28 Eylül 2015 Pazartesi

AY BULUTA GİRİNCE...

   

    Bu sabaha karşı muhteşem bir doğa olayı gerçekleşti bildiğiniz gibi. Ay tutulması, Ay'ın Dünya'ya en yakın olduğu zamanda gerçekleşti. İki olay üst üste yaşandığı için adına Süper Ay Tutulması denmiş. Bir önceki aynı doğa olayı 33 sene önce görülmüş, bir sonraki de 2033 yılında gerçekleşecekmiş. Böyle fantastik şeyleri duyunca bir heyecanlanıyorum ben. Bizim saatimize göre 03.00'te başlayacağı söylenen tutulmayı izlemek istedim. Eşim, oğlum uyuyorlardı o saatte. Ertesi sabah okul var. Ama ben uyuyamıyorum bir türlü. Merak ediyorum. Pencereden bakıyorum ay görünmüyor ama çevremiz yüksek binalarla çevrili olduğu için durum normal. 3.00'ten itibaren başladım sosyal medyayı takip etmeye. Tutuldu, tutulmadı derken epeyi bir makarası yapıldı. Çoğu insanın izlemek istemesinin sebebi, bu tutulmada Ay'ın kızıl bir renk alacak olmasıydı. Biz faniler için ilginç bir durum tabii. Ay yüzeyinin tamamen gölgede kalmasının 05.57'de olacağı, 6.30'da olayın tamamen sona ereceği biliniyordu. 04.00'e kadar dayandım, baktım millet de pek göremiyor, yattım ben de. Fakat uyuyamadım. Dön sağa, dön sola, debelenip durdum. Saat oldu 05.00. En sonunda dayanamadım, eşimi uyandırdım.  Şöyle bir konuşma oldu aramızda:
    "Orhaaan! Bugün ay tutulması var ya?"
    "Hııı!"
    "Çatıya çıkıp Ay'a bakalım mı?"
    "Yaa, hiç çıkamam şimdi" (Konuşuyor ama uyukluyor tabii yine de)
    "..."
    "Ama 18 yıl sonra olacakmış bir daha"
    "..."
    "Ben bakmak istiyorum ama korkarım, tek başıma çıkamam"
    "..."
    "Offf! Tamam ya tamam, çıkalım!"
    :))
    Adamcağızı uyandırdım zorla ama zaten işe geç gideceği için içim rahattı:) Yoksa o kadar da psikopat değilim:) Bir de o da merak etti aslında:) Neyse, 14 katlı apartmanın terasına çıktık biz sabahın beşinde. Çıktık, şehir manzarası gayet güzel ama gökyüzünde Ay yok. Yani var ama görünmüyor. Her taraf bulut. Yarım saate yakın diktik havaya kafamızı, sağa gittik, sola gittik, yok! Bir tarafımızda 28 katlı apartman var, onun arkasında kalmıştır belki diye düşünüp bir de sokağa indik, uygun bir yerden baktık ama yok! Bulutlar Ay'ı saklamış. Hiçbir şey göremedik, döndük eve:( İstanbul bulutlu olduğu için kimse görememiş zaten. Açık olan illerde izleyenler yakalamışlar, fotoğraflamışlar. Bize de onlara bakmak kaldı. Kendisini görüp Güneş'e ve Ay'a birer selam çaksaydık iyiydi. Ay tutulmalarına olumsuz anlamlar yüklüyorlar ya hani? 
Ben öyle düşünmüyorum. Bir kere bu nadir gerçekleşen özel bir doğa olayı. Görseydim sevinecektim. Tamamen olumlu yaklaşıyorum. Tutulmaların olduğu dönemlerde yaşanan olumsuz olayları listeleyip söylüyorlar hep ve ister istemez insanlarda bir korku oluşuyor. Halbuki, tutulmaların olduğu zamanlarda yaşanan iyi olayları listeleseler daha olumlu bir hava oluşacak. Öyle değil mi ama? Hepimiz evrenin bir parçasıyız; böylesi özel olayların, doğanın muhteşemliğinin farkında olup içimize sindirmeliyiz. Ama yine de astrologlara kulak verip, bugünlerde sinirlerimize hakim olmaya çalışsak mı acaba? :) Ha bir de siz gördünüz mü Kızıl Ay'ı?






    

27 Eylül 2015 Pazar

ASIL SORUN BÜYÜRKEN UNUTTUKLARIMIZ...


  
 "Asıl sorun büyümek değil ki.. Büyürken unuttuklarımız..."



     Dün, Orhun ve ben Fenerbahçeli olduğumuz için "İçimizdeki İrlandalı" olarak nitelendirdiğim Galatasaraylı eşim maça gitmişti:) Onun kombine bileti var. Kolay kolay maçları kaçırmaz. Ligler başladı mı bütün planları ona göre yaparız. Bende kombine yok, çünkü çok zor olur tüm maçlara gitmem ama yanıma yandaş bulunca Fenerbahçe maçlarına giderim ben de. Demem o ki ben de az Fenerbahçeli değilimdir yani. Orhun ise lafta Fenerbahçeli. Futbolla alakası yoktur. Anne baba olarak memnunuz ama bu durumdan. Futboldan az çok anlarım, severim. Çocukken ve gençken de -şimdiki gibi şifreli kanalda değil- TRT'te yayınlanan lig maçlarını kaçırmazdım. Ortaokul ve lise yıllarımda, pazartesi günleri, o zamanlar yeni yeni çıkan futbol gazetelerini alırdım ilk iş. Odamın duvarlarında Fenerbahçeli futbolcuların posterleri vardı. Yani eşimle futbol tartışması yapacak kadar iyi takipçiyimdir, bilgili taraftarımdır. E ezeli rakip olan iki takımın taraftarı olunca da tartışma kaçınılmaz oluyor tabii, bir de Orhun'un karışmasına hiç gerek yok:) Şimdi nereden nereye geldim, laf lafı açtı bu kadar şeyden bahsettim ama aslında bahsetmek istediğim bambaşkaydı. Eşim maça gidince biz de Orhun'la sinemaya gitmeye karar verdik. Küçük Prens'e gittik. Konu buydu:)

    Küçük Prens romanının animasyon film şeklinde beyaz perdeye aktarılmış halini ben çok sevdim. Yönetmen Mark Osborne'un kitaptaki duyguyu ve felsefeyi yaşatabildiğini düşünüyorum. Film, pilotun Küçük Prens'le nasıl tanıştığını, romanın nasıl ortaya çıktığını, günümüz dünyasından küçük bir kız ve annesi üzerinden anlatıyor. Küçük kız tam bir proje çocuk. İyi bir yetişkin olmasına takıntılı annesi tarafından bütün hayatı dakika dakika planlanmış. İyi bir okula girmesi amacıyla yeni bir eve taşınan ikilinin yeni komşuları tuhaf bir ihtiyar. İhtiyarla kızın tanışması ve birbirlerini sevmeleri kaçınılmaz. Eski bir pilot olan ihtiyarın Küçük Prens'i tanıyan kişi olduğunu öğrenmemiz de kaçınılmaz. Filmin devamında gelen, ihtiyarın küçük kıza Küçük Prens'i anlatması ve kendilerini bir takım olaylar içerisinde bulmaları... Acaba küçük kızımız büyürken yaşadıklarını unutacak mı? 
    Küçük Prens, animasyon tekniğiyle yapılan bir film olduğu için sinemada çocuk sayısı oldukça fazlaydı. Bizim gibi sadece yetişkin gelenler de vardı tabii çünkü 
Küçük Prens birçok insanın gönlünde taht kurmuş bir karakter. Gördüğüm kadarıyla yetişkinler filmi çok beğendiler ve etkilendiler. Anneler ağladı, ben de ağladım:) Belli bir yaşın altındaki çocuklar ise sıkıldılar. Çünkü minnak çocuklar aksiyonu bol, düşmeli kalkmalı, kendi yaşlarına hitap eden basit esprilerle, biraz da şarkılarla bezeli animasyonları seviyorlar. Bu öyle değil tabii. Daha ağır, daha felsefesi olan, duygusal bir film. Aslında tahmin edilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Benim yanımda oturan anne kız ikilisinin yetişkin olanı pür dikkat izledi ve burnunu çeke çeke ağladı ama kızı "Ne zaman bitecek?" deyip durdu mesela. Kadın hiç tınmadı o ayrı. En sonunda kızcağız "Güzeldi, beğendim" dedi, annesi "Hayır beğenmedin" diye tersledi bunu. Kız da "Vallahi beğendim" dedi. Ey Allahım ya! Zaten film arasında da kızıyla tek kelime etmemişti. Çocuğu sinemaya mı getirmiş işkenceye mi getirmiş belli değil. Çok var ama böyle tipler, kesin rastlamışsınızdır. Benim oğlum 17 yaşında olduğu için ben rahattım:) İkimiz de animasyon filmleri çok seviyoruz. Pür dikkat izledik tabii de sağdan soldan gelen sıkılgan çocuk yorumlarında Orhun söylendi durdu. "Sen de ufaktın, bırbırlanma" deyip duruyorum, "Ben böyle saçma şey söylüyor muydum ya, çocuğun dediğine bak?" diyor. "Oğlum sus, annesi duyacak, sarma başıma!" diyorum. Biz de böyle şeyler yaşadık:) Bayram cumartesisi olduğu için çocuk sayısının fazla olması normaldi. Fakat dediğim gibi çok küçük çocukları pek sarmadı film, benden hatırlatması. 
    Çocuk kalmak isteyenlerin, ya da büyürken çocukluk hallerini unutmak istemeyenlerin kahramanı olan Küçük Prens'e duyulan ilgi, özellikle son yıllarda fazlasıyla artmış durumda. Belki de dünyanın gidişatıdır bizi daha saf, daha temiz, daha nostaljik duygulara yönelten. Öyle ya da böyle tam zamanında gelmiş gibi bu film. Çocuklu çocuksuz fark etmez, kaçırmayın, seyredin derim...







23 Eylül 2015 Çarşamba

BİR GÜNDE GEÇMİŞTEN GELECEĞE YOLCULUK...

    9 günlük bayram tatiline adım atmış bulunuyoruz ya, İstanbul bir parça da olsa boşalmıştır, trafik rahattır dedik ve dün Emirgan'a uzandık. Normal zamanda Beylikdüzü'nden Boğaz'a gidiş 2 saat, dönüş 3 saat falan sürer çünkü. Artık böyle ne yazık ki! Dün gerçekten de trafik yoğun değildi. 50 dakikada gittik, 50 dakikada döndük. Bizim için adeta mucize! Artık ya bayram tatili nedeniyle İstanbul'un nüfusu gerçekten azaldı, ya da millet bayram hazırlığındaydı çıkmadı. Hani baklavalar börekler yapılıyordur, ev temizliği tam gaz ilerlemektedir ya da bayramlık alışveriş için AVM'lere gidilmiştir. Ne bileyim! Herkes benim gibi tembel mi tam bayram öncesi müzeye gitmeye kalksın?:) 
SSM, dünyanın en güzel müzelerinden biri

    
    Evet, dün öncelikli amacımız Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki "Geleceğe Geri Sayım" isimli sergiyi gezmekti. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra, savaş yıllarında yaşanan hüzne, karartma gecelerinin karanlığına, eli kolu bağlı hissetmeye tepki olarak  Düsseldorf’ta ortaya çıkmış olan sanat hareketi Zero'nun sergisi bu. Kurucuları Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker. Sergi, ağırlıklı olarak bu sanatçıların eserlerinden oluşuyor. Almanya'da doğup farklı ülkelere de ulaşan bu akımla ilgilenen diğer sanatçılar 
Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana'nın da çalışmalarını görmek mümkün. 



    

    Geleceğe Gerim Sayım sergisini ben çok beğendim. Savaş sırasında düşmanın seni görmemesi için etrafı karanlığa boğduğun zamanların acısını sanat yoluyla çıkarmak, ışığı konu alarak çalışmalar yapmak eylemi beni duygulandırdı mesela. İlgilenenler için bunlar okunup bilinen şeyler ama okumak yeterli olmuyor, birebir o eserleri  görmek, hissetmek bambaşka ufuklar açıyor insanın zihninde. İşte bu yüzden çağdaş sanatı destekleyen aileleri, kurumları seviyorum. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer bu sergi hakkında yapılan ropörtajında şöyle söylemiş: " Bizden hep flaş isimler; Picasso, Rodin, Dali, Monet, Miró bekleyenler var. Ama sanatın sadece flaş isimleri değil onları o işe sevk eden düşüncenin de tanınması lazım". Alkışlıyorum!

    
    Sergi hakkında detaylı bilgiler vermek bence yersiz olacaktır. Deneyimlemek lazım. 10 Ocak 2016'ya kadar sürecek olan sergiyi tavsiye ediyorum. Girişteki tanıtıcı videoyu izlemeden geçmemenizi de tavsiye ediyorum. İster eserleri gördükten önce, ister sonra, muhakkak izleyin derim. Ve faydalı bir hatırlatma: Sakıp Sabancı Müzesi çarşamba günleri ücretsiz gezilebiliyor. Üstelik o gün 20.00'ye kadar açık. 

    Çağdaş sanata göz attık, şimdi gelelim geleneksel sanatlara. Dün müzeye girmeden önce tesadüfen arabamızı İstanbul Lale Vakfı'nın önüne park etmişiz. Baktım burası aynı zamanda bir müze. Lale Müzesi. Gayet fiyakalı duruyor üstelik. Baktım ziyarete açık. Dış demir kapı sıkı sıkı kapalıydı ama vazgeçmek yok. Parmaklıkların arasından elimi uzatıp kapının dilini çekiverdim. O sırada görevli "Hoşgeldiniz" diyerek dışarı çıktı zaten. İlk önce bahçede, zeminde cam kaplamayla düzenlenmiş bölümler dikkatimi çekti. Müze binasının bulunduğu yer Osmanlı zamanında yukarıdaki Emirgan korusundaki köşklerin müştemilatı imiş. Müştemilat kalıntılarının görülebilmesi için yapılmış  bu cam düzenleme. 

    
Zemindeki camlı bölüm, çamaşırlıktaki su kanalını gösteriyormuş. 

    Lale Müzesi yeni bir müze. Açılalı 5 ay olmuş. Yeni yeni düzenlenen bölümler var. 
Bu haliyle bile oldukça şık. Koleksiyonunda Osmanlı zamanından miras kalan lale desenli eşyalar yer alıyor. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun değerli çiçeği lale hakkında biyolojik bilgiler ve meşhur Lale Devri de atlanmamış. 



    
Lale soğanının değerini belirleyen ölçü
   
   Dediğim gibi burası yeni bir müze. Çalışanlar oldukça ilgili. "Ayağınıza sağlık" diyerek karşılandık, o kadar söyleyeyim:) Anlatmaya hevesli bir görevli gezdirdi bizi. Kapının kapalı olmasının dezavantaj olduğunu hatırlatınca kapıyı da açtılar. Hayır kapalı dursun tamam da bir de zor açılıyor zalim kapı:) 


Aşama aşama lalenin yetişmesi


Üst kısımları görünen kartonetleri kaldırıp lale çeşitleri hakkındaki bilgileri okuyorsun.

    Bilet fiyatı 5 lira. Bu biraz fazla geldi bana. Üniversite öğrencilerine ne kadar bilmiyorum, kaçırmışım. Üniversiteye kadar öğrencilere ücretsiz. Müze bünyesinde konferans salonu, farklı sergilere evsahipliği yapan bir salon ve kütüphane de yer alıyor. Kafeteryası da yakında açılacakmış. Yolunuz Emirgan'a düştüğünde bir göz atın derim. 


    Şimdiden herkese mutlu bayramlar diliyorum.







21 Eylül 2015 Pazartesi

BİR FİLM... EVEREST...

   

    Bugün eşim şehir dışında görevde olduğu için, Orhun da evden çıkmak istemediği için tek başıma sinemaya gittim. Arada sırada yaparım ve severim. Everest'i tercih ettim. Gerçek hayat hikayelerini anlatan filmleri seviyorum.

    Everest, 3D IMAX teknolojisiyle çekilmiş bir film. Bu teknolojinin kullanılması yerinde olmuş çünkü yansıtılmaya çalışılan dağ ve fırtına görüntüleri böylece daha etkili bir hal almış. Ben tabii tamamen amatör bir seyirci olarak konuşuyorum. Çünkü eleştirilere biraz göz gezdirdim, görüntüleri beğenmeyene, acemice bulana rastladım. Bana hiç de öyle gelmediğini belirtmeliyim. Herhangi bir sanat eseri bana iyi hissettiriyorsa eleştirileri umursamam açıkçası. Filmin IMDB puanı 7.5. Pek fena değil.
    Konusuna gelirsek... Everest'in hikayesi 1996 yılında yaşanmış gerçek bir olaya dayanıyor. 2 rehber -ki bunu tamamen ticari nedenlerle yapıyorlar fakat kendileri de dağlara tutkulu- ve beraberindeki dağcıların, dünyanın en yüksek dağı olan Everest'e tırmanma heveslerini ve bunu başardıktan sonra dönüş yoluna geçtiklerinde kopan fırtına nedeniyle verdikleri yaşam mücadelesini anlatıyor. Olayı anlatan kitaplardan derlenerek yazılmış. Bir eleştiride "Bu kadar yüksek bütçeli bir filmde duygu sömürüsü yapılmaması, gerçekçi olması bir başarı" minvalinde sözler söylenmiş. Duygu sömürüsü yoktu belki ama inanın salonda burnunu çeke çeke ağlayan bir çok insan oldu. Duygusal bir film sayılabilir yani. Perdede izlediğimiz sanatçıların aslında zor durumdaki gerçek insanları canlandırmış olması mı bu duygusallığı sağladı bilemiyorum.
    Filmi izlemeye giderken aslında konuyu biliyorsun ve başında karakterler tanıtılırken "Kim ölür, kim kalır?" tahmini yapıyorsun belki ama baştan sona temponun düşmemesi bir başarı. Hareketli sahnelerle değil de merak duygusuyla sağlanıyor bu tempo devamlılığı. Güzeldi. Ben çok beğendim, etkilendim. Ve düşündüm. "Bu insanların akıllarından zorları mı var ki o kadar masraf yapıp, dönüp dönmeyecekleri belli olmayan bir yola çıkıyorlar? Müthiş bir efor sarfediyorlar? Ölmeyi bırak, belki de ellerini, ayaklarını bırakacaklar o dağda. Mesela filmde bir postacı vardı ki adamın bu iş için para biriktirdiğini, bunu bilen anlayışlı rehberimizin ona indirim yaptığını öğreniyoruz. Ben bunları düşünürken, dağcı grubun içerisindeki gazetecinin diğerlerine "Neden tırmanıyorsunuz? Niye seviyorsunuz?" dediği sahne geldi. Benim düşünüp de bulamadığım bu sorunun cevabını dağcılar da veremediler. Bu farklı bir tutku demek ki. Aslında ben de dağcı hikayelerini duyunca -tabii olumlu olanlarını- heves etmiyor değilim. Ancak imkanı yok öyle bir işe kalkışamam. Filmi seyrederken bizim Kotor'da 260 m.'ye yaptığımız turistik tırmanışımızı ballandıra ballandıra anlatışım geldi:) Utandım:) Adamlar 8848 m.'ye tırmandılar:) Dünyanın en yüksek dağı olan Everest bazılarını çekiyor demek ki.
    Bu aşamada Everest'e tırmanan ilk Türk olan Nasuh Mahruki'yi de anmak isterim. Bu tırmanışını anlattığını bir kitabını okumuştum seneler önce. Hayran kalmıştım. 
Kitapları da müthiştir.
    Gerçek bir hikayeye dayanması, çekim tekniği vs. bir yana, bu filmin en etkileyici yanlarından biri de doğayla şaka olmayacağını bir kez daha göstermiş olması. 
Sen istediğin planı yap, tabiat istemezse amacına ulaşman çok zor.
    İşte böyle. Film yeni vizyona girdi. Önümüz tatil. Seyretmek isteyenler için tavsiye etmek istedim.

    EVEREST
    Yönetmen: Baltasar Kormakur (İzlandalı Yönetmen)
    Oyuncular: Keira Knightley, Jake Gyllenhaal (Çok severim), Sam Worthington, Robin Wright, Josh Brolin, Emily Watson  (Ve dahası var aslında)




    
  

19 Eylül 2015 Cumartesi

İÇİMDEN GELDİ

    Son iki yıldır Orhun'un sağlık problemleriyle ve yaşı gereği ergenlik problemleriyle uğraşıyoruz. Dün de ufak bir operasyon geçirdi. Aynı operasyonu ikinci yaşayışı bu. Onların bir öncesinde de farklı bir operasyon geçirmişti. Sonrakiler ilkinde yapılan bir hata sonucu oldu. Şu an Allah'tan en büyük dileğim sıkıntısının tekrarlamaması ve bir daha bıçak altına yatmaması. Hepimizin çocuğu gibi... Herkesin çocuğu huzurlu ve sağlıklı olsun. Bizimki yine sıkıntılı olmasına ve ileride ne gibi bir seyir izleyeceğini bilemememize rağmen dermansız bir dert değil çok şükür ama annesin işte... Psikolojik ya da fiziksel, çocuğunun yaşadığı her sıkıntıda kendini suçluyorsun. "Acaba benim bir hatam mı bunlara sebep oldu?" diye düşünmeden edemiyorsun. İddialı bir söylem olacak belki ama bu vicdan azabı erkeklerin asla anlayamayacağı bir duygu. Dün çok gerildim, çok üzüldüm. Bugün hepimiz iyiyiz. Bunları niye anlattım? Hani bazılarımız bazılarının hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi düşünüyorlar ya... Bunun doğru olmadığını söylemek istedim. Yapım gereği güzel şeylerden bahsetmekten hoşlanan, dertleriyle karşısındakini bunaltmak istemeyen, başkalarının yanında ağlayamayan, dik durmaya çalışan, dert dinleyen ancak derdini anlatamayan biriyim. İstesem de tersini yapamam. Hayat zaten zor, sıkıntısı olmayan, yüzde yüz mutlu olan bir tek insan bile olduğuna inanmıyorum. Özellikle bu yüzden sosyal medyayı eğlence amaçlı kullanıyorum. Ne yalan söyleyeyim sosyal medyada devamlı ağlanan, gam kasavet saçan insanlardan da hoşlanmıyorum. Hal böyleyken, sen olumlu yönünü yansıtmaya çalışınca, eğlenceli paylaşımlarda bulununca sanılıyor ki hiçbir sıkıntın yok. Hayat sana güzel. Dediğim gibi, dertsiz, tasasız, sıkıntısız insan olamaz. Bunu böyle zannedenlerin algı problemi vardır bana göre. Bu yazı da inşallah ilk ve son dert dökme yazımdır. Tamam arada bir ufak tefek serzenişli yazılar yazıyorumdur ve yazarım da ileride ama bu sefer farklı. 
Bu sefer çok daha fazla sıkıldım, doldum ve dökme ihtiyacı hissettim. Merak edilmesin Orhun şu an iyi. Tekrarlama ihtimali olan bir rahatsızlık oluştu (İdrar yollarında) ama ben bu ihtimali düşünmek istemiyorum. İyi olacak inşallah. Önümüzdeki haftalarda, aslında basit olması gereken o ilk operasyon sonrasında hatalı davranarak oğlumun sağlığında hasar yaratan, acı çekmesine neden olan hastaneye dava açacağız. Sonuçlanınca, olan biteni burada paylaşacağım. Şu an sadece şunu hatırlatayım, herhangi bir operasyon geçirecekseniz hastaneyi iyi seçmelisiniz. Evet doktor önemli ancak hastane ve hemşireler ve diğer çalışanlar da çok çok önemli. 
    Bundan sonra yine Allah'ın izniyle ve memleket meselelerinden fırsat kalırsa keyifli paylaşımlarda bulunacağım. Herkes olabildiğince iyi olsun, sağlıklı olsun, huzurlu olsun, mutlu olsun inşallah!
    




 

18 Eylül 2015 Cuma

KOTOR... O GÜZEL VE BİLGE BİR HANIMEFENDİ...

    Karadağ'ın Kotor kentini anlatayım mı artık? Çok ara verdim zira.
    Karadağ gezimizin ilk ayağı olan Budva'yı ve Karadağ hakkındaki genel bilgileri anlatmıştım. Bu yazıların linkini en alt kısımda bulabilirsiniz. Şimdi gelelim gezimizin ikinci ayağı olan Kotor'a...
    Kotor, Karadağ'ın en güzel kentlerinden biri. Aslında belki de en güzeli. Öyle ki muhteşem bir doğal liman oluşturan Kotor Körfezi ve tarihi Eski Şehir merkezi UNESCO'nun Dünya Mirası listesinde yer alıyor. En etkileyici görünümünü, şehrin, yamacına sırtını dayadığı Lovcen Dağları'na kurulmuş olan tarihi kalesinden bizlere sunan Kotor Körfezi, iç kısımlara kadar uzanan girintili çıkıntılı görünümüyle kuzey ülkelerinde görülen fiyordları hatırlatıyor. (Akdeniz'in tek fiyordu deniyor bazen ama oluşum şekli nedeniyle gerçek bir fiyort olduğu söylenemez). Tarih  boyunca ticaret gemilerinin yanaştığı Kotor kıyılarına, bugün, bu güzel şehri görmek isteyen turistleri taşıyan cruise gemileri yanaşmakta...

    Budva'da geçirdiğimiz deniz, kum, güneş eksenindeki bir haftadan sonra Kotor'a doğru yol alıyoruz. Niyetimiz, Karadağ'a gelmişken çok övülen bu kenti görmeden dönmemek. Zaman problemi yaşamamak için 1 gece konaklamayı tercih ediyoruz. Budva-Kotor arası, otomobille yaklaşık 20-25 dk. sürüyor. Arabanız yoksa ve 2-3 kişiyseniz yine en rahat ulaşım taksiyle olacaktır. Yasal, ticari bir taksiyle 20 Euro'ya ulaşmak mümkün. Korsan taksilerle anlaşmak size kalmış.

    Öğlen saatlerinde Kotor'a varıyoruz. Hava o kadar sıcak ki birkaç saat dinlenmeye karar veriyoruz ve Körfez manzaralı apart dairemize atıyoruz kendimizi. O sabah Orhun hiç iyi uyanmadığı için, midesi ve başı fena olduğu için zaten bir mola vermemiz şart.
   Adriyatik kıyısındaki diğer kentler gibi Kotor'da da yaz mevsiminde evini günlük kiraya veren çok. Biz daireyi booking.com'dan ayarladık. Taksi şoförü kendi telefonundan bizim evin sahibini arayarak evi öğrendi ve kapısına kadar bıraktı bizi. Ev sahibi de "Kamelija alışveriş merkezinin önüne gelin, ben sizi karşılarım" demişti. Gayet yardımcı oldular yani ve bence yurt dışındaysan bunlar önemli ayrıntılar. O ülke hakkındaki düşünceni belirleyen hareketler.

    Odamıza yerleşince Orhun hemen yatıyor. Halsiz. Midesi bozulmuş. Bir önceki gece yediklerine bağlıyorum ben bu durumu. Budva'da son gecemizde kale surlarının hemen dibindeki hoş bir restoranda yemek yedik. Aslına bakarsanız tatil boyunca yemek için en fazla ücret ödediğimiz restorandı burası ama hava o kadar sıcaktı ki yiyecekleri sağlıklı tutmayı becerememişler demek ki. Hadi Orhun yattı ama biz uyuyamadık, biraz uykusunu aldıktan sonra midesini toparlayacak, baş ağrısını dindirecek şeyler yedirdik içirdik, biraz daha bekleyip duruma baktık ve eşimle biz dışarı çıktık. "Aaa! Nasıl annesin sen?" demeyin:) Olayı çözüp gerekli tedbirleri aldık, daha iyi duruma geldi ama halsiz olduğu için çıkmak istemedi, bir sonraki gün daha rahat gezebilmek için dinlenmeyi tercih etti ve biz de o sıcakta çıkartmazdık zaten. Telefonlarımız da açıktı.

    Etrafı keşfetmeye çıktığımızda ilk uğradığımız yer şehrin mezarlığı oldu:) Şehre girerken görmüştüm burayı. Karyatidli sütunlarıyla bir mezar anıtı ve yine çeşitli heykeller dikkatimi çekmişti taksiyle önünden geçtiğimizde. Muhakkak görmem lazım dedim eşime. Malum, Avrupa ülkelerinde özellikle eski mezarlıklar muhteşem heykellerle doludur. Mezarlıkta olduğunu unutup sergi gezer gibi gezersin. Kişinin bu dünyadaki hayatının ipuçlarını veren sembollerle doludur mezarlar. Burası da öyle bir mezarlık gibi geldi bana. Taksiyle geldiğimiz yolu geri yürüyüp bulduk mezarlığı. Yakınlarının mezarını ziyaret edenlere de rastladık, bizim gibi ziyaretçi turistlere de. Diğer Balkan ülkelerinde ve Avrupa ülkelerinde rastlanan bir düzen vardı burada da. Ebedi uykusuna yatmış kişilerin özelliklerini yansıtan heykeller, daha yenice mezarlarda fotoğraflar, canlı ve yapma çiçekler, yine o kişiyi hatırlatan objeler... Oyuncak bir araba mesela, ya da uçak, melek şeklinde bir biblo vs. Bizdekinin aksine bu eşyaları alan yok, çalan yok, tahrip eden yok. İnsan ister istemez bir kıyaslamaya gidiyor. Babamın mezarına ektiğimiz çiçeklerin çalındığını bildiğim için söylüyorum bunları. Eşya koyma geleneğimiz olsa ne olurdu kim bilir?
    Saygılı bir merakla gezindik eski mezarlıkta. 1800'lü yıllara tarihlenenlere rastladık. Belki vardır ama daha eski tarihlisini göremedim. Bir yerde okuduğuma göre burada Müslüman mezarlıkları da varmış. İç içe geçmiş bir tarih söz konusu olduğu için her dinden insanın istirahatgahıymış burası. Fazla içerilere girmediğimiz için rastlayamadık. Özel bir mekan olmasına duyduğum saygıdan dolayı ayrıntılı fotoğraf çekemedim.
   Şehre girerken gördüğüm karyatidli mezar anıtı şuydu. Bir aile mezarlığı burası.

    Mezarlıktan çıkınca sağa sola göz atarak merkeze doğru yürümeye başladık. Eski Şehir bölgesine girmeden önce, saatlerdir bizi davet eden, uzaktan uzağa göz kırpan zümrüt yeşili sulara daha fazla karşı koyamadık, hazırlıklı gelmiştik, uygun bir yerden denize atlayıverdik. Su şahaneydi, rengiyle, durgunluğuyla berrak bir göl gibiydi. Kıyı boyunca istediğiniz yerden denize girebilirsiniz Kotor'da. Budva'daki kadar geniş olmasa da şezlong kiralanabilecek plajlar da mevcut, herhangi bir yere havlunuzu atabileceğiniz bağımsız alanlar da. Bir süre suyun keyfini çıkardık, serinledik ve kurulanıp, Orhun'u da arayıp iyi olduğunun bilgisini alıp Eski Şehir'e doğru yürümeye başladık.


Skuda Nehri
    Karadağ gezimizi anlatan ilk yazıda (Link aşağıda) bu ülkenin tarihi hakkında detaylı bilgi verdiğim için aynı konulara tekrar girmeyeceğim. Kotor'un, sırtını Lovcen dağlarına dayamış Eski Şehri hakkında, tıpkı Budva'da olduğu gibi bugünkü görünümünü 1400'lerden sonraki 300 yılı aşkın süre içerisindeki Venedik hakimiyetine borçlu olduğunu, günümüze gelen mimari yapıların Bizans ve Venedik dönemlerinden kaldığını, Adriyatik kentlerinin tipik tarihi merkezlerinden olduğunu ve örnek vermek gerekirse Dubrovnik'i andırdığını söyleyebilirim. Yine taş evler, tahta panjurlar, yine arnavut kaldırımlı dar sokaklar, kemerler, çeşmeler, sokak lambaları, yine sarı bir ışık, yine romantizm, yine tarih, yine masal gibi bir atmosfer, yine eski bir romandayım veya eski bir filmdeyim hissi... Seviyorum ben bu coğrafyayı. Dubrovnik mesela, her zaman favorim. Kotor'u da çok sevdim. Daha uzun kalmak üzere tekrar gitmenin hayalini kuruyorum şimdiden.
St.Tryphon

    Eski Şehir'de ilk durağımız aynı isimli meydana hakim St. Tryphon Katedrali oldu. Hristiyan mimari geleneğine uygun olarak şehrin koruyucu azizine adanmış, 9.yy.da yapılmış olup bugünkü görünümüne 1166 yılında kavuşmuş bir katedral burası. Aynı zamanda dini objelerin, dini konulu sanat eserlerinin sergilendiği bir müze. Bilet fiyatı 3 Euro. 
Çok da küçük olmayan doyurucu bir koleksiyona sahip olduğunu söyleyebilirim. Katedrali gezdikten sonra portal üzerindeki balkon kısmına çıkmanızı ve meydana geniş bir açıdan bakmanızı tavsiye ederim.




    
    St.Tryphon'dan çıktıktan sonra, vakit akşama yaklaştığı ve mideler ufaktan zil çalmaya başladığı için hemen sol taraftaki bir pizzacıyı kestirdik gözümüze. Vakitlice karnımızı doyurup Orhun'un yanına dönmek istedik. Meydana atılmış masalardan birine yerleşip, biraz da alelacele yedik pizzalarımızı. Orhun için de paket yaptırıp odamıza döndük. 
St.Tryphon Katedrali'nden meydanın görünümü
    Normal şartlarda eski şehrin sakin ve romantik akşamında geçirirdik vaktimizi ancak bu sefer böyle oldu. Balkonumuzun manzarası o kadar güzeldi ki bir şişe Karadağ şarabı eşliğinde körfez ışıklarını ve hemen sol tarafımızdaki tepede bulunan St.John Kalesi'ne giden aydınlatılmış yolu izleyerek muhabbete daldık. Ara ara parlayan telefon ışıklarından anladığımız kadarıyla gece geç saatlere kadar kaleye tırmananlar oldu. Gündüz bile zor olan bir parkur burası, gece çıkmak iyi cesaret ister. El değmemiş bitkilerin, dalların, taşların arasından ne çıkacağını bilemezsin çünkü.

    Kotor'daki ilk günümüzü böylece tamamladık. Ertesi gün için amacımız erkenden kalkıp, eski şehri de çevreleyerek dağlık kesime doğru yükselen savunma duvarlarının zirvesinde yer alan St.John Kalesi'ne tırmanmak. Bu öyle kolay bir iş değil. Zirveye ulaşmak için sağa sola kıvrılarak uzanan 1350 merdiveni aşmak, denizden 260 m. yüksekliği olan yolu sabırla katetmek gerek. Havanın çok sıcak olduğunu da hesaba katarsak bizim gibi aktif spor yapmayanlar için oldukça zorlu bir parkur olduğunu söyleyebilirim. Gel gör ki merak denilen bir şey var. St.John Kalesi'nden Kotor Körfezi'nin manzarasının ne kadar etkileyiciğini olduğunu duymuştuk. E o zaman zorlu tırmanışı göze almak lazım.
    Öğle sıcağı bastırmadan kaleye çıkmak istediğimiz için erkenden kalktık, alelacele bir şeyler atıştırıp yola koyulduk. 
Kaleye çıkmadan önce, yeni yeni toparlayan oğlumla, balkonumuzda...
    Orhun bu sabah daha iyi ve askeri surları, askeri kaleleri asla kaçırmak istemez, yani bu sefer hep beraberiz. Önce Eski Şehir bölgesine girdik ve tırmanışa geçeceğimiz noktayı bulduk. Şimdi tarif edemeyeceğim. Turist danışmadan bir harita alıp yerini işaretletmenizi öneririm. Biz öyle yaptık. Zaten Eski Şehir ufacık bir yer, bulmak zor olmayacaktır. 
Kişi başı 3 Euro gibi bir ücret ödedik, Orhun'un yaşını sordular ve onun için ücret almadılar. Bu noktadan sonra bir süre, bizim gibi sabah sabah yollara dökülen turist grubuyla birlikte pencerelerine rengarenk çamaşırlar asılmış Kotor evleri arasında, daracık sokaklarda ilerledik. 

    Sokakların bittiği yerde, kaleye uzanan 1350 merdivenin ilkine adım attık. Yer yer yeşillikler yer yer çalı çırpı arasında uzanan yolu kolayca aşabilmek için rahat ayakkabı giymek şart. Benden söylemesi. Bir de yanınıza muhakkak su almanızı öneririm. Yol üzerinde de su satanlar var. Bir arkadaş yazısında bu suların 5 Euro olduğunu söylemiş, ben de diyorum ki "5 değil 1,5 Euro". Yani bazı yazıları okuyunca "Allah Allah! Aynı yerlerde mi gezmişiz?" duygusuna kapılmıyor değilim. Bazı deneyimleri okuyunca çok pahalı, çok zor, çok sevimsiz gibi algıladığımız yerlerin aslında 
hiç de öyle olmadığını gördüm. Bize mi öyle denk geldi bilmiyorum ama her gezimizde olumlu olaylarla, iyi insanlarla karşılaştık. Her seferinde bunu söylüyorum fakat keyif almak için biraz rahat olmak, kasmamak gerekiyor sanırım. Neyse... Yine dağıttım, nerede kalmıştık?

    St.John Kalesi'ne tırmanmak zor ancak keyifli. Dünyanın her yerinden insanlarla güle oynaya, oflaya puflaya tırmanmaya çalışmak bir yana, Kotor Körfezi'nin ve aşağıda kalan Eski Şehrin manzarasını adım adım yükselerek gözlemlemek muhteşem bir deneyim. 
İlk aşamadaki manzaramız bu...
   
Yavaş yavaş yükseliyoruz

     Zamanında gözetleme noktaları olan bölümler, dinlenmek, manzarayı izlemek ve fotoğraf çekmek için buluşulan noktalar konumunda. Biraz soluklanan "Haydi ben devam ediyorum!" diyerek düşüyor tekrar yola. 



    
    Kıvrıla kıvrıla uzanan merdivenleri birer birer aşıyorsun ve 110 m. yükseklikte inşa edilmiş olan Our Lady Of Remedy Kilisesi'ne geliyorsun. İşte burası devam etmek veya etmemek konusunda karar verilen yer. Çok istememe rağmen devam edemedim. Benim maceram buraya kadarmış:)

    Orhun'u da yollamadım, hala tam olarak iyi sayılmazdı. Eşim bizi temsilen kaleye doğru olan yolculuğuna devam etti:) Topluca tırmanışa geçmeyen her aile bizim gibiydi. Kimi devam etti, kimi bu noktada bekledi. Eşim dönene kadar yaklaşık 1 saatlik süre içerisinde önce kiliseyi gezdik, daha sonra Orhun yabancılarla sohbet ederken ben de körfez manzarasının tadını çıkardım, yolcu gemilerini izleyip hayallere daldım, tepeden pansiyonumuzun ve gezdiğimiz belli noktaların nerede olduğunu keşfetmeye çalıştım. Önündeki küçük alanda bekleştiğimiz Our Lady Of Remedy Kilisesi doğal olarak küçük bir kilise. İnşa tarihi 1518 olarak belirtilmiş.
Our Lady Of Remedy

    Dediğim gibi yaklaşık 1 saat sonra eşim muzaffer bir komutan edasıyla yanımıza döndü:) Bize de onun çektiği fotoğraflarla yetinmek kaldı. 




    İşte Kotor'un en yüksekteki yapısından görünen manzara bu...

   
    Tepedeki St.John Kalesi yıkık bir halde. Bütün bir kale göreceğim diye umulmasın. Mimarlık tarihi, tarih, sanat tarihi, arkeoloji gibi alanların meraklıları dışında kalanları hayal kırıklığına uğratacaktır belki o kadar yolu tırmandıktan sonra kale kalıntısıyla karşılaşmak ancak tarihi bir yolu yürümek ve en yüksekten şehrin manzarasına hakim olabilmek -hele bir de o şehir yeşiliyle, mavisiyle eşsiz güzellikteyse- bambaşka bir keyif olacaktır. 
    
    Şehir surlarının, kapılarının ve kalenin geçmişi 6.yüzyıldaki İliryalılar'a kadar gitmekte ancak bugünkü yapısının yine Venedikliler zamanında belirlenmiş olduğunu belirtmek isterim.

    St.John Kalesi'ne inip çıkmamız yaklaşık 2 saat sürdü. Havanın çok sıcak olması herkes gibi bizi de yavaşlatan bir durumdu. Sıcaktan etkilenmemek için sabah saatlerini tercih ettiğimiz halde bunun boş bir temenni olduğunu yaşayarak öğrendik. Kaleye giden yürüme yolu öğlene kadar gölgede kalıyor aslında ve bu durum bir parça rahatlık yaratıyor ancak yine de yaz mevsiminde buraya tırmanmak zor. 
Bu fotoğraftaki herkes az önce St.John Kales'nden indi. Şimdi şehrin sokaklarına karışma zamanı
    Biz dönerken yeni çıkanlar vardı, vakit öğlene yaklaştığı için nasıl cesaret ettiler hiç bilmiyorum. Her saatte kaleye tırmananlar var. Avrupalı turistler cidden çok dayanıklı oluyorlar. Orta yaşlı, hatta orta yaşın üstündeki teyzelerin, amcaların en tepeye kadar tırmandığını gördüm, hayran kaldım ve bizim orta yaşlı kadınlarımızın toplu taşıma araçlarında oturacak yer bulma konusunda nasıl şekilden şekile girdiklerini düşündüm:) Avrupalı insanda böyle bir şey yok, yurt dışında toplu taşıma araçlarını çok kullandık ve oralarda benim gözlemlediğim orta yaş ve üzerindeki kadınların nasıl dimdik ve enerjik şekilde gayet rahat ayakta yolculuk ettikleri, oturacak yer bakınıp durmamaları, boş koltuk görünce atlamamaları oldu. Vallahi durum bu! Bunun nedenlerine girmeyelim şimdi burada, uzun olur.

    Kotor şehrine tepeden baktıktan ve tam anlamıyla bir göz ziyafeti çektikten sonra toparlanmak için odamıza döndük. Akşam 22.00 civarında uçağımız var, artık ülkemize dönüyoruz ve odayı belli bir saate kadar boşaltmamız lazım. Pansiyona dönmeden önce yakınımızdaki Kamelija alışveriş merkezindeki büyük markete uğradık. (Evet bu ufacık turistik şehirde bir AVM var ancak kendisi de küçük ve göz yormuyor. Yine de çoğaltmazlar inşallah, ne diyeyim?) 
Zorlu tırmanış karnımızı acıktırmıştı, marketin pastane bölümünden ıspanaklı, peynirli börekler aldık. İnanılmaz güzeldi, hamur işlerini iyi beceriyor Karadağlılar.
Şehrin minik AVM'si

    Toparlandıktan sonra odamızı boşalttık ancak dönüş yoluna geçmeden önce birkaç saat daha Kotor'u gezebilmek için eşyalarımızı evin sahibine teslim ettik. Tekrar eski şehir kısmına yollandık. Eski şehre giriş 3 kapıdan yapılıyor. 
Deniz Kapısı, Kuzey Kapısı -ki buna Nehir Kapısı da deniyor- ve Güney Kapısı. Bunlar 16. ve 18. yüzyıllar arasında yapılmış girişler. Ana kapı, deniz tarafından girilen Deniz Kapısı...
Deniz Kapısı... Üzerinde Tito'nun "Başkasının olanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz" sözü yer alıyor.
    Deniz kapısının önünde sabahları pazar kuruluyormuş ancak biz bunu kaçırdık. Kuzey Kapısı, eski şehri iki taraftan kucaklayan Skurda Irmağı'nın üzerinde yer alıyor.
Kapı fotoğrafı değil bu, kaledeki balık tutan kız detayını göstermek istedim:)

    Şehre deniz tarafındaki kapıdan girince Silahlar Meydanı'na ulaşılıyor. Bu meydanda Beskuca Sarayı, Dükler Sarayı(17.-18.yy.), Silah Deposu (1420), Fransız Tiyatrosu (1810), Saat Kulesi (1602) ve Utanç Sütunu yer alıyor. Elimdeki rehberde Utanç Sütunun tarihi yok, ancak şunu söyleyebilirim, zamanında suç işleyenler bu sütuna bağlanıyormuş ve gelip geçenler "Vay sen misin bunu yapan?" diye suçluya bir şeyler fırlatıyorlarmış, yüzüne tükürüyorlarmış:) 
Saat Kulesi ve Utanç Sütunu
    Meydana Silahlar Meydanı denmesinin sebebi, imal edilen silahların burada sergilenmesiymiş. Az önce saydığım yapılar gezilmiyor, birer müze durumunda değiller yani. Her biri bugün restoran ve otel olarak kullanılıyor. Denizcilik Müzesi (Maritime) hariç, haritada "Saray" şeklinde işaretlenmiş her yapı otel, restoran, konut, okul, kamu binası şeklinde düzenlenmiş.
Saray deyince heybetli binalar akla gelmesin. Böyle orta ölçekli yapılar şeklinde hepsi.

    Silahlar Meydanın'nda bir tur attıktan sonra rastgele içerilere doğru yol alıyoruz. Her bir bina dikkat çekici güzellikte. Hava sıcak mı sıcak. Güneş ışıkları taş binalardan, taş yollardan yansıyarak inanılmaz bir parıltı yapıyor, zorlanıyoruz. Gel gör ki tarihi Kotor şehri çok güzel. Sıcak bizi zorlasa da gezmeye devam ediyoruz. 


Ufak da olsa gölge bulmuş Sezer kişisi

    Bugün modern sanata, seminer ve konferanslara ev sahipliği yapan, 1263 tarihli St.Paul Kilisesi'ne uğruyoruz. Fazlasıyla restorasyon görmüş, arada kalmış, pek fark edilmeyen bir bina burası. O sırada bir video enstalasyon dışında sergilenen herhangi bir şey yoktu ancak binanın tarihçesi hakkında bizi bilgilendiren ilgili bir görevlisi vardı.

    Yüreğimizin ve gölgelerin bizi çağırdığı güzergah üzerinde gelişi güzel ilerlerken irili ufaklı bir çok dini yapıya rastladık, açık olanlara girdik, Venedik zamanından kalma sarayları ise dışarıdan izleyerek gölgelerinde serinledik, küçük, sevimli meydanlarda molalar verdik.



    Günün sürprizi olarak Kedi Müzesi'ne rastladık:) Orhun kedi delisi olduğu için bu müzeye girmeden olmazdı. Burası küçücük bir müze. Avrupa ülkelerinin kedi temalı eski kartpostalları ve fotoğrafları sergileniyordu, başka bir numarası yoktu. Kediler hakkında tarihi ve güncel bilgiler aradım ama nafile. Bu arada, Kotor'un kedileri meşhurmuş ama neden meşhur bilmiyorum. Çok da incelemedim çünkü Kotor'da ben 1 tane kediye rastladım. Tamam o da tombul, güzel bir şeydi ama tarihi alt yapısı nedir?, Neden meşhurdur bu kediler? Hiç bilmiyorum. Bilen varsa öğrenmek isterim. Meşhur olan bizim kedimiz. İstanbul'un kedileri neredeee, Kotor'un kedileri nerede? :)) Ha bir de efsane Van kedimiz var tabii. Hediyelik eşyalar üzerinde de kedi desenleri yer alıyor, kedili objeler satılıyor ama dediğim gibi ben pek kedi göremedim ortalıkta.

    Aslında Kotor'un St.Tryphon'la birlikte en önemli müzelerinden biri Denizcilik Müzesi. Ancak biz gezmedik. Normalde müzeleri -hele de böyle küçük bir yerdeysek- atlamamaya çalışırım, görmezsem rahatsız olurum ama Denizcilik Müzesi'ne girmedik. Burası kentin denizcilik geçmişini anlatan bir müze. Denizcilik Kotor için önemli. 
Ama işte bana o anda nedense önemli gelmedi:) Hava o kadar sıcaktı ve biz bir de St.John'a tırmanmanın yorgunluğu içindeydik ki eşim oflayıp puflamaya başladı, her yolculuğun sonunda olduğu gibi "Hadi! Hadi! Havaalanına geç kalmayalım" moduna girdi ve beni bunalttı. Orhun da tam iyileşmediği için zorlamak istemedim. Tabii "O sıcakta serin müze ortamında vakit geçirmek daha iyi olmaz mıydı?" diyebilirsiniz ama bilemiyorum işte, resmen basiretim bağlandı. Ha burası bir resim heykel müzesi olsaydı asla atlamazdım o da ayrı konu. Fakat müzede resim koleksiyonu da varmış sanırım, onu da yeni öğrendim:( Neyse, bir daha ki sefere artık. Benden sonra gidenler benim yerime de gezsin.
 St.Nicholas Kilisesi (Öncesi 17.yy., restore edilmiş hali 1909)

 
4 İncil yazarının St.Nicholas duvarlarındaki devasa tabloları
  

St.Luka's Kilisesi. (1195)
    
İstanbul, Kapadokya, Trabzon vb...Bizler için tanıdık Bizans freskleri. St.Luke's Kilisesi.



St.Mary Kilisesi. (1221)

    Öyle ya da böyle, aşırı sıcakta gezebildiğimiz kadar gezdik tarihi merkezi, en son tarihi binaların arasında modern iç dekorasyonuyla ve ismiyle dikkatimizi çeken Fast Food Museum'da bir şeyler atıştırdık. Ve eşyalarımızı alıp taksiye binerek otogara doğru yol aldık. Pansiyon ile otogar arasındaki mesafe kısa ama yine de taksi fiyatı oldukça ucuz. 1.35 Euro ücret ödedik. Dediğim gibi Karadağ'da taksiyle ulaşım gayet cazip. Podgorica'ya belli saatlerde otobüs olduğunu sanıyorduk ve hatta bize uygun olan saate göre hareket etmiştik ancak otogara ulaştığımızda hemen o an yola çıkacak bir otobüse rastladık, bindik. Hemen bilet fiyatını söyleyeyim. Kişi başı 7.50 Euro ve yolculuk yaklaşık 1 saat 40 dk. sürüyor. Podgorica'da indiğimiz yerden havaalanına ulaşmak için tekrar taksiye bindik, onu da bize 10 Euro'ya, otobüsün şoförü ayarladı. Havaalanına kadar Karadağlı üniversite öğrencisi genç şoförümüzle sohbet ettik. Podgorica'da ekonomi okuyormuş. Hafta sonları Budva'ya eğlenmeye gidiyormuş. Türkleri çok seviyormuş. Özellikle futbolumuzla yakından ilgiliydi. "Ne kadar iyi futbolcular geldi size" dedi. Arda Turan hayranıymış, hatta telefonunun kapak fotoğrafı bile Arda'nındı. İlginç bir arkadaştı, tespihi bile vardı, çıkardı gösterdi. Bir arkadaşının hediyesiymiş. Para biriktirip 2 sene sonra İstanbul'a gelmeyi planlıyormuş. Baktım çok cana yakın, yanımdaki İstanbul temalı kitap ayracını hediye ettim. Çok sevindi lakin ilk önce ne olduğunu anlamadı gibi geldi bana. Ayracın küçük bir kurdelesi vardı, oradan arabanın aynasına takmaya yeltendi, vazgeçti:) "Nasıl öğrencisin sen? Kitap okursun sandım" diyemedim:) Budva yazımda da belirtmiştim, sanırım okuma faaliyetiyle pek araları yok Karadağlılar'ın.

    Böyle ilginç bir yolculuktan sonra havaalanına vardık. Sorunsuz bir yolculuktan sonra İstanbul'a indik ve gezimizi böylece tamamladık.

    Budva'yı anlatmıştım, Kotor hakkında da inanılmaz sevimli, sakin ve huzur veren bir kent olduğunu söyleyebilirim. Budva'da yerli turist ve Rus turist çok fazlaydı, Kotor'da ise Amerikalı ve Avrupalı turist çoğunluktaydı. Gece daha sakin olan kent, gündüz devamlı cruise gemilerinden botlarla taşınan turistlerle doluyordu. Ama bu dediğimle kalabalık bir şehir olduğu izlenimi oluşmasın. Sıkmayan, yormayan bir yoğunluk söz konusuydu. Budva'da İngilizce bilenlerin sayısı azdı ancak Kotor'a gelen turist grubu daha çok kültür turizmiyle ilgilenen yabancılardan oluştuğu için ona göre bir yapılanma vardı ve bu kez iletişimde zorluk çekmedik. Tek gece konakladığımız Kotor'da geçirdiğimiz zaman bize yetmedi. Evet şehri bir günde gezebilirsin ancak bu koştura koştura olur. Şehrin huzur veren havasını, göz doyuran güzelliğini layığıyla yaşamak için birkaç gün kalmak isterdim. Bir başka zaman tekrar, bu kez daha uzun süre kalmayı düşünmüyor değiliz. Belki o zaman çok övülen ve tavsiye edilen Perast ve Herceg Novi'yi de gezeriz. Deyim yerindeyse Kotor'un tadı damağımızda kaldı. Kotor bence Karadağ'ın güzel, asil ve bilge hanımefendisi... Bir daha ziyaret edip halini hatırını sormak lazım.


İlgili Diğer Yazılar: BUDVA... HERKES İÇİN EĞLENCELİ
                                 BU YAZ KARADAĞ'DA...