25 Aralık 2018 Salı

BENİM OLAĞANÜSTÜ AKILLI ARKADAŞIM...

   
    Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım'ın dizisi çekilmiş, niye söylemiyorsunuz? :) HBO dizisi. Kasım ayında ilk bölüm yayınlanmış. Toplam 8 bölümmüş. Ben de tesadüfen keşfettim. Nasıl sevindim anlatamam. Elena Ferrante'nin 4 romandan oluşan Napoli Hikayeleri'ni, Lenu ve Lila'nın bir ömre yayılan arkadaşlıklarını çok sevmiştim. Ferrante'nin (ki bu gerçek ismi değil, yazarın kim olduğu bilinmiyor) kadın arkadaşlığını yalnızca sevimli yönleriyle değil, olumlu olumsuz her şeyiyle ele alması beni etkilemişti. Takdir edersiniz ki iki kadının arkadaşlığında genelde sevgi de olur nefret de;  gurur da hissedilir, hafif bir kıskançlık da... Lila ve Lenu da tüm bunlarla birbirine bağlı iki arkadaş. Çok küçükken onları tanıyoruz ve çocukluktan gençliğe, gençlikten yetişkinliğe ulaşırken neler yaşadıklarına tanık oluyoruz. Napoli'nin kenar mahallelerinden birinde doğmuş iki kadın... Erkeklerle olan ilişkileri, kadın olarak var olma çabaları, akademik anlamda eğitimli kadın olmak ya da olmamak meseleleri ve 70'lerde İtalya'da sokağa yansıyan siyasi gerginlikler, bu gerginliklerin içinde ne derece yer alıyor oldukları... Hepsi 4 romana yayılmıştı. 8 bölümlük bir dizide nasıl toparlanacak bilmiyorum. İlk bölümü seyrettim. Henüz yeni bir dizi olduğu için bulması zor. Ama dayanamadım -normalde tercih etmem- dublajlı olsa da seyrettim. Lenu ve Lila'yı ekranda fiziksel olarak görmek çok hoşuma gitti. Kitapların okuyucusu olarak ilk bölümden keyif aldım. Okumayanlara ilk bölüm biraz yavaş bir açılış gibi gelebilir. Bence sabredilmeli. 
    İlgilisine, henüz okumamış olanlara Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım ile başlayan Napoli Hikayeleri serisini ve okuyup da dizisini duymamış olanlara diziyi tavsiye ederim efendim. 



21 Aralık 2018 Cuma

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON

    Bizim İçin Şampiyon'u seyrettim. Tereddütlerim vardı ama filmin gerçek bir hikayesinin olması ve atları çok sevmem nedeniyle izlemeden duramadım. Ve çok sevdim.
   
    Filme konu olan Bold Pilot'ı ve jokeyi Halis Karataş'ı biliyordum. Yakın çevremde at yarışı oynayan yoktu ama gazetelerden, haberlerden, ara ara televizyonda gördüğüm yarışlardan dolayı tanıyordum. 1996 yılında 70.Gazi Koşusu'nu halâ kırılamayan rekor derecesiyle kazanmasının haberini o zamandan hatırlıyorum. Fakat Bold Pilot'ı yetiştiren aileyi ve Halis Karataş'ın bu ailenin kızıyla yaşadığı aşkı bilmiyordum. Bu filmde bunların hepsi var. "Bizim İçin Şampiyon" sadece bir at yarışı filmi değil. Daha çok mücadele etmek üzerine kurulmuş bir film. Söz konusu mücadele yalnız yarışlarda yaşanmıyor. Bold Pilot'la aralarında farklı bir bağ olan sahibi Begüm'ün kanser hastalığıyla mücadelesine de tanık oluyoruz. Ve Halis Karataş'la yaşadığı aşka... Karataş ile 
Bold Pilot, Begüm için umut oluyorlar, hastalık karşısında pes etmemesini sağlıyorlar. Filmin sonunda gerçek haber ve görüntülerle bu aşkın nereye gittiğine şahit oluyoruz.
    Sinema salonu epeyi doluydu. Filmin bu kadar ilgi gördüğünü bilmiyordum. Gençler de vardı elbet ama belli bir yaşın üzerindeki seyirci sayısı epeyi fazlaydı. Bunların arasında 90'lı yılların efsane yarış atını tanıyan bilen çoktur diye düşünüyorum. Ve tek başına filmi izlemeye gelen erkekler... Bunlar da muhtemelen at yarışlarına ilgi duyan kişiler. Ve herkes fazlasıyla duygusal. Koca koca insanlar alenen ağladılar. Ben her zamanki topluluk içinde ağlayamayan halimle usul usul sildim gözlerimi. Bu kadar duygusal bir film olduğunu bilsem izler miydim bilmem ama iyi ki bilmiyormuşum. Her ne kadar Begüm'ün tedavi sürecini fazlaca izletip üzdüklerini düşünsem de film sırf bu sebeple duygusal değil. O güzelim atın koşuşu bile etkiliyor insanı. Evde pürdikkat dizi izler gibi sesli yorumlar yapan, ahlayıp vahlayan ya da sevinen insanlarla beraber seyrettim filmi. Herkes kendini o kadar kaptırdı ki hiç telefonunun ekranını açıp açıp bakana rastlamadım. 
Ki biliyorsunuz bu densizlik artık sinemalarda çok sık çıkıyor karşımıza. Telefonlara yöneltmemek bile filmin başarısıdır diye düşünüyorum.
    At yarışlarına mesafeli olabilirsiniz, bu yüzden bu filmi izlemeyi tercih etmeyebilirsiniz. Hatta bu konuda bir blog arkadaşımla yorumlar altında ufak bir yazışmamız oldu. Bu konuyu ben de düşündüm. Filmi izlerken de sık sık aklıma geldi. Atları yarıştırmak ne kadar doğru? Birincisi savaştırmaktan iyidir diye düşünüyorum. Savaş meydanlarında atların kendilerini ateşe atmaları hep çok üzücü gelmiştir bana. Atların yarıştırılması konusuna gelince... Bunun hakkında bir bilgim yok. Yarışlara hazırlığın geri planı hakkında bir şey bilmiyorum. Filmde görünen yemyeşil haralarda koşan atlardı. Ve tabii ki para getiren, prestij getiren varlıklar oldukları için yarış atlarına çok iyi bakılıyordu. Bold Pilot'ın sahibi olan aile, at yetiştiriciliği konusunda öncü ailelerden Atman Ailesi. Sadece yarış atlarına odaklı değiller. Dediğim gibi, bilemiyorum. Bu estetik kaygılar taşıyan bir film neticede. Fakat atların doğasında koşmak olduğu için yarışmaları fikri aşırı gelmiyor bana. Sanki önemli olan yetiştirilirken, yarışlara hazırlanırken nasıl muamele gördükleri.Bir de binicileriyle uyum içinde olma zorunlulukları, insanla beraber hareket ediyor olmaları kurtarır bir durum gibi. Dilerim iyi bakılıyordur onlara. Atlar çok özel hayvanlar. İnsanlık tarihi boyunca bizim için savaştılar, bizim için tarla sürdüler, bizim için yük taşıdılar. Zarar görmelerini istemem. Filmdeki atı da hayranlıkla izledim. Kapkara, müthiş bir şey. Bold Pilot hayatta olmadığı için onun oğlunu izledik perdede. 
    Eve dönünce film hakkındaki yorumlara baktım ve ilk adresim ekşi sözlük oldu. 14 sayfa yorum girilmiş olması filmin dikkat çektiğini gösteriyor. Birkaç olumsuz yorum var tabii ama ekşicilerin yüzde sekseninin filmi beğenmiş olduğunu gördüm. Yapılan eleştirileri mantıklı bulmadım. Aslında olmadığı yazılan kimi sahnelerin, filmin sonunda gerçek halleriyle gösterilmiş olması inandırıcılıklarını yitirmelerine sebep olmuş. Benim olumsuz anlamda dikkatimi çeken tek şey, 
önemi olan at yarışlarının sanki bir futbol maçı gibi o gün tüm evlerde, iş yerlerinde izlendiğinin abartılı sunumu oldu. Bir de zaten konunun içinde önemli yeri olduğunu anladığımız hastalık sahneleri bir parça daha kısa olabilirdi. Ekşi'de okuduğuma göre hasta yakınları olanlar epeyi bir etkilenmişler. Bunlar dışında gözüme olumsuz anlamda batan hiçbir şey yok. İnsana dair, insan-hayvan ilişkisi ve sevgisine dair, aşka dair, o güzel atlara dair güzel bir film izledim ben. Film sonundaki görüntüler, Halis Karataş'ın ufak ropörtajları çok iyiydi. 2015 yılında ölen ve öldüğü gün Twitter listesinde ilk sıraya yerleşen Bold Pilot hakkında atılan tweetlere yer verilmesi de hoş bir ayrıntıydı. Bizim İçin Şampiyon, 2018'de sinemada izlediğim en etkileyici filmlerden biri oldu benim için. Halâ izlemediyseniz benden küçük bir hafta sonu tavsiyesi olarak gelsin. 




















19 Aralık 2018 Çarşamba

GECE... ST.JOSEPH LİSESİ'NDE KÜÇÜK AMA ETKİLEYİCİ BİR SERGİ...

    Geçtiğimiz hafta yolumuzun Kadıköy'e düştüğü bir gün, St.Joseph Lisesi'nde düzenlenen küçümencik bir sergiye uğradık. Paris'teki Ulusal Doğal Tarih Müzesi iş birliğiyle gerçekleştirmiş serginin ismi "Gece". 
    
    Doğadan uzaklaşan insanın dikkatini yine doğaya çekmeyi hedefleyen bir sergi bu. Gökyüzü, Doğa ve Uyku olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Özellikle tasarım çok dikkat çekici. Sergi alanına adım attığın an alacakaranlık bir vakitte bir ormana girmiş oluyorsun. Gece hayvanlarının sesleri, ayağının altında çıtırdayan yapraklar dış dünyadan kopmanı, anı idrak etmeni ve böylece dikkatini vererek faydalı bir sergi deneyimi yaşamanı sağlıyor. Okulun halihazırdaki Doğa Bilimleri Merkezi'nin tahnit koleksiyonundan örnek hayvanlarla, bilgilendirici panolarla ve multimedya istasyonlarıyla küçük ama özenli ve etkileyici bir sergi. Özellikle çocukların ilgisini çekecektir. 

İyi bir uyku için neler gereklidir? Eğlenceli bir oyun şeklinde anlatılmış.
    St.Joseph Lisesi'ndeki "Gece" sergisi 18 Ocak tarihine kadar ziyarete açık. Yalnız burası bir okul olduğu için ziyaret günleri ve saatleri kısıtlı. Hafta içi her gün 15.00 - 18.00 arası gezilebiliyor. Meraklısına benden küçük bir tavsiye olsun. İyi mi olur, kötü mü olur bilmem ama sergiyi gezerken, geceleri ideal koşullarda 3000'in üzerinde yıldız görebilecekken büyük bir şehirde olmamız halinde ancak 20 yıldız sayabileceğimizi bir kez daha hatırlayacaksınız.




13 Aralık 2018 Perşembe

BİR YOLCULUK, ÜÇ FİLM...

    Uçmaktan korkar mısınız? Uçakla seyahat etmekten? Ben biraz korkarım ama belli etmemeye çalışırım, korkumu büyütmemeye çalışırım. Çünkü büyütürsem gezemem. Ve seyahat etmeyi çok seviyorum. Tam bu noktada, en az 2 saat süren uzun uçuşlarda seyredilen filmler imdadıma yetişiyor. Uçağa binip koltuğuma yerleşir yerleşmez eğlence sistemini karıştırmaya başlıyorum. Dakikalarca inceleyip en sonunda birinde karar kılıyorum, başlatıyorum. Filme daldığımda uçak havalanmaya başlamış oluyor. Kaygılanmakla filme devam etmek arasında bocalarken yükselen kalp çarpıntım yavaş yavaş azalıyor. Düz uçuşa geçildiğinde iyice rahatlıyorum ve filmime geri dönüyorum. 
    Geçtiğimiz hafta sonu yine bunları yaşadım. 8 Aralık günü Orhun'un doğum günüydü. Cumartesi gününe denk geliyordu, zemin ve şartlar sürpriz bir yolculuğa müsaitti. Orhun'a haber vermeden Tallinn'e doğru yola çıktık. Erken saatlerde Tallinn'deydik. Yurt odasına giriş için kapıda izin istedik, odaya çıktık ve yanımızda götürdüğümüz keklerle doğum günü şarkısı söyleyerek uyandırdık Orhun'u. Her zaman böyle denk gelmez tabii, bu yıla has güzel bir anı oldu. Doğum günü sürprizi ayrıca bizim için 2-3 günlük küçük bir seyahatle taçlandı. Tallinn'den daha önce çok bahsettim, yine bahsederim ama bu sefer yolculuk sırasında izlediğim filmler yazımın konusu.

    İlginçtir, giderken ayrı dönerken ayrı bir Christopher Robin konulu film izledim. İkisi de vizyondayken dikkatimi çekmişlerdi ama fırsat bulup sinemaya gidememiştim. 
Tanımayan var mıdır bilmem ama böyle bir ihtimale karşı Christopher Robin'in meşhur 
Winnie The Pooh çizgi filminin ana karakterlerinden olduğunu; hâttâ 100 Hektar Ormanı'nda yaşayan Winnie, Piglet, Tigger, Eeyore, Kanga ve Roo'nun arkadaşları olduğunu hatırlatmam lâzım. AA Milne tarafından önce bir kitap olarak yazılan ve 1926'da yayınlanan Winnie The Pooh karakterlerinin hepsi gerçek. Christopher Robin, yazar Milne'in oğlu Billy. Ve diğer hayvan karakterler onun oyuncakları. 
    Önce 2018 yapımı Christopher Robin'i izledim. Christopher büyümüş ve iş hayatına atılmıştı. Çocukluğunun oyuncak arkadaşlarını, onlarla birlikte vakit geçirdiği ormanı unutmuş, Londraya yerleşmiş ve yoğun bir iş hayatına atılmıştı. Önceliği işine veriyor ve ailesini, kızını ihmâl ediyordu. Ormandaki Winnie ise arkadaşı Christopher'ın bir gün onları ziyarete geleceğini düşünüyordu. Birtakım olaylar sonrası kendini Londra'da bulan Winnie, Christopher'la karşılaştıktan sonra macera ilerliyordu. Sonuç, büyüyerek içindeki çocuğu öldüren, fazlasıyla maddi bir dünyaya dalmış Christopher'ın gerçekleri görmesi ve ailesine, yaşamın güzelliklerine daha fazla zaman ayırması oluyordu. Londra görüntüleriyle, Sussex ormanlarıyla bezeli keyifli bir filmdi. 
    
    Yolculuğun başında seyrettiğim "Christopher Robin" hoş ve gülümseten bir filmdi. Dönüşte seyrettiğim "Goodbye Christopher Robin" ise gözlerimi yaşarttı, katı gerçeklere dayanıyordu ve tüm bunlardan dolayı çok etkileyiciydi. 

    Orhun küçükken Ayı Winnie ve arkadaşlarını beraber seyrederdik. Oyuncakları da vardı. Ben de o sevimli guruptan keyif alırdım. Hâlâ alırım aslında. Şu yaşında bazen Orhun'u "Hadi uyaaan! Katıl bizleeeree! Burada tüm dostlarııın!" şarkısını söyleyerek uyandırırım:) Filmde de söylendiği gibi dünya üzerinde Winnie'nin tanınmadığı ülke yok. AA Milne'in eserini oğlundan ve oğlunun oyuncaklarından ilham alarak yazdığını biliyordum. Bir yerlerde okumuştum. Ama hikâyeyi tamamen öğrenmek için bu filmi izlemem gerekiyormuş. Ballandıra ballandıra anlatmak isterdim ama öyle yapmayayım, en iyisi Goodbye Christopher Robin'i izlemeyenlere tavsiye edeyim. 
Baba-oğul, anne-oğul, Billy ve dadısı arasındaki ilişki; Christopher Robin olarak bilinen ve ister istemez herkes tarafından tanınan Billy'nin aniden gelen ünü reddedişi, Winnie'yi herkesle paylaşıyor olmasının getirdiği üzüntü, aslında tüm olan biteni değil sadece anne ve babasını istiyor oluşu çok ama çok etkileyici. 
    Filmi izledikten sonra Winnie ve arkadaşlarına çok daha farklı gözle bakacaksınız. Billy'nin kitaptan, çizgi filminden, oyuncaklardan gelen muazzam geliri reddetmesi, küçük bir kitapçı dükkânı açarak geçimini sağlaması beni olduğu gibi sizi de etkileyecek. Eğer izlemediyseniz Domhnall Gleeson ve Margot Robbie'nin başarılı oyunculuklarıyla taçlanan bu filmi listenize ekleyin derim.

    Tallinn'den dönüş yolculuğu İstanbul hava trafiğinin yoğunluğundan dolayı bir miktar uzayınca ikinci bir filme vakit ayırabildim. Bu film de yine bu sene vizyondayken dikkatimi çekmişti ancak yakınımdaki sinemalarda gösterilmemişti. Bu da bir biyografi. Ve yine bir yazar biyografisi. Frankenstein'ın yazarı Mary Shelley'nin hikâyesi.
   
    Mary de İngiliz. Anne ve babası başarılı birer yazar. Annesi kadın hakları savunucusu, zamanın ilerisinde bir yazar. Mary'nin babası evliyken onunla beraber olmak gibi cesur bir harekete kalkışmış. Cesur bir hareket diyorum çünkü tarih 1700'lerin son yılları. Cesur, başarılı ve fakat ömrü kısa. Mary'nin doğumundan birkaç gün sonra ölüyor. Babası ve üvey annesiyle yaşayan Mary, annesi nedeniyle ölüme ilgi duyan, mezarlıklarda vakit geçirmeyi seven, korku hikâyeleri okuyan farklı bir kız. Ve yine annesi gibi cesur. Aşkının peşinden gidiyor, sevgilisiyle ancak karısının ölümünden sonra evleniyor. O arada bir çocuğunu kaybedince iyice mistik konulara ilgi duyuyor. Hep yazıyor. Frankenstein romanıyla ünleniyor. Önce kitabı kendi adıyla değil kocasının adıyla çıkarmaya mecbur kalıyor. Neyse ki ikinci basım Marry Shelley adıyla oluyor. Edebiyat meraklılarını tatmin edecek bir film, biyografi sevenleri de memnun edecek bir film. Benden söylemesi.
    Vizyondayken kaçırdığın filmleri uçak yolculuğunda yakalamak şahane. Her havayolu aynı değil sanırım ama Türk Hava Yolları'nın hemen hemen tüm uçaklarında eğlence sistemi var ve dediğim gibi yolculuğu epeyi kolaylaştırıyorlar. Evde pek film seyredemiyorum. Bir sinema salonunda 
bir de uçakta dikkatimi verip seyredebiliyorum. Keyif aldığım 3 film de işte böyle bir yazı ve tavsiye konusu oluyor.




5 Aralık 2018 Çarşamba

#latepost KASIM 2018

    Benim Kasım ayına bir göz atasım var. Zira şahsım adına ilginç bir aydı. Önce doğum günü kutlamalarıyla, arkadaş buluşmalarıyla dolu dizgin başladı. Son 10 günde duruldu. Öyle böyle bir durulma değil ama. Eşim, burun, geniz eti, bademcik, küçük dil vs. hepsini kapsayan bir ameliyat geçirince tüm sosyal faaliyetler askıya alındı. Gezmeden, tozmadan, yemeden, içmeden iyileşmesini bekliyoruz:) Bilen, olan çoktur. İyileşme süreci zahmetli operasyonlar bunlar. Fakat neyse ki toparlıyor. Bu arada doğru dürüst bir şey yiyemediği için o 5 kilo verdi, ben de 1 kilo verdim:) Son zamanlarda tatlıyı, ıvır-zıvırı abartıp 1-1.5 kilo almıştım, eşimin sayesinde sadece çorba içmek suretiyle, aldığım o miktarı vermiş oldum.

    Kasım ayında yeni yaşıma girdim. 44 bittiğine göre 45 denmiyor, 44 deniyor. O zaman 44'üm ve demek ki bu sene dört dörtlük bir yıl olacak:) Mumumu üfledim, dileklerimi diledim, pastamı kestim. Hattâ 2 kere mum üfledim. Bizde Kasım ayında doğum günü çoktur. Annemin, çocukluk arkadaşımın vs. derken kimi kutlamalar iç içe geçti ve iki pastam olmuş oldu. 

    
    44 deyince aklıma bir şey geldi. Bazı arkadaşlar yaşlarını söylemiyorlar. Ben bunu çok enteresan buluyorum. Seneler önce yakın bir arkadaşımın Facebook duvarına uzun uzun doğum günü mesajı döşenmiştim. Coşmuşum yazıyorum: "Şu tarihte, şu yaşta tanıştık,  o zamandan beri arkadaşız" vs.vs. Niye o kadar ayrıntıya giriyorsam? Neyse... Ben bunu paylaşınca anında arkadaşımdan, özelden mesaj geldi "Canım benim, çok teşekkür ederim, harika yazmışsın ama o tarihleri, sayıları siler misin?" :) Meğer yaşını ufak söylediği tanıdıkları varmış. "Onlar da bana yaşlarını ufak söylüyorlar, öğrenmesinler" dedi. Kuzu kuzu sildim ben de. O gün bugündür hiçbir kadın arkadaşımla yaşı hakkında muhabbete girmiyorum. Ders oldu bana. Ben yaş olayına hayatta takılmam. Yemin ederim yaşımı tam hatırlayamayıp parmak hesabı yaptığım olur. Orhun'un yaşı, annemin, kardeşimin vs. dahil. Sorulduğunda hemen doğum yılından hesap yapmaya başlarım. Kafamda o derece gerilere atmışım fiziki yaş olayını. Yaşıyoruz gidiyor işte, rakamlara takılamayacağım doğrusu. Bak yine laf lafı açtı. Bazen şu da oluyor. Hani bazı net gerçekler vardır ya, mesela arkadaşlarımla muhabbetteyken "yakını görememeye başladım, e 40'ı geçtiğimiz için normal" diyorum. Anında tepkiler... Vay niye öyle diyormuşum, vay daha gençmişiz falan filan. Arkadaşım içinizde kendini en yaşsız hisseden zaten benim. Ama mantık diye bir şey var. En basiti gözler yakını görmemeye başlıyor işte:) İstediğin kadar inkâr et, ya da ruhun genç olsun, bedenin kendine göre bir ritmi var. Olan oluyor, olacak. Hiç takılamam. Takılmasını da tavsiye etmem. Kendinize yaparsınız.

    Kasım ayındaki malûm operasyondan önce arkadaşlarımla öyle keyifli buluşmalar yaşadım ki. Bir ara neredeyse her günüm farklı bir arkadaşımla, farklı  bir etkinlikte geçti. Hattâ iki blog arkadaşımla ayrı ayrı yine bu sıralarda görüştüm. Hep söylüyorum, bu platformdan edindiğim çok hoş arkadaşlıklarım var. Tarzına, tavrına, kafana, ruhuna, kalbine yakın olanlarla sen fark etmeden illâ ki bir şekilde ortaklık kuruluyor.

    İlk yarısının aksine yavaş ilerleyen son Kasım günlerinin tekdüzeliğini değerlendirerek, yaklaşan yeni yıl havasına uygun bir şey yaptım bu arada. Şu yılbaşı ağacını ördüm:) 
Ev ekonomisini düşünen bir kadın olarak ağaca ve süse tabii ki para veremezdim, bir yeşil iple bu işi hallettim:) Şaka bir yana... Çok tatlı olmamış mı?

    Ağaç süslemeye çok üşenirim. Sonrasında o süsleri toplamaya da çok üşenirim. İyi oldu böyle!

    Kasım ayında okuduğum, Instagram'da paylaştığım bir kitapla bitireyim mi yazıyı? 
Atıf Yılmaz'ın anı kitabını okudum. Kendi hayatına ve en çok da Yeşilçam'a dair anılarında dikkatimi çekenler arasında şu sözleri ilk sırayı aldı: "Mersin Ortaokulu'nun ikinci sınıfındayım. Kim hangi nedenle uygun gördü hatırlamıyorum. Bana 'Rejisör' lakâbı takıldı. Herhalde sınıfta bir Yılmaz daha vardı. Ondan ayırmak için olmalı. Ama halâ kendime sorarım. Neden Rejisör? Bana bu ismi yakıştıran arkadaş, şimdi ünlü bir falcı olmalı."

    Artık kehânet mi? Tesadüf mü? Enerji mi? Bilinmez. Ama bu satırları okurken ağzımızdan çıkan söze, kafamızdan geçen düşüncelere, isteklere dikkat etmemiz gerektiğini bir kez daha anladım. Öylesine ağzından çıkan bir dilek ya da aklından geçen bir düşünce gerçek olabilir. Ben bunu bir kere net biçimde deneyimledim. Çok enteresan ve önemli bir olaydı. Bana kalırsa, takıntı haline gelmemeli tabii ama konuşurken ve dilerken doğru ve pozitif kelimeleri kullanmak çok önemli. 
O zaman ne yapıyoruz? Bu yazıyı pozitif dileklerle bitiriyoruz. Yılın tamamlanmasına şurada az bir zaman kaldı. Güzelliklerle uğurlayalım kendisini. Aralık ayı hepimize uğurlu gelsin.