26 Eylül 2018 Çarşamba

ANNALİSE KEATİNG'TEN NORMA BATES'E... İKİ KADIN... İKİ DİZİ...

    Bir süredir iki diziye takmış durumdayım. "Biri How To Get Away With Murder", diğeri ise "Bates Motel". İkisini de izlemek için geç kalmışım. İlkinin birkaç gün içinde 5.sezonu başlayacak. İkincisi 5 sezonla final yapmış. Aslında böylesi daha iyi oldu, 4-5 sezon arka arkaya izlemek keyifli. Her iki dizinin de birkaç yıllık bir mazisi olduğuna göre seyredenleri çoktur, ben benim gibi yeni başlayacaklara ipucu vereyim.

    How To Get Away With Murder, meşhur hukuk profesörü ve avukat Annalise Keating ile çalışma grubuna aldığı 5 öğrencisinin hikâyesini anlatıyor. Gençler profesörün gözüne girmek için kıyasıya rekabet ediyorlar. Annalise Keating acımasız, sert. Ancak bölümler ilerledikçe kim iyi, kim kötü, kim suçlu, kim suçsuz birbirine karışmaya başlıyor. Profesörün eşinin cinayetiyle başlayan olaylar serisi, dizide temponun düşmemesini sağlıyor. İzleyici bir yandan ana karakterlerin karıştığı olayların nasıl çözüme kavuşacağını merak ederken, hemen her bölümde ayrıca işlenen hukuk davalarını da takip ediyor. Zengin bir dizi yani. Oldukça sürükleyici. 
Annalise Keating rolüyle Emmy ve Oscar ödülleri sahibi Viola Davis muhteşem. Her sezonda 15'er bölüm var. Arka arkaya soluksuz izledim. 2 gün sonra 5.sezon başlayacak. Ancak yeni sezon Netflix'te yok. İzlemenin bir yolunu bulacağız artık.

    Bugünlerde yine ara vermeden izlediğim diğer dizi Bates Motel, adından da tanıdık gelebileceği gibi Alfred Hitchcock'un "Sapık" filminden uyarlanmış. Dizi de filmin çekildiği motelde çekilmiş. Film ve dizi birebir aynı değil tabii ki. Dizi, filmdeki meşhur katil Norman Bates'in seri katilliğe giden yoluna ve annesiyle yaşadıkları ilişkiye odaklanmış. Oidipus kompleksi etrafında dönen bir senaryo yani. Arka planda bolca aile dramı var. Norman Bates'in annesi Norma Bates rolündeki Vera Fermiga şahane bir oyunculuk çıkarmış. Ailesinden ve kocasından çok çekmiş, dolayısıyla oğluna sarılmış, onu takıntı haline getirmiş bir kadın Norma. Oğlunun zihinsel sıkıntılarının, onun neler yapabileceğinin farkında ama zarar görmesin diye bunu kimseye söylemiyor. İzleyiciler olarak kimi zaman kızıyoruz Norma'ya, çoğu zaman da acıyoruz. Norman Bates rolünde 
Freddie Highmore da oldukça iyi. Norma'nın ilk oğlu ise bir başka konu. Bol dram, bol ailevi sorun. Yazarken bile içim şişti. Ben niye böyle psikolojileri alt üst eden sarsıcı aile hikâyelerinin konu edildiği filmleri, dizileri, romanları seviyorum hiç bilmiyorum:) Konudan yüzeysel bahsedip geçtim ama şöyle söyleyeyim, How To Get Away With Murder'ın alt yapısını da geçmişimizdeki olaylar, ailevi durumlar oluşturuyor aslında. 
    Uzun soluklu, sürükleyici, oyuncularıyla parlayan, hafif psikopatlık içeren ama böylece hayatın ta kendisi olabilecek olaylara sahip, her an her şeyin yaşanabileceği duygusunu hissettiren bu iki diziyi meraklısına öneririm efendim. 














22 Eylül 2018 Cumartesi

CONTEMPORARY İSTANBUL 2018 ÇILGINLIĞI!

    19 Eylül çarşamba günü İstanbul'un çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un açılışı yapıldı. Hafta sonu çok kalabalık olacağını düşündüğümden açılışın hemen ertesi günü ziyaret ettim. 
Zira 13.'sü düzenlenen uluslararası etkinliğin ziyaretçi sayısı her sene katlanarak artmakta. Ziyaretim hakkında sanatsal bir anlatım gerçekleştiremeyeceğim çünkü gezdiğimden, gördüğümden hiçbir keyif alamadım. Bir koleksiyoner değilim, çok isterdim ama ne yazık ki alıcı değilim. Sadece sanatseverim. İlgimin ve lisans eğitimimin de verdiği alışkanlıkla sanatsal etkinlikleri takip ederim. Bir müzede, sergide ya da galeride geçirdiğim dakikalar, saatler beni mutlu eder, ruhumu besler. Sindire sindire, okuya araştıra, inceleye inceleye gezerim. Benim gibi düşünenler için bu fuarın şahane bir etkinlik olması gerekirdi. Tabii eğer sadece orada olmak için, sadece fotoğraf çektirmek için gelenlerin yarattığı karmaşa ve rahatsızlık olmasaydı. O gün fuarda gördüğüm kalabalığın en az yüzde 70'i sadece ama sadece fotoğraf çektirmekle ilgileniyordu. Normalde böyle bir ortamda ne yaparsın? Eserlere yaklaşırsın, incelersin, bilmiyorsan sanatçının adını okursun, tekniğini merak edersin, hangi galeride olduğuna bakarsın vs. Sadece fotoğrafını çekip gitmeyi benim aklım almıyor. Bir resmi izlemek için yaklaşıyorum, dibimde biri "bir dakika" deyip itiyor. Kadraja giriyormuşum. Resmi çekecek. İlgilenenler bakmasa da olur. Başka bir heykele yaklaşmak istiyorum. Yanında sıraya girmişler, poz verenlerin biri geliyor biri gidiyor. Her biri birkaç poz çektiriyor. Heykele yaklaşmak, incelemek ne mümkün. Çoğu kişi, önünde fotoğraf çektirdiği eserin kime ait olduğunu bilmiyor. Sadece anlık bir bakışla gözüne güzel göründüğü için onu seçiyor, fotoğrafını çekiyor ya da çektiriyor ve bir başka renkli esere yollanıyor. 
Birkaç hatıra almakla yetinemiyoruz. Abarttıkça abartıyoruz. Dünyanın her yerinden gelen galerilerin çalışanları, bizim hakkımızda ne düşünüyorlar acaba? Sanatçı adına bile bakmayan, incelemeyen, sadece fotoğrafını çeken bir kalabalık. 
    Tanınan sanatçıların işleri müthiş popüler. Bakınız Ahmet Güneştekin. Birkaç senedir Instagram'da adım adım yükselen şöhreti işlerinin çok çok önüne geçti. Onun eserlerinin önü her daim kalabalık. Ama niye? Yanında poz vermek için. Bu sene sergilediği, herkes gibi yapımını IG'den benim de adım adım izlediğim "Ölümsüzlük Odası" için değil bu ilgi sadece. Her çalışması aynı ilgiyi görüyor. Artık bir sanatçının Instagram'da boy göstermesi şart. 
Ölümsüzlük Odası


    Ölümsüzlük Odası etkileyici bir eser. Güneştekin'in Göbeklitepe'den esinlenerek oluşturduğu Ölümsüzlük Odası'nı fuar alanına girmeden de ücretsiz olarak görebilirsiniz. Gerçek anlamıyla görmeye niyetliyseniz kalabalık olmayan bir saati tercih etmeniz yerinde olacaktır. Aksi halde sağını solunu gezmeden, bakmadan, ne hissettiğini yoklamadan sadece ve sadece fotoğraf çekenler ve poz verenler bunları size de yaptırmayacaklardır. "Hah! Tenha bir köşe buldum, şuradan bari bakayım" dediğiniz anda telefonunu burnunuzun dibine kadar sokan biri sanki orada olmanız kabahatmiş gibi bir tavırla "çekilir misiniz?" diyerek kendine alan yaratmak isteyecektir. Çünkü o eser bakmak için değil, önünde poz vermek ve Instagram'a yüklemek için orada. 

    Karamsar konuştuğuma bakmayın. Niyetiniz varsa hafta sonunda Contemporary İstanbul 2018'i ziyaret edin. Bu sene daha zayıf olduğu herkes tarafından dile getirilen bir gerçek fakat sanat her türlü iyi gelir. Ben bundan sonra kendi adıma sakin sakin müze ve galerileri, sergileri gezmeye devam edip, belki bu fuar için yurtdışından gelenleri olmaz ama en azından bizdeki çalışmaları o mecralarda görme taraftarıyım. Kakofoni bana göre değil. Elimde değil, kendimi veremiyorum. Alan alsın, ben itile kakıla sanat izlemekten keyif alamıyorum.














19 Eylül 2018 Çarşamba

ÖĞRETMENİM CANIM BENİM...

    Ekonomik gündemi saymazsak bugünlerde dilimizden düşmeyen konu "okul". Yaklaşık 10 gündür sıklıkla, çocuğu okula yeni başlayanlara "alıştı mı?" diye soruyorum, sosyal medyada öğrencisini paylaşanların fotoğrafları altına güzel bir yıl olması dileğiyle yorumlar yapıyorum, çocuğu okul değiştiren arkadaşlara "hayırlı olsun" diyorum, öğretmen arkadaşlara iyi dileklerde bulunuyorum:) Şaka bir yana... Okul konusu önemli. Eğitim dönemi, kısacık insan hayatında az buz yer kaplamıyor. Dolayısıyla bizi maddi anlamda da, duygusal anlamda da en çok etkileyen alanlardan biri oluyor. 
    Bazen ilkokul arkadaşlarımla toplanıyoruz. Bugünlerde bir miktar dışlasak da Facebook sağ olsun, -bu konuda hakkını yiyemem- seneler önce kendisi aracılığıyla buluşmuştuk. O gün bu gündür ara ara toplanıyoruz. E haliyle konu bazen dönüyor dolaşıyor ilkokul yıllarına geliyor. Özellikle de öğretmenimize geliyor. Az etkilememiş her birimizi. Daha doğrusu beni az etkiledi de, diğer arkadaşlarımı fazlaca etkilemiş. Toplantılarımız sırasında kulakları çınlıyordur muhakkak ama pek hayırlı bir çınlama değil bu. Öğretmenimizin asıl mesleği avukatlıktı. Sonradan öğretmenliğe geçmiş. Eşinden varlıklıydı, giyimine kuşamına düşkündü, farklı farklı saç modelleri denerdi. Bence sınıf öğretmenlerinin olmazsa olmaz özelliği kabul edilmesi gereken anaç karaktere sahip değildi. Seçiciydi. İnsanlara üstten bakan bir havası vardı. Bu yüzden sınıfta birkaç çocuğa davranışı daha farklıydı. Ben bunları bugün daha iyi değerlendirebiliyorum tabii. 
O zamanlar neyin ne olduğunu tam anlamazdım ama belli belirsiz sezerdim. Arkadaşlar anlattıkça kafamda belli şeyler daha net oturuyor. Gözdesi olan birkaç öğrenciye iyi davrandığını hatırlıyorlar ve kendi yaşadıklarını anlatıp bunların az ya da çok nasıl travmaya sebep olduğunu söylüyorlar. Örnekler, anılar havada uçuşuyor bu toplantılarda. Gözdesi olan öğrenciler de çok iyi anılmıyorlar haliyle. Ben ilkokul öğretmenimle travmatik bir deneyim yaşamadım. Onlar konuştukça "E tabii vardı öyle şeyleri" falan diyorum ama şahsi örneğim yok. Çünkü bana çok iyi davranıyordu ve böyle düşününce anladım ki ben de onun gözdelerinden biriymişim. Yine böyle öğretmene ve gözdelere saydırdıkları bir gün "Ya arkadaşlar, beni seviyorsunuz ama değil mi? Çünkü galiba ben de o gruptandım." dedim:) Güldüler, espriler yaptılar ama "Hayır değildin" demediler. Bu arada bence beni seviyorlar, sorun yok:) Beni diğer gözdelerden ayıran durum, bunun farkında olmamam ve dolayısıyla bunu kullanıp diğer öğrencilere üstten bakmamamdan kaynaklanıyor. Küçücüktük. İlkokul dediğin kaç yaşlar arasını kapsıyor düşünsene! Öğretmeninin seni kayırdığını, diğerlerine daha farklı davrandığını görürsen ve biraz da içinde varsa şımarman olası bir durum. Diğer gözdeler bunu yapıyorlardı hakikaten. Ben çok sessiz, sakin, ufak tefek, çalışkan, sorun çıkarmayan bir çocuktum. Cinliğe de kafam ermezdi. Gözdeler diğerlerine kıyasla bana baskı yapmadıkları için onların ne olup ne olmadığını algılayamadım. Hepimiz çocuktuk neticede. Ama öğretmenimizin bana daha farklı olduğunu hissederdim. Şimdiki çocuklar bilmez, biz avucumuzu açıp sıraya girerdik ve cetvelle vurulmasını beklerdik. Kısacası sıra dayağına çekilirdik. Yani çoğumuzda olmuştur bu. İşte bu durumda herkese çat çut vururken bana dokundururdu sadece. "Aaa! Yine bana az vurdu, acımadı" derdim içimden. Şimdi gülüyorum ve bunu yazmak tuhaf geliyor ama durum böyleydi. Annem ilkokul yıllarında 2 büyük ameliyat geçirdiği için bana acırdı, bunu da hissederdim. Sıraların üzerine örttüğümüz örtüler cuma günleri evlere götürülüp yıkanırdı ya hani? İşte o örtüleri bana vermezdi pek. Çok çok az götürmüşümdür eve. Annemin yıkayamayacağını düşünürdü sanırım. Bir gün herkese en çok hangi yemeği sevdiğini sormuştu. Ben de "Nohut" demiştim. Bunu duyunca bir üzüldü, resmen yüzü değişti. "Annen yapabiliyor mu? Zor bir yemek o" dedi. Annem nadiren de olsa beni almaya gelirdi, konuşurdu öğretmenle. O konuşmalarda artık nohut bile yapamayacak şekilde düşündüren neler anlattı bilmiyorum:) O saf halimle bile "Ne alakâsı var" diye düşünmüştüm. Akademik durumum iyiydi. O yüzden de gözdeler arasındaydım tabii. Yarışma, sorumluluk isteyen görev vs. dendi mi ilk saflarda olurdum. Ne yazık ki hemen hemen her öğretmen notları iyi olan çocukları sever ve 
bu gibi durumlarda kayırır, hatta kimi zaman diğerlerini görmezden gelir. Bana kalırsa bu konuda notları iyi olanların hakkının korunması gerektiği gibi diğerlerinin de teşvik edilmesi çok önemlidir. Ama bazen olmuyor işte. Mesela bir arkadaşım "Resim yarışmasına katılacaktım, çok hevesliydim, son anda benimkini iptal etti ve ......'nın resmini yolladı, unutamıyorum onu" dedi. Buradaki nokta noktanın gözdelerden biri olduğunu tahmin edersiniz. Kadın bunu unutamamışsa ve halâ söylüyorsa etkilenmiş demektir. Resim konusunda yetenekli olduğunu ama öğretmenimizin onu sevmediğini, desteklemediğini söyler hep. 
    Bir çarpıcı olay vardır ki ara sıra aklıma gelir. Bir gün, alt kültür seviyesinden bir ailenin çocuğu olan, temizliğine özensiz ve aklı da pek çalışmayan bir arkadaşımızı tokatladıktan sonra ellerine bakıp yüzünü buruşturmuştu ve ardından ellerini yıkamaya gitmişti. O olay aklımdan çıkmaz. Bana ne kadar iyi davransa da, nohut yiyememe ihtimalime üzülse de o gün öğretmenimin notunu vermişim ben sanırım. Haydi herkesin içinde vurmuştu, böyle şeyler oluyordu zaten ama o yüz buruşturma ve el yıkama hareketi olmamalıydı, tiksinse de çocukların içinde belli etmemeliydi. Bunu sadece bugün söylemiyorum o gün de düşünmüştüm ben bunu. Diyeceğim o ki... Öğretmenler etkiler. Okul ilk sosyalleştiğimiz yerdir. Eğitim yolu uzundur. Bu konu çok derindir, çapraşıktır. Eskiden bizi sertlikleriyle etkileyen öğretmenlerimiz vardı, şimdi de velilerin baskısıyla fazla rahat davranan ve davranılmasına müsaade eden öğretmenlerimiz etkiliyorlar bizi. Her konuda olduğu gibi bu konuda da orta yolu bulamıyoruz. Bence biraz Allah'a emanet eğitim aldık, almaya da devam ediyoruz. Yine de moral bozmak yok. Zamanla hep beraber bilinçleniriz herhalde. Öyle umuyorum ve diliyorum.



































13 Eylül 2018 Perşembe

KADRIORU PARKTA

   
    Kuzey göğünün altında, yıllar önce hüküm sürmüş bir imparatorun sarayının bahçesindeyim. Bu saray, bu kocaman bahçe bir zamanlar imparator ailesine aitmiş ama bugün herkese ait. Arkalıksız ahşap bir sıraya oturdum, kitabımı okuyorum. Önüm, arkam, sağım, solum alabildiğine yeşil. Kuşlar ötüyor. Ötüşleri bana rahatlatıcı bir melodi gibi geliyor. Bazen kitabımdan kaldırıyorum başımı, etrafı inceliyorum. Birkaç metre ileride genç bir kadın bebek arabasını itiyor. Bebek için bol oksijen, ferah uyku... Biraz ötede çocuğuyla beraber bisiklet süren genç bir kadın daha var. Kadının bisikletinin önündeki sepet çiçek dolu. Arkasından onu takip eden çocuğun başındaki kask ihmâl edilmemiş. Besbelli sorumluluk kazandırılmaya çalışılan bir çocuk bu. Annenin bisikleti çiçekliyken, çocuğun bisikletinin arka sepetinde ufak bir alışveriş torbası var. Ara sıra yağmur çiseliyor. Fakat başımın üzerindeki ağaç yağmur damlalarından koruyor beni. Kitabıma dönüyorum. Kimi zaman çevredeki ağaçlardan yere düşen bir meşe palamudunun sesi bölüyor okumamı, kimi zaman da önümden koşarak geçen, yağmurlu havada bile sporunu ihmâl etmemiş biri. Kadın ya da erkek... Ortalık o kadar sessiz ve huzur dolu ki minicik bir nesnenin toprağa çarpma sesi bile dikkatimi çekiyor. Derken dolaşmaya çıkarılmış küçük sevimli bir köpek yanaşıyor yanıma. Dokunamıyorum ama konuşuyorum onunla. Sahibi köpeği bekliyor. Sohbetimiz bitince uzaklaşıyorlar. Kucağımdaki kitabımın sayfaları açık. Tekrar ona dönüyorum. Üzerimdeki ağaç dallarının arasından yolunu bulan maceracı bir yağmur damlası düşüyor okuduğum sayfaya. Seviniyorum. Başka diyarların göğünden damlayan yağmurcuk da benimle dönecek evime. Enerjisi hep benimle... Kuşlar ötüyor, etraf alabildiğine yeşil, ağaçlar her daim heybetli, dünya güzel. Bugünü hatırlatsın diye sonbahar sarısına bürünmüş bir yaprak bulup koyuyorum çantama. Bir de yere düşen bir fındığı ekliyorum yanına. 

                                                                                                                           Kadrioru Park-Tallinn
                                                                                                                                                                 Eylül / 2018
                                                                                                                   





8 Eylül 2018 Cumartesi

KİTAP FİYATLARI DA ARTIYOR DOSTLAR!

   
    Bugün Instagram hesabımda şu an okumakta olduğum kitabı paylaştım ve şöyle yazdım:
"Halîhazırda Demir Özlü'den Stockholm Öyküleri'ni okumaktayım. Zorunlu ya da keyfi olarak yolunun geçtiği şehirlerin hissettirdikleri üzerine kurulu, olaysız öyküler... Elimdeki 2000 yılı baskısı. Bugünlerde okuduğum her yeni kitapla kafama doluşan düşünceler var. Kâğıt sıkıntısı ve dolayısıyla kitaba gelen zam, dergilerin ve gazetelerin zorda olması çok canımı sıkıyor. 
Hayat pahalılığına dair herkes gibi çok daha fazla sıkıntım var tabii ama şu an konu ettiğim kitaplar üzerine olanı. E-kitap'a mahkûm edecekler bizi. 'İçimi ısıtan kitap kokusu, sayfalara dokunmanın hazzı' vs. vs. beylik sözlerle edebiyat yapmayacağım. Dijital kitap sevmiyorum ben! Olay bu! Bu konuda dayanabildiğim kadar dayanacağım!"
    Sizi de rahatsız etmiyor mu bu konu? Bir zaman sonra illâki problem olacak olan kâğıt yetersizliğinin böyle küt diye ortaya çıkması sinir bozucu değil mi? Birçok açıdan tartışılabilir bir konu bu. Ekonomik, sosyal, çevresel birçok açıdan... Mevcut fabrikaların satılması ve dolayısıyla üretim yetersizliği, bırak kağıdı nefes almak için bile ağaç bulamayacak duruma yaklaşmamız...  Bunların hepsi üzücü şeyler. Ama eminim gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin zorda olması birilerinin işine geliyor. Çünkü iyice dijital ortama kayılacak, reklâmlar için daha çok alan açılacak. Bana göre internet üzerinden gazete okumak keyifsiz bir şey. Alışamadım. Sağdan soldan devamlı çıkan reklamlarla okuma hızımın, dikkatimin dağılmasına alışamadım. Ve büyük konuşmayayım ama kitap okumak için makine almaya niyetim yok. En azından uzunca bir süre... 
    Kâğıt konusunda hassasiyetim var arkadaşlar. Ücretli öğretmenlik yaptığım dönemde, öğrencilerim yazdıklarını çizdiklerini beğenmeyip kâğıtlarını buruşturup buruşturup attıklarında deli olurdum. Ekonomik gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarının devam ettiği bir okuldaydım. 
5. ve 6.sınıfların resim derslerine giriyordum. Devletin ücretsiz verdiği defterlerin sayfalarını hunharca harcayıp birkaç günde tüketmeleri, zor durumdaki ailelerinin tekrar aldığı defterleri de aynı şekilde harcamaları içimi acıtıyordu. Ne yollar denedim, ne konuşmalar yaptım kâğıdı boş yere tüketmemeleri için. Ama inanın ailede olmayınca olmuyor, bu devirde öğretmenlerin işi gerçekten çok zor. Birkaç duyarlı öğrenci harici verim alamadım. Daha doğrusu çabalarım sonucundaki olumlu davranışlar uzun ömürlü olamadı. Öyle alışmışlar. Birkaç öğrenci hariç her birine -ki dile kolay 1000'e yakın öğrencim vardı- çevre bilinci konusundaki davranış notunu "yetersiz" verdim. Nedenlerini de açıkladım. İşin ilginci, bu konuda varlıklı kesimin çocuğu da aynı davranışlarda bulunuyor, az gelirli ailelerin çocukları da. Her birinin motivasyonu ayrı. Müthiş bir tüketim toplumu olduk. Üzücü... Çok üzücü... 
    Ne diyeyim? Sabaha kadar yazsam bitmez. Şu hayatta kendimi bildim bileli en çok keyif aldığım şey kitap okumak. Gezileri, konserleri, vb. etkinliği herkes gibi kendimizce zaten azalttık, kitap keyfime de limon sıkılınca iyice geldiler bana. Şu dönemin şöyle iyi bir yanı olabilir. Yayınevleri artık "ben yazdım oldu" diyen herkesin abuk subuk kitaplarını basmaz belki. Bak o da ayrı bir konu. İyisi mi burada keseyim ben:)











5 Eylül 2018 Çarşamba

BURALARDA BİR ŞEYLER OLMUŞ!

   
  Sevgili blog arkadaşlarım. Gecenin bir vakti oturdum bilgisayarın başına, takip ettiğim blogları ziyaret edeyim, okumadığım yazıları okuyayım dedim ama çoğu sayfayı açamadım. Bazı blogların hiçbir yazısını açamıyorum, bazılarının da kimisi açılıyor kimisi açılmıyor. Bilgisi olan var mı? Benim bilgisayardan kaynaklanan bir durum mu? Yoksa genel bir problem mi var? Ve yine merak ediyorum, benim yazılarım açılıyor mu?