22 Mart 2016 Salı

ANNE FRANK MÜZESİ - AMSTERDAM

    Savaşlar kötüdür. İnsanın insana yaptığı zulüm kötüdür. Savaşın ve zulmün ezeli ve ebedi olması daha da kötüdür. İnsan denen varlıkla yine kendi cinsi üzerinde denenmeye başlayan yok etme ve hakim olma duygusu insanlık yok olana kadar sürecek. Geçmiş zamanda yapılan savaşları, zulümleri kitaplardan okumaya devam edeceğiz, filmler seyredeceğiz; ülkemizde ya da bir başka ülkede ders olsun diye korunmuş eski savaş alanlarını, toplama kamplarını, aynı şekilde bırakılmış delik deşik binaları gezeceğiz ama hiçbir şekilde ders almayacağız. Çevrene bir bak, televizyonu aç, internete gir! Kötülüğün her yerde kol gezdiğini, hiç azalmadığını, belki daha da arttığını göreceksin. Kısa bir zaman önce Amsterdam'da gezdiğimiz Anne Frank müzesini anlatmak istediğim şu günlerde ülkemizde olan biten olumsuzluklar beni bu yazıya böyle bir giriş yapmaya mecbur etti. Kırgınım, üzgünüm, mutsuzum. İstediğin kadar savaşın, zulmün, işkencenin kötülüğünü anlatan müze aç, sonuç değişmeyecek. Bu yapılar turistik birer obje olmaktan öteye geçemeyecekler.
    Aslında savaş konulu müzeleri gezmeyi sevmem, savaşa dair gerçek olayları anlatan filmleri seyredemem, kitapları nadiren okurum. Hepsini bilirim ama yaklaşmak istemem. Elimde değil, yüreğim kaldırmaz çünkü. Saraybosna gezimizde, iç savaş nedeniyle yaşanan kuşatmada Boşnak halkın saklandığı yer altı şehirlerini gezmedim örneğin. İbret olsun diye kurşun izlerinin kapatılmadığı binalara ancak göz ucuyla bakabildim. Evet, Çanakkale şehitliğini, siperleri gezdim ama gözyaşlarıma engel olamadım, gencecik yaşta ölen askerler günlerce aklımdan çıkmadı. Asla 2.Dünya Savaşı'nın meşhur toplama kamplarından birini gezeceğimi zannetmiyorum mesela. Piyanist, Schindler'in Listesi, Çizgili Pijamalı Çocuk filmlerini kim yazdı, kim yönetti, kim oynadı bilirim ama seyretmedim. Aynı şekilde Anne Frank'ın günlüğünü de okumadım. Hikayesini ve günlüklerin nasıl ortaya çıktığını çok iyi biliyorum ama 14 yaşındaki bir çocuğun iki yıl boyunca Naziler'den saklanmak için bir binanın tavan arasında yaşadığı sırada aktardığı duyguları okuyamadım. Dolayısıyla ömrünün son iki yılını geçirdiği yeri gezmek planlarımda olmadı hiç. Geçtiğimiz şubat ayındaki Almanya seyahatimiz sırasında bizi misafir eden arkadaşımın teklifiyle cesaret buldum ve savaşın simgelerinden biri olan bu evi ziyaret ettik. 
    Sevgili arkadaşım Ayşe bir çok insan gibi Anne Frank'ın hikayesinden fazlasıyla etkilenmişti ve daha önce fırsat bulamadığı ama hep aklında olan bu müzeyi gezmek istiyordu. Çok rağbet gören bir mekan olduğu için biletleri haftalar öncesinden internetten temin etti. 2,5 saat süren bir otomobil yolculuğuyla Dortmund'tan Amsterdam'a ulaştık. Ben tereddütlerimi ziyaret sonuna kadar gizledim arkadaşımdan. Bilet üzerinde yazan saatte girilebilen müzeye adım atarken heyecanlıydım. En sonda söylenecek şeyi en baştan belirteyim ki kesinlikle duygu sömürüsüne yer vermeyen bir mekandı. Anne, ailesi ve onlarla birlikte birkaç dostlarının daha korku içinde saklandıklarını, kapı pencere açmadan, ses çıkaramadan iki yıl burada yaşadıklarını ve ne yazık ki en sonunda yakalandıklarını biliyorsun. Bu çok etkileyici. Ancak kalbinde abartıya kaçmayan ince bir hüzünle, hakikaten tarih dersi görür gibi yönlendiriliyorsun. Ajitasyon yok, tarih dersi var. Bu açıdan takdir ettiğim bir müze oldu burası. 
Şimdi "iyi ki gitmişiz" diyorum.

    
    Anne Frank 1929 yılında, Frankfurt'ta, Yahudi bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. 1933'te Nazilerin iktidara gelmesiyle Hollanda Amsterdam'a yerleşirler. Yahudilerin iş kurması yasak olduğu için babası bir arkadaşının üzerine reçel, konserve vb. üretilen bir imalathane açar. İşte bu imalathanenin ofis binasının çatı katı, Nazilerden saklandıkları 2 yıl boyunca onların barınakları olacaktır. Hollanda'da da Yahudiler için hayat zordur. 1942 yılına kadar idare eder Frank Ailesi. Müzedeki fotoğraflardan anlaşıldığı üzere maddi açıdan rahattırlar. Anne ve ablasının okulda, denizde, tatilde, sokakta, evde çekilmiş pek çok fotoğrafı var müzede. Hepsinde gülüyor Anne.


    
    Bir gün ablası için çalışma kampına çağrı yapılır. O çağrı artık kaçmaları, saklanmaları gerektiğinin habercisidir. Dört kişilik aile iş yerlerinin gizli odalarına yerleşirler. Bu odalara dar bir kitaplığın arkasındaki gizli kapıdan geçilmektedir. Yanlarına dostları olan bir aileyi ve yaşlıca bir tanıdıklarını da alırlar. 2 yıl boyunca ofis çalışanlarının yardımıyla, gün yüzü görmeden, çalışma saatlerinde çıt çıkarmamacasına saklanırlar. Anne 14 yaşındayken başlar zorunlu hapis hayatına. 
Bir önceki doğum gününde babasının hediye ettiği ve "Kitty" adını taktığı günlüğünü doldurmaya burada da devam eder. Çünkü yazmayı çok sevmektedir. Babasının ve arkadaşlarının söylediğine göre bir gün büyük bir yazar olmayı ister. Yazdıkları bugün milyonlarca kişi tarafından okunmuş durumda ve okunmaya devam ediyor. Yani bir anlamda Anne'nin isteği gerçekleşti ancak ne yazık ki buna feci bir savaş neden oldu. 



    Küçük kız için saklanarak, yazarak geçen 2 yılın sonunda kurtuluş yoktur ne yazık ki. Oysa ki günlüğünden anlaşıldığı üzere savaşın biteceğinden ve gün ışığına çıkacaklarından, bir gün sadece Yahudi olarak değil "insan" olarak değerlendirileceklerinden emindir Anne. Fakat kim olduğu bilinmeyen birinin ihbarıyla kapılarına dayanır Naziler. Çocuklar bir toplama kampına, anne ve babaları başka kamplara dağılırlar. Anne ve ablası tifüsten, anneleri ise açlıktan hayatlarını kaybederler. Oysa ki savaşın bitmesine çok az bir zaman kalmıştır. Karanlık tavan arasında kader birliği yapan 8 kişiden sadece baba Otto Frank kurtulur.  


Otto Frank, müzenin hazırlanması sırasında
    Aile Naziler tarafından götürüldükten sonra sekreterleri Miep Gies günlüğü bulur ve saklar. Yıllar sonra Otto'ya ulaştırır. Baba Frank günlüğü yayımlamaya karar verir. Bazı ülkeler önce çekinerek yaklaşsalar da zamanla baskı sayısı artar, dünyanın en çok okunan kitaplarından biri haline gelir. 2.Dünya Savaşı'nın simgelerinden biridir Anne Frank'ın Günlüğü.

    Şimdi gelelim söz konusu müzeye. Öncelikle çok fazla ziyaretçisinin olduğunu söylemeliyim. Özellikle yüksek sezonda biletinizi önceden internetten almanızda fayda var. Aksi halde çok uzun süre kuyrukta bekleyerek Amsterdam'da geçireceğiniz keyifli saatlerden çalmış olacaksınız. Müze girişinde içeride fotoğraf çekmememiz konusunda kibarca uyarıldık. İlk defa bir müzeyi fotoğraf çekmeme konusunda haklı buldum. Çünkü mekan dar ve ziyaretçi çok olduğu için fotoğraf çekme işi oldukça rahatsız edici olacaktır. Yani elimde -çıkıştaki bir bölüm ve konferans salonu hariç- bana ait fotoğraf yok. 

    İlk önce Otto Frank'ın iş yerinin ofis kısmını gezerek başlıyoruz ziyaretimize. Çalışanların odaları tek tek belirtilmiş. Duvarlarda kendi imalatları reçel, marmelat, sos afişleri... Ve ara ara zamanın Yahudi düşmanlığını belirten belgeler. Örneğin bir dükkanın kapısından sökülüp o müzeye gelmiş tabela oldukça çarpıcı. "Yahudiler ve köpekler giremez!"
    İlgiyle ve insanlık adına utanarak inceliyoruz her bir materyali, yavaş yavaş ilerliyoruz ve esarete giden kapıyı gözlerden gizleyen kitaplığın önüne geliyoruz. 



    Dar kapıdan geçerek Anne ve beraberindekilerin saklandığı mekana adım atıyoruz. Çok dar bir merdivenle birbirine bağlanan iki katta oluşturulan yaşam alanını görüyoruz. Mutfak, banyo ve ikişer, üçer kişi kalınan odalar... Pencereler kapalı. Odalar bugün boş. Daha önceki müze fotoğraflarında bazı eşyalar olduğunu gördüm. Hatta Anne'nin balmumundan bir heykeli de vardı aralarında ancak mekan bugün günlük kullanım eşyası açısından tamamen boş. Anlaşılan bu şekilde hem zaten dar olan odalarda yer açılmış, hem de dediğim gibi duygu sömürüsünden kaçınılmış. Bu bir tahmin. Belki tekrar konulacaktır eşyalar. Fakat tabii bunlar orijinal eşyalar değiller. Yalnızca Anne'nin odasının duvarlarına dergilerden kesip yapıştırdığı resimler unutulmamış. Greta Garbo, Ginger Rogers... Dış dünyayla bağını koparamayan genç bir kızın ruh halini yansıtması açısından oldukça etkileyiciydi bu resimler. Odaları gezdik, bir zamanlar mecburen misafir olan kaçakların hislerini anlamaya çalıştık. Ama sadece çalıştık. O korkuyu, o sıkıntıyı bütünüyle tahmin etmek imkansız.

    Yaşam alanının dışında kalan diğer bölümlerde günlüğün orjinali, Frank ailesine ait fotoğraflar, günlükten alınmış sözler, günlüğün dünyanın her yerinde basılmış örnekleri ve yaklaşık 6 milyon Yahudi'nin öldürüldüğü Holokost'a dair belgeler sergilenmekte. Bu belgeler iç acıtan fotoğraflardan ibaret değil. Biraz fotoğraf, çokça yazılı materyalden oluşmakta. Ve duvarlardaki ekranlarda Anne'nin çocukluk arkadaşlarıyla, sekreter Miep ve Otto'yla yapılan röportajlar dönmekte.En son bölüm ise konferans salonu. 



    Burada da Anne'nin hayatını ve günlüğün hikayesini anlatan belgesel yayınlanıyor. Çoğu ziyaretçi henüz dolaştıkları evin hüznüyle burada oturup gördüğünü, duyduğunu, okuduğunu hazmetmeye çalışıyor. 

    Çıkışta ise her müzede olduğu gibi bir satış mağazası var. Ancak burada satılanlar cicili bicili hatıra eşyaları değil. Kitaplar, DVD'ler ve kartpostallar satılıyor yalnızca. 


Anne'nin odası
    Yazının sonunda Anne Frank'ın hayat hikayesinin beni ne kadar etkilediğinden ve insanoğlunun bitmek bilmeyen kötülüğünden tekrar tekrar bahsetmek istemiyorum. Yazının başında söylediklerimi, hatta daha fazlasını burada da söylediğimi varsayın. 
Ne diyelim? Umarım bu dünya bir gün herkesin özgür olduğu, kimsenin kimseyi yargılamadığı, kötülükten arınmış günleri görür.



  Hamiş: İlk fotoğraf ve son 3 fotoğraf hariç diğer görseller, müzeye ait www.annefrank.org sitesinden alınmıştır.













14 Mart 2016 Pazartesi

O KADAR ÜZGÜN VE ŞAŞKINIM Kİ...

    Bir şuursuz çıkıyor "alışın" diyor. Konuyla ilgili uzmanlar "alışmak söz konusu olamaz, konuşun, tepki gösterin" diyorlar. "Durun şimdi, sakin olun, normal hayatınıza devam edin, korku salmak isteyen teröristlerin ekmeğine yağ sürmeyin" diyenler de var, "sormayın, konuşmayın, hükümeti kayıtsız şartsız destekleyin ki bu olaylar bitsin" diyenler de... Ama bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor! Ben onu bunu bilmem, ben bir vatandaş olarak ülkemin düştüğü durumu bilirim. Ben yüreğimi yakan, beni umutsuzluğa sürükleyen üzüntüyü bilirim. Biz daha ne kadar genç yaşta ölen yavrularımızın, masum vatandaşlarımızın fotoğraflarına bakıp bakıp kahrolacağız? Ne zaman korkmadan sokağa çıkabileceğiz? Ülkemizin yarınlarına dair iyi duyguları ne zaman hissetmeye başlayacağız? Onu yapma bunu yapma! Bize direktifler verilirken ve biz uslu vatandaşlar olarak sabır taşı şeklinde beklerken, bu durumun sorumluları ne yapıyorlar peki? 







4 Mart 2016 Cuma

DORTMUND NOTLARI...

    Bir önceki yazımda Köln'den bahsetmiştim. Şimdi sıra dört günlük küçük Almanya seyahatimizin Dortmund ayağında.
    Almanya'ya ziyaret fikri her zaman aklımızda olsa da, Dortmund daha önce hiç düşünmediğimiz bir şehirdi. Ta ki çocukluğundan beri orada yaşayan sevgili arkadaşım Ayşe ile tanışana kadar. Blogumla  ilk kez tanışanları Almanya seyahatine nasıl karar verdiğimiz konusunda şu ve şu linklere yönlendirip Dortmund izlenimlerine devam etmek isterim. Zira zaten takip edenler için bu ayrıntıları yinelemek fazlasıyla tekrara düşmek olacak.
    
    Dortmund'a Türkiye'den hava yoluyla ulaşmanın en kolay yollarından biri İstanbul'dan Düsseldorf'a ortalama 3 saatlik bir yolculukla ulaşıp kara yoluyla bu şehre devam etmek. Bir diğer aktarma noktası da Köln. Köln'e de hemen hemen aynı sürede uçabilir ve Dortmund'a devam edebilirsiniz. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi Düsseldorf biraz daha yakın. Bizim tercihimiz uçak saatleri ve bilet fiyatlarından dolayı Köln üzerinden ulaşmak oldu.
    Seyahatimizin ilk günü Köln şehrini gezdikten sonra akşam saatlerinde Dortmund'a ulaştık. İki şehir arasında tren ve otobüsle yolculuk yapmak mümkün. Üstelik kolay. Ancak arkadaşım sayesinde bizim için işler daha da kolaydı. Köln'den Dortmund'a otomobille yaklaşık 1 saatte ulaştık. Hafta içi sabah ve akşamüstü saatlerinde her büyük şehirde olduğu gibi bu süre iki katına çıkabiliyormuş.
    Dortmund'ta, şehir merkezine 15-20 dakika uzaklıktaki şirin yerleşim yeri Castrop Rauxel'de konakladık. Arkadaşımın evine çok yakın küçük, sevimli bir otel ayarlamıştık. Kendisinin ve ailesinin misafirperverliği sayesinde odamıza sadece geceleri uyumaya gidiyorduk. Yine onların vesile olmasıyla Almanya'nın sakin bir kasabasında kısa süre de olsa yaşama imkanı bulduğumuz için mutluyuz. Yapraklarını dökmüş koca ağaçlar mevsimine denk gelmiş olsak da baharda muhteşem bir şekilde yeşereceği belli olan doğası; alçak katlı, üçgen çatılı, bahçe içindeki evleri; tertemiz düzenli caddeleri; kakafoniden uzak tarzı ve kibar insanlarıyla çok sevdim Castrop Rauxel'i.
Ev dediğinin çatısı üçgen olur. Çocukken hep öyle çizmez miydik?
    
    Köln ve Amsterdam gezilerine birer gün ayırmamız nedeniyle Dortmund'da iki gün geçirebildik. Bunun bir günü pazartesiye denk geldiği için her zaman öncelikle tercih ettiğim müze ziyaretleri sekteye uğradı ancak Almanya'nın olmazsa olmazı, meşhur içecekleri biranın müzesinde vakit geçirebildik. Üstelik çok sevdik. 
Tematik müzeler güzeldir.
     
    Dortmund'un da içinde yer aldığı Kuzey Ren- Vestfalya eyaletinde 1900'lü yıllarda 30 adet bira fabrikası varmış. İşte bu fabrikalardan biri olan Hansa bira fabrikası bugün müzeye dönüştürülmüş durumda. Bu konuda bilhassa Dortmund önemli çünkü 50'li ve 60'lı yıllarda Avrupa'nın en büyüğü konumundaymış. Şehirde böyle bir müzenin varlığı kaçınılmaz olmuş yani.
    
    2 kat şeklinde düzenlenmiş müzede Ortaçağ'dan yadigar bira kupalarından, imtiyaz belgelerinden tutun; yapım makinelerinden, dağıtıcı otobüslere, kasalara, eski fotoğraflara, reklam afişlerine kadar her türlü obje sergilenmekte. Tabii biranın yapım aşamalarını, hatta arpa çeşitlerini dahi görmek mümkün. 


Seçtiğin markanın şişesini kaldırıyorsun ve televizyonda bir zamanlar o markaya ait olan reklamlar dönüyor.
    
    Oldukça ayrıntılı ve ilgi çekici müzenin görevlisi de pek tatlıydı. Yaşı hayli geçkin bu bey gençliğinde söz konusu fabrikada çalışmış, emekli olduktan sonra da müzede çalışmaya devam etmiş. 60'lı yıllarda bira dolu renkli kamyonla, tanıtım için Amerika'yı gezen ekipte o da varmış. Gezinin fotoğrafları da müzedeydi. O anlattı biz dinledik.
Görevli amcamız sol baştaki

    Şahsen biranın tadını bir türlü sevemesem de tarihi M.Ö 10000'lere dayanan 
nam-ı diğer arpa suyuna sırf bu yüzden saygım büyüktür:) Dortmund Brewery Museum insanlığın en eski içeceklerinden biri olan biranın şanına yakışır bir müzeydi.
Kapanmış bir bira fabrikasından yadigar vitraylar

    Dortmund bir zamanlar sadece birası ile değil, çelik ve kömürü ile de tanınan bir şehirmiş. Her ne kadar fabrikalar birer birer kapanıp yerlerini kültür ve sanat merkezleri alıyor olsa da, bana kalırsa sanayi şehri olmasının getirdiği hava hala hissediliyor Dortmund'ta. Fakat bu tam olarak şehrin soğuk ve gri olması demek değil. Farklı bir şeyden bahsediyorum. Mesela kıyaslayacak olursam, Köln'ün tarihi ve turistik havası, eğlencesi ve kozmopolitliği yok Dortmund'ta. Fakat Köln'e göre kesinlikle daha yeşil. Şehrin yarısı yeşil alandan oluşmaktaymış. Biz kışın ortasında ziyaret ettiğimiz için yemyeşil halini görememiş olsak da, izlenimlerimize göre Dortmund'un bahar aylarında nasıl canlanacağını tahmin etmek zor değildi.

Westfalenpark
    Kış demedik, soğuk demedik Castrop Rauxel'in önemli yeşil alanlarından biri olan Westfalenpark'ta yürüyüş yapmayı ve meşhur televizyon kulesi Florianturm'a çıkarak şehri kuşbakışı izlemeyi ihmal etmedik. 

    Westfalenpark bahar ve yaz aylarında oldukça hareketli olduğu belli olan büyük bir park. Girişteki haritada çocuklar için eğlence alanları, göletler, konser alanı ve restoranlar işaretlenmişti. Ayrıca parkı bir uçtan bir uca gezdirecek olan tren ve teleferik bile mevcut. Ancak bunlar o sırada çalışmıyorlardı tabii. Etrafıma baktım ve bahar aylarında nasıl cıvıl cıvıl olacağını tahmin etmeye çalıştım. 

    Parka 219.6 m. uzunluğundaki televizyon kulesi Florianturm'un tepesinden göz atmak da oldukça keyifliydi. Bir de deli gibi esen rüzgar olmasaydı şahane olacaktı. Ama mevsim kıştı, bunu bilerek gelmiştik.


    Güneşin kendini gösterdiği bir vakitte arkadaşım bizi yürüyüş yaptıkları, bisiklet sürdükleri bölgeye götürdü. Bir amacı da küçük bir Ortaçağ şatosu olan Schloss Bladenhorst'u göstermekti. 

    Bir süre önce kültür merkezi olarak kullanılmaktayken gezilebilen şato ne yazık ki özel mülkiyete geçtiği için kapalıydı. Dış mekandan romantik fotoğraflar almakla yetinebildik.

    Dortmund şehir merkezine gitmeyi ihmal etmedik tabii. Her Avrupa şehrinde görülen ana alışveriş caddesi ve tarihi katedral burada da eksik değil. 13.yy'a tarihlenen 
St. Reinoldi Katedrali şehrin koruyucu azizi St.Reinold'a adanmış.
    Giriş kapısında sergilenen, zamana daha fazla direnememenin izini derin bir çatlak şeklinde üzerinde taşıyan tarihi çan kim bilir ne olaylara tanık oldu; şehrin başına gelen iyi ve kötü olayları aceleci hareketlerle sallanarak kim bilir kaç kere haber verdi.

    Ve Ortaçağ'da bile bir ticaret yolu konumunda olan, bugün şehrin ana alışveriş caddesi durumundaki Westenhellweg... Birçok ünlü markanın tarihi binalara konuşlandığı klasik bir Avrupa şehri caddesi burası. Dolayısıyla hamburgerci bile böyle şık bir mekanda yer alabilmiş.


    Dortmund deyince çoğu insanın aklına ilk olarak Borussia Dortmund futbol kulübü gelmekte. Arama motorlarına şehrin adını yazdığımızda ekrana dökülen bilgi ve fotoğrafların öncelikle ve çoklukla BVB'ye ait olduğunu düşünürsek, futbol kulübünün orada yaşayanlar için ne kadar önemli olduğunu tahmin etmek zor değil. Maçların yapıldığı Signal Iduna Park, Almanya'nın en büyük stadyumu. Eşime "Stadyum ziyarete açıktır, gidelim mi?" dediğimde "Yoo, fark etmez" dediği için ve ben de üzerinde durmadığım için şu an pişmanlık duymaktayım. Kendisi gibi bir futbol meraklısı nasıl oldu da hevessiz davrandı ve nasıl oldu da ben ona uydum? Oysa ki meşhur futbol stadyumlarını gezmek çok keyifli. Eindhoven'da Orhun'la birlikte PSV'nin stadını gezmiştik ve (meraklısı için yazısı burada) çok memnun kalmıştık. Ki o nispeten ufak bir stadyumdu. Burada sözü geçen Almanya'nın en büyüğü. Demek ki ofsaytı iyi bilmekle olmuyor bu işler:) (Ofsaytı ben de bilirim bu arada:)) Şahsen futbolu seviyorum ve ilgilendiğim bir konuyu her yönüyle merak ederim. Artık o taraflara giden olursa benim için de gezsin Signal Iduna'yı. Aslında ben de ısrarcı olabilirdim ama karşındaki "Yooo" deyince bir kilitleniyorsun:) "Bilmem" falan deseydi ikna ederdim ve eminim kendisini sürüklediğim her yerde olduğu gibi memnun kalacaktı:)
Görsel: www.bvb.de/
    İşte böyle... Güzel bir dostluğun gölgesinde ve hafızalarımızda her zaman yer edecek unutulmaz sıcaklığında geçti Dortmund'ta zaman. Arkadaşım ve ailesi Dortmund'taki son gecemizde hoş sohbetleriyle bizi ağırlarken şarkılarla türkülerle uğurladılar ülkemize. Evin yakışıklı oğlu Cem'in o geceye ait bir videosu Instagram hesabımda. Buraya eklemeyi beceremedim. Oysa ki keyifli bir bonus niyetine kullanarak noktalayacaktım bu yazıyı:) Merak edenleri IG hesabıma beklerim.
    Bir sonraki yazıda, birkaç saate sığan ancak dolu dolu geçen Amsterdam ziyaretinde görüşmek üzere...