27 Ekim 2016 Perşembe

BİLİNÇ AKIŞI

   

    Ekim ayı seyahat açısından epeyi verimli geçti ki benim için Orhun uzaklara okumaya gitmişken atlatmam gereken alışma sürecini kolaylaştırdı bu durum.
"Kış gelmeden az biraz gezelim" düşüncesindeki annemin ısrarıyla Batı Karadeniz'e, "bu kadar yıl oldu hiç seninle tatile çıkmadık" diyen çocukluk arkadaşımın iteklemesiyle Makedonya'ya uzandım bu ay. Olurdu olmazdı derken oldu bitti, dolu dolu geçen 1,5 ayın ardından Orhun ara tatile girip 1 haftalığına Türkiye'ye geldi bile. Sömestr ortasında böyle bir tatil oluyor diğer ülkelerde. Bizde de yapılması düşünülen düzende yani. Yaz tatili daha kısa sürüyor böylece. Velhasılıkelam tam da fena halde özlemişken iyi geldi bu ara tatil. Bu hafta oğlumun sevdiği yemekleri yapmakla, akraba ve arkadaş toplantılarıyla meşgulum. "Oğlun üniversiteye başladı, sen çalışmayı düşünmüyor musun?" diyenler oluyor. Eski arkadaşlarım bilirler, görsel sanatlar alanında ücretli öğretmenlik yapıyordum. Ancak geçen sene olduğu gibi bu sene de başvuruda bulunmadım. Kendimi dinlemek, kendime dolu dolu zaman ayırmak mutlu ediyor beni şu an. Aşırı önemsediğim ve yıllarca kendimi hırpaladığım çocuğun dersiydi, okuluydu, yemeğiydi sorumlulukları yok belki ve bu durumda boş zamanım çokmuş gibi duruyor fakat bazen 24 saatin yetmediği oluyor. Yıllardır çocuğuna yapışık bir anne olarak tanınsam da kendime ait bir sosyal hayat kurmayı başarabilmişim ve bundan gurur duyuyorum açıkçası. Herkese de tavsiye ediyorum. Ha bu arada, zavallıcığımdan az bahsediyorum belki ama eşim de var:) Onunla seneler sonra baş başa kaldık. Erken evlenip, erken anne baba olmanın avantajlarının yanı sıra dezavantajlarını da yaşamıştık. Arkadaşlarımız gezerken, plan yaparken biz katılamazdık. Şimdi kafamıza göre çıkıyoruz. Arkadaşlarımız çocuk büyütüyorlar şu an:) Yani hal böyleyken çalışmaya pek yanaşamıyorum açıkçası. 15 Temmuz'dan sonra her şeyden sıtkım sıyrıldı üstelik. Orhun'un gelmesi, gitmesi, bizim arada Tallinn'e gitmemiz derken zaman geçip gidiyor işte. Kendi adıma bugünler için düşündüğüm ve yürürlüğe koymak istediğim bazı planlarım da yok değil. Onlar için enerji topluyorum bir yandan. 
    Aslında bu yazıda bahsetmek istediğim annemle katıldığımız Safranbolu-Amasra turuydu. Dökmem gereken duygularım varmış meğer. Gezide yaşadıklarım bir sonraki yazıya kalsın o zaman. Karadeniz gezisi olmasından mütevellit yeşili bol fotoğraflardan oluşan bir yazı olacak. Ayrıca bu kez farklı olarak dedikodularım da var anlatmak istediğim:)





18 Ekim 2016 Salı

TALLİNN'DE NELER TATTIM?

    Gündem Musul Operasyonu gerginliği, Sabahattin Ali densizliğiyle çalkalanıp tuhaf duygulara sebep olurken bambaşka konulardan, bambaşka diyarlardan bahsetmek istiyorum ki kafamı dağıtayım. Ve bu yazıyla Tallinn gezi notlarını  şimdilik tamamına erdirip farklı yazılar paylaşabileyim artık. 
    Estonya'nın başkenti, Baltıklar'ın en güzel şehirlerinden biri olan Tallinn'de geçirdiğimiz günlerde hangi kafe ve restoranlara uğradığımızı, nasıl lezzetler tattığımızı anlatacağım bu kez. Aslında gezi yazılarımda bu konuya ayrı bir başlık açmıyordum fakat bu kez şehirde uzun bir zaman geçirdiğimiz için rahat rahat, koşturmadan yeme içme imkanı bulduk ve bana da misafiri olduğumuz hoş mekanları paylaşmak kaldı. Tallinn'e yolu düşecek olanlara yardımcı olacaktır diye umuyorum.
    Estonya'da, daha dar anlatımla başkent Tallinn'de kesinlikle yiyecek sıkıntısı çekilmiyor. Dünya mutfağının tüm örnekleri mevcut. Restoran ve kafeler temiz ve şık. Bu anlamda, ilk defa bir ülkede girdiğimiz hiçbir yerden memnuniyetsiz ayrılmadık. Şıklığın yanı sıra lezzetler de yerli yerindeydi. Çok fazla yerel yemek denemedik ama anladığım kadarıyla soğan ve sarımsağı çok kullandıklarını, bizim damak zevkimize yakın yahni türünde yemekleri olduğunu söyleyebilirim. Çorbaya da rastladık, 
pilava da. Tanıdık olduğumuz et çeşitlerinin haricinde geyik ve ayı eti de tüketiliyor. Uzak Doğu mutfağı seviliyor. Bir tek tatlı konusunu zayıf buldum zira tatlısız yapamayan, arayan biriyim. İyisi mi ben fotoğraflar üzerinden anlatayım.

    Tallinn'in en popüler, gidilmezse eksik kalınacağı hissini yaşatacak mekanı ile başlamak istiyorum:) Olde Hansa...
    Olde Hansa Ortaçağ temalı bir Restoran. Old Town'da gezerken dönem kostümlü gençlerin davetiyle meraklanıp tercih edebilirsiniz bu mekanı.
        İç mekana mum ışığı ve Ortaçağ müzikleri hakim. Garsonlar da sizi günümüzden uzaklaştırmakta ustalar.  "Lordum, Leydim" diyerek epeyi bir havaya sokuyorlar müşterileri:)
       Hele bir de grup gitmiş ve ziyafet menüsünü seçmişseniz törensel bir edayla geliyor yemekler ve tiyatral havada sunuluyor. Eğer isterseniz ballı biralar eşliğinde...

    Birayı pek sevmem ama Olde Hansa'nın ballı birasına bayıldım. Yerel bira markası Saku'nun da ballı çeşidi var, kimi zaman meydan kafelerinde otururken sipariş etmeden duramadım.
       Menüde genelde et çeşitleri yer alıyor. Ben kuzu yahni yedim. Yanında bulgur, yeşil mercimek ve  sotelenmiş sebze vardı. Bunlar tanıdığımız yiyecekler, yahni de bol soğan ve salçalı haliyle bize epeyi yakın geldi bana. Hatta anneannemin yemeklerini hatırlattı. Değişik tatlar deneme konusunda en heveslimiz olan Orhun geyik eti tercih etti. Her biri lezzetliydi.
    Yemeğin sonunda güllü pudingimiz  "gül yapraklarını da yerseniz sonsuza kadar genç ve güzel kalacaksınız" sözleriyle getirildi. Bir baktım Orhun'un yaprakları yok:) "Ne yaptın? Yedin mi yoksa?" dedim. "Tabii ki yedim. Seramoniye uymak lazım" dedi:) Benim yemeğe düşkün, yemek yemeği normalde de tören haline getiren oğluma yakışan bir hareket:) Bir de tarihe çok düşkün olduğu ve en çok okuduğu, bildiği dönemlerden biri Ortaçağ olduğu için bayılıyor buraya zaten.
    Tallinn'de yeme içme fiyatları gayet uygun. Daha doğrusu her keseye hitap edecek restoranlar var. Bizim en fazla ödeme yaptığımız mekan burası oldu. 3 kişi içeceğiyle tatlısıyla yaklaşık 60 Euro. ödedik. Şehrin turistik merkezinde, tarihi bir binada, tema içeren, özenli bir restoranda gelen hesap gayet yerindeydi.

    Old Town'dan konuya başlamışken oradan devam edelim. Hatta Ortaçağ'dan devam edelim. Tarihin içinde hissettiren bir başka masalsı mekan... III Dragon... Üç Ejder...
    Eski kent meydanında tarihi belediye binasının hemen altındaki Üç Ejder de 
Olde Hansa gibi Ortaçağ temalı bir mekan. Ancak bu taverna tarzında. Burada yiyeceklerini hızlı alıyorsun hızlı tüketiyorsun. Geyik çorbasıyla meşhur. Ve çorba gerçekten enfes. Yalnız ufak bir ayrıntı var. Burada çatal kaşık yok. Çünkü Ortaçağ'dayız. Yani çorbayı kaseden kafamıza dikerek içmeye mecburuz:)
    Burada da loş bir ortam, dönem kıyafeti giymiş çalışanlar var. "Ne kaşığı? Benim evimde kaşık mı var?" diye numaradan azarlayan kadın bir yandan da önündeki kazandan kaselere çorba koymaya devam ediyor.
   Çorbadan başka bir de talaş böreği benzeri börekleri var. Yine geyikli seçeneğiyle birlikte çeşitleri bulunuyor. Ben geyik etli ve havuçlu denedim. Börek de gayet başarılıydı. Bunların yanında turşu yemek istiyorsan bir köşedeki büyük fıçıya kocaman çatalı batırarak istediğin kadar alabiliyorsun. Yine yıllar öncesinin usulünde...

    Old Town'da daha farklı yiyecekler de var tabii. Tamamen tersi bir tanıtımla meşhur krepçiyi anlatabilirim. Kompressor Pub, 29 krep çeşidiyle bilinen, her daim dolu olan sıcak bir mekan.
kompressorpub.ee/?lang=en
kompressorpub.ee/?lang=en
    Makinelerimizin şarj probleminin olduğu sırada çektiğim fotoğraflar iyi çıkmadığı için kendi sitelerinden aldığım iki fotoğrafı ekliyorum. Krepler çok büyük, çok lezzetli, tuzlu ya da tatlı... Sevenleri muhakkak uğramalı. Bir apartmanın girişinde yer aldığı için gözden kaçabiliyor ancak yeri çok kolay. Old Town meydanına çok yakın olan Rataskaevu sokağında. 
   
    Bir önceki yazıda, kimi günler, havanın güneşli oluşundan da faydalanarak 
Old Town'ın meydan kafelerinde aheste aheste vakit geçirdiğimizden bahsetmiştim. İşte o çok beğendiğim meşhur ballı biraları burada yudumladık.

    Kimi zaman çay ve elmalı turta da vardı menümüzde.

     Tallinn'de tatlılarda elma ve yaban mersini çok kullanılıyor. Çünkü her ikisinin de ağacı çok. Yollarımızın üzerinde bu iki tatlı meyvenin ağaçlarına sıkça rastladık ve o güzelim elmaları kimsenin toplamayışına şaşırdık. Bana kalırsa şehrin simgelerinden biri yaban mersini olmalı. Hiç rastlamadığım kedi, şehrin simgelerinden biri mesela. Ama görmedik. Karadağ Kotor'da da aynı şey olmuştu. Her yerde kedili hediyelik eşyalar vardı, kedisi meşhurdur deniyordu. Bir ya da iki tanecik görmüştük. İstanbul'a gelsinler de kedi neymiş görsünler diyorum.
Yaban Mersini
    
    Old Town bölgesinin en meşhur pasta ve kahve salonu Maiasmokk Kohvik. 
Yolu Tallinn'e düşen herkesin uğradığı, buram buram nostalji kokan bir mekan. Kohvik Estonca'da kahvehane, kafe anlamına geliyor. Kahve içilen yer anlamında. 
Şehri keşfederken çok sık rastlanan bu kelimeyi fark edeceksiniz. 
    Maiasmokk 1806 yılında şekerleme fabrikası olarak açılmış. Badem ezmeleriyle ünlenmiş. Kafenin özellikle giriş katı, işletmenin tarihini anlatan bir müze şeklinde düzenlenmiş. 
    Bu bölümde badem ezmelerini sanki birer bibloymuş gibi renklendiren çalışanı seyretmek keyifliydi. Badem ezmeleri başarılı ancak bizim için çok farklı bir tat değil tabii. Bakınız meşhur Bebek Badem Ezmesi veya Edirne'deki örnekler.
    İkinci Dünya Savaşı sırasında devlet eline geçen işletme daha sonra Estonya'nın meşhur çikolata markası Kalev ile birleşmiş. Turistik haritalarda Kalev Kohvik olarak da rastlayabilirsiniz.
    Biz gittiğimizde hava güzel olmasına rağmen dışarıda oturmayı tercih etmedik. İçerisi çok daha romantik, nostaljik ve sevimli. Duvarlar dönem fotoğraflarıyla bezeli.
    Meydana açılan sokağı gören pencerelerden birinin önüne yerleştik. Nefis pavlovanın eşliğinde kahvemi yudumlarken oğlum ve eşimle yaptığımız sohbet Tallinn'deki en huzurlu saatlerimden birini yaşattı bana.

 
    Old Town'da tarihi eskilere dayanan pasta ve kahve dükkanları bu kadar değil. 1937 yılında açılan Josephine Kohvik önünden gelip geçerken şıklığıyla, feminen havasıyla dikkatimi çekmişti. Bir pastasını yemeden ayrılamazdım Tallinn'den:) Şehirden ayrılmadan bir gün önce nihayete erdirdim bu isteğimi.

 

    Josephine'in atmosferi kırmızıların, iri desenli kumaşların, loş ışığın, çiçeklerin, kadınsılığın hakimiyetinde. Çok beğendim çok.

     Tatlı demişken... Tarihi merkezde, yine Ortaçağ kostümlü satıcılar tarafından seyyar arabalarda karamelize edilip satılan tatlı bademler de Tallinn'in olmazsa olmazlarından. 

    Kabul ediyorum fazla turistik bir hareketti ama aldık:) Portakallı ve yaban mersinli çeşitleri de var ve gerçekten lezzetli. Tek kusuru dişlere zarar olması.

    Şimdi biraz da Tallinn'in müze kafelerinden bahsetmek istiyorum. En azından benim gördüklerimden. Bayılırım müze kafelerine. Bir önceki yazıda bayıla bayıla anlattığım Open Air Museum'un 19.yy. tarzındaki restoranı favorim oldu. 
       Kış mevsiminde iç mekanda vakit geçirmek keyiflidir tabii ama hava güzelse ağaçlar altında, kuş sesleri arasında oturmanın tadı bambaşka. Hissedilen şey huzur, huzur, sadece huzur...
        Menüde yerel yemekler yer alıyor. Bazılarınının ne olduğunu sorduğumuz halde anlamayınca iyi olacağını umduğum bir şeyler seçtim. Ben seçtim diye üzerine basa basa söylüyorum çünkü sonuç şahaneydi:)
    Salamura ringa balığı ve ev yapımı bira. Her ikisi de enfesti. Yanında sunulan patatesler Estonya'da sıkça tüketilen tarzda. Geçtiğimiz hafta sonu aklıma takılan bir şeye bakmak için açık hava müzesinin sitesine girdim ve burada o gün balık-soğan festivali olduğunu gördüm. Hemen Instagram'a atladım güncel fotoğraflara bakmak için ve inanın o gün o festivalde olmadığım için epeyi hayıflandım.

    Tallinn'deki müze kafelerin en güzellerinden biri Seaplane Harbour'daki Cafe Maru. Deniz müzesinin maviliğinde kaybolan iç bölümü çok şık.

    Bizim tercih ettiğimiz teras bölümü ise kendini güneşe teslim etmek isteyenler için birebir. 
    

    
    Koleksiyonuna bayıldığım Kumu Art Museum'da da Reval Cafe'nin bir şubesi bulunuyor. Orada yakaladığım fotoğraf işte böyle iştah açıcıydı.

        Ravel, Tallinn'in eski adıymış. Şehirde çok sayıda Ravel Cafe şubesi var. Kahveleri, lezzetli tatlıları ve hamur işi yiyecekleriyle tercih edilebilir bir yer burası. Fiyatlar da son derce uygun. Dışarıda sadece iki gün kahvaltı yaptık. İkisinde de Ravel'de ıspanaklı börek tercih ettim.

   
    Gelelim bir önceki yazıda bahsettiğim Yaratıcı Şehir'e... Burası genellikle hipster mekanı diyebileceğimiz kulüp, kafe ve restoranlarla dolu. Restaurant F-hoone bunlardan biri.
    Fotoğraftaki tatlı kesinlikle Tallinn'de yediklerimin en iyisiydi. İsmini hatırlamıyorum fakat Napolyon ya da Napoli olduğu konusunda ısrarlıyım:)


    
    Tam da burada bir değişiklik yaparak Solaris alışveriş merkezinin içinde yer alan Lido'dan bahsetmek istiyorum. Okuldan istedikleri için Orhun'a fotoğraf makinesi bakmaya gittiğimizde keşfettik.
    Lido, Solaris alışveriş merkezi içerisinde çok geniş bir alana yayılmış, Litvanya menşeli bir açık büfe restoran. Sulu yemekler, ızgaralar, kızartmalar, çorbalar, salatalar, tatlılar, hamur işleri, alkollü ve alkolsüz içecekler...Yok yok. Herkes damak tadına uygun bir şeyler bulabilir. Açık büfe olduğu için fiyatlar da oldukça uygun. Baltık havasını yansıtan dekorasyonu ve yerel kıyafetli görevlileriyle çok sevimli bir mekan Lido. Birkaç gün kalacaklara kesinlikle tavsiye ederim.

    Yemeli içmeli Tallinn yazısını yine hedefi tam on ikiden vurarak tanıdığımız bir restoranla sona doğru yaklaştırma zamanı geldi. Her gün şehre gidip gelirken önünden geçtiğimiz bir restoran eski bir binada yer alması, basitliği ve sıcaklığıyla fazlaca dikkatimi çekiyordu. Aşağıdaki fotoğrafta tam ortada yer alan yeşil bina oluyor kendisi.

 

    Kafaya koyduğum yerlerden biri oldu. Türkiye'ye dönüşümüzün yakın olduğu bir tarihte nihayet karar verip girdik. Meğer hiç de dışarıdan göründüğü gibi salaş bir yer değilmiş. Bu yıl Estonya'nın en iyi restoranı seçilmiş bir mekan çıktı karşımıza. Kapıdan içeri girince dışına tezat bir modernlikle karşılaştık. Üstelik göründüğünden daha büyüktü. Dışarıdan, hatta karşı caddeden ve hatta önünden gelip geçerken otobüsün içinden edindiğim izlenim 2-3 masalı yerel bir restoran olduğuydu halbuki.

    İsmini o anda öğrendiğimiz Kolm Sibulat'a girdiğimizde rezervasyonumuz olup olmadığını sordular. Yoktu tabii ama yine de yer ayarlandı. Anlaşılan hafta sonu gitmiş olsaydık yer bulmamız çok zor olacaktı. Tripadvisor'da Orta Avrupa ve füzyon mutfağı olarak tanımlanan restoranda yerel lezzetlerden örnekler tatmak da mümkün. Ben fazla riske girmeyip şinitzel siparişi verdim. Eşim ve oğlum -isimlerini hatırlamadığım- yerele yakın tarzda et yemeği söylediler. Hepsi gayet başarılıydı.

    Tallinn'e yolu düşecek olanlara demem odur ki burada muhakkak damak zevkinize uygun yiyecekler bulacaksınız. Farklı lezzetler arayanlar, gittiği yerlerde yemek sıkıntısı çekmeyenler için zaten seçenek çok. Alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyenler de zorlanmayacaklar çünkü daha önce belirttiğim gibi tarzları bize yakın. Çorbaları çorba gibi, pilavları pilav gibi:) Yurt dışı deneyimi olan arkadaşlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. 
Balık Çorbası - Zebra Cafe-Restaurant

    Farklı bir ülkede yemek yiyemeyip sürekli Mc Donalds vb. markalara takılanlar için eklemek isterim ki zincir fast food restoranı olarak sadece Mc Donalds var burada. 
O da az sayıda. Burger King, Dominos, KFC gibi restoranların olmayışı bana kalırsa şehirde gözü yormayan bir hava yaratmış. İllaki hamburger yemek isteyenler için kendi markaları Hes Burger'i tavsiye edeceğim. Çok lezzetli burgerleri var. Kebap tercih edenler ise dünyanın her yerinde muhakkak bulunan İstanbul Kebap'a düşürecekler yollarını:) Narva Caddesi üzerinde yer alan bir Türk restoranı burası. Denemedim ama tercih edenler olduğunu biliyorum. 

    Tallinn sade bir şıklığa sahip, rahatlatıcı bir kent. İzlenimlerimi aktarma işini uzatmama, sevdiğim mekanları ayrıca anlatmama neden olan da bu sanırım. Hiçbirini es geçmek istemedim. Bendeniz gönüllü Estonya rehberinizin anlatacakları şimdilik bu kadar:) Ancak devamı muhakkak gelecektir.



İlgili yazılar:Tallinn'den Merhaba
                     Estonlar Şarkı Söyleyince
                           Estonya, Tallinn ve Diğer Şeyler




|

6 Ekim 2016 Perşembe

ESTONYA...TALLİNN...VE DİĞER ŞEYLER...

    Nihayet geldik Tallinn'de nereleri gezdik, neler gördük konusuna. 
    Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi Estonya'nın başkentinde uzun süre kaldık ancak işlerimiz ve kişisel aksilikler dolayısıyla gezip görmeye birkaç gün geç başladık. 
Nasıl olsa yine geliriz düşüncesinde olduğumuz için birçok yeri de atladık. Ancak tüm bunlara rağmen epeyi bir yer görüp keyif aldık. Bence, bu ve bir sonra gelecek olan yazı "Tallinn küçük bir şehir, gezmek için bir gün yeter" diyenlere bu düşüncelerini sorgulattıracaktır:)
 
    Anlatmaya havaalanından başlamak en iyisi olacak sanırım. Zira bir yere kendi şartlarımızla gidiyorsak gezi yazılarında ilk aradığım şey havaalanı-şehir merkezi arası ulaşım konusu oluyor. Tallinn'in küçük ama oldukça renkli ve şık bir havaalanı var. (İstanbul'dan uçuş süresi yaklaşık 3 saat 10 dakika).
    Pasaport polisi kibar ancak biraz fazla inceliyor. Pasaportu evire çevire baktılar, "ilk defa mı geliyorsunuz?" dediler ve parmak izimizi aldılar. İlk kez bir Avrupa şehrinde pasaportta bu kadar bekledim. Neticede Estonya'ya ayak bastık mı? Bastık. Havaalanından çıktığımızda direkt taksilere yöneldik, o yüzden otobüsler hakkında bir yorum yapamayacağım. Havaalanı ile şehir merkezi arasındaki uzaklık otomobille yaklaşık 10 dakika sürüyor. Taksi ücreti şirkete ve otomobilin modeline, markasına göre 5 ile 10 Euro arasında değişiyor. Bakmakta, sormakta fayda var.

    Evet Tallinn küçük bir şehir. Ancak bu küçük şehirde benim gibi meraklısını sevindirecek sayıda müze mevcut. Gözünüzün, ruhunuzun, ciğerlerinizin bayram edeceği parklar da çok. Alışverişi seviyorsanız şehrin modern kesimlerinde AVM'ler, Outlet mağazalar da var. Belli ki kış mevsimi çok soğuk geçtiği için AVM'lere önem verilmiş.
    
    Tallinn, ülkemizden genellikle Baltık turu ile gidilen ve 1 ya da 2 gece kalınan bir şehir. Ki ikinci gün zannediyorum Helsinki ile değerlendirildiğinden dolu dolu 1 gün kalıyor bu şehri keşfetmek için. Bu durumda sadece Old Town civarı gezilebiliyor. 
Old Town en fazla bilinen, tanınan bölge. O yüzden bu bölgeye anlatabileceğimden az değinip, işin tarih, coğrafya kısmına çok fazla girmeyerek gördüğüm yerleri listelemek istiyorum ki Tallinn'e gidecekler için farklı fikirler oluşturabileyim.

    Fakat yine de şehrin kalbi olan Old Town'dan başlayacağım tabii. Geçmişi eskilere dayanan her kent gibi burada da tarihi ve turistik bir merkez mevcut. Geçmişin izlerini arnavut kaldırımlı geniş sokaklarıyla, surlarıyla, kuleleriyle, her an karşınıza çıkabilecek Ortaçağ kostümlü insanlarıyla, iyi korunmuş binalarıyla, müzeleriyle görünür kılmada başarılı bir eski kent burası. Tarih boyunca Danimarka, Almanya, İsveç, Polonya ve Rusya hakimiyetini iliklerine kadar hissetmiş Estonya'da ve dolayısıyla Tallinn'de en çok Alman ve Rus etkisini gözlemleyeceksiniz.
Eski merkezin hemen dışındayız, birazdan içeri gireceğiz
 
 
 
 
     Biz bu bölgede çok fazla vakit geçirdik. Kimi zaman Ortaçağ temalı restoranlarında tarihe yolculuk eder gibi farklı akşam yemeği deneyimleri yaşadık; kimi zaman havanın güzelliğinden faydalanarak kafelerinde kahvelerimizi ya da çok beğendiğim ballı biralarını yudumlarken turist kalabalığını seyredip anın tadını çıkardık; kimi zaman surlarında dolaşıp kenti bir de yükseklerden izledik; kimi zaman müzelerinde ziyaretçi olup geçmişin izini sürdük; kimi zaman dükkanlarında cicili bicili hediyelik eşyalarla, rengarenk keten kumaşlarla, el yapımı takılarla, ahşap malzemelerle oyalandık.

Old Town'daki pazar belirli günlerde kuruluyor. Kış soğuk geçeceği için eldivenler, atkılar, şapkalar satılıyor bolca. 

 
 
   
   
Ortaçağ'dan günümüze açılan St.Catherine Pasajı... Zamanında manastıra bağlıymış. Bugün el yapımı eşyaların satıldığı dükkanlarla bezeli.


    Old Town'da Tarih Müzesi'ni, Şehir Müzesi'ni, Avrupa'nın en eski eczanelerinden birini, Fotoğraf Müzesi'ni, Denizcilik Müzesi'ni, St. Olav's ve St. Nicholas gibi kiliseleri ve birkaç müzeyi daha gezebilir; birbirinden şık tarihi binaları mesken edinmiş sanat galerilerine göz atabilir; ziyarete açık olan kule ve surların merdivenlerini tırmanmayı göze alarak şehre kuşbakışı bakabilir, Ortaçağ'ın karanlık birtakım yönlerini show haline getirmiş gösterilerinden birine katılabilirsiniz. Bahsettiğim show için kukuletalı, veba maskeli gençler sizi çevirip davette bulunacaklardır. Panik yok:)
Tarih Müzesi kentin Ortaçağ'daki Hansa Birliği'nin, yani Alman ticaret birliğinin binasını mesken edinmiş. Hem binasıyla hem içeriğiyle görülmesi gereken müzelerden biri. 
 
Tarih Müzesi'nin çıkışından meydana doğru uzana yolda, yere çakılan metal harflerle, Buzul Çağı'ndan başlayıp günümüze uzanan Estonya tarihi anlatılmış. Fikir güzel, okumamak imkansız.
15.yy'ın başında inşa edilmiş olan belediye binasının kulesinden Old Town'a bakış... Kulenin çatısının ucundaki Yaşlı Thomas (şövalye şeklindeki bir nevi rüzgar gülü) 1530 yılından beri şehrin simgesi ve koruyucusu konumunda... (Orijinali saklanıyormuş yalnız)
 
    
    Eski şehir surlarının hemen bitişiğinde yer alıp Old Town'ın devamı olan Toompea bölgesindeki St.Mary Katedrali'ni, Sırık Hermann Kulesi'ni, St.Alexander Nevsky Katedrali'ni de atlamamak gerekir.
1800'lerin son yıllarında, Aziz Alexander Nevsky için yapılmış Rus Ortodoks kilisesi...
Tarihi kiliseler haricinde Estonya'da kilise görmek pek mümkün değil. Konsolosluğun kitapçığından okuduğuma göre Estonyalıların nerdeyse %75'i herhangi bir dine inanmıyor. 13.yy.'da Almanlar tarafından baskıyla Hıristiyanlaştırılan  Estonya'da günümüzde de Pagan geleneklerin izine rastlanabiliyor. Azınlıklar içerisinde Müslüman Tatarlar da mevcut.
   
   
   Ayrıca 3 adet manzara platformu var ki bu noktalardan çekeceğiniz fotoğraflar sizi memnun edecektir. Hemen isimlerini yazıyorum: Kohtuotsa, Patkuli ve Piiskopi:) Unutursanız da yolunuz bir şekilde bu noktalardan birine çıkacaktır, merak etmeyin.
Kohtuotsa Manzara Platformu
 
Kohtuotsa
 
     Kısacası Old Town bölgesinde görülecek şey çok. Turist Danışma'dan ücretsiz alacağınız envai çeşit harita size yardımcı olacaktır.

    Şimdi biraz merkez dışına uzanıp 3 numaralı tramvaya binelim ve Kadriorg Park'a gidelim isterseniz. "Tramvaya gerek yok" diyenlere yürümek serbest. 
    Tramvay demişken... Kadriorg civarında turistik bir tramvay kafe'ye rastladık. Geniş pencere önlerindeki masalara servis yapan garsonlar görülüyordu. Nostaljik bir tramvayda bir yandan şehri gezip bir yandan kahveni yudumlamak keyifli olmalı. 
Bir başka sefere denemeyi düşünebilirim:)

    Kadriorg Park adeta şehrin incisi. Gece gündüz spor yapan, çocuğunu gezdiren, kitap okuyan yerlilerle ve Rus Çarı Muhteşem Petro'nun karısı Katerina için yaptırdığı sarayı, Kumu Sanat Müzesi'ni görmeye gelen turistlerle dolu. Arada yapılan etkinlikler ve konserler de cabası. Bizim şansımıza Işık Festivali denk geldi ki o gece bütün şehir Kadriorg Park'taydı. Elimde o geceye dair kaliteli bir fotoğraf yok ne yazık ki. Yerlere serpiştirilmiş mumlar, ışıklandırılmış ağaçlar ve gece karanlığında parıldayan bilumum ışıkla şahane bir ortam yaratıldığını söyleyebilirim ancak.


       Park çok geniş. İki gün müzeleri dahil gezdik yine de eksik kalan bölgeleri oldu.

    Göletteki ayrıntılara dikkat ettiniz mi? Kadriorg Park'ın göletinde Mevleviler sema ediyorlar. Elo Liiv isimli  Estonyalı bir sanatçının çalışması bu. Parkın içerisinde yer alan modern sanat çalışmalarından biri.

    Kadriorg Park içerisinde birkaç önemli müze mevcut. Bunlardan biri kimilerine göre "Muhteşem" kimilerine göre "Deli" addedilen, Rusya'nın Boğazlar'a açılma emelinin mimarı olup Osmanlı ile savaşmış ve devamında Prut Anlaşması'nı imzalamış Rus Çarı I.Petro'nun (1672-1725), karısı I.Katerina için yaptırdığı saray müzesi.
 
    Tallinn'e sık sık avlanmaya gelen Petro'nun yaptırdığı saray, Batı hayranlığının izlerini taşıyan Barok bir yapı. Koleksiyonunda zamanın kullanım eşyalarının yanı sıra resim ve heykeller de mevcut.


        Rönesans'ın kuzeydeki en ünlü temsilcilerinden biri olan Hollandalı ressam Bosch'un eserini burada görmek şaşırttı beni. Neden şaşırdım onu da bilmiyorum ama şaşırdım işte:) Hollanda, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin dışında bir Baltık ülkesinde rastladığım için olsa gerek. Ayrıca çok severim kendisini.

    İlya Repin gibi sevdiğim Rus sanatçıların ve Sultan Abdülmecit'in davetiyle ülkemizde de eserler üretmiş tanıdık bir isim olan Ayvazovski'nin tablolarını görmek güzeldi.
 
 
    Petro'nun yeniden inşa ettirdiği St.Petersburg'daki yazlık ve kışlık saraylar kadar görkemli olmasa da elden gelen süsleme gayreti gösterilmiş burada da.

     Bu saray yaptırılmadan önce avlanmak amacıyla şehre gelen Petro'nun kaldığı ev de bugün bir müze olarak ziyaretçilere açık. Estonya'nın en eski müzesi olduğu söyleniyor. Küçücük bir orman evi burası. İçerisinde zamanında kullanılmış gündelik eşyalar sergileniyor.


Denizcilik aşkı uğruna kimliğini gizleyip gemilerde en alt kademede çalışmış, hatta bu yüzden "Deli" ve "Muhteşem" ünvanlarını almış Petro'nun odası...

    Kadriorg Park içerisinde sadece tarihi müzeler yok. Bir de olanca modernliğiyle yükselen bir Kumu Sanat Müzesi var ki koleksiyonundaki Estonya resim ve heykel sanatının klasik örnekleriyle fazlasıyla beğenimi kazandı.

 

     Kumu'da 1400'lü yıllardan günümüze kadar Estonya'nın sanatsal ve politik gelişmeleri en estetik anlatımıyla yer almakta.

        Bir de bonus olarak şahane bir başka sergiye denk geldim Kumu'da. Ünlü moda tarihçisi, birçok film ve tiyatro oyunu için kostümler hazırlamış Alexandre Vassiliev'in (itiraf ediyorum bu sergiyle tanıdım kendisini) koleksiyonunda yer alan Viktorya dönemi elbise ve aksesuarlarından oluşan enfes bir sergiydi.








    Serginin ziyaretçileri kadınlardan oluşuyordu ve bana öyle geliyor ki dünyanın farklı yerlerinde yaşayan kadınlar olsak da hepimiz aynı hayranlık, aynı hayaller içindeydik.

    Kadriorg Park'ta görülecek şey çok. Yanındaki lunaparkla birlikte Çocuk Müzesi, özel bir resim koleksiyonunun sergilendiği Mikkel Museum gibi... Tallinn'de vakit geçirilecek en özel yerlerden biri bu park.

    Açık hava, göz alabildiğine yeşillik ve oksijen demişken asla atlanmaması gereken bir yerden bahsetmek istiyorum şimdi. Estonian Open Air Museum...

       Saatler geçirdik burada. Hava da mis gibiydi. 18.,19. ve 20.yy Estonya kırsal hayatını anlatan evler ve eşyalarla kurulmuş çiftlikleri gezip yerel hayatı tanırken film platosunda gibi hissettik kendimizi. Evler dahil objelerin her biri ülkenin çeşitli bölgelerinden getirilmiş orijinal eşyalar.

    Burası sanki bir müze değil de hala yaşayan bir köy gibi. Okulu, itfaiyesi, kilisesi, tavernası, ayakkabıcısı, demircisi... Hepsi mevcut. Dönem kıyafetleri giymiş teyzeler ortama uygun işleriyle meşguller ve kendimizi 19.yy'da hissetmemizi sağlıyorlar. (Gerçi bu his müze kapandıktan sonra onlarla aynı otobüse binip şehir merkezine döndüğümüz sırada kayboldu ama olsun:))

    Saaremaa Adası'ndan getirilen balıkçı köyüne bayıldım.



    İnanılmaz lezzette salamura ringa balığı yediğimiz, ev yapımı birasını içtiğimiz yerel restoranına bittim. 

Enfes yemekler bir sonraki yazıda
    Yüksek sezonda bir çok etkinliğin düzenlendiği bu müzeyi, yolu Baltıklar'a düşecek olanlara tavsiye ederim. Litvanya'da bu müzeden çok daha büyüğü varmış ki o da aklımızda bulunsun.

    Yaklaşık 5 saat vakit geçirdiğimiz açık hava müzesinden ayrılırken ancak yarısını görmüş olduğumuzu anlayınca çok şaşırdık. O kadar keyifliydi ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamadık. Bahar aylarında Tallinn'e gittiğimde muhakkak uğrayacağım bir mekan burası. O kadar sevdim.

    Açık hava, yerel tarih, pastoral ortam... Ruhumuz dinlendi, gevşedik, mutlu olduk. Ama burada duyduğumuz huzur gibi, hüzün de hayata dair... Şimdi bambaşka bir yere götüreceğim sizi. Kara Turizm terimine uygun Patarei Prison'a...

    Patarei, 1800'lerin ilk yarısında, yani yine Ruslar'ın zamanında kışla olarak inşa edilmiş. Fakat tamamen boşaltılan 2004 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış. Her iki dünya savaşı sırasında ve Soğuk Savaş döneminde inanılmaz acılara sahne olmuş. Sadece Ruslar değil, 2.Dünya Savaşı sırasında ülkeyi işgal eden Naziler de bu hapishanede pek çok insanlık dramının yaşanmasına neden olmuşlar.

    Ne yazık ki tarih boyunca dünyanın her yerinde bu tip acılar yaşandı ve yaşanmakta ancak mekanın bu yüzyılın başında terk edildiği haliyle duruyor olması, o acıları iliklerimize kadar hissederek ürpermemize sebep oldu.




        Bugüne kadar gördüğüm en enteresan ve üzücü mekandı. Aslında toplama kampı, göç müzesi vb. yerleri gezmekten çekinirim. Buraya da "eski hapishaneymiş canım ne olacak?" düşüncesiyle girdim ancak olumsuz anlamda etkilendim. Etkilenmemek mümkün mü? Bu duvarların arasında insanlar işkence görmüşler, öldürülmüşler, fiziksel ve psişik deneylere maruz kalmışlar. Özellikle Soğuk Savaş dönemi için anlatılanlar korkunç. 1868-1941 yılları arasında yaşamış, Rusya'nın egemenliğine kesin surette karşı çıkmış Estonya başbakanı ve devamında cumhurbaşkanı olan Jaan Tonisson da yüksek ihtimalle burada öldürülmüş. Üzüldüm fakat yakın bir geçmişin katı gerçeğini yansıtan bu mekanı gezmek maddi, manevi çok şey öğretti bana.

    Bir an önce kaçıp gitmekle biraz daha ilerleyip olan biteni anlamaya çalışmak arasında kaldığım enteresan bir çekiciliğe sahipti Patarei...

 
     Ardı ardına sıralanmış koğuşlarıyla, hala bazı tıbbi malzemelerin görüldüğü ameliyathanesiyle tüyleri diken diken eden bir hastane bölümü vardı ki... Burada neler olmuş olabileceğini düşünmek istemeyiz sanırım. 

   


    Oldukça geniş bir alana yayılan bu tarihi mekan bugün harap bir halde fakat bu şekilde kalması istenmiyor tabii. Patarei'nin geleceği hakkında çeşitli projeler geliştirilmiş. Gel gör ki burayı restore etmek, farklı bir kullanım için düzenlemek oldukça külfetli olacak gibi. Deniz kıyısında olduğu için günden güne çürümekte ve bir an önce kurtarılması hedeflenmiş. Biraz incelediğimde otel, savaş müzesi veya sanata ayrılan bir mekan olması konusunda fikirler olduğunu gördüm. Doğrusu akıbetini merak ediyorum. Bence her üç alanı da kapsayan bir düzenleme yapılacak.
    Kaderinin ne yönde şekilleneceğini bekleyen bu enteresan mekan bugün çeşitli sanat projelerine ev sahipliği yapıyor. Savaşla işi olmayan, sanata gönül vermiş insanlar tarafından boyanıyor, mesaj içeren yazılarla bezeniyor.






 
 
Arkamda deniz kıyısındaki Patarei
    Fotoğraflar gerçeği yansıtmaktan çok uzak. Fırsatınız olursa ve hijyen açısından da dikkatli olacağınızı hesaba katarak gezmeyi göze alırsanız kesinlikle tavsiye ederim bu enteresan mekanı. 

    Ne diyelim? Gerçekleşmesi çok ama çok zor olsa da kötülüğün, iktidar hırsının, savaşların olmadığı; insanlık suçlarının işlenmediği bir dünya dileyerek ve mesajımızı vererek kapatalım bu bölümü.

 
   Madem deniz kenarına indik, bir de Seaplane Harbour'a, diğer adıyla Estonya Denizcilik Müzesi'ne bir göz atalım isterseniz. Denizcilik Müzesi belli bir tarihte ikiye ayrılmış. Old Town'da da Denizcilik Müzesi bulunuyor ancak burası daha farklı. 
Bir kere gerçek bir deniz uçağı hangarı burası.

    Hangar 1916-1917 yıllarında St.Petersburg'un savunması için yapılmış. Müze bünyesinde 200'e yakın deniz uçağı, buzkıran ve denizaltı bulunuyor. Özellikle çocuklar için oluşturulmuş interaktif sergiler ve belli günlerde düzenlenen etkinliklerle oldukça canlı bir müze. 
    Patarei'den sonra biraz kafamızı dinlememiz gerekiyordu ve kapalı müze bölümüne girmeyi tercih etmedik. Oldukça şık kafeteryasında vakit geçirdikten sonra liman kısmındaki gemilerle oyalandık. 
     Limanda sergilenen gemilerden en ilgi çekici olanı Suur Toll isimli buzkırandı. 1914 yılında bir Alman şirketi tarafından yapılmış olan bu gemi 1.Dünya Savaşı sırasında Finlandiya ile Estonya arasında görev yapan emektar bir gemiydi ve döneminin en büyük buzkıranı olma özelliğini de taşıyordu.

    Suur Toll gezilebiliyor. Kaptan kamarası, tayfaların kamaraları, mutfağı, salonu, kazan dairesi vs. aynen yerli yerinde. Gemiye ve yolculuklarına dair bilgiler ve fotoğraflarla desteklenmiş bölümler de mevcut. Hatta mutfağında zamanın çalışanlarının yemeklerini de yiyebiliyormuşsun fakat biz öyle bir etkinliğe denk gelmedik. Merak edenler, denemek isteyenler araştırmalı.



         Deniz Müzesi'nin yer aldığı liman bölgesinde epeyi bir vakit geçirdik o gün.
Hint filmi çekimine bile rastladık:) Hintli bir ekip vardı, bir tane de başrolde olması kuvvetle muhtemel sarışın bir kız. Hint müziği eşliğinde deniz kıyısında dans ediyorlardı. Tabii yönetmenin komutuyla defalarca baştan ala ala. Ya biz neler yaşamışız o gün? Duygudan duyguya, dönemden döneme savrulmuşuz, enteresan şeyler görmüşüz resmen:) Tüm bunları yaşadıktan sonra Baltık kıyısında aheste aheste ilerleyerek cruise limanına vardık. Tallinn turistik ve ticari açıdan oldukça canlı bir limana sahip. Üstelik sadece bugüne ait olmayan, yıllar öncesine uzanan bir canlılık bu. 10.yy.'da nasıl gemiler gidip geliyorsa bu limana bugün de hala aynı şekilde gidip geliyorlar.
    Tallinn Limanı'nın çevresi alışveriş ve yeme-içme açısından tabii ki hareketli. Cumartesi günleri kurulan ama bizim göremediğimiz balık pazarını ziyaret etmek lazım örneğin. Bunlar tamam ama limanın arkasında bulunan ve limanı tepeden gören bir bölge var ki çok enteresan.
Liman hemen arkamda. Bu kısım denize göre oldukça yüksek.
     Merdivenlerle yükselen, duvar resimleriyle renklendirilmiş, gençlerin oturmuş denize bakarak hislendikleri, sohbet ettikleri bir alan. Terk edilmiş gibi... Eskiden bir işlevi varmış belli ki. Belki dükkanların yer aldığı bir alt geçit kapatılmış. Onun hemen önünde pazar yeri gibi bölüm bölüm ayrılmış olduğu belli olan fakat pazar yeri gibi de durmayan geniş bir alan yer alıyor. İlginçti. Zamanında ne olduğunu bilen varsa beni aydınlatsın lütfen. Bu sefer öğrenemedim ama Orhun'un arkadaşları aracılığıyla öğreneceğim ben bu bölgenin geçmişini. 

    Çok anlattım biliyorum. Biraz daha sabrınız varsa şehrin modern ve popüler iki mekanından daha bahsedip bitireceğim bu yazıyı. İlki Rotermanni denen bölge. Modern görünümlü ancak yaşı 200'e yaklaşan bir yaşam merkezi burası. 1829 yılında kurulan Rottermann Fabrikaları (ilk işleri inşaat malzemeleri üretimi) bugün farklı bir çehreye bürünmüş. Evler, ofisler, tanıdık mağazalar, sanat galerileri ve şık restoranlarla keyifli bir alan olmuş. Ülkenin meşhur çikolata markası Kalev'in ana mağazası da burada. 

Sol alt köşedeki iki genç kız belli ki akademi öğrencisi. Açık havada çizim yapıyorlardı.

        Ve zamana uygun düzenlenmiş bir bölge daha... Telliskivi Creative City... 
Benim tabirimle Tallinn'in Karaköy'ü... Kesinlikle favorim. 
    İsminden de anlaşılacağı gibi sanat atölyelerinin, yaratıcı şirketlerin, galerilerin, el yapımı ürün mağazalarının, birbirinden renkli kafe ve restoranların, gece klüplerinin yer aldığı yaratıcı bir kent burası. Eski tren istasyonun yanında, eski sanayi merkezinin yerine kurulmuş. 

 

    Hipster mekanı tabir edilen, yeni neslin takıldığı kafelerin, kulüplerin yanı sıra eski eşyaların satıldığı antikacılar ve Rus pazarları da var burada. Cumartesi günleri kurulan bit pazarını bu sefer göremedim ama aklıma yazdım.

    Zannediyorum hafta sonları çok daha renkli bir yer burası. Sokak yemeklerinin satıldığı bölümde kapalı olan satış yerleri ve kapalı olan antikacılar nedeniyle böyle bir sonuca vardım. Biz hafta içi oradaydık ve bahsettiğim yerlerde tek tük satış yapılıyordu. Fakat restoranlar ve kafeler gün fark etmeksizin kalabalık tabii. Şahane bir yer burası. Yolunuz düşerse muhakkak görün derim.

    Benim gözümden Tallinn'de gezilecek görülecek yerler şimdilik bu kadar. En azından bir bu kadar müze daha var şehirde. Bahsettiğim müzelerin fiyatları 2-14 Euro arasında değişiyor. Fiyatlar genelde uygun. Deniz uçağı hangarı olan Denizcilik Müzesi 14 Euro ile en pahalısı olma özelliğinde fakat oldukça kapsamlı ve interaktif bir müze burası. Her şehirde olduğu gibi burada da Tallinn Card var tabii fakat biz biraz geç kaldığımız için almadık. Turist danışmalarda inceleyebilirsiniz. Bahsettiğim her yerin adresini ve nasıl gidileceğini yazmadım. Zira zaten uzun olan yazı iyice içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Turist danışma noktalarındaki (Havaalanında, Old Town'da var) ücretsiz haritalar o kadar kapsamlı ki aradığınız her yeri bulabilirsiniz. Şimdiye kadar gezdiklerim arasında en iyi rehber ve haritaların bulunduğu şehir Tallinn'di. Şöyle bir tüyo verebilirim. Arabayla ya da toplu taşımacılıkla gidilmesi şart olan ama yine de çok uzak sayılmayan yer Açık Hava Müzesi'ydi. Buna yakın bir de hayvanat bahçesi var. Diğerlerinin hepsine yürüyerek de ulaşmak mümkün.
    Bir sonraki yazı bu yazının tamamlayıcısı olacak. Tüm bu bahsettiğim yerlerin hoş kafelerini, leziz yiyeceklerini anlatacağım. Ki hak ediyorlar. O zaman görüşmek üzere...




İlgili yazılar: Tallinn'den Merhaba
                         Estonlar Şarkı Söyleyince
                         Tallinn'de Neler Tattım?