kimin ve hangi cezanın en fazla seçildiği hakkında istatistik var. Tahmin ettiğim gibi en fazla oy kadın yöneticiye gitmiş. Bizde her alanda ilk önce harcananlar kadınlardır. Bu durumun oyuna, şakaya yansıması olmuş bu. İş olsun, sosyal alan olsun, hatta tv yarışmaları olsun gerektiğinde ilk önce kadınlar elenir. Ve bunu sadece erkekler yapmaz, kadınlar da gayet acımasızdır bu konuda. Yeri gelmişken kınıyorum.
    Böyle anlatınca o zekice ve şakacı havayı tam veremedim. Ekleyebilirsem videoyu ekleyeceğim. En iyisi oradan izleyin. Galiba seçim de yapabiliyorsunuz.
    Yemek Sepeti ekibini yüzümüzü gülümseten, zeki yaklaşımlarından dolayı kutluyorum. O kadar başarılılar ki kendimi kötü hissettim ve bundan sonra kendilerini ihmal etmemeye karar verdim:)
    VİDEO BURADA