29 Mart 2012 Perşembe

PERİLİ KÖŞK... BORUSAN CONTEMPORARY...

    Ne zaman yolum Rumeli Hisarı'ndan geçse... Köprünün tam ayağında... Farklı mimarisi ve farklı rengiyle göğe yükselen güzel yapı dikkatimi çekerdi. İsmi Perili Köşk..."Burası nedir? Kimindir? İsmi niye Perili Köşk acaba? " diye merak ederken... Bir gün Borusan tarafından 25 yıllığına kiralandığını öğrendim medyadan. 2002 yılından beri Borusan Holding binası olarak kullanılmaya başlayan Perili Köşk'ün çok daha farklı bir özelliği var anlatmak istediğim. Burası Türkiye'nin en büyük şirketlerinden birinin merkezi olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir müze. Zannediyorum dünyada tek olma özelliğine sahip bir ofis-müze. Yani hafta içi normal çalışma hayatı yaşanırken, hafta sonu ziyaretçilere açılan bir mekan. Çok ilginç, çok hoş bir fikir.
    Ülkelerin ekonomisine yön veren büyük aileler aynı zamanda sanatın da koruyucusu olmuşlar tarih boyunca. Günümüzün modern banilerden biri olan Borusan-Kocabıyık Ailesi de sanata (özellikle de müzik sanatına) verdikleri destekle bilinir. Resim, heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf sanatı alanlarında zengin bir koleksiyona sahip olan şirket, bu eserleri, bünyesinde yer alan binalarda ve fabrikalarda sergilemekte. Ancak şirketin genel müdürlüğü olan Perili Köşk, bambaşka bir konsepte bürünmüş. Perili Köşk'te sanat koleksiyonundan eserlerin sergilenmesinin yanı sıra, Peter Kogler gibi çeşitli sanatçılar tarafından binaya özel eserler de üretilmiş. Düşünsenize... Borusan Holding çalışanları çağdaş sanat örnekleriyle dolu bir mekanda çalışıyorlar:) Bu fikir bana şahane geliyor!
    İstanbul'da böyle bir mekan olur da biz gitmez miyiz? Güzel bir havada, her zamanki gezi arkadaşım Aslı'yla birlikte Perili Köşk'e bir ziyaret gerçekleştirdik. Giriş fiyatı zannediyorum 10 liraydı.(Lirayı nasıl yazacağımı bilemedim bu arada. Değişti ya hani:)) Çok net hatırlayamıyorum. Müze Kartı olanlara indirim yapıldığını hatırlıyorum ama.
    Perili Köşk çok değişik bir mekan. Her tarafını tek tek gezebiliyorsun. Şirket yöneticilerinin odalarını bile:) Çalışanlar için zor olan bir durum varsa o da masalarındaki tüm eşyaları cuma akşamı tek tek toplamak zorunda kalmaları olsa gerek:) Hafta içi muhakkak dolu olan masalar, hafta sonu bomboş. Bazı masalarda tek tük aile fotoğrafları var.
    Sanat eserleri her yere yerleştirilmiş. Duvarlarda resimler, fotoğraflar... Antrelerde yerleştirmeler... Özel odalarda videolar... Hepsinin bilgisi mevcut. Dedim ya... Orası bir çağdaş sanat müzesi... Bazı eserler binaya özel olarak hazırlanmış. Mesela toplantı odasının duvarları... Karış karış gezilecek, incelenecek hoş bir mekan. Zannediyorum bu ofis-müzenin fikir babası şirketin yönetim kurulu başkanı Ahmet Kocabıyık'mış. Şahane!
    İçeride fotoğraf çekmek yasak. Bu anlaşılabilir bir durum çünkü orası aynı zamanda bir iş yeri. Çok sayıda güvenlik görevlisi var ve gözleri hep üstünüzde. Bu da anlaşılabilir bir durum aslında çünkü eserleri korumanın yanı sıra çalışanların masalarını, dolaplarını da korumak zorundalar. Fakat güvenlik görevlilerinin -başka müze ve sergilerde olduğu gibi- rahatsızlık verdiklerini söyleyemem. Son derece kibarlar. Ve son derece bilgililer. Sorulan her soruya cevap veriyorlar. Hatta bir arkadaş eserleri öyle benimsemişti ve bize gönüllü olarak öyle bir sunum yaptı ki, kendisini kırmamak için sonuna kadar dinledik:) Yeri gelmişken, belli zamanlarda binayı gezdiren rehber de vardı ayrıca. Çocuklar için atölye çalışmaları da oluyormuş sanırım.
    Bu binada çalışanlar yalnızca sanat kokan özel bir ortamda çalışmakla kalmıyorlar. Manzaraları da harika:) Boğaz ayaklarının altında. Bu yazıyı okuyan bir holding çalışanı şu an içinden bana "tabi biz çalışmıyoruz, bütün gün eserleri inceleyip, denizi seyrediyoruz" deyip kızıyordur mutlaka:) Siz de haklısınız:) Yoğun tempoda çalıştığınızı tahmin edebiliyorum aslında ama arada bir iş yerinizin keyfini de çıkarın derim ben. Çok özel bir bina orası.
    Binanın teras katı da gezilebiliyor. Küçük, sevimli bir kulesi var. Manzara müthiş. Alt katlarda yine dışarıya açılan hoş manzaralı bir cafe var. Güzel bir havada keyifle oturulabilir.
    Perili Köşk'ün tarihçesinden de kısaca bahsetmek istiyorum. Burası eskiden Yusuf Ziya Paşa Köşkü olarak biliniyormuş. Mısır Hidivine danışmanlık yapan, aynı zamanda bir tüccar olan Paşa, 1910'ların başında bu köşkü yaptırmaya başlamış. 1.Dünya Savaşı nedeniyle inşaat yarım kalmış. Paşa 1926 yılında ölmüş. Ailesi 1993'e kadar burada oturmayı sürdürmüş. Bazı katlar yapılamadan boş kaldığı için, yarattığı gizemli havadan dolayı çevre sakinleri bu köşke Perili Köşk adını takmışlar. Binayı 1993 yılında Basri Erdoğan satın almış. Mimar Hakan Kıran tarafından restore edilmiş. 2002 yılında Borusan Holding tarafından kiralanmış ve dünyada bir ilk olarak ofis-müze haline dönüştürülmüş.
    Sonuç olarak... Diyorum ki... İstanbul güzel... Gezilecek, görülecek çok yer var... Sanatsal anlamda hoş etkinlikler var... Yaratıcı fikirlere sahip insanlarımız var... Bir hafta sonu uzanın şöyle Rumeli Hisarı'na... Farklı bir şey yapmak istiyorsanız Perili Köşk'ü gezin. Hem hep önünden geçip merak ettiğiniz tarihi bir binayı görmüş olacaksınız, hem güzel yapıtlarla gözünüz gönlünüz bayram edecek, hem mis gibi deniz havası alacaksınız:) 


    Hamiş: Köşkten çıkınca biraz ilerideki Mama'da pizza yedik. Enfesti. Ortam da çok hoş. Orayı da tavsiye ederim.




28 Mart 2012 Çarşamba

AÇLIK OYUNLARI... SEYRETTİM...

    Henüz vizyona girmemişken Açlık Oyunları'nı merakla beklediğimden bahsetmiştim. (O yazının linkini burada paylaşamayacağım ne yazık ki. Çünkü o postun linki buraya nasıl alınır bilmiyorum:) Ama sağda "popüler yayınlar" başlığı altında bulabilirsiniz.Aşağıda da çıkabilir:) Ay çok fena oldu böyle:)) Neyse işte... Filmi seyrettim. Madem merakla beklediğimi belirtmişim... Yorum yapmazsam olmaz o zaman.
    Açlık Oyunları'nın filmini beğendim. Katniss rolündeki Jennifer Lawrence'ı başarılı buldum. Ayrıca çok hoş bir genç kız. Film kitaba göre daha duygusal. Kitap daha sert. Söz konusu birbirini öldürmeye çalışan çocuklar olunca bunu görselleştirmek zor olur haliyle. O yüzden mücadele sahneleri oldukça yumuşatılmış. Ama yine de konunun ağırlığından dolayı kasvetli bir hava hakim. Capitol bence güzel yansıtılmış. Yalnız Capitol insanlarının ve Panem halkının yarışmayı evlerinden nasıl seyrettiklerine daha fazla yer verilmesini beklerdim. İçinde gerçek ölümler olan bir yarışmayı seyrediyorlar, beğendiklerine sponsor oluyorlar vs. Düşününce korkunç bir şey...
    Kitaptaki bazı ayrıntılar filme dahil edilememiş doğal olarak. O zaman çok daha uzun bir film olması gerekir. Yazar, yönetmenden daha özgürdür kanımca. Ben o yüzden her zaman önce kitabı tercih ederim. Sonra filmi seyretmek daha keyifli olur. Hele bir de o film beklentilerimi karşılıyorsa değmeyin keyfime:) 
    Kitabı okumayanlar için de kesinlikle seyredilebilir bir film olmuş. Yalnız en sonunda 2.filmin ipucu verilmeliydi (eğer çekilecekse ki çekilir herhalde, böyle havada kalır çünkü.Asıl olay 3.kitapta). Rastgele filme girmiş olanlar, yani daha önce duymamış olanlar devamının geleceğini anlamalılar. Sonu biraz havada kalmış. Fakat bilen biliyor tabi, o da ayrı mesele.
    Kısacası, fırsatınız olursa kitabını da okuyun filmini de seyredin derim ben. Kafa dağıtan, değişik bir konusu olan, sürükleyici bir seri.

23 Mart 2012 Cuma

STEVE JOBS... SIRA DIŞI BİR ADAMIN SIRA DIŞI BİYOGRAFİSİ...

    Steve Jobs'ın hayatının anlatıldığı biyografi kitabını henüz bitirdim. Walter Isaacson tarafından kaleme alınmış sıkı bir çalışma. Steve Jobs, ölmeden önce bizzat ısmarlamış. "Nasıl olsa hakkımda bir sürü şey yazılacak. Bari doğrusu okunsun" demiş. Biyografi ve otobiyografi kitaplarına bayılırım. Bunu da büyük bir keyifle okudum. Çok ilginç bir kişilik. Onun Macintosh, IPod, ITunes, IPad, IPhone gibi ürünleri yaratan ve teknoloji dünyasında çığır açan buluşlara imza atan Apple'ın kurucusu ve itici gücü olduğu herkes tarafından biliniyor. Ben Jobs'ın hayatı, karakteri ve yaşam tarzı konusunda bana ilginç gelen şeyleri paylaşmak istiyorum. Öyle ya da böyle tarihe mal olan insanların ne kadar sıra dışı karakterler olduğu konusuna bir örnek olarak...
    Steve evlatlık bir çocuk. Gerçek annesi Alman asıllı bir Amerikalı, babası ise Suriyeli. Anne ve babası çok genç oldukları ve aynı zamanda evlenmelerine izin verilmediği için doğacak bebeği evlatlık vermeye karar vermişler. Yalnız Steve'in annesinin tek bir şartı varmış. Onu evlat edinecek olan aile kesinlikle üniversiteye gönderecekmiş. Üvey aile bunu gerçekten sağlamış da. Tüm imkanlarını zorlayarak Steve'i zamanı gelince özel bir üniversiteye yollamışlar. Hatta zorla:) Öz anne ve baba bir kaç yıl sonra evlenmişler. Bir de kızları olmuş. Evlenince evlatlık verdikleri oğullarını aramamaları bana tuhaf geldi. Yıllar sonra Steve kızkardeşini ve babasıyla artık ayrı olan annesini bulmuş. Annesini affetmiş ve onlarla irtibatı koparmamış. Ancak babasını aramayı reddetmiş. Bu çok ilginç geldi bana. Acaba ne düşündü?
    Steve'i evlat edinen aile onu her zaman çok sevmiş ve gurur duymuş. Daha sonra bir de kız çocuk evlat edinmişler. Üvey anne Ermeni. Sivas'tan göç eden bir aileden. Üvey babası Amerikalı. Yakınları Jobs'ın evlatlık verilmiş olmasından kesinlikle etkilenmiş olduğunu söylüyorlar ancak kendisi reddediyor. "Onlar benim % 1000 gerçek ailem" diyor. (Steve Jobs'ın ve karısının Türkiye gezisi sırasında Ayasofya'da Türk rehberle Ermeni soykırımı iddiaları hakkında tartıştıkları ve gezilerini 1 gün erken bitirdikleri iddiası var. Daha doğrusu bizzat rehber tarafından söyleniyor. İnternette rastladım.)
Steve Jobs ve Steve Wozniak
    Malum Steve Jobs bir teknoloji dahisi. Merakının ve zekasının yanı sıra Palo Alto'da büyümesinin bunda etkisi nedir acaba? Evet... Steve, Palo Alto'da büyüyor. Yani Silikon Vadisi'nde. Çevresinde herkes teknolojiyle, elektronikle alakadar. Komşular, arkadaşlar... Babası da elektroniğe meraklı. Garajında devamlı bir şeyler tasarlıyor. Özellikle arabalar için. Çünkü eski arabaları yenileyip satarak sağlıyor kazancını. Steve, Silikon Vadisi'nin gelişip bugün bildiğimiz hale gelmesine yakından şahit oluyor, katkıda bulunuyor.
    Gençliği arayışlarla geçiyor. Özbenliğini bulmak için çeşitli yollar deniyor. İlk Çığlık Terapisi gibi yollarla rahatlamaya çalışıyor. Zen Budizmi'ne ve Doğu spiritüelizmine de meraklı. 19 yaşında Hindistan'a gidiyor ve 7 ay kalıyor. Orada sezgileriyle davranması gerektiğini anlıyor ve her zaman uyguluyor bunu.
Beğenip de eşya seçemediği evi
    Özellikle gençliğinde devamlı yalın ayak dolaşıyor. Sadece kar yağdığı zaman sandalet giyiyor.
    Sıkı bir vejeteryan. Meyve ve nişastasız sebzelerle besleniyor ömür boyu. Uzun süreli oruçlar tutuyor. Bazen haftalarca tek sebze diyetine giriyor. Örneğin böyle bir dönemde sadece havuç yiyor. Öyle ki arkadaşları bu zamanlarda yüzünün kesinlikle turuncu bir renk aldığını söylüyorlar:)
    Gençliğinde, doğal beslendiği için terinin kokmadığına inanıyor ve yıkanmıyor. Çevresindekiler ve onunla iş yapanlar leş gibi koktuğunu söylüyorlar.
    Pek çok 69 Kuşağı çocuğu gibi LSD kullanıyor. Ve LSD'yi daima yüceltiyor. Yaratıcılığını kamçıladığını söylüyor.
    21 yaşında adaşı olan Steve Wozniak'la beraber Apple'ı kuruyorlar. Başta 3 kişiler aslında. Şirket kurma deneyimi olan Ron Wayne'i de yanlarına alıyorlar fakat Ron Wayne onların çok cesur ve hızlı gittiklerini düşünerek 11 gün sonra hisselerini devrediyor.  Çok çok çok büyük bir fırsatı kaçırmış oluyor. Dünyanın en zenginlerinden biri olacakken bugünlerde sosyal yardım çekiyle yaşamını dürdürüyor. Ron Wayne'in deyimiyle Jobs "bazen içine şeytan kaçan bir insan", Wozniak ise "meleklerin parmağında oynattıkları naif bir insan":)) Zıt kutuplar birbirini çeker olayı herhalde:)
    "Apple" ismini Jobs buluyor. Ben daha önce Apple isminin bilgisayar biliminin kurucusu sayılan Alan Turing'e ithafen koyulduğunu okumuştum (gazetede ve internette). Turing zehirli elma yiyerek intihar ettiği için... Güya şirketin simgesi olan tasarımda elma o yüzden ısırılmışmış...Ama konu böyle değilmiş. İşte kitap okumanın kesin faydası... İnternete ve medyaya güven olmayacağını düşünüyorum her zaman. İşte bu da küçük bir kanıt. Gerçek bilgi her zaman kitaplarda. Bu kitabı okuyunca doğrusunu öğrendim. Steve Jobs, arada sırada, komün hayatının yaşandığı "Her Şey Birdir" isimli bir elma çiftliğinde kaldığı ve buradaki görevi elma ağaçlarını budamak olduğu için şirketinin ismini "Apple" koymuş:) Hatta Macintosh bir elma türüymüş. Kitabın yazarı kendisine Turing olayını anlatmış ve "genelde böyle biliniyor" demiş. Jobs o zaman duraklamış, bir an düşünmüş ve "aslında bu da iyi bir fikirmiş" demiş:)


    Jobs, Apple'ı dünyanın en büyük şirketlerinden biri durumuna getiriyor ama çalışması çok zor biri. Devamlı bağırıp çağırıyor. İnsanları aşağılıyor. Hayatında grilere yer yok. Herhangi bir şey onun için ya "mükemmel" ya da kendi deyimiyle "boktan". Etkileme ve manipüle etme ustası. "Yapabilirsiniz" deyince yaptıramayacağı hiçbir şey yok. Bu konuda şöyle bir sözü var: "Benim işim insanlara iyi davranmak değil, onları geliştirmek":) Gözlerini kırpmadan karşısındakine bakma antrenmanları yapan enteresan bir adam. Aşağılayıcı ve baskıcı tavırları artınca (artık kendi şirketi iyice büyümüşken) Apple'dan kovuluyor (1985). O sırada Next'i kuruyor. Ancak onun yokluğunda Apple geriliyor ve kendisini geri getirmek için Apple 1996 yılında Next'i satın alıyor. Jobs 1997 yılında tekrar Apple'ın CEO'su oluyor. Onunla çalışanlar ona çok kızıyorlar belki ama bu şekilde davranarak her birinin içindeki yaratıcı gücü ortaya çıkardığını ve başarıya ulaşmalarına yardım ettiğini söylüyorlar bugün.
    Baskıcı, sert ve düşündüğünü söyleyen bir insan olması sebebiyle Obama'ya bile fırça atmış:) "Tek dönem seçilebileceksin" demiş Obama'ya. Kitapta "bence Obama kimseyi kırmamaya çalışan bir insan. Ama maalesef bazen birilerini kırman gerekir" diyor bu konuda.
    İlginç bir özellik daha. Her an her yerde hüngür hüngür ağlayabiliyor:) Duygulanınca, sinirlenince, dediğini kabul ettiremeyince, yönetim kurulu toplantısının ortasında... Hiç fark etmiyor.
    Tamamen kendi kurallarıyla yaşıyor. Kendi gerçekleri var ve taviz vermiyor asla. Park etme yasağı olan yerlere park ediyor (örneğin engellilerin alanlarına), plakasız araba kullanıyor vs.vs.vs.
    Ona göre bir ürün her zaman çok çok sade,çok estetik ve aynı zamanda çok kullanışlı olmalı. Bu konuda korkunç derecede takıntılı. Öyle ki evine eşya bile alamıyor. Çünkü beğenemiyor. Koltuksuz, yataksız evlerde yaşıyor çocukları olana kadar. Bu huyu işine de yansıyor doğal olarak. Sanat ve teknolojiyi birleştirmek konusunda son derece takıntılı ve iddialı. Her ürünün tasarımıyla bizzat ilgileniyor. Günlerce, haftalarca yeni çıkacak bir bilgisayarın köşelerinin nasıl olması gerektiğini düşünüyor. Bıkmadan usanmadan prototipler yaptırıyor. Apple mağazalarının tuvaletlerinde WC yazılı plakaların grisinin tonu hakkında bile haftalarca düşünüyor. O kadar deli yani...
    Onun için bir ürünün dışı kadar içi de önemli. Tüketicinin asla göremeyeceği bir parçanın estetiği konusunda bile tasarımcıları deli ediyor. Ve artık piyasaya çıkmış olan bir ürünle oynanmasına asla tahammül edemiyor. O yüzden Apple ürünleri açılamıyor, parçalar değiştirilemiyor. Kısacası ürüne müdahale edilemiyor. "Biz zaten en iyisini ve en kolay kullanımı olanı sunuyoruz" diye düşünüyor Jobs.
    Ben Steve Jobs'ın Pixar'ın da sahibi olduğunu bilmiyordum bu kitabı okumadan önce. Küçük bir şirket olan Pixar'ı Lucas Filmcilik'ten satın almış ve muazzam bir şekilde büyüterek Disney'e satmış. Jobs'ın yönetiminde hepimizin çok iyi bildiği Nemo, Oyuncak Hikayesi, Arabalar, Ratatouille, Up, Wall-E gibi animasyonlar çekilmiş. Pixar, bu ve bunun gibi animasyonlarla 22 Oscar, 6 Altın Küre, 3 Grammy ödülü kazanmış. Jobs sanata, yaratıcılığa, teknolojie ve bunların birleşimine düşkün olduğu için Pixar onun gözbebeği olmuş.
    Dünyanın en büyük teknoloji şirketini kuran Jobs, öncelikli amacının para kazanmak olmadığını söylemiş devamlı. Amacı kullanışlı ve şık teknolojik tasarımlar yaratmak ve bunların her evde bulunmasını sağlamak olduğunu belirtmiş ki bu bana inandırıcı geldi. Çünkü ürün geliştirme aşamasında çok fazla para harcamış, ucuza kaçmamış. Ayrıca bir çok varlıklı insanın aksine sade bir yaşam tarzı var.
    Takıntılı oluşu giyimine de yansımış. Sadece yarım boğazlı siyah kazak ve kot pantolon giymiş. Dolabında onlarca siyah kazak varmış.
    23 yaşında, o zamanki sevgilisinden bir kızı olmuş. Maddi ihtiyaçlarını karşılamış ama 10 yaşına kadar manevi anlamda hiç ilgilenmemiş kızıyla. Kızı 10 yaşına gelince aklı başına gelmiş. Bu davranışını da hep pişmanlıkla anmış sonradan. Evliliğinden de 1'i erkek, 3 çocuğu olmuş. Oğluna fazlasıyla düşkünken, kızlarına  hep mesafeli davranmış. (Niye acaba?)
    Şirkette bazen herhangi bir fikri dinlediğinde "boktan" der ve gidermiş. Birkaç gün sonra ise aynı kişiye gelir "harika bir fikrim var" diyerek aynı fikri anlatırmış. Karşısındaki "ama ben sana bunu söylemiştim" dediğinde "hı, hı!" der uzaklaşırmış:) (Tövbe estağfurullah:))
    Baskıcı bir tutumu olmasına rağmen en iyi anlaşabildiği insanlar ona karşı çıkabilenlermiş. Fikirlerini sonuna kadar savunabiliyorsan gözüne girebiliyormuşsun.
    Önemli bir konuşma yapacağı insanı yürüyüşe çıkarıyormuş. İşlerini yürüyüş sırasında hallediyormuş.
    Etkileyemediği insan olmadığı söyleniyor. Bazen bağırıyor, bazen karşısındakini gazlıyor, gerekirse ağlıyor:) Onun bu huyunu yakından bilenler, toplantılarda Jobs'ın etkisinde kalmaya başlayan herhangi bir insanı dünyaya döndürmek için aralarında işaret geliştiriyorlarmış:) Mesela çene kaşımak gibi... 
    Herkesi titreten Steve Jobs'ın, karşısında titrediği tek insan Bob Dylan'mış. Bob Dylan'a sonsuz bir hayranlığı varmış.
    Kitapta Türkiye gezisi hakkında da küçük bir bölüm var. Türkiye gezisi sırasında bir şeyin farkına tam olarak vardığını belirtiyor. "Türk gençleri de artık uluslararası markalar giyiyorlar, Amerikan içecekleri içiyorlar. Dünyanın bir yönde ilerlediğini fark ettim. Artık her ülkeye farklı ürün üretmeye gerek olmadığını anladım" diyor. Bu bizim için iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Bilemedim doğrusu. Pek iyi değil bence.
    Jobs, 56 yaşında pankreas kanserinden ölüyor. Gençliğinden beri "ben çok yaşamayacağım, çok çalışmam lazım" dermiş. Dediği gibi oldu aslında. 56, fazla bir yaş değil. Kanser üzerinde beslenme mi daha etkili, yoksa yaşam tarzı mı? sorusunu aklıma getirdi Jobs'ın durumu. Doğal besinlerle besleniyor (evlerinde arı kovanları bile var) ama yine de hastalanıyor. Bence hastalığının sebebi çok fazla takıntılı olması. Aklında bin bir düşüncenin dolaşması. İç huzuru bulamamış olması. Kendisine göre de özellikle Apple'a geri dönüşünde aşırı çalışması. Bu dönem içerisinde ailesine zaman ayıramamaktan yakınıyor. Ama son pişmanlık fayda etmiyor her zamanki gibi. 
    Biraz uzun bir yazı oldu. Ama gerçekten enteresan bir kişilik. Bir yandan hayranlık duyarken, bir yandan da sinir olunası bir insan:) Başta da dediğim gibi tarihe mal olmuş, tanınmış, başarı kazanmış insanlar böyle tuhaf oluyorlar. Steve Jobs biyografisini tavsiye ederim. Hem dünyayı değiştiren insanlardan birinin sıra dışı hayatına göz atacak, hem de bilgisayar teknolojisi konusunda bol bol bilgi ediniyor olacaksınız. 
    (Dediğim gibi... Biyografi okumayı seviyorum. Farklı farklı insanların biyografilerini... Örneğin bundan bir önce okuduğum biyografi kitabı Mazhar Osman hakkındaydı. İkisi gayet farklı:))
   
   
   
   
   

20 Mart 2012 Salı

GÖKKUŞAĞI

    Dostlarım bana gökkuşağını hatırlatırlar. Hepsi ayrı bir renk, ayrı bir kişilik... Hepsi benim için ayrı ayrı değerli... Yan yana biz bir gökkuşağıyız. Renkli, bütün, beraberce pırıl pırıl...
    Bazı dostlar kırmızıdır. Eğlenceli... Kıpır kıpır... Onlarla eğlenmek güzeldir. Birlikte sohbet edersin; dışarı çıkarsın; tatile gidersin; sabahlara kadar konuşur, saçma sapan şeylere gülersin. Kırmızı dostlarınla yenilenirsin. Onların yanında kendini hep çocuk hissedersin, yaşlanmazsın.
    Bazı dostlar yeşildir. Rahatlatır... Onlarla sohbetin daha derindir. Seni dinlerler. Yorum yapmadan dinlerler. Her konuyu konuşabilirsin. İçini dökersin. Dinler... Karşısında ağlarsın... Teselli eder... Yeşil dostlar dengeni korumana yardım ederler.
    Bazı dostlar turuncudur. Anaç, sevecen, sıcak... Hastalandığında sana çorba yapandır, seninle birlikte doktora gidendir, hamileysen elindeki poşeti taşımaya gönüllü olandır, yedirendir. Arayan, soran, üzüntülü anında yanında olandır.
    Bazı dostlar mavidir. Anlayışlı... Uzun zamandır görüşmemişsindir belki, ihmal etmişsindir. Ama bilirsin ki oradadır. Oradadır işte... Her zaman dostluğa hazır... Bir telefon uzakta... Herkes gitse o gitmez. Mazin eskidir o dostunla. Araya yeni arkadaşlıklar girse de, başka başka uğraşlara dalsan da farketmez. O, sabırla durur orada. Mavi dostlar sadıktır. Kalbimizin en derinindedir. 
    Bazı dostlar sarıdır. Akıllı... Onlarla entelektüel yanını tatmin edersin. Sohbeti zevklidir. Boş muhabbetlere girmezsin onunla. Fikir alırsın, fikir verirsin. Konuşursun uzun uzun. Konsere gidersiniz beraber. Sinemaya... Yeni gelen bir sergiye... Sarı dostlar ufkunu açarlar. 
    Bazı dostlar çivit mavisidir. Dostlar Gökkuşağı'nın yaramaz çocuğu... İlgi göstermen, sitemlerini görmezden gelmen gerekebilir. Bazı şeyleri saklamak zorunda kalabilirsin. Çünkü ruh durumlarına göre hareket ederler. "Ne yapalım o da öyle işte" der, korursun. Biraz şımarık, biraz bencildirler ama seversin. Vazgeçemezsin çivit mavisinden...
    Bunlar benim dostlarım. Kırmızı, yeşil, turuncu, mavi, sarı, çivit mavisi... Bense morum... Gökkuşağı çemberinin içinde yer alan... Hepsinin en koyusu... Hepsini içinde barındıran... Diğerleri olmadan olamayan... 
    Biz ayrıyız... 
    Biz bütünüz...
    Biz gökkuşağıyız, pırıl pırıl parıldayan...
     
    
    

18 Mart 2012 Pazar

18 MART

Bugün 18 Mart... 
Çanakkale Şehitleri'ni Anma Günü... 
Tam da Afganistan'da şehit olan 12 askerimizin acısı yüreklerimizi dağlamışken... 
Onlarla birlikte tüm şehitlerimizi anmış olacağız. 
Saygıyla ve minnetle... 
Büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk... 
Ve bu ülke için canını vermiş tüm şehitlerimiz...
Ruhunuz şad olsun...




17 Mart 2012 Cumartesi

THY'NİN ÇALIŞANLARINA JESTİ...

Fotoğraf: Airport Haber
THY, uçaklarından birinin üzerini, hostesinden teknisyenine kadar 18.000 çalışanının vesikalık fotoğrafıyla kapladı. 
Benim eşim de bir THY çalışanı olduğu için projeden haberimiz vardı ve nasıl olduğunu çok merak ediyordum. 
Uçak önceki gün tanıtıldı. 
Eşim de diğer çalışma arkadaşları gibi tanıtımdaydı ve uçağı ilk görenlerden biri oldu. 
Ama maalesef uçağın üzerinde kendi fotoğrafını bulamamış:)) Koca uçak üzerinde ve 18.000 kişi içinde zor tabii:) 
Çok merak ediyorum acaba uçağın hangi kısmında kendileri:)

Şaka bir yana... 
Bence bu çalışanlar açısından çok hoş bir jest ve çok ilginç bir fikir. 
Yaratıcı bir PR çalışması. 
Dünyada ilk kez uygulanmış. 
İşlem için özel bir sticker kullanılmış.
Zemine Selçuklu motifleri yerleştirilmiş. 
Fotoğrafların çekimi 4 ay sürmüş. 
Bu kaplama 5 yıl uçağın üzerinde kalabilecekmiş. 
Uçağın tipini söylemeyi unuttum. 
Boeing 737-800... 
İsmi "Ünye"... 
Herhangi bir uçuşta karşımıza çıkabilir. 
    
Dediğim gibi... 
Bence "birlikteyiz" mesajının da verildiği hoş bir jest olmuş bu uçak. 
Seviyorum böyle hareketleri...
Düşünüp uygulayanları da tüm kalbimle tebrik ediyorum.
    
 

14 Mart 2012 Çarşamba

BLOGGER ANNELER

    Devamlı takip ettiğim blogların yanı sıra, farklı bloggerların yazılarını okumaktan da çok keyif alıyorum. O kadar çok insan, o kadar çok düşünce, o kadar farklı hayatlar var ki... Herkesten farklı şeyler öğreniyorsun, farklı tatlar alıyorsun. Blog dünyası bir başka dünya... Seviyorum bu dünyayı.
Orhun 4 yaşında
    Bu renkli dünya içerisinde annelerin çok fazla yer aldığına dikkat ettim. Bilhassa genç annelerin... Daha doğrusu çocuğunun yaşı ufak olan annelerin... Deneyimlerini paylaşıyorlar, yeri geliyor yardımlaşıyorlar. Bence çok faydalı işler yapıyorlar. Aynı zamanda çocuklarının gelişim aşamalarını, yaşanan hoşlukları belgelemiş oluyorlar. Bazen "abartmış mı biraz?" diye düşündüklerim olmuyor değil. Ama sonra düşünüyorum "benim oğlum bebekken böyle bir imkan olsaydı ben de abartır mıydım?" Olabilir. Abartabilirdim. Ne de olsa anneyiz:) İmrenerek takip ediyorum annelerin oluşturduğu blogları. İmrenerek diyorum... Çünkü benim oğlum 14 yaşında ve o doğduğunda böyle bir imkan yoktu. Ama ben ne yapıyordum? Günlük tutuyordum tabii ki. Hem fotoğraf da yapıştırılan, hazır satılan günlüklerden dolduruyordum; hem de özel bir defterim vardı. Sanal değil, harbi günlük yani:)
Orhun 14 yaşında:)
    Şimdi denilebilir ki "Eee! hala annesin! şimdi oğluna ait bir blog aç, deneyimlerini paylaş!" O kadar kolay değil işte... Artık kolay değil. Ben bugüne bugün 14 yaşında bir erkek çocuk annesiyim. Yani ergen annesi:) Ve ergenlik de tahmin edeceğiniz gibi müstesna bir dönem. Çok ilginç bir dönem. Çocukluktan delikanlılığa veya genç kızlığa geçiş mucizevi... Değişen fiziki yapı, düşünceler, hisler, konuşmalar, fikirler, arkadaşlık ilişkileri vs... Yazacak çoooook şey var yani! Çok var ama... Afedersiniz yemiyor:) Çünkü ergenler kendilerinin hakkında yazılanları internette okumak istemezler. Aslında oğlumla aramız çok iyidir ama tüm gençlik internetteyken böyle bir riske girilmez. Yoksa ne yazılar çıkarırdım ben bu konudan:) Şaka bir yana oğluma bir birey olarak saygı duyuyorum ve özeline girmiyorum. Ufak ufak yer alıyor yazılarımda.  Zaten bu yaşlardaki çocuklarının dünyasını paylaşan blogger görmedim. Belki vardır ama ben görmedim.
    Zor bir dönem ama bizim iyi yürüttüğümüzü söyleyebilirim en azından. Her şeyin başı sevgi ve sabır. Bizim de o yaşlardan geçtiğimizi unutmamamız lazım. Konuşturmayı ve dinlemeyi bilmek lazım. Birşeyler saklamalarına, içe kapanmalarına izin vermememiz lazım. Çocuğumuzun her yaşının keyfine varmamız lazım. Onların geçirdiği değişimleri izlemekten keyif almak ve destek olmak lazım. Bebekken tapıp, büyüyüp biraz asileşince çocuğuyla kavgaya giren ebeveynlere sinir olduğumu söylemeliyim.
    Kısacası zaman o kadar çabuk geçiyor ki genç anneler... Daha dün kucağınızdan inmeyen bebeğinizin birden bire boyunuzu geçmiş olduğunu göreceksiniz ve "ne zaman büyüdü bu böyle?" diye şaşıracaksınız. Her anın tadını çıkarın. İstediğiniz blogu açın, istediğiniz yazıyı yazın. Büyüyene kadar...



8 Mart 2012 Perşembe

HUGO... GEORGES MELİES... MASAL GİBİ BİR FİLM...

    Biraz geç oldu ama en sonunda Martin Scorsese'nin Hugo'sunu seyrettim. İnanılmaz...Muhteşem... Şahane... Nerden başlasam? Nasıl anlatsam? Müthiş etkilendim. Daha doğrusu etkilendik. 14 yaşındaki oğlumla beraber seyrettik ve aynı keyfi alıp, aynı duyguları hissettik. Üzüldük, sevindik, öğrendik, hayran olduk. Etkisinden kurtulamadık.
    Peki en çok nelerden etkilendim? 
Öksüz ve yetim Hugo Cabret'nin yalnızlığından... Dolayısıyla Asa Butterfield'ın oyunculuğundan...
Eski sinemacı (hatta bu sanatın öncülerinden) Georges Melies'nin muhteşem meslek yaşamının ardından gelen unutulmuşluğundan ve hüznünden... Dolayısıyla Ben Kingsley'in oyunculuğundan...
Gar şefinin acımasızlığının ardında yatan gerçeklerden...Hugo'yu her an yakalayacakmış da yetimhaneye gönderecekmiş korkusu yaratılan sahnelerden...
Tren garının karmaşasından... Saat kulesinden görünen Paris manzarasından...
Kostümlerden... 
Dekordan...
Müziklerden...
Tam kararında olan 3D görüntülerden...
Bir an bile filmden uzaklaştırmayan hikaye kurgusundan...
Edebiyat sanatına yapılan göndermelerden... Kitap okumanın güzelliğini hatırlatmasından...
Gerçek bir hayat hikayesinden kaynaklanmasından...
"Sinema, gündüz görülen rüyadır" sözünden... 
    En çok neleri merak ettim peki?
Dikkat etmediğimiz, tanıyamadığımız ama aslında sinema tarihi açısından çok önemli bir isim olan Georges Melies'yi merak ettim. Filmden sonra sadece internet üzerinden küçük bir araştırma yaptım. Umarım kitaplarda da rastlarım. Bakacağım.
Filmin kaynağını oluşturan "The Invention of Hugo Cabret" romanını merak ettim.
Asa Butterfield'ın ilerideki meslek yaşantısının ne yönde seyredeceğini merak ettim. Çizgili Pijamalı Çocuk'ta oynadığını biliyorum. Çok başarılı...
Georges Melies
    Bu film bu yıl  En İyi Görsel Efekt, En İyi Ses Kurgusu, En İyi Ses Miksajı, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Görüntü Yönetmeni dallarında Oscar Ödülü'ne layık görüldü. The Artist'le çekiştiğini biliyoruz. Keşke En İyi Film ödülünü de alsaydı:) Son olarak diyorum ki... Eğer izlemediyseniz, bu sefer kaçırmayın derim. Keyifli zaman geçireceğinizden, sinemadan güzel duygularla ayrılacağınızdan emin olabilirsiniz.


5 Mart 2012 Pazartesi

AÇLIK OYUNLARI

    Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları", "Ateşi Yakalamak" ve "Alaycı Kuş" serisini okudunuz mu? Okumamış olanlar için söyleyeyim... Müthiş kitaplar... Etkileyici ve çok farklı bir konusu, muhteşem bir kurgusu var. İnanılmaz sürükleyici... 
    Olaylar bilinmeyen bir zamanda yaşanıyor. Dünya 12 mıntıkaya bölünmüş. Bu 12 mıntıkanın her birinde yaşayan insanlar farklı bir alanda üretim yapıyorlar ve ana merkez olan Capitol için çalışıyorlar. Capitol insanları acımasız... Asıl çarpıcı olan şu ki... Bir zamanlar Capitol'e karşı geldikleri için inanılmaz bir cezaya maruz kalmışlar. Her yıl her mıntıkadan yaşları 12-18 arasında değişen 1'er kız ve 1'er erkek çocuk kurayla seçiliyor. Ve bu çocuklar "Açlık Oyunları" denen yarışmada ölümüne çarpıştırılıyorlar. 24 çocuk hayatta kalma mücadelesi verirken bu olay günlerce canlı olarak televizyonlarda yayınlanıyor. (Bu canlı yayınların anlatımında medya dünyasına ve reality showlara müthiş bir gönderme var.) Yarışma sırasında türlü fantastik olaylar yaşanıyor çünkü bu bir bilim kurgu serisi. En sonunda sadece bir çocuk hayatta kalıyor ve çeşitli ödüller kazanıyor. Korkunç değil mi? Ancak bu yarışma 16 yaşındaki Katniss Everdeen'in yarışmaya katılmasıyla çok farklı bir hal alıyor. Bundan sonrasını anlatmak haksızlık olur:) Devamı kitaplarda... Ya da isterseniz sinemada... 
    Bütün bunlardan neden bahsettim? Serinin ilk kitabı olan Açlık Oyunları'nın filmi çekildi ve 23 Mart'ta vizyona girecek. Eşimle birlikte sinemada fragmanını görünce bir sevindik sormayın:) Muhtemelen ya o gün ya da ertesi günü gideriz seyretmeye. Filminin de güzel olacağını düşünerek "Açlık Oyunları" ile tanışmamış olanlara ve fantastik filmlerden hoşlananlara şiddetle tavsiye ediyorum.